Bu sayfada üyelere özel yazılar bulunuyor. üye girişi yaparak bu yazıları görüntüleyebilirsiniz.

Burayı tıklayarak üye girişi yapabilirsiniz.
Burayı tıklayarak üye olabilirsiniz.

Soru önergesine verilen cevabın düşündürdükleri - 2
4. SORUNUN CEVABI NİYE YOK?
 
Önceki dönem Çevre ve Orman Bakanı olan Prof. Veysel Eroğlu’nun Çaldağı hakkındaki soru önergesine verdiği cevaplarla ilgili ikinci bölümü de “Soru önergesine verilen cevabın düşündürdükleri-2” başlığı altında inceleyelim.

Birinci bölümde, Çaldağı’ndaki maden işletmesi için izinlerin neden ve nasıl verildiğine ilişkin Turgutlu Belediye Başkanı Serhat Orhan’ın aralarında geçtiğini söylediği, ama Bakan Eroğlu’nun “aramızda böyle bir konuşma geçmemiştir” diye cevaplandırdığı “yabancı baskısı konusu”nu gündeme taşımıştık. 
Bu incelemeyi okumak için tıklayınız:   Hangisi doğru, hangisi yalan?
 
Bu ikinci bölümde ise, ilki kadar önemli ve çok vahim olduğuna inandığımız bir başka ilginç ayrıntıyı daha büyüteç altına yatırıyoruz. Bu konu da; Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen sülfürik asit liç usulü ile açık nikel işletmeciliğinin "dünyada ilk kez denenmek istenen bir proje" olup olmadığı konusu. Bu konu belki ilk bölümde gündeme taşıyarak paylaşmak istediğimiz konudan bile daha önemli ve vahim bir konu sayılabilir. Bu nedenle de söz konusu soru önergesinde cevaplandırılması istemiyle sorulan 6 sorudan en önemlisinin 4ncü soru olduğunu söyleyebilmek mümkün. Ama bu kadar önemli bir soruya cevap verilebildiğini söyleyebilmek mümkün değil.
İşte bu konuyu ve bu soru ile verilen cevabı şimdi büyüteç altına yatıralım…
Soru önergesi ve Bakan Eroğlu’nun cevabını aşağıdaki linke tıklayıp görebilirsiniz.
  http://www.caldagi.com/FileUpload/ds92758/File/cevap-veysel_eroglu.pdf
 
SORU ÖNERGESİNDE İSTENEN CEVAP VE BİLGİ NE?
SORU 4’ün açılımı:
- Kanada'ya nikel maden işletmelerini incelemek üzere bir heyet gönderilmiş midir? Gönderilen heyette kimler yer almıştır?
- Heyet Kanada’da açık yığın liç usulü ile üretim yapan hangi maden işletmelerini incelemiştir?
- Bu heyet nasıl bir rapor düzenlemiştir? Bu raporu bizlere de vermeyi düşünüyor musunuz?
Verilen cevap ise sadece şöyle: “Bakanlığımda görev yapan konunun uzmanı personelden oluşan bir heyet tarafından gerçekleştirilen Kanada seyahatinden sonra düzenlenen rapor dikkate alınarak….” şeklinde, iki cümleyi bile tamamlamayan bir açıklama ile Çaldağı için şirketin talep ettiği iznin nasıl verildiği belirtiliyor.
Peki siz sorulan soruya yönelik verilen bu cevaptan tatmin oldunuz mu?
Olmanız mümkün değil, çünkü ortada verilmiş bir cevap yok zaten. Sadece cevap veriyormuş gibi yapılıp konu geçiştirilmeye çalışılıyor. “Sülfürik asit liç yöntemi ile açık nikel maden işletmesi” gibi bir projenin dünyada ilk defa Türkiye’de uygulanması için NEDEN izin verildiği ÇED raporundan yapılan alıntılarla neredeyse 1 sayfaya yakın anlatılıyor, ama önergedeki 4. sorunun içerdiği sorulara ise asla cevap verilmiyor. Bu Kanada seyahati ve bu seyahati gerçekleştirenlerin adlarından vaz geçtik diyelim hadi, bu heyetin düzenlediği ve BU KADAR VAHİM BİR KARAR alınmasına neden olarak gösterilen söz konusu rapor neden verilmiyor, söz konusu şirketin adı neden söylenmiyor?
 
İddiamız ne?
İddiamız şu: Soru önergesine verilen cevapta, 4ncü soruya verilmiş hiçbir cevap yok. Çünkü Bakan Eroğlu’nun verebileceği bir cevap yok. Çünkü ortada ne Kanada’da incelenecek sülfürik asit liç usulü ile açık maden işletmesi var, ne de bu işletmeyle ilgili düzenlenmiş böyle bir rapor var. Dolayısıyla 4. sorunun cevabı olmadığından, sadece cevap veriliyormuş gibi yapılıp 1 sayfa boyunca ÇED raporu savunuluyor.
 

Sorularımızı daha anlaşılır hale getirerek verilen cevapları inceleyelim:

- Söz konusu seyahatte Bakanlığınızın uzmanlarından oluşan heyetin incelediği Kanada’daki sülfürik asit liç usulü ile açık nikel madeni işletmesi yapan şirketin adı nedir? Verilen cevap yok! Çünkü verilebilecek bir cevap yok. Çünkü ortada zaten böyle bir şirket yok.

- Söz konusu Kanada seyahatini yaparak incelemede bulunan ve söz konusu raporu düzenleyen heyet kimlerden oluşmuştur? Verilen cevap yok! Çünkü verilebilecek bir cevap yok. Çünkü ortada zaten böyle bir heyet yok.

- Bu heyetin düzenlediği bu raporu görüp incelememiz için bize de verir misiniz? Verilen cevap yok! Çünkü verilebilecek bir cevap yok. Çünkü ortada zaten böyle bir rapor yok.

- Soru önergesinde yer alan 6 sorudan 5 tanesine net cevaplar verilirken, çok özel anlam da taşıyan 4. sorunun cevabı neden yok? Çünkü olmayan bir şirketin adı da olmaz. Olmayan bir şirketi denetleyen heyet de, bu heyetçe düzenlenmiş rapor da olmaz...

Dolayısıyla soru cevaplanmamış, cevaplanmış gibi yapılıp yine her şey bir “olup-bittiye getirme” çabası ile halledilmeye çalışılmış.

 
Bu iddialarımızı neden mi ortaya koyuyoruz? Gayet basit.
Çünkü, dünyanın hiçbir ülkesinde “sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi” yok! Çünkü, bu projeye bugüne kadar dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmedi! Çünkü, bu proje dünyada ilk defa Türkiye’de, Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak isteniyor!
 
Peki, bu iddialarımızı nerelere dayandırıyoruz?

1- Eğer bu proje dünyanın başka ülkelerinde de uygulanan bir madencilik yöntemi ise, Türkiye Cumhuriyeti’nin bakanı, kendi uzmanlarından oluşan heyet tarafından incelendiğini söylediği böyle bir şirketin ismini verebilirdi. Tabii olmayan böyle bir işletmenin adı da olmaz.

2- 7 yıldan beri ısrarla sorduğumuz halde, İngiliz European Nickel şirketinin önce Boshorus adı ile kurulan, sonra isim değişikliği yaparak Sardes adı ile Çaldağı’nda bu projeyi uygulamak isteyen şirket tarafından böyle bir işletmenin var olduğunu kanıtlayabilmek için dünyanın her neresinde ise orası gösterilebilirdi. Ama 7 yıldan beri böyle bir adres gösteremediler.

Bu proje şu anda dünyada sadece 2 yerde uygulanmak isteniyor: Birincisi Turgutlu Çaldağı, ikincisi de Filipinler’de Acoje. Acoje de zaten European Nickel şirketi tarafından ‘projenin amiral gemisi' olarak ilan edilen Çaldağı’nı izliyor.

3- Sülfürik asit liç usulüyle açık maden işletmesi dünyada sadece European Nickel şirketi tarafından uygulanmak istenilen bir projedir. Zaten bu şirketin kuruluş ve varlık nedeni de nikel madencilik sektöründe böyle bir projenin uygulanabilmesi içindir, bu şirket zaten böyle bir proje uygulamak amacıyla kurulmuştur. Dünyada nikel madenciliğinde “sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi” projesini uygulamak isteyen bir başka şirket daha bu nedenle yoktur. Dolayısıyla, sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi sadece İngiliz European Nickel şirketi projesidir.

4- European Nickel şirketi tarafından “sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi” için hala neden “proje” deyimi kullanılıyor? Çünkü böyle bir nikel işletmesi dünyanın başka yerinde yok, bu nedenle de uygulanmak istenen şey “proje” diye tanımlanabiliyor ancak.

Fransızca kökenli bir kelime olan “proje” kelimesinin Türkçe’deki karşılığı “tasarı” demektir ve bir amacı gerçekleştirmek için tasarlanmış, ancak henüz girişim aşamasında olan bir iş veya eylemi anlatmak için kullanılır. O zaman eğer Türkçe düşünüp de konuyu incelersek, sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesinin sadece bir tasarı halinde olduğu ve dolayısıyla da dünyanın hiç bir bölgesinde uygulanabilirliğinin henüz olmadığını anlamamız mümkün olabilir. Dolayısıyla böyle bir işletme eğer dünyanın başka yerlerinde var olsaydı, o zaman European Nickel şirketi tarafından sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi için “proje” deyimi kullanılmazdı.

5- “Sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi” dünyanın başka yerlerinde veya ülkelerinde olsaydı eğer, o zaman European Nickel şirketi, Turgutlu Çaldağı’nı “projenin amiral gemisi” ilan etmez, böyle tanımlamazdı.

6- “Sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi” dünyanın başka yerlerinde veya ülkelerinde olsaydı eğer, European Nickel şirketinin kurucularından, bu projenin mucidi de sayılan Simon Purkiss, 2007 yılı Şubat ayında YASED tarafından düzenlenen “Fırsatlar ülkesi Türkiye”  adlı konferans dolayısıyla görüştüğü Başbakan Tayyip Erdoğan’a Turgutlu Çaldağı’nda uygulayacakları teknolojiyi anlatırken “Dünyada ilk defa Turgutlu’da uygulayacağımız bir teknoloji” diye anlatmazdı. 

(23 Şubat 2007 tarihli Hürriyet Gazetesinin ekonomi sayfasında Hanife Baş imzasıyla yapılmış bu görüşme ile ilgili haberde Purkiss'in sözlerini aşağıdaki linke tıklayarak kendiniz de okuyabilirsiniz)
  http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=6002820&tarih=2007-02-23

 
SONUÇ:
Bu durumda verilen soru önergesinde sorulan 4. soruya cevap veremeyen veya cevap vermek istemeyen veya cevap vermekten kaçmaya çalışan dönemin Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’nun yapmakla yükümlü olduğu, hatta mecbur kaldığı iki şey var:

 1- Eğer varsa, kendi uzman heyetlerince incelenen Kanada’daki “sülfürik asit liç usulüyle açık nikel madeni işletmesi” yapan şirketin adını vermesi ve heyetin düzenlediği bu raporu göstermesi. Böyle bir yöntemle nikel işletmeciliği dünyanın başka ülkelerinde yapılıyorsa eğer, 7 yıldır European Nickel şirketinin gösteremediği bu adresi Bakan Eroğlu’nun göstermesi.

 2- Veya bunu bize söylemek istemiyorsa, bizzat Simon Purkiss’e söyleyip, “Sen kendini bu projenin mucidi diye gösterip boşyere böbürlenme. Ben uzman heyetime dünyayı yeniden keşfettirip bu yöntemin uygulandığı yerleri tespit ettirdim. Benim Başbakanım Sayın Tayyip Erdoğan’ı kandırıp da ‘Dünyada ilk defa Turgutlu’da uygulayacağımız bir teknoloji’ diye yalan söylemeye utanmıyor musun? Senin bu yaptığın ayıp” desin. Böylece belki hiç olmazsa Simon Purkiss’e bir iyiliği dokunur, en azından Simon Purkiss dünyada kendisinden başka delilerin de var olduğunu anlayınca çalımı biraz bozulur da Çaldağı’nda caka satarak dolaşamaz.

Dolayısıyla şu soruyu hâlâ soruyor olmakta haklı değil miyiz?
"ÇALDAĞI'NDA NELER OLUYOR?"
14 Şubat 2012    


Sülfürik asit projesi laboratuarı Türkiye mi?

Çaldağı, sülfürik asit projesi için pilot bölge oluyor!

AB ve Dünya Bankası gibi kuruluşların Avrupa’nın göbeğinde bir çevresel faciaya göz yummaması nedeniyle Avrupa ve Balkanlarda tamamen umudunu yitiren İngiliz European Nickel (ENK) şirketi, gözünü Türkiye’ye çevirmişti. (Bakınız: Evet kovuldunuz) Dünyada hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen proje için Türkiye’yi kendilerine cazip bir yer olarak gösteren nedenler ise; çevre bilinci ve çevreye duyarlılığın zayıf oluşu, bu konularda halkın çok cahil olması, yoksulluğun çok fazla olması ve ülkenin adeta bir yolsuzluklar cenneti haline gelmesiydi. Projesi için ümitlendiği bu ortamlar dolayısıyla European Nickel şirketi hiçbir ülkede alamadığı izni Türkiye’de sürdürdüğü lobi faaliyetleri ve güçlü diplomatik ilişkiler sonucu elde edebildi. Daha önce deneme çalışmaları yaptığı Arnavutluk, Sırbistan ve daha birçok ülkelerden kovulmuş olan şirket, dünyada hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen “sülfürik asit liç usulüyle açık nikel madeni işletmesi” projesi için böylece Çaldağı’nı pilot bölge yaparak, nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin “Amiral Gemisi” ilan etti. Diplomatik ilişkiler ve baskılarla Türk hükümetinin zayıf yönlerini kullanmış ve istediği ÇED Raporu’nu da zaten kimselerden habersiz alabilmişti. Dolayısıyla devlet (ya da hükümet) gücünü de arkasına alan İngiliz European Nikel şirketinin Çaldağı’ndaki kolu Sardes şirketi, tüm Gediz vadisini yok edecek tehlike potansiyeline sahip bir projeyi uygulayabilmek için her türlü resmi engeli aşmayı başarmıştı. Ama kendilerinin kobay olmasına da izin vermeyen yöre halkının direnişinin gücünü aşamadı. Böylece Çaldağı, bir direnişin de adı oldu…

Şimdi de bu kez Gördes ilçesinde bir Türk şirketi tarafından yine sülfürik asit yöntemiyle, ama kapalı sistemle nikel madenciliği yapılması süreci yaşanıyor.

— Turgutlu'daki şirket bir İngiliz şirketi ve "açık liç usulü" uygulama peşinde. Gördes'teki ise bir Türk şirketi ve "kapalı sistem" uygulayacak. İşin "sinsi bir plan" diye tanımlanabilecek ayrıntısı burada gizli. Yani görünüşte "elin gâvuru" memleketimizi ve insanlarımızı sevmediği için büyük tehlike yansıtan “açık liç usulü” bir proje uygulamak istiyor, ama öz be öz Türk olan bizim kendi Türk şirketimiz ise kendi memleketini ve memleketinin insanlarını pek sevdiğinden "açık usul" yapmıyor, bu yüzden "kapalı sistem" tercih ediyor aldatmacası var ortada.

— Turgutlu'da hedefler çok net olduğundan etkili bir şekilde tepkiler oluşturulabildi. İngiliz emperyalizmi ve dolayısıyla uygulamak istediği çevre ve insanlık düşmanı bir proje “açık” bir tehdit olarak duruyor ortada. Biraz da bu nedenle çok güçlü bir tepki oluştu. Ama Gördes'te anti-emperyalist tepkilerin de oluşması söz konusu değil bu durumda. Vatandaş olaya “bizim kendi memleketimizin firması” şeklinde bakıyor. Yani emperyalizm Çaldağı’nın tepesine tünemiş bir halde Turgutlu’nun burnunun dibindeyken, Gördes için ise ortada “görünmez bir düşman” var. Dolayısıyla çevreci mücadele sıkıntılı başlayabilir, işler daha zor gelişebilir, halkın maden şirketi lehine kandırılabilmesi daha kolay olabilir. Görünen o ki, Gördes’te bu nedenle daha çok işin bilimsel yönü ile yürütülmesi, bilimsel ve hukuksal temellerinin güçlendirilerek örgütlenmesi gereken bir çevresel mücadele söz konusu.

İzdüşüm: Turgutlu ve Gördes bir bütünün parçaları

Sonuçta; bu manzarada önce Çaldağı, sonra da Gördes'te görünüşte birbirinden farklı gibi olan, ama aslında aynı el tarafından uygulamaya sokulmak istenen proje “Türkiye’nin nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanmak istendiği bir laboratuara dönüştürülmeye çalışıldığı"nı gösteriyor.

Buna “aynı el tarafından uygulamaya sokulmak istenen proje“ şeklinde bir tanım getirmek hiç de yanlış olmaz. Sözgelimi, Turgutlu Çaldağı için ucube ÇED Raporunu veren şirket de, Gördes’teki işletme için ÇED Raporunu veren şirket de aynı şirket: ENCON Danışmanlık Şirketi! Ayrıca öte yandan Gördes'teki maden şirketi, nikel madenciliğinde sülfürik asit liç yönteminin zararsız ve tehlikesiz, dolayısıyla mutlaka denenmesi gereken bilimsel bir yöntem olduğu konusunda halkı ikna edebilmek için, Çaldağı’ndaki Sardes şirketi tarafından Prof. Dr. İsmail Duman, Prof. Dr. Ali Osman Karababa ve Prof. Dr. Kamil Okyay Sındır'ın  raporları ve tezlerini çürütmek amacıyla hazırlanıp yayınlanan raporlardan ilgili bölümleri Gördes'te halka dağıtıyor. Yani Sardes şirketi ile sülfürik asit projesi için direk bir bağlantı ve işbirliği içindeler.

Dolayısıyla Turgutlu ve Gördes’in konumların birbiriyle kesiştiği veya buluştuğu noktada, çevreci mücadelenin izdüşümü şu gerçeği gösteriyor: Türkiye, nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanabildiği bir laboratuar haline dönüştürülmeye çalışılmakta, aynı el tarafından “hangisi tutarsa” diye biri kapalı, diğeri açık 2 seçenek sunularak kandırılmaya çalışılan halkımız, böyle bir proje için kobay yapılmak istenmektedir. Bu nedenle “Türkiye’nin, nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanabildiği bir laboratuar haline dönüştürülmeye çalışıldığı” şeklindeki gözlemin doğru bir saptama olduğu düşünüldüğünde, bu manzarada Turgutlu Çaldağı ve Gördes'i nikel madenciliğinde sülfürik asit projesine karşı verilmekte olan çevreci mücadele açısından “bir bütünün parçaları” olarak görme zorunluluğu var. Çünkü her iki yerdeki mücadelenin başarısı veya başarısızlığı bir diğerini o yönde etkileyebilecek bir sonuç yaratacak özellikler de taşıyor.

Bu ortam, yani siyanürden daha tehlikeli bir kimyasal madde olan sülfürik asit ile uygulanmaya çalışılan çevre ve insanlık düşmanı bu projeye karşı Türkiye’de verilmekte olan mücadele, AP’nin yasakladığı ama maden lobilerinin etkileri yüzünden AB ülkelerince hükümetler nezdinde hala bir türlü hayata geçirilemeyen “siyanürün madencilik sektöründe yasaklanması” kararının halen var olduğu bir süreçte, “sülfürik asitin de madencilik sektöründe yasaklanmasının sağlanması” anlamında omuzlarımıza dünya yüzünde insanlık adına tarihi ve onurlu bir görev de yüklemiyor mu?

24 Temmuz 2011

Devamı için tıklayınız: Nasıl bir madencilik anlayışı?


Sülfürik asit projesi laboratuarı Türkiye mi?

Nikel madenciliği sektöründe sülfürik asit yönteminin dünyada uygulanabilir hale getirilebilmesi için Türkiye bir laboratuar, halkımız da kobay mı yapılmak isteniyor?

Konuya böyle çarpıcı bir soru ile başlanırsa, ülkemizdeki manzaranın sadece ilginç değil, çok da ürkütücü olduğunu görebilmek açısından yararlı olur. Manzara gerçekten ürkütücü ve bu “ürkütücü” deyimi hiç de abartılı bir ifade değil. Çünkü dünyada şimdiye kadar hiçbir ülkede nikel madenciliğinde uygulanmasına izin verilmeyen sülfürik asit liç yöntemi için Türkiye’yi adeta bir laboratuar, halkımızı da kobay olarak gören, yağmacı maden şirketleri açısından ülkemizi sülfürik asit yönteminin ilk kez uygulanabildiği bir cennete, ama yaratacağı çevresel sorunlar açısından ise cehenneme çevirecek gözü dönmüş bir kâr hırsının daha da kararttığı kara bulutlar çökmüş durumda topraklarımıza.

AP madencilikte siyanürü yasaklarken…

Daha da ürkütücü olan; Türkiye’deki bu durumun, dünyada madencilik sektöründe çevre ve insan sağlığı açısından yaşanan gelişmelerin tam tersine doğru yaşanan bir gelişme anlamında olması. Yani Avrupa Parlamentosu’nun 5 Mayıs 2010 tarihinde “madencilik sektöründe siyanür kullanılmasının yasaklanması” şeklinde bir kararı ve “tüm AB ülkelerinden bu kararı dünya genelinde uygulanmasının sağlaması” gibi bir tavsiyesi ortada varken Türkiye’de bunlar yaşanıyor! (Bakınız: AP: "Siyanürlü altına hayır") AP tarafından siyanür gibi son yıllarda son derece yaygın bir hale gelmiş yöntem madencilik sektöründe yasaklanırken, öte yandan siyanürden bile daha tehlikeli bir kimyasal madde olan sülfürik asit, dünyada nikel madenciliği için ilk kez Türkiye’de uygulanabilir bir yöntem haline nasıl getirilebilir?

Madencilik yasası değil, yağma yasası

Bu “nasıl?” sorusunu ancak bizdeki “madencilik yasası”nın ne tür bir yasa olduğunu tanımlayarak açıklayabilmek mümkün. Bizdeki madencilik yasasını “madencilik yasası” diye tanımlamanın çok zor olduğu ortada. Bizdeki madencilik yasası, aslında “ülkemizin yeraltı zenginliklerinin yabancı devletler ve emperyalist maden şirketleri tarafından soyulup sömürülmesini yasal hale getiren bir düzenleme” sadece. Ama “küreselleşme” adı altında dünyanın efendilerinin dayattığı istekler bu kadarını yeterli görmediğinden, bu kez “yeni madencilik yasası” adı altında çıkartılan yasa ile tam bir orman ve çevre talanı yaşatacak şekilde, tüm yeraltı zenginliklerimiz için bir “yağmalama” dönemi başlatılmış oluyor. “Yağma yasası” olarak tanımlanabilecek, daha tasarı halindeyken bile pek çok ağır eleştirilere ve tepkilere neden olan “yeni madencilik yasası”, Metalürji Yüksek Mühendisi, İTÜ Öğretim Görevlisi, TEMA Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman’ın deyişiyle ise “dünyanın en kötü örneklerinden biri.” Ancak TMMOB’un yeni madencilik yasası hakkındaki TBMM’ye yönelik yazısı da çok anlamlı. (Bakınız: TMMOB'un yeni maden yasası hakkında basın açıklaması)

Yağmalamanın boyutları ne?

Bu “yağmalama”nın aslında ne kadar geniş bir alanı kapsadığını Tapu Kadastro Eski Genel Müdür Yardımcısı Orhan Özkaya, Yeniçağ gazetesindeki soygunun boyutlarını anlatan yazısıyla ortaya koyuyor. Orhan Özkaya‘nın yazısına göre, vatan topraklarının beşte biri küresel şirketlerin eline geçmiş halde! Özkaya, Türkiye’de 150 bin kilometrekarelik maden sahasının tapularıyla birlikte 26 İngiliz-Amerikan şirketine devredildiğini, orman ve meraların da yabancı maden şirketlerinin eline geçtiğini anlatıyor. 400 milyar doların üzerinde borcu olan Türkiye’yi alacaklıları yağmalıyor. Türkiye’nin boru, gümüşü, bakırı, çinkosu, kromu, nikeli, altını yabancı maden şirketlerin emrine veriliyor. Petrol, gaz, su anlaşmaları sırada bekliyor. Bütün bunlar da, 5444 sayılı “yabancılara taşınmaz satışına ilişkin” (AKP Hükümetince güya ‘AB’ye uyum paketi’ adı altında çıkartılan) yasa ile mümkün hale getiriliyor…

Bu manzaraya bir de “madencilik yasası”nın yeraltı zenginliklerimizin daha kolay yağmalanmasını sağlayacak şekilde yeniden düzenlenişini eklersek, sonuçta işte böyle bir ortamda, gözünü aşırı kâr hırsı bürümüş maden şirketleri tarafından AP’nin yasakladığı siyanürden bile daha tehlikeli bir kimyasal madde olan “sülfürik asit yöntemi”nin uygulanabileceği bir laboratuar, halkın da kobay olarak görüldüğü bir yer haline getirilmek isteniyor Türkiye! Önce Turgutlu Çaldağı, sonra da Gördes’te dünyada ilk kez sülfürik asit liç yöntemiyle nikel madenciliği yapmanın sinsi planları uygulanmaya çalışılıyor.

Bu nedenle başından beri vurgulanan “Çaldağı Türkiye’dir” deyişi, konuya asıl vurguyu yapabilecek bir deyim olarak etkisini hâlâ koruyor. Çünkü gerçekten de Çaldağı’nın başına gelenler, Türkiye’nin başına gelen gerçekleri yeterince anlatıyor…

ENCON şirketi ve ilginç ÇED Raporu marifetleri

Manzaradaki ilginçlik ise; bugüne dek dünyanın hiçbir ülkesinde, en geri ülkelerde bile uygulanma izni verilmeyen sülfürik asit liç yöntemiyle açık nikel madeni işletmeciliğine dünyada ilk kez Türkiye’de izin verilmeye çalışılması! Ama asıl ilginçlik, dünyada hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen sülfürik asit yöntemi için hem Çaldağı’nda bu yöntemi açık liç usulü ile uygulamak isteyen ama dünyada hiçbir ülkede gerekli izni alamayan İngiliz Sardes Şirketi’ne, hem de Gördes’te kapalı sistemle nikel maden işletmesi yapmak isteyen Meta Madencilik Şirketi’ne istedikleri ÇED Raporu’nu veren şirketin aynı şirket olması! Ama daha da ilginç olan, bu ÇED Raporlarının altında imzası olan ENCON Danışmanlık Şirketinin, Çaldağı için “kapalı liç usulünün sakıncalı olabileceği”ni belirterek dünyada hiçbir ülkede izin verilmemiş “açık maden işletmeciliği”ni, Gördes için ise “açık usulün sakıncalı olacağı”nı vurgulayıp “kapalı sistem” uygulanmasını tavsiye etmesi!

Sanki aynı el tarafından “hangisi tutarsa” deyip, iki farklı yerde biri açık, diğeri kapalı sistem denenerek, Türkiye “sülfürik asitle nikel madenciliği projesinin bir laboratuarı” haline getirilmeye çalışılıyor. Peki ama bu şirket nasıl bir şirket ki dünyanın en geri ülkelerinde bile izin verilmemiş bir proje için dünyanın en cennet topraklarının cehenneme çevrilmesi pahasına böyle bir sorumluluğu üstlenip “dünyada ilk kez izin verilmesi”ni sağlamaya çalışıyor? Halkımızın kobay, topraklarımızın da cehenneme dönüşeceği böylesi “tehlikeli ve sinsi bir oyun”un getireceği sonuçların vebalini ENCON şirketi taşıyabilir mi?

Manzaranın bu karesini biraz daha ayrıntılı hale getirebilmek için büyüteç altına yatıracak olursak, ENCON Şirketi’nce ilginç bir şekilde verilen, hem kendi içinde, hem de birbiriyle çelişkili ve birbirine zıt şekildeki bu her iki ÇED Raporu ile nasıl sinsi bir planla karşı karşıya olunduğunu da görebilmek mümkün hale gelebilir:

1- Çaldağı için verilen ÇED izni, İngiliz European Nickel şirketinin bir kolu olan, tamamen İngiliz sermayeli Sardes Madencilik Şirketi için veriliyor ve sülfürik asit liç yönteminin “açık sistem”le uygulanması isteniyor.

2- Gördes için verilen ÇED izni, tamamen Türk olan Meta Madencilik Şirketi için veriliyor ve sülfürik asit liç yönteminin “kapalı sistem” olarak uygulanması isteniyor.

Sülfürik asit projesi için sinsi bir tezgâh mı?

Yani, yabancıya “açık”, Türk’e “kapalı”(!)  Acaba ENCON Danışmanlık Şirketi’nin milliyetçiliği mi tutmuş da, Türk şirketini kayırmak için ve İngiliz şirketinin önce Balkanlarda, sonra da Turgutlu Çaldağı’nda karşılaştığı sıkıntıların aynısını yaşatmamak adına Türk şirketine kolaylık sağlamak için Gördes’teki nikel maden işletmesine “kapalı sistem” önermiş?

Ama dünyada hiçbir ülkede çalışma izni verilmeyen bir yabancı şirket için ÇED iznini verip, hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen “açık sistem”i yasal hale getirmeye çalışan bir şirketten bunu ummak biraz fazlaca saflık olmaz mı? Çünkü burada ancak “hangisi tutarsa” diyerek ortaya sürülen, sülfürik asit projesine karşı gelişen çevreci mücadeleyi sekteye uğratabilmek için hedef şaşırtmayı da amaçlayan “sinsi bir plan”dan bahsedebilmek mümkün.

Dolayısıyla şu rahatlıkla iddia edilebilir: Eğer Çaldağı’nda uygulanmak istenen “sülfürik asit liç yöntemiyle açık nikel madeni işletmesi” projesine karşı bu kadar örgütlü bir mücadele ortaya çıkmasa, bu güçlü mücadele sonucu İngiliz şirketi geri püskürtülmemiş olsaydı, bu durumda Gördes için “kapalı sistem” söz konusu olmayabilirdi. Çünkü açık sistemin maden şirketleri açısından çok ucuz bir yöntem olduğu biliniyor. Bu anlamda ENCON şirketi tarafından verilen ÇED Raporunda Gördes’teki nikel maden işletmesi için “kapalı sistem” önerilmesi, Turgutlu’daki çevrecilerin verdiği mücadele ve Çaldağı direnişinin çevreci mücadele açısından sağladığı önemli başarı dolayısıyladır. (Bakınız: Hürriyet Gazetesi (11.12.2010) 

Ama söz konusu madencilik projesi için Gördes’te “kapalı sistem” istenmesinin ardında, yukarıdaki bu neden ve sonuca paralel olarak, Gördes’teki çevreci mücadelenin Turgutlu’ya kıyasla daha sıkıntılı başlamasına neden olacak, dolayısıyla henüz net olarak görülemeyen ayrıca bir başka boyutu, bir başka niyeti daha var ki; bu da Gördes’teki uygulamanın daha sinsice bir plan içerdiği şeklinde tanımlanabilir.

Devamı için tıklayınız: Turgutlu ve Gördes'in izdüşümü


ŞEHİR GÜZELLEMESİ
 
Saatler hüznün randevusunu gösteriyor akşamla.
Ağaçlara tünemiş akşam, gri bir dantel gibi serilmeye hazırlanıyor şehrin üstüne. Oya oya işlenmiş bulutların arasından süzülen mehtap, nöbetini çoktan devralmış güneşten... Günışığı, saraylı soylu kadınlar gibi toplayıp eteklerini, yanyana ve üstüste dizilişleriyle bizi bize komşu yapan evlerin sıcak odalarına çekilmiş. Sımsıkı çekili perdelerden sokağa sızan sapsarı ışık, tanıklık ediyor buna...
Mevsim kış...
Ve dillerde bir türkü gibi dolanır, yaklaşan gecenin lirik ve sessiz ezgisi...  
İşte Kurtuluş Mahallesi!
Şehrin en yoksul semtlerinden biri.
Akşamın alaca karanlığı çökerken, yığılı bir çöp bidonunun gölgesine saklanmış yeşil gözlü bir sokak kedisi...

Burası Altay Mahallesi.
Şurası Altay Meydanı.
Kokoreç kokularına parfüm karışır Çukurbahçe’de...
Yılmazlar Mahallesi’nde gecenin ölümsüz ruhu...
Ve Acarlar Mahallesi...
Garaj yolunda her gece bayraklar çekilir, her gece nöbete durur Garnizon...       
Yerinde yeller esiyor Laletepe’nin.
Çırılçıplaklığına isyan ediyor Atatepe...
Turgutlulu ünlü bestekar Yusuf Nalkesen’in şimdi biraz da unutulmuş olan eski bir şarkısını söyler Selvilitepe:
“Gölgesinde mevsimler boyu oturduğumuz
Hep elele vererek hayaller kurduğumuz
Kimi üzgün kimi gün neşeyle dolduğumuz
O ağacın altını şimdi anıyor musun?...”
Burada adımlarınızı bugünde ve ne kadar ileriye doğru atsanız da, sanki hep geçmişe ve geriye doğru gittiğinizi düşünürsünüz. Burası, şehrin yeni mahallesi Ergenekon. Şehit ve gazi isimleriyle donatılmış sokaklar. Sanki tarih içinde bir resmi geçittesiniz!...
Ve karşı tarafta, koskoca bir tarihin yattığı mezarlık! Zamanın dimdik, upuzun ve sessiz bekçileri gibidir serin selvileri...
Turgutlar Mahallesi neden hep derin uykularda gibidir?
Adı gibi bayrak bayrak ışıklı mıdır Albayrak Mahallesi?
Yiğitler ne tarafa düşer?
İstiklal’den mi geçilir Özyurt’a?
Daracık, yoksul sokakları birbirine karışmış Bozkurt Mahallesi’nin...

Çifte kumrulara inat, son teslimiyetindedir unutulmuş, terkedilmiş Fidanlık... 

İstasyon’da bir vagon iner soldan, öteki gelir sağdan. Kirve taşir İstasyonaltı’na. Devrilmiş kasketi ve sarkık bıyıklarıyla, gözleri bir noktada dalgın, yoksulluğun omuzlarından da vurup yıktığı bir amele duruyor vagonun bir penceresinde. Yola çıkarken hazırladığı çıkınına umudunu da doldurmuş, ekmek niyetine. Ekmeğini bu şehirde arayacak çünkü. Bir sabahçı kahvesinde, ırgat olabilmek tek umudu. Sabırsız bekleyişler içinde, bir simidi bir bardak çayda boğmaktır en büyük tutkusu...
Öteden beri İstasyon’dan Sevinç Parkı’na, Koca Hamam’dan Karpuzkaldıran’a geçip gider Piyaleoğlu caddesi. Leylek Çayı’nın sadece adı kalmış yadigar!. Hep bir terkedilmişliğin hüznü okunur Karpuzkaldıran’ın yüzünde... 50. Yıl Alanı’ndaki Atatürk Anıtı, “Kurtulan Bayrak”ın anısını ölümsüzleştirse de, hiç teselli bulamamış, yıllar önce katledilen asırlık ıçnarları yüzünden... 
Buradan yine İstasyon’a doğru hızla akar Cumhuriyet Caddesi, birbirinden ayırır Turan ile Yıldırım Mahallesi’ni. Bu mahallelerin tüm sokakları Alankuyu’da buluşur gibidir. 7 Eylül’ün karanlık ve dar bir sokağından birdenbire tarihi Kervan Yolu’nun geniş açılımına çıkılıverir...
Yeni Mahalle sokaklarında atılan alkol yüklü bir nara, tüm mahalleyi esir alır, Irlamaz Çayi’nın insan eliyle kirletilmiş, kupkuru yatağında dağılır parça parça. 

 

İşte Subaşı Mahallesi! İlçenin en renkli, en neşeli, en eğlenceli, ama bir o kadar da dertli insanlarının semti. Vaad edilmiş sözlerin hiç bir zaman yerine getirilmeyişine tanık olmuş vatandaşların bölgesi...

Daracık sokaklarında, şehir sakinlerinin bir başka etnik mozayiğine rastlanır. En usta davulcu, en mahir zurnacı, en eğlenceli sanatçı buradan gelir şehirdeki düğün ve eğlencelere. En güzel sepetler hep bu mahallenin sokaklarında örülmüştür, yıllar öncesinden bugüne taşınan bir gelenek üzere...

Ve gecenin lirik gürültüsü. Dar bir sokaktan bir türkü yükselir, şehrin meydanlarına doğru çarpa çarpa yankılanarak. Sanki tüm şehir semaha kalkmış gibidir, İnce Memed’in sesinden ve sazından dökülürken ezgisi, : 
“Armut ağacı, başında tacı
Kalksın semah eylesin, anayla bacı...”

Bir duvar dibinde iki damla gözyaşi süzülür Atatürk Mahallesi’nde... 
Eskiden sanayinin merkezi olan Demirciler Çarşısı artık terkedilmiş! 
Nostaljisi ise yürek sızlatıyor, harabeye dönüşen görüntüsü eşliğinde...

Bir jandarma uykusuz ve tütünsüz bir nöbete durmuş cezaevinin bir kulübesinde.
Bir diğeri ıslık tutturmuş içindeki sıla hasretiyle:  “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı bugün...”

Cumhuriyet Mahallesi’nden genç bir çift, Bahçelievler’den Atatürk Bulvarı’na doğru ilerliyor. Olanca sevdasıyla baharı beklerken, ıhlamur kokularına hasret Atatürk Parkı. Şimdi buruk bir tadı var, ıssızlığıyla sanki terkedilmiş gibi çocuk bahçesi... 

Tarihi çeşmeler susmuş, artık akmıyor eskisi gibi! Ama Şadırvan öyle mi? Hala aynı. Kaç kanayan yüreği doyurmuş şimdiye kadar serin ve cömert suyuyla kimbilir, bilinmez. Ve Şadırvan Meydanı hep ışıl ışıl. Ne de olsa torpilli bir çarşı (!)

Fayton Pazarı’nın adı kaldı sadece dillerde. O eski faytonlar tarihin ve teknolojinin gazabına uğramış gibi, hayatımızdan çekildiler birer birer. Eskiden faytonların oldukları yerde, Fayton Pazarı’nda, minik havuzun göbeğindeki fayton maketi, bu çarşının geçmişinin de sanki minik bir özeti.

Vakit geceyarısını bulmuş.
Kozapazarı’nda delikanlı bir heyecan.
Sabahçı kahveleri tıklım tıklım.
Aylardan Ramazan...  
İşte böyle, dillere dolanan şarkı ve türkülerin nağmelerinde uzar gider bu şehirde sisli akşamların sabaha ulaşan soluğu. Ve sarışın bir fırtınaya kapılır şehir, bir isyanın telaşıyla.

Tıpkı “Kurtulan Bayrak” gibi, kazanılmış aşkların zaferidir Turgutlu!
Yani... İki göz yetmez Turgutlu’ya!

28 Ocak 1998     



0 Yorum - Yorum Yaz
Çaldağı, edebiyat dünyasına da girdi
Aydoğan Yavaşlı'nın 'Yazlar Da Geçer' romanının
arka planında Çaldağı konusu da yer alıyor
Bir Çaldağı manzarası - Fotoğraf: Senih Gürmen - Hürriyet Gazetesi
Gediz vadisinde yaşanabilecek büyük bir çevre katliamının önlenmesi amacını taşıyan ve yaklaşık 7 yıldır devam eden çevreci bir mücadele olan Çaldağı mücadelesi, bilim dünyasından sonra şimdi sanat dünyasının da ilgi odağı haline geldi. Çaldağı mücadelesi artık edebiyatçılar için de bir ilham kaynağı oldu.
Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen vahşi madencilik yöntemine karşı başlayan ve yaklaşık 7 yıldan bu yana devam eden çevreci mücadele, taşıdığı özellikleri, örnek gösterilebilecek anlayışı ve felsefesiyle sempati toplayarak giderek daha geniş bir alanda kitleleri etkileyerek yayılmasını sürdürürken, bu özellikleri nedeniyle sanatçılar için de ilham kaynağı olmaya başladı. Ünlü şair ve yazar Aydoğan Yavaşlı, yazdığı son romanı olan “Yazlar da geçer” adlı eserinde, Çaldağı mücadelesinden de söz ediyor. Aydoğan Yavaşlı gibi bir edebiyatçının böylesi bir toplumsal hareketten ilham alan bir yazar olması şaşırtıcı değil belki. Ama Çaldağı mücadelesinin de edebiyat dünyasına böyle ilham vermesi hiç şaşırtıcı değil.
Önce bilim dünyası ayağa kalkmıştı
Bilimi kılavuz edinen ve siyasetlerüstü bir kulvarda sürdürülen Çaldağı mücadelesi, ilk olarak bilim dünyasının ilgi odağı olmuştu. Bugün Türkiye’deki madencilik anlayışını vurgulamak için söylenen “vahşi madencilik” deyimi de Çaldağı örneğinin incelenmesinden türetilmiş bir deyiş. Çünkü İngiliz European Nickel şirketinin paravan olarak Türkiye’de kurduğu Sardes şirketi aracılığı ile uygulamak istediği “sülfürik asit liç usulü açık maden işletmesi”, tüm Gediz vadisini yok edebilecek kadar büyük bir çevre felaketi yaratacak bir proje anlamına geliyor. Bu kadar büyük potansiyelde bir çevre felaketi yanı sıra insanları bekleyen ciddi bir kanser tehlikesi de söz konusu. Üstelik bu yönteme bugüne kadar dünyanın hiç bir ülkesinde de izin verilmedi.
Bu nedenle Çaldağı’nda uygulanmak istenen madencilik yöntemi toplumda infial uyandırmış, bilim adamlarını da adeta isyan edercesine ayağa kaldırmıştı. Bilim adamlarına göre bu yönteme “madencilik” bile denilemezdi. Dünyanın 7 tarım harikasından biri olan Gediz vadisinde yaşanacak büyük bir çevre felaketini engellemek isteyen Turgutlu’daki hemen hemen tüm sivil toplum örgütleri, dernekler ve siyasi partiler, bu cinayete dur demek için bir araya gelerek Çaldağı’ndaki madene karşı çıktılar. Çaldağı örneğinin incelenmesi sonrasında üniversitelerde kürsü sahibi pek çok saygın profesör ve bilim adamı, Çaldağı’ndaki bu madencilik faaliyetine karşı mücadele veren çevrecilerle kolkola girerek, kendileri ile birlikte mahalle mahalle, köy köy dolaşarak bu madencilik projesinin uygulanması durumunda topraklarını ve kendilerini bekleyen felaketin neler olabileceği konusunda halkı bilgilendirmeye başladılar. Çaldağı mücadelesi içinde yer alan sivil toplum kuruluşları, eğitim sendikaları, meslek odası kuruluşları, dernek ve siyasi partilerin bileşiminin oluşturduğu TURÇEP ve TEMA Vakfı’nın birlikte gerçekleştirdikleri bir organizasyonla bilim halka taşınarak, halkın bilimle buluşması sağlanıyor ve böylece çevreci mücadelede “dünyada bir ilk” yaşanması da gerçekleşiyordu.
Dünyanın en cennet vadilerinden Gediz vadisinin sülfürik asitle yıkanarak yok edilmesine ve kendilerinin de kobay olarak kullanılmasına razı olmayan yöre halkının kolkola girerek, tek yumruk olarak, örnek bir birlik ve dayanışma sergileyerek bu maden işletmesine karşı koyuşu nedeniyle İngiliz European Nickel şirketi sonunda Çal Dağı’ndan vazgeçti, yan şirketi olan Sardes şirketi ve Çaldağı’ndaki pilot tesisleri bir Türk şirketine 40 milyon dolar gibi komik bir miktara satarak devretti. Böylece halkın örnek bir dayanışma ile tek yürek, tek yumruk olarak yürüttüğü bir mücadele olan Çaldağı mücadelesi, ilk aşamada European Nickel şirketinin Türkiye’den kovulması ile sonuçlandı.
Çaldağı şimdi de edebiyatçıların ilham kaynağı
Bugün ise aynı madencilik yönteminin Sardes şirketini satın alarak Çaldağı’ndaki tesisleri devralan bir Türk şirketi tarafından uygulanmak istenmesine halkın yine karşı koyuşu ile mücadele yeniden alevlendi. Çaldağı mücadelesi bugün yarattığı sempati ile Ege bölgesi ve ülke düzeyinde gelişip yayılırken, Çaldağı artık sanat dünyasının da ilgi odağı olmaya başladı.

Çaldağı artık edebiyatçılara da ilham kaynağı oluyor. Ünlü şair ve yazar Aydoğan Yavaşlı’nın yazdığı son romanı olan “Yazlar da geçer” adlı eserinde Çaldağı mücadelesi de konu ediliyor. Yavaşlı’nın eserinde mekân Turgutlu ve doğallıkla Çaldağı sorunu da romanda yer alıyor. Sevginin ancak emek verilerek yaratılıp yaşatabileceğini ve istenirse her koşulda sürdürebileceği anlatılan kitabın sonunda, romanın kahramanı olan Gözde, İstanbul’dan tekrar Turgutlu’ya dönme kararı veren romanın diğer kahramanı Kerim’e şöyle diyor: "Hani şu Çal Dağı var ya, yabancılara verilen… Çal Dağı’nın sülüklere peşkeş çekilmesine karşı durmanı istiyorum. Sana yakışan budur bence. Bunu yaparsan, dostluğumuz sürüyor demektir. O güzel topraklara sahip çıkmalısın. Çıkanların yanında olmalısın. Öyle yapacağını da biliyorum. Çünkü bütün bunları bana zaten sen öğretmiştin. Sana teşekkür ederim, bana verdiklerin, öğrettiğin her şey için…“

Aydoğan Yavaşlı
Çaldağı konusu tarihe mi geçiyor?

Böylece taşıdığı özellikleri ve pek çok “ilk”leri ile çevreci bir mücadele olarak özel ve saygın bir yer edinen Çaldağı mücadelesinin tarihe geçmek üzere olduğu, hatta şimdiden tarihe geçtiği bile söylenebilir. Çünkü bir konu eğer bir kez edebiyata girmişse, bu olay onun tarihe de geçeceği anlamına geliyor. Tıpkı bugün edebiyata da halen konu olan geçmiş tarihimizdeki pek çok toplumsal hareket veya olay gibi.

Bu nedenle bir kez daha “Çaldağı’nda neler oluyor?” sorusunu hatırlatırken, “vahşi madencilik” anlayışına destek olan kesimlere de şöyle sesleniyoruz: “Doğanın yarattığı bu gelişmeye dikkat edin, sağduyuya kulak verin, tarihe tanık olun! Ya Gediz vadisi cinayetine karşı duranlar olarak ya da bu insanlık suçuna ortaklık edenler olarak tarihe geçin! “

16 Ağustos 2012




Çaldağı sorunu ve çevreci mücadelenin anlamı


TEMA Vakfı kurucusu ve onursal başkanı Hayrettin Karaca’nın “Kapitalizmin karşısında ideolojiden daha büyük bir düşman var, o da doğa” şeklindeki sözleri çok anlamlı.

Ama bu konu “ideolojisiz olmayı tercih etmek” gibi bir anlam taşımıyor tabii. Yani, böylesine gözü dönmüşçesine saldırgan hale gelmiş bir vahşi kapitalizm doğaya bile aykırı. Vahşi kapitalizm karşısında “doğa”yı ideolojiden bile daha büyük bir düşman olarak tanımlamak, çevreci mücadelenin ve çevre konusunun “siyasetlerüstü bir konu” olarak algılanması gerektiğini fark edebilmek için anlamlı. “Doğa” veya “çevre” tüm insanların ortaklaşa bir yaşam sürdüğü, aynı havayı soluyup, aynı suyu içtiği, aynı toprağın ürünü ile beslendiği bir “ortak yaşam alanı” olduğuna göre; herkesi, her görüşten insanı ilgilendiriyor çünkü.
 
Bugün ise vahşi kapitalizm, aşırı kâr hırsı ile başlattığı bu gözü dönmüşçesine azgın saldırganlığını “yeni madencilik yasası” ile de tüm insanların paylaştığı bu ortak yaşam alanlarına kadar getirip dayandırmış durumda. Bu nedenle çevreci mücadele, içine her türlü düşünceyi ve her siyasi yapıyı kucaklayabilecek nitelikte bir çizgiye taşınması ve siyasetlerüstü bir kulvarda sürdürülmesi gerekli bir mücadeledir.


Madencilik yasası değil, yağma yasası

Bu durumu bir de bizdeki “madencilik yasası”nın ne tür bir yasa olduğunu tanımlayarak açıklayabilmek mümkün. Bizdeki madencilik yasasını “madencilik yasası” diye tanımlamanın çok zor olduğu ortada. Bizdeki madencilik yasası, aslında “ülkemizin yeraltı zenginliklerinin yabancı devletler ve emperyalist maden şirketleri tarafından soyulup sömürülmesini yasal hale getiren bir düzenleme” sadece.
 
Ama “küreselleşme” adı altında dünyanın efendilerinin dayattığı istekler bu kadarını yeterli görmediğinden, bu kez “yeni madencilik yasası” adı altında çıkartılan yasa ile tam bir orman ve çevre talanı yaşatacak şekilde, tüm yeraltı zenginliklerimiz için bir “yağmalama” dönemi başlatılmış oluyor. “Yağma yasası” olarak tanımlanabilecek, daha tasarı halindeyken bile pek çok ağır eleştirilere ve tepkilere neden olan “yeni madencilik yasası”, Metalürji Yüksek Mühendisi, İTÜ Öğretim Görevlisi, TEMA Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman’ın deyişiyle ise “dünyanın en kötü örneklerinden biri.” Öte yandan bugünkü madencilik yasası ile tüm yeraltı zenginliklerimizin özellikle "yabancılar" ve "yandaşlar" için tam anlamıyla bir "yağmalama"ya açıldığı da görülüyor.

Çaldağı'nda katliam var!


 
Çaldağı örneği ise, günümüzde vahşi madenciliğin insan yaşamını da tehdit edercesine ne kadar gözü dönmüş ve saldırgan bir aşamaya geldiğini anlamaya tek başına yetiyor.
 
Dünyanın hiçbir ülkesinde uygulanmasına izin verilmeyen bir maden işletmesine ve tüm Gediz Vadisini çöle çevirebilecek bir tehlike potansiyeline sahip bir projeye gözü dönmüş bir kâr hırsı nedeniyle “dünyada ilk kez Türkiye’de” izin verilmeye çalışılıyor. Türkiye’de yapılan bugünkü madenciliği tanımlamak için söylenen “vahşi madencilik” deyimi de Çaldağı örneğinin incelenmesinden türetildi zaten.
 
Bu nedenle bizler bu vahşi madencilik anlayışına karşı çevreci mücadelede Çaldağı mücadelesi ile saf tutarken, insanlık adına da onurlu bir mücadele tohumlarını ekmeye çalışıyoruz. Öte yandan bizim yapmaya çalıştıklarımızı ve tüm çabalarımızı “doğanın kendini savunma ve koruma refleksi” diye de açıklayabilmek mümkün. Yani bizler de en büyük canlı olan doğanın birer parçası olduğumuza göre…
 
Bu vurgulama da, Hayrettin Karaca’nın yukarıdaki sözlerinin bir başka açılımı olabilir…
 

Sonuçta; çevreci mücadelenin bitmesi, özellikte bir tarım cenneti olan Türkiye'nin de bitmesi anlamına gelecek. Öyleyse, vahşi madenciliğe karşı mücadele geliştirilmelidir..  




0 Yorum - Yorum Yaz

ASIL İKİLEM: CÜZDAN MI, VİCDAN MI?

Çaldağı konusunda karşımızdaki soruna nasıl bakılması gerektiğini gösterecek bir pencere var ki, işte bize asıl gerçekleri gösterecek olan bu pencerenin sunduğu manzaradır. Bu manzarada yaşanılan veya yaşatılan her şey daha da anlam kazanıyor. Çünkü bu pencereden bakıldığında, manzara hem bir bütün olarak, hem de daha net olarak görülebilecek kadar aydınlanıyor.
Ama Çaldağı konusunda biraz daha aydınlık sunma amacındaki bu yazıma, rengi geceden bile kara bir adamın sözleri ile başlayacağım. Bu kapkara adamı benim için özel kılan ise sözlerindeki aydınlık. Adını hatırlayamadığım için, ilk tanıdığım üniversiteli yıllarımdan beri hafızamda kendisini hep “bilge Afrikalı” olarak taşıyorum. Bir TV programında Afrika’nın nasıl sömürgeleştirildiğini anlatmıştı. Ama koca Afrika’nın o büyük gerçeğini sadece 2 cümlede anlatıvermişti. Ayrıca, 2 kamyon dolusu kitap okusam da, koskoca Afrika’nın böylesi büyük bir gerçeğini onun gibi 2 cümlede anlatamayacağımdan dolayı da kendisini hafızamda hep “bilge Afrikalı” olarak yaşatıyorum.
Aynen şöyle diyordu o rengi geceden daha kara, ama sözleri güneşten daha parlak olan bilge Afrikalı: “Beyazlar Afrika’ya geldikleri zaman, bizim kocaman topraklarımız, onların da küçücük İnciller vardı ellerinde. Bize önce İncil’i tanıtıp, ardından da gözlerimizi kapatarak dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımız zaman bir de gördük ki; onların artık toprakları, bizim ise sadece İncil’ler vardı elimizde…”
Benim “bilge Afrikalı” diye inatla hafızamda yaşattığım bu kara adam bugün yaşamıyor. Ama yaşasaydı, eminim Afrikasının gerçeğine bilgece 2 cümle daha eklerdi. Çünkü onun Afrikasında bugün açlık var! Onun Afrikasında bugün çocuklar açlıktan ölüyor…

Soğuk Savaş dönemi ve Yeni Sömürgecilik

 

1950'li yıllardan 1990'lı yıllara gelinceye kadar birbirine alternatif 2 ekonomik sistemin varlığı dolayısıyla 2 kutuplu bir dünya vardı. Bu nedenle dünyada soğuk savaş rüzgârları esmekteydi. Tüm dünyayı kendisi için bir pazar olarak gören emperyalist sistem, 2 kez dünyayı paylaşmak için tüm dünyaya yayarak yarattığı dünya savaşlarından, ama özellikle Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombasının bile atıldığı 2. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyayı paylaşmak uğruna kendi aralarında savaşmanın nelere mal olduğunu iyice anlamıştı. Artık emperyalist sistemin karşısında caydırıcı bir güç olarak dev bir alternatif blok oluşmuştu.

Emperyalist-kapitalist sistemin karşısında bir alternatif olarak yükselen sosyalist sistemin varlığı, bu nedenle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra emperyalist ülkeleri kendi aralarında bir daha savaşmamak için bir entegrasyona zorluyordu.  Emperyalist devletler kendi aralarında savaşmak yerine, Ortadoğu örneğindeki gibi hiç bitmeyen bazı "bölgesel savaşlar" yaratıyordu. Öte yandan, sömürgesi haline getirmek istediği ülkelerin açıkça işgal edilmesi yönteminin de kendisine pahalıya mal olduğunu ve bu durumun özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşlarına ve sonrasında da sosyalist devrimler sürecine dönüştüğünü fark eden emperyalist sistem, artık bu yeni dönemde "eski sömürgecilik" yönteminden vaz geçerek, "yeni sömürgecilik" yöntemlerine yöneliyordu.

Yeni sömürgecilik yöntemi ile; ülkeleri açıkça işgal etmek yerine, bu ülkelerde yaratılan işbirlikçi iktidarlarla emperyalizmi bir "içsel olgu" haline getirebilecek bazı çözümler ve yeni politikalar gündeme getiriliyordu. Sermaye ihracı ve borçlandırma yolları ile ülke ekonomilerinin ele geçirilerek bağımlı kapitalist sistemler oluşturulması sonucu emperyalizm bir "içsel olgu" haline geliyor, böylece yaratılan yeni-sömürge ülkelerde emperyalizm için "gizli işgal" dönemi başlatılmış oluyordu. Emperyalizm olgusu, dışa bağımlı geliştirilen kapitalist ekonomik sistemler için bir "dış olgu" olmaktan çıktığı ve artık "içsel bir olgu" haline geldiği için, "açık bir işgal"e pek gerek kalmıyor, emperyalizm işgalini gizlemekle böylece doğrudan bir hedef olmaktan da kurtuluyordu.

Dünyanın artık 2 kutuplu bir halde olması nedeniyle,  emperyalist sistem bir taraftan dünyanın geri kalmış bölgelerini kendi sömürgesi haline getirebilme konusunda bu gibi yeni çözümlere ve yeni yöntemlere başvururken, diğer taraftan da karşısında bir dev gibi yükselmekte olan sosyalist sisteme karşı da "dünyanın kontrolünü elinde tutma mücadelesi" vermek durumunda kalıyordu. Bu dönemdeki yeni yöntemlerden biri de; emperyalist sistemin başını çeken, emperyalizmin dünya politikasını belirleyen ABD tarafından uygulamaya sokulan ve  "yeşil kuşak projesi" diye tanımlanan bir yöntemdi. Bu proje ise gerici akımların desteklenip örgütlenmesini ve zamanla da palazlanıp daha da büyümesini sağlayarak, "sosyalist blokun bir kuşatma ve abluka altına alınması" hedefiydi.

Küreselleşme ve Vahşi Kapitalizm

Yeşil Kuşak projesinin sosyalist sistemdeki çöküş süreci ile birlikte başarı sağlamasının ardından, dünyanın efendisi olmak isteyen emperyalist sistem, sermaye düzeninin dünyada alternatifsiz tek düzen olduğunu, "küreselleşme" adı altında yeni bir döneme geçildiği açıklaması ile duyurdu. Sermaye düzeninin tüm dünyada "tek düzen" olarak dayatılması anlamına gelen "küreselleşme" politikası, aslında vahşi kapitalizm aşamasına daha dolaysız bir sıçrama yapılması anlamına da geliyor.

Geçmişte karşısında caydırıcı bir alternatif güç olan sosyalist sistemdeki çöküş ile alternatifsiz kalan emperyalizm, bu nedenle küreselleşme sürecine girişle birlikte eski sömürgecilik yöntemlerini de yeniden devreye soktu. Daha önce, karsısında yükselen dev bir alternatif güç olan sosyalist sistem nedeniyle "yeni sömürgecilik" yöntemlerine yönelen emperyalizm, böylece bu alternatif güç ortadan kalkınca, ayrıca eski sömürgecilik yöntemlerine de yeniden gereksinim duydu. Bu ise, daha azgınca bir sömürünün ve sömürgeleştirmenin başlatılması demek.

Emperyalist sistem işte bu amacını da, "küreselleşme" diye adlandırdığı "yeni dünya düzeni" kurma yolunda "Büyük Orta Doğu Projesi"ni devreye sokarak yapmaya çalışıyor. Çünkü eski sömürgecilik yöntemlerinin yeniden uygulanabilir hale gelmesi ve işlerlik kazanabilmesi için, yeryüzünün de buna uygun bir zemin haline getirilmesi gerekiyor. İşte bugün emperyalizm tarafından ülkelerin (özellikle Ortadoğuda ve Türkiye'de) iç dinamikleri ile oynanması biraz da bu amacı içeriyor...

Vahşi kapitalizmde madencilik anlayışı: Vahşi madencilik

Emperyalizmin ortaya çıkışı ile birlikte uygulamaya soktuğu eski sömürgecilik yöntemi, "klasik sömürü yöntemi" olarak da bilinir. Bu klasik sömürü yönteminin en önemli ayağı ise, az gelişmiş, geri kalmış, geri bıraktırılmış veya sömürgeleştirilmiş ülkelerin yeraltı zenginliklerinin soyulup sömürülmesi anlamını taşıyor.

İşte bu nedenle sanki tek bir yerden düğmeye basılmış gibi, süreç içinde bizim gibi ülkelerdeki madencilik ile yasalar yavaş yavaş ve kademeli biçimde bu klasik sömürü yöntemine uydurulacak şekilde değiştirilmeye başlandı. Bizde ise bu değişim, Genel Başkanı Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşgüdüm başkanı yapılan AKP iktidarına nasip oldu...

İşte bizde AKP iktidarının çıkardığı "yeni madencilik yasası" ile artık tam anlamıyla "vahşi madencilik" diye tanımladığımız madenciliğin doğuşunun bir başka hikayesi böyle anlatılabilir. Ama en kısa tanımlama şu: Görülüyor ki,  vahşi kapitalizmin madencilik anlayışı da vahşi madencilik.

İşte bu dünya haritasının Turgutlu ölçeği üzerindeki yansıması da Çaldağı konusudur.

Çaldağı konusunu uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Bu konu artık yeterince biliniyor. Ama şöyle özetleyelim: Dünyada ilk kez uygulanmak istenen ve tüm Gediz vadisini büyük bir çevre felaketine götürmesi söz konusu olan bir madencilik yöntemi.

Bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekecek. Bunun için de, geçtiğimiz Temmuz ayı içinde yazdığım ve dostlarla, bilim insanları ve çevreci kuruluşlarla geniş bir platformda tartışılmak üzere paylaştığım "Nikel Madenciliğinde Sülfürik Asit Projesinin Laboratuarı Türkiye Mi?" başlıklı yazıyı hatırlatmak istiyorum.

Bu yazıda dikkat çekmeye çalıştığım bazı konular var.
Hatırlatmak için kısaca vurgulayayım:
1- Türkiye'nin nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanabilir olduğu bir laboratuar haline getirilmek istendiği...
2- Halkımızın böyle bir kimyasal laboratuarda gönüllü kobaylık yapması için de biri "açık", diğeri "kapalı" iki seçenek sunularak kandırılmak istendiği...
3- Bu nedenle aynı şirket tarafından (Encon Danışmanlık şirketi) verilen ÇED raporlarında Çaldağı için "açık", Gördes için de "kapalı" iki farklı sistem önerildiği...
4- Buna bağlı olarak da "sülfürik asit projesine karşı verilen çevreci mücadelenin izdüşümü" açısından, Turgutlu ve Gördes'in bir bütünün parçaları durumunda olduğu...
5- Çaldağı'ndaki maden şirketinin, şimdi de şirketi Türkleştirme taktiğine başvurarak, Çaldağı direnişini çözmeye veya "direnişteki zayıf halkalar"ı koparmaya çalışacağı...
Bu yazının tamamı için tıklayınız:  Türkiye sülfürik asit projesi laboratuarı mı?

Bizler ne diyoruz?

Elbette ki bizim tavrımız net. Bizler neyle ve nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz.

Ama yine de bir kez daha bir ayrıntıyı net olarak ortaya koymakta yarar olabilir.
Birileri tarafından önümüze konulan "açık mı, kapalı mı?" türündeki bu iki seçenekten birini tercih etmek gibi bir tutumumuz olamaz ve yok da zaten. Bizim tercihimiz, dünyanın 7 cennet tarım harikasından biri olan Gediz Vadisidir.

Bu nedenle biz ne diyor, ne istiyoruz bir kez daha somutlamak gerekirse:
- Ne açık, ne de kapalı hiç birini seçmiyor, dünyanın en harika tarım cennetlerinden biri olan Gediz Vadisi'nin sülfürik asitle yıkanarak yok edilmesini istemiyoruz.
- Tüm ormanlarımızı ve sit alanlarımızı madencilik için talan edilmeye, yeraltı zenginliklerimizi de yabancılar ve yandaşlar için yağmalanmaya açan, ülkemizde vahşi madenciliğin önünü açan bu madencilik yasasının değişmesini istiyoruz.
- Çevreye ve insana saygılı, çevre ve insan sağlığını, tarihi zenginliğimizi koruyan, ileri teknolojinin bu amaçla uygulanacağı bir madencilik anlayışının oluşmasını istiyoruz.
- Böyle bir madencilik yasası çıkıncaya kadar da, verimli tarım topraklarımızın yine tarım amaçlı korunmasını, dünyanın en zengin tarihi-arkeolojik zenginliğine sahip olan ülkemizde tarihsel kalıntıların yer aldığı bölgelerin yeniden sit alanı kapsamına alınarak korunmasını, ormanlarımız ve sit alanların yeniden madencilik yapılmasına yasak alanlar olarak ilan edilmesini istiyoruz.

Gediz Vadisi cinayetinin ne açık ne de kapalı şekilde yapılmasının bir anlamı yok! Açıkça da yapılsa, kapalı da yapılsa, cinayet cinayettir. Birinci sınıf tarım arazisi olan, dünyanın en cennet vadilerinden Gediz Vadisi'nin asitle yıkanarak yok edilmesini istemiyoruz.

Sinsi bir tezgah olabilir mi?

 

Peki, birileri tarafından Gediz Vadisi gerçekten yok edilmek istenmekte midir?
Veya neden yok edilmek istenebilir?

Şu gerçeğimizi bir kez daha hatırlayalım: Türkiye bugün IMF ve AB reçeteleriyle tarımda geri bırakılmaya, geri çekilmeye ve tarımda çökertilmeye çalışılmaktadır. Bu hepimizce malum.

Gediz vadisi ise, dünyanın 7 tarım harikasından biridir. Dünyanın en bereketli tarım bölgesi olarak ülkemize tarımsal alanda ekonomik girdi sağlayan en verimli tarım toprağıdır. Manisa ve yöresinin sadece tarımsal girdi olarak sağladığı gelir, sadece 1 yılda 3,5 milyardır. Ve Manisa ovası sayesinde Türkiye, Amerika'dan sonra dünyada üzüm üretiminde birinci sırada yer almaktadır. Ayrıca Manisa ve yöresi, Sultaniye çekirdeksiz kuru üzümün dünya merkezidir. Çünkü Sultaniye çekirdeksiz üzüm dünyada sadece Manisa ve yöresinde yetişmektedir...

 

Manzara şimdi netleşti mi biraz? Çaldağı'ndaki maden şirketi (adı ve kimliği ne olursa olsun) tarafından dünyada ilk defa uygulanmak istenen madencilik projesi ile, dünyanın en cennet tarım alanı sülfürik asit projesi için açık bir kimya laboratuarı haline getirilecek, bir cennet vadi böylece asitle yıkanacak... (Böylece çöle çevrilecek veya yok edilecek...)

(Bu durumda, elbette ki öncelikle böyle bir olayın ilk karşısında durması gerekenlerin yoldan çekilmesi için, ilk önce bu kimselerin veya kurumların satın alınarak kandırılıp, maden yanlısı bir çizgiye çekilmesi gerekecek. Bu nedenle de bu projenin ardındaki güçler tarafından özellikle üzüm tüccarlığı yapanların ve benzer kurumların önce tarafsızlaştırılıp, sonra da bazı yollarla maden yanlısı çizgiye çekilmesi çok önemli...)

Peki böyle bir canavarlık mümkün mü, yoksa bu ortaya konulan tez sadece bir saçmalık olarak mı nitelendirilebilir? Bu soruya, bu dünyada Nagazaki ve Hiroşima'ya atom bombasının bile atıldığını unutmadan bir cevap vermek gerekir, ki Gediz Hiroşima Olmasın!!!

Emperyalizm tarafından tüm dünyanın eski sömürgecilik yöntemlerinin uygulanabilir olduğu bir zemin haline getirilmeye çalışıldığı aşamada, böyle bir dünya haritasının Manisa ölçeğinde, bizlerin Çaldağı ve Gördes maden işletmecilikleri ile karşı karşıya kaldığı durum somut olarak şudur: Dünyanın en bereketli tarım topraklarından olan Gediz vadisi, sülfürik asit projesinin uygulanabileceği bir laboratuar haline getirilmek istenmekte, halkımız da bu laboratuarda gönüllü kobaylık yapması için biri "açık", diğeri "kapalı" iki seçenek sunularak kandırılmak istenmektedir.

Biz ne istiyoruz ve ne yapıyoruz?

Eğer Gediz vadisinin çöle dönüşmesini istemiyorsak, bizim tavrımızın şu şekilde ortaya konularak ifade edilmesi gerekir:
- Türkiye'nin nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanabilir olduğu bir laboratuar haline getirilmesine izin vermemeliyiz!
- Ne açık, ne de kapalı, sülfürik asit projesine karşı çıkmalıyız.
- Gediz vadisinde toprağın üstü altından çok daha değerlidir.
- Bu toprağın altında eğer bir zenginlik varsa, yarın daha ileri ve iyi bir teknoloji ile, ama özellikle bu teknolojinin insana, çevreye ve tarihi zenginliğimize saygılı anlayışla uygulanabileceği bir madencilik yasası ile, insana ve çevreye dost bir madencilik anlayışı ile biz bu zenginliği halkımıza kazandırırız.
- O zamana kadar ise, verimli tarım alanlarımızı yine tarım amaçlı korumalı, toprağın altındaki bu zenginliğimizin de gelecek kuşakların en karanlık günlerinde kendilerine bir ışık ve umut olabilecek bir sermaye olarak bulunduğu yerde kalmasını sağlamalıyız...

Bugün bizim yaptığımız nedir?

Bizler dün ne yapıyorsak bugün de aynı şeyi yapıyoruz, insanlık için aynı mücadeleyi veriyoruz. İşte dünya nereden nereye geldi? İyice kokuşmuş düzen bir de vahşi bir özellik kazanarak, saldırganlığını artık "çevre" dediğimiz insanların ortak yaşam alanlarına kadar getirip dayandırdı. Yani; dün insanların alın teri ve emeklerinin hakkı için mücadele veriyorduk, bugün ise aynı insanların bir de yaşam hakkı için mücadele vermek durumunda kalıyoruz. Bu yüzden vahşi kapitalizme karşı mücadeleyi çevreci mücadeleden soyutlamak ve ayırmak artık mümkün değil. Çünkü yukarıda vurguladığım gibi, vahşi kapitalizmin madencilik anlayışı da vahşi madencilik...

Ya da bunu bir de doğanın dilinden söylemeye çalışırsak, şöyle diyebiliriz: Bizim yapmaya çalıştığımız şey ve verdiğimiz mücadele, bir anlamda doğanın kendini koruma ve savunma refleksidir de. Çünkü, bizler de yaşayan en büyük canlı olan doğanın birer parçalarıyız...

Asıl ikilem: cüzdan mı, vicdan mı?

Kısacası, birilerinin bizim önümüze getirip de koyduğu “açık mı-kapalı mı?” şeklindeki bu iki seçenekten birini bizler seçmek zorunda değiliz. Bizim seçimimiz, dünyanın 1. sınıf 7 tarım harikasından biri olan Gediz Vadisi olmalıdır…

Veya… Gediz vadisi bize bir başka ikilem sunuyor ve kendi geleceğinin ne olacağını anlatmak için bizlere şöyle diyor: "Benim yaşamam sizlerin doğru seçim yapmanıza bağlı. Sizin için yaşamda hangi değerin daha önemli olduğuna karar vermelisiniz. Daha büyük cüzdan mı, daha büyük vicdan mı?"

Ben kendi adıma, kendi değer yargılarım, inancım ve dünya görüşüm doğrultusunda seçimimi şöyle yapmıştım: Ben, daha büyük cüzdan değil, daha büyük vicdan taşıyan biri olarak yoluma devam edeceğim!

Sonuç olarak, biraz siyasi perspektifi de içeren bu yazıyı bu şekilde bir paylaşıma açarken, amacım kesinlikle birilerine siyasi veya ideolojik bir düşünce yapısı empoze etmek değil. Yazının sunumunda böyle bir perspektife ihtiyaç duyulmasının nedeni, gözlerimizden kaçan ayrıntıları daha çarpıcı şekilde vurgulama ihtiyacından kaynaklandı. Ama bu yazıdaki asıl ve tek amaç; insanların vicdanlarına ve sağduyusuna seslenebilmek.

Bu işin ne kadar zor olduğunu bile bile yapıyorum bunu. Vicdanlar cüzdanların gölgesinde kalmışken, bu işin ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Öte yandan sağduyuya seslenmenin de ne kadar zor olduğunun bilincindeyim. Sağduyu, hem toplum olarak, hem de bu toplumun bireyleri olarak varlığını çok uzun zamandan beri unuttuğumuz bir değer çünkü. Hatta belki dünyanın bile, insanlığın bilinç kaybına da uğratılması nedeniyle, giderek varlığını unuttuğu bir olgu... Ama ben yine de bile bile ve inatla bunu yapmaya devam edecek, "Çaldağı'nda neler oluyor?" sorusunu sormaya devam edeceğim.

Tüm değer yargılarının alt üst olduğu böylesi bir süreç yaşanırken, bazıları bu yüzden "cüzdan"ın karşısına "vicdan" diye bir şey koymamı bir "suç" gibi de göreceklerdir belki. Ama ben bu suçu işlemeye de devam edeceğim. Çünkü vicdanımın ve toplumun varlığını unuttuğu sağduyunun kulağıma fısıldadığı ses şöyle diyor: "Sen bu suçunla başını dimdik tut! Onlar yarın tarih karşısında bugünkü suçsuzluklarıyla utanacaklar!"

03 Haziran 2012




0 Yorum - Yorum Yaz
70'lik bir delikanlı: Prof. Salih Özbaran

image name

Prof. Salih Özbaran

”Tarih, halkın ruhudur” demiş, bir Sovyet düşünür. A. W. Gulyga’ya göre ise “Tarih, insanlığın belleğidir.”

Tarihi yazmak, insanlığın belleğini diri tutma amacına da hizmet ediyor. Aynı zamanda dünyanın seyri, insanoğlunun yaşam kavgası sürecinde çeşitli uygarlıklar kurmuş, ama tarihin akışı, çağların devinimi ve ivmesi içinde zamanla ortadan kalkmış ya da unutulmuş topluluk, halk veya ulusların ruhunu yaşatmak anlamını da taşıyor.

İşte tarih sayesinde halkların ve insanların yaşamları, felsefeleri, kültürleri, kimlikleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Tabii doğru bir tarih anlayışı ile…

Tarihi araştırmak, bir bakıma bulmaca çözmeye de benzer. Ya da bir “yap-boz” oyunu. Doğru parçaları yerli yerine oturtamayınca, ortaya doğru bir resim çıkarabilmenin olanağı yok. Ya da tarihi araştırırken, bir labirentte ilerleniyormuş gibi hissedilir. Bu karanlık tüneli andıran labirentten çıkıp, aydınlığa kavuşabilmek, yol boyunca ilerlerken yolu iyi görebilmek için ışık sunacak bir meşaleye gereksinim duyulur. İşte bu meşale, bilimdir! Tarih ve bilim, bu bakımdan birbirinden ayrılmaz, bütünsellik içindedir. Açıkçası; tarih de bir bilimdir! Yani, doğru bir tarih anlayışı çok önemli. Ya da tarihin bir bilim olduğu gerçeğini bilmek çok önemli.

Ne var ki; günümüzde bile hala tarihi bilimselliğin ötesinde algılayanlar var. Ortaçağın feodal kültürünün bir kalıntısı olan felsefe ve düşünce tarzlarını aşamayan, bilimselliğe ulaşamayan pek çok zihniyet, bugün bile tarihi masal, efsane ve hurafelerle özdeşleştirmiş veya süsleyip püslemiş durumda. Onlara göre tarih; bir efsaneler toplamı. Veya masalsı bir anlatımı olan, mistik esintiler taşıyan ve bol hurafelerle de süslenen bir  “zaman edebiyatı”. Bu yüzden kendi tarihimizi araştırırken bile, bilinmezliğin getirdiği “gizem”, kimi araştırmacıları bu “gizem”in büyülü havasına sokup, ya mistisizmin sisli yoluna ya da mitolojinin masalsı dokusuna saptırıyor. Bu yüzden de bazen tarihi bir olayı okurken, size bu olayla ilgili gerçek mi, yoksa bir masal mı anlatılmaktadır, bunu ayırt edebilmekte zorlanırsınız. 

Liseli yıllarımda, profesör sıfatı taşıyan kimselerce yazılmış tarih kitaplarında masal anlatıldığına tanık oldum. Profesör ünvanlı biri tarafından İstanbul’un fethinin “Fatih Sultan Mehmet’in bir an atını kızgınlıkla denize sürüp dörtnala koştuğu, sonra da geriye dönüp bakınca atın ayaklarının hiç ıslanmadığı, böylece ilahi bir kudret nedeniyle atının denizin üzerinde hiç batmadan yürütüldüğü, işte bu nedenle İstanbul’un fethedilebileceğine herkesin çok inandığı” şeklinde anlatıldığını çok iyi hatırlarım. Hatta o zamanki tarih ve sosyoloji kitaplarında kurttan türediğimizin nasıl da ballandıra ballandıra anlatıldığını hiç unutmam…

Liseli yıllarımdan bugüne geçen bunca zaman sonra tarih anlayışında değişen bir şey oldu mu? Oldu tabii ki, ama daha da kötüye doğru ve zamanın ortamına uydurularak. Örneğin Çanakkale Şehitleri’ni Anma Haftası açılışları artık ilahiler ve dualarla yapılıyor! Sonra da Çanakkale zaferinin evliyaların yardımları ile kazanıldığı anlatılmaya başlanıyor. Yani, tarih gerçeklerden koparılıp soyutlanarak, içine masallar ve hurafeler doldurularak insanları bir amaç doğrultusunda aldatıp uyutmak için bir araç haline dönüştürülüyor yine.

Oysa Mustafa Kemal şöyle der: “Tarihi yazanlar gerçekler konusunda tarihi yapanlar kadar dürüst, samimi ve titiz davranmazlarsa, asıl gerçek anlaşılmaz bir hal alabilir.”



Peki bizde tarih anlayışı neden böyle? İşte bunun cevabını Prof. Salih Özbaran’ın “Güdümlü Tarih” adlı kitabında bulabilirsiniz. Tarih güdümlü bir şekilde yazılıp anlatılıyor. Amaç, asıl gerçeği gözlerden ırak tutmak, insanların dikkatinden kaçırmak çünkü. Bu yüzden tarih bizde zamanın içindeki hakim olan iktidarların topluma dayatmaya çalıştıkları kendi öğretileri doğrultusundaki yönlendirmelerine göre bir uslüp, amaç ve anlatım tarzına bürünüp, o iktidarın niyetine göre bir araç haline getiriliyor.

Bizde tarih nasıl bu hale getirilmiş? İşte bunun da cevabını Prof. Salih Özbaran’ın“Geçmişi Güncelleştirmek” adlı bir diğer kitabında bulabilirsiniz. Bizde tarih bu şekilde, değişen iktidarların zihniyetine, emellerine ve hedeflerine uygun bir şekilde değişik kalıplara büründürülüp zamanın koşullarına uydurularak anlatılır. İşte bunu “geçmişi güncelleştirmek” diye açıklıyor Prof. Özbaran. Örneğin Çanakkale Savaşı, geçmişimizde yer alan, insanlığın ve tüm dünyanın hala unutamadığı destanlaşan bir zaferdir. Ama Türkiye’nin içinde yaşadığı bugünkü siyasi atmosferi içinde nasıl anlatılıyor? İlahiler ve mevlit eşliğinde açılıp, evliyaların yardımı ve desteğiyle kazanıldığı anlatılıyor. Çünkü zamanın efendilerini ancak bu anlatım tarzı ve üslup memnun ediyor…

Böylelikle asıl gerçek gözlerden saklanıyor. Önce bilimden koparılıp, bir başka anlayışın etkisine sokuluyor. “İnsan aklı”, “özgürlük ruhu” ve “insanlık onuru” gibi yaşamda insanlık için en önemli değerler ortadan kaldırılıp, tarihi gerçekler yerine masallar anlatılmaya başlanıyor. Yani Prof. Özbaran’a göre, geçmişimiz zamanın siyasal atmosferine uydurulacak şekilde güncellenmektedir. Gulyga’nın tanımıyla, “Tarih, insanlığın belleği” ise eğer, demek ki birileri sizin belleğinizle oynuyor. Ya da “Tarih, halkların ruhu” ise eğer, demek ki birileri atalarınızın ruhu ile de oynamaya çalışıyor…

Bunları bize bir tarih profesörü anlatıyorsa eğer, bilin ki durum çok vahim o zaman! Yani, bize gerçek tarih anlatılmıyor ya da doğru anlatılmıyor. Sadece birilerinin istediği şeyler, birilerinin istediği şekilde anlatılıyor. Prof. Özbaran’ın bu kitaplarını okurken, bir Kızılderili atasözünü hatırladım. “Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar, kitaplar sadece avcıyı över” der, bir Kızılderili atasözü. Prof. Özbaran’ın “güdümlü tarih” ifadesini ne kadar da güzel anlatan bir söz…

Tarihi yapanların hep krallar, padişahlar olduğu anlatılır. Oysa gerçek bu değil. Ya da iyi niyetli bir tarihçi çıkıp size “tarihi yapan halktır” der. Bu tanım gerçeğe daha yakın olduğu için yürekten benimseniverir. Ama yeterli mi? Eğer tarih, “halkların ruhu ve belleği”demek ise, o zaman bu tanımın eksik olduğunu düşünmek gerek. Prof. Özbaran’ı okuduğunuzda, bu eksiğin ne olduğunu fark edersiniz: Tarihi yaptıran nedir? Uygarlık tarihi boyunca halklara tarih yaptıran şey, “insanlık onuru”dur. Öyleyse, tarihi yaptıran eğerinsanlık onuru ise, tarihi yazdıran da “insanlık bilinci ve akıl” olmalıdır. Ancak o zaman insanlığa gerçeği söylemiş olursunuz…

Prof. Salih Özbaran, 27 Mayıs 2011’deki Turgutlu Çevre Platformu (TURÇEP) bürosu açılış töreninde
Güdümlü Tarih ve Geçmişi Güncelleştirmek adlı kitaplarını okuyup bitirdikten sonra,Prof. Salih Özbaran’ı getirdim gözlerimin önüne. Dudaklarımda beliren hafif bir tebessümle, “Ben size boş yere ‘delikanlı’ diye hitap etmedim sevgili hocam” diye düşündüm. Mecazi olarak ‘delikanlı’ tanımını hangi anlamda kullandığım anlaşılmıştır. Dürüst, mert, karakteri ve kişiliğiyle dimdik bir duruş sergileyen kişi. Düşünce tarzı boyutunda ise, aydınlık düşünceleri nedeniyle dinamik bir üretkenliğe, cesur bir tavır ve anlayışa sahip bir karakter. Çünkü hiçbir kralın veya diktatörün öldürmeyi başaramadığı insanlık onuru ile özgürlük ruhunun varlığını gür bir ozan sesiyle bağıran bir tarihçidir Prof. Özbaran. Delikanlı bir tarihçi ya da…

Bu yüzden, Çaldağı mücadelesinde de bir bilim insanının onurlu duruşunu sergileyerek dimdik saf tutmuştur Prof. Salih Özbaran. Bu yüzden, Çaldağı mücadelesinde bir bilim insanının verebileceği en önemli katkıyı yazdığı makaleleri ve "Çaldağı Benimdir" adlı kitabıyla sunmuştur. Bu yüzden eğer Salih Özbaran “Çaldağı benimdir, bizimdir” diyorsa, bilin ki bu doğrudur. Çünkü delikanlı bir tarihçi söylüyor bunu.  

Yaşı 70 civarında. Ama ben ona “delikanlı” diyorum. Boş yere değil. Nice tarih profesörleri o tiz ve cılız sesleri ile tarihi gerçekleri nasıl saptırırız diye masallar üretip, tarihi olayları hurafelere bezeyerek anlatmaya çalışırken, Prof. Salih Özbaran yazdığı nice kitabı ve makaleleri ile “masal anlatmayın!” diye gür bir ozan sesiyle seslenmiştir. Nice genç insandan çok daha diri ve dimdik şekilde Çaldağı mücadelesinde saf tutmuştur.

Bu yüzden, yazıya konu edindiğim 2 kitabını bitirdikten sonra, içimden geçen duygular 2 kelime ile ifade buldu, tarihin ne olduğunu bize bir tarihçi olarak anlattığı ve bir tarihçi olarak, “Çaldağı benimdir, bizimdir” dediği için:  “Teşekkürler delikanlı!”

 Bir kitap: Çaldağı Benimdir!

Aslen Turgutlulu olan emekli tarih profesörü Salih Özbaran, Çaldağı konusunda bilim insanının sergilediği duruşla özel bir yer edindi. Çeşitli makeleleri yanı sıra, 2011 yılında yazdığı kitapçık ile de katkılarını daha yukarılara taşıdı.

Kitabının önsözünde şöyle diyor: "Çaldağı sorununa bu denli kayıtsız yaşamış olmanın ezikliğini duyumsadım, okumuş, mürekkep yalamış hemşehrilerimin vurdumduymazlığına tanık oldum. Şimdi de kentimi kuşatmış sermayenin gelecekte yaratabileceği korkunç doğa tahribatının ürküntüsünü yaşamaktayım. Ancak Turgutlu'nun Çaldağı, bilginlerin uyarıları paniğe sevkediyor beni..."

  Okumak için tıklayınız




0 Yorum - Yorum Yaz

Kadın, nedir senin adın?




8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nü kutlarken, ülkemizdeki çarpık veya çarpıtılmış kadın kimliklerini düşünmeden olmuyor.

Çünkü, bugün bile yüzyıllar öncesinden gelen kadının o acı çığlığını duyabiliyorum. "Bana layık olduğum yeri, benim gerçek kimliğimi verin" diyen çağlar ötesinden bugüne kadar yankılanan o acı çığlık.

Yaşadığımız 21. yüzyılda bile, ne yazık ki kadın hala bir kimlik arayışı içinde bırakılmış. Cumhuriyet devrimini yaşamış Türkiye'de kadınımız, ne acıdır ki, cumhuriyetin 86. yılında kendi durumlarının ne olacağını hala bilemiyor. Bugünkü iktidarla birlikte kadınımız tehlikeli bir şekilde hala bir kimlik arayışı ve kavgası içine sürüklendi. 

Laiklik, kadınların omuzlarında yükselir. Ama bugün "cumhuriyet kadını" imajı yıkılıp, onun yerine "dindar kadın" imajı yerleştirilmeye çalışılıyor.

Laikliği içine sindirebilmiş, laiklik bilincine ulaşmış, çağdaş demokrasiyi kendisine yaşam biçimi olarak benimsemiş kadınlarımız, din devleti veya ılımlı islamcılık istemlerinin tırmanması veya tırmandırılması karşısında tepkili bir topluluk olarak, cumhuriyetle birlikte kazanılmış kendi haklarını koruma ve savunma durumundalar. İşte KADER ve KASİDE gibi kuruluşların ortaya çıkışını bir de bu yönden düşünmeliyiz. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve benzeri diğer kurumları da buna ekleyebiliriz.

İslami felsefeyi kendilerine yaşam biçimi olarak seçen kadınlarımız da, bir yanda bağnazlık ve cehaletin, diğer yanda da katı devletçilik anlayışı arasında bir başka tepkili topluluk olarak arada sıkışmış haldeler. Hatta onların durumu biraz da traji-komik bile sayılır. 

Sermaye düzeninin, vahşi kapitalizm modeli içinde sistemi koruma bahanesiyle"Atatürkçülük" maskesi ardına sığınarak, bir yandan göz boyamak için kendilerine bir maske edindiği Atatürkçülüğü bir baskı ve kimi zaman da saldırı aracı gibi kullanması nedeniyle, ne yazık ki bu kesim kadını da çağdaşlık ve kadının en insani hakları yolunda kendilerini temel hak ve özgürlüklere kavuşturmuş olan Atatürk'e düşman edilmişler. 

Her iki kesim kadını da, aslında bir anlamda aynı kara yazgıyla karşı karşıyalar: TACİZ! 
Bunun adı ise sosyal taciz! 
Devletin kadın kimliği ve  özgün hakları konusundaki tacizi...

Herşeyi sadece kılık-kıyafete indirgeyen, işin özüyle ilgilenmeyip kolaycılığına kaçarak sadece ayrıntılarla ilgilenen bugüne kadarki iktidarların egemen tavrı ve zihniyetinin, kadınımızı getirip de bıraktığı bir başka manzara daha var, ki bu da kadınımızın geleceğinin aydınlık olabilmesi açısından aklını başına toplamasının ne denli büyük bir öneme sahip olduğunu yansıtıyor. 

8 Mart Dünya Kadınlar Günü'n
de bu manzara gözlerimin önündeydi daha çok.
Hoşgörüsüz ve sevgisiz toplum yapısı içinde bugün birer tepkili topluluk haline dönüştürülmüş her iki kesime ait kadınımız, aynı zamanda birbirine diş biler, birbirine nefretle ve düşmanca bakar ve aşağılar hale getirilmiş. 
Ataerkil toplum yapısının, feodal kültürün ve vahşi kapitalizme dayalı sermaye düzeninin yarattığı aynı kara yazgıyı paylaşmak zorunda kaldıkları halde hem de...

Ama bu durumu değiştirecek olan, biraz da kadının kendi tavrı bir bakıma. 
En önemli kriter, 21. yüzyılda kadınımızın çağdaşlık yolunda kendi takınacağı tavırdır. 

Yazımın başında vurguladığım gibi, "laiklik, kadınların omuzları üzerinde yükselir."




0 Yorum - Yorum Yaz

Azra Erhat


Tarih öncesinin en gerilerinden tek tanrılı dinlerin yerleştiğidönemlere kadar uzanan ve Akdeniz yöresini kapladıktan sonra, bir yandan kuzey ülkelerine, öte yandan Asya'nın içlerine dek yayılan, birçok ulus, uygarlık ve kültürlerde değişik adlarla anılıp hep aynı prototipe indirgenebilen Ana Tanrıça dininin kaynağı Anadolu'dur. Bu su götürmez gerçek gün geçtikçe daha belirginbiçimde gözümüzün önüne serildiği halde, kültü dal budak salmış bu tanrıça figürünün değindiği bilim dalları o kadar çoktur ki, araştırmaları bir tek ilgi merkezinde toplamak, elde edilen verilerle bulguları bir açıdan inceleyip değerlendirmek yepyeni denebilecek bir uğraştır. Ana Tanrıça dinini aydınlatmak bugün arkeoloji, tarih, din tarihi, mitoloji ve sanatla yazın tarihininkatışık görevi olmalıdır.

Bütün bu kolların çabası bir araya geldikten sonradır ki, Ana Tanrıça'yı gereğince, gerçeklere uygun olarak tanıyabileceğiz ve anlayabileceğiz.

Son yıllarda konuyu en çok aydınlatan bilim dalı arkeoloji olmuştur. Çatalhöyükve Hacılar'da yapılan kazılar Ana Tanrıça figürünün !. Ö. 6500-700 yıllarına kadar uzandığını ortaya koymuştur. Sümer'den de önceki bir kültür çağını yansıtan bu tarihler Ana Tanrıça'nın Anadolu'nun yerlisiolduğunu açığa vurmaktadır. İşin en tuhaf ve düşündürücü yönüde Ana Tanrıça yontularıyla bir sırada Çalalhöyük'te bulunan çizgi motiflerinin Anadolu'nun geleneksel halk sanatlarını, örneğin bugün bile yaşayan kilim motiflerini yansıtmasıdır. Yontuların heykel, figürlnve idolbiçiminde olanlarına gelince, bunlar yazın kaynaklarındaki Ana Tanrıça tanımlarına tıpatıp uymakta, çok sonraları tarihsel çağlarda anlatılane fsanelerini bile dile getirmektedir. Oturmuş durumda, kaim kalçalı, göbekli, dolgun memeli bir tanrıça, kollarında çok daha ufak boyda bir erkek figürü taşımakta; bu figür göğsüne yapışmış, üstüne tırmanmış gibidir. Bu erkek, Tanrıçanın hem çocuğu, hem sevgilisidir, ilerde efsanesi anlatılacak Attis'in ta kendisidir. Oturmuş, ya da doğurmak pozunda olan tanrıça ise iki yanındaki iki aslana dayanmaktadır. Tıpkı çok sonraki heykellerinde görüleceği gibi, "potnia theron" yani hayvanların kraliçesi, doğa üstüne sonsuz egemenliğinin bir simgesi olarak aslanı yanından ayırmamaktadır. Kalınkalça, meme, karın altının bir üçgen biçiminde belirtilmesi gibi motifler analığı ve dişiliği simgelemek bakımından Kybele'den Artemis'e k<ı dar büyük ana tanrıça imgelerinde bulunmaktadır.

Bir de arkeolojinin daha değinmediği, toprak üstünde oldukları için belki hiç değinmeyeceği Kybele anıtları vardır ki, ilkçağda Phrygia diye tanınan bölgede yaygın bir alana dağılmış kır tapınaklarıdır. Eskişehir'le Afyon arasında ulaşımı zor bir yöredeki bu anıtlardan en çok tanınanı Yazılıkaya diye anılan Midas anıtıdır. Çoğu ormanlarda, yeşillik arasında bir kayaya yaslanmış olarak, ya da düzlükte birkaç basamak üstüne kurulmuş olan bu anıtlar birer cepheden ibarettir. Üçgen biçiminde bir çatı, altında bir taş duvar, duvarın içinde de çokluk bir niş oyulmuştur ve nişlerin kimisinde ayakta bir tanrıça heykeli görülmektedir.

Tapınakların bazılarında tanrıça heykelinin iki yanında ön bacaklarını tanrıçaya dayamış iki aslan vardır, tanrıçanın da, aslanlann da seks yerleri zamanla aşınmıştır. Buraya Ana Tanrıçaya tapınmaya gelen duacıların Kybele'nin simgelediği bereket ve doğurganlıktan pay almak için seks yerlerine dokunup onları aşındırdıkları bellidir. Ev biçimindeki bu basit tapınaklar Phrygia'da Kybele dininin kentler dışına da taştığını, bütün doğaya yayıldığını gösterir Bu cephe tapınaklarında dikkati çeken bir nokta bunların Lykia'daki kaya mezarlarına çok benzemeleridir. İstanbul Üniversitesi Film Merkezince çevrilmiş olan bir belgesel filmden tanıdığımız bu Kybele anıtlarının arkeoloji buluntularıyla ve başka bölgelerde rastlanan buluntularla karşılaştırılıp değerlendirilmesi Ana Tanrıça dinini aydınlatmaya yarayabilir. Sözü geçen filmin asıl değeri de Ana Tanrıçayı Çatalhöyük'ten Roma çağına kadar her çeşit anıt ve imgeleriyle ortaya sermekle kalmayıp, Anadolu halk törelerinde bu inançtan kalma iz ve etkileri de ortaya koymaya çalışmasıdır: Phrygia ırmağı Sangarios'un kaynağında; suya çiçek ve özellikle menekşe atmakla kutlanan Attis,, yani bahar şenliklerinden bugün de bir şeyler kalmıştır. Kybele'nin tapım merkezlerinden olan Manisa'daki Mesir bayramı ve bu bahar bayramında camiden aşağıya halka bereket ve doğurganlık sağlayan macunların atılması Anadolu'nun yerlisi olan bir inancın süregelmesi olabilir. Yukarda sözünü ettiğimiz bilim kollarında işbirliği ve daha derine giden kıyaslamak araştırmalar bu alanda çok yararlı olabilir.

Yazılı kaynaklarımıza gelince, Kybele gerek şiir, gerek düzyazıyla en çok sözü edilen tanrıçalardan biridir.Bu alanda bilgilerimiz Yunan yazarlarından çok, Roma yazarlarından gelmedir.


Hiç bir mitolojide hiçbir tanrı Ana Tanrıça kadar çeşitli adlarda adlandırılmamıştır. Bu ad ve sıfat çokluğu Ana Tanrıçanın kaynağı Anadolu'da olmak üzere uluslar üstü bir nitelik kazandığını kanıtlamaya yeter. Kültepe tabletlerinde adına Kubaba olarak rastlanır, Lydia'da adı Kybebe, Phrygia'da Kybele olarak geçer, Hitit kaynaklarında Hepat diye adlandırılır. Komana Pontika (Tokat bölgesinde Gümenek) ve Kayseri yöresindeki Komana Kappadokika (Kemer) kentlerinde adı çok eski bir Anadolu adı olan Mâ'dır. Sümer'de Marienna, Hitit'te Arinna, Mısır'da İsis, Syria'da Lat, Girit'te Rhea, Efes'te Artemis, İtalya'da Nemi gölü bölgesinde Venüs, Ana Tanrıçanın aldırı değişik adlardır. Ayrıca bazı yer adlarından üreme sıfatlara Yunanca meter, Latince mater sözcüğü eklenerek tanrıçanın bölgesel niteliği de dile gelmektedir: Sipylene Sipylos (Manisa) dağının, ldaia Girit'teki İda ve Troya'ya hâkim Kazdagının, Berekyntia Sakarya kıyısındaki eski bir kalenin, Steunene Aizani (Çavdarhisar) yöresindeki Steunos (Kesikmagara) mağarasının tanrıçası olduğunu belirtir; bu sıfatlar arasında en yaygın olan da Dindi/mene adıdır ki Dindymos dağının tanrıçası anlamına gelir. Anadolu'da ise Dindymos adını taşıyan üç dag vardır, biri Phrygia' daki Murat dağı, öbürü Mysia-Phrygia sınırındaki Kapıdag, üçüncüsü de tanrıçanın en önemli merkezi olan Pessinus'a yakın Günyüzü dağıdır. Pessinus da eski adı Justinianopolis olan Sivrihisar'ın biraz güneyinde, Gordium'un güneybatısındaki Balhisar'dır.

Ana Tanrıçanın Pessinus'tan da daha eski bir tapım merkezi Komana şehridir, ya da şehirleridir. Tarih kaynaklarından burada tapınılan tanrıçanın şimşek, topuz ve çift ağızlı baltayla simgelenen bir savaş ve zafer tanrıçası olduğu anlaşılır, Yunanlılar bu tanrıçayı savaş tanrı Ares'in çevresindeki Enyo ile, Romalıiarsa Bellona ile bir tutmuşlardır. Bu niteliğiyle Ana Tanrıça'nın kültüyle Karadeniz bölgesinde merkezlenen Amazonlarla ilişkisi olduğu sonucuna varılır ki, anaerkil bir toplumun ürünü olan savaşçı Amazonları efsanelerin hepsi ister Artemis, ister başka adlarla anılan Ana Tanrıçanın hizmetinde, ya da onunla ilişkili olarak gösterir (Amazonlar, Artemis).

Bütün bu isim ve sıfatlardan anlaşıldığı gibi, tanrıça doğayı bütün canlılığı, verimli ügiyle simgeleyen evrensel bir nitelik taşımaktadır. Toprak ve bereketin kaynağında olmaktan başka, her türlü uygarlığın da etkeni olarak daha sonraki dönemlerde, Efes Artemis'inde görülen kuleli taçları başında taşımakla bir de meter turrita ya da turrigera (Lat. kuleli ya da kule taşıyan ana demektir) olur. Romalıların Magna Mater (Büyük Ana) diye andıkları tanrıça analık vasfını da yalnız insan alanında değil, doğal ve evrensel bir ilke olarak canlandırır.

Aslında bir tek efsanesi vardır, bu efsanede hem tanrıçada analık kavramının nasıl anlaşıldığı dile gelmekte, hem de tapanının biçimi saptanmaktadır: Tanrıça Attis (ya da Attes) adlı bir delikanlıya tutkundur(Agdistis), onu Pessinus kralının (kimi kaynaklarda kral Midas'ın) kızıyla evlenmek üzereyken düğün yerinde birden karşısına dikilerek çıldırtır ve kendi kendini hadım etmesini sağlar.Attis kendi kestiği hayalarından akan kanla toprağı sular, bitkilerin fışkırmasına yol açar ve bir çam ağacına dönüşür.

Toprak-bereket efsanelerinin hepsinde, özellikle Adonis mythos'unda (Adonis) görülen bu ölme-dirilme motifi, Kybele kültünde birtakım vecit, kendinden geçme ve esrime hallerine kanşmakta ve Ana Tanrıça tapımının özünde olan bir çeşit kurban töreniyle gerçekleşmektedir. Attis erkekliğini keserek kendini nasıl tanrıçaya kurban ettiyse, Kybele'nin başrahibi de kanlı bir törenle kendi eliyle kendini hadım etmek zorundaydı. Attis efsanesinde simgelendiği gibi, akan kan ve yitirilen erkeklik gücü daha evrensel bir nitelik kazanarak bereket ve canlılığın daha geniş bir alana, yani bütün doğaya geçmesini sağlamaktadır. Gizemli cümbüşler, şenlikler arasında yapılan bu eylem gene Anadolu'ya özgü ve bazı tarikatlarda bugün başka biçimde de olsa yaşayan bir törenin ilk örneğidir.

Yazılı kaynaklar bize Kybele'nin Pessinus'taki tapımı üstüne ayrıntılı bilgi verir. Tanrıçaya orada bir idol biçiminde tapınılırdı. Bu idol bir "diopetes" yani gökten düştüğü ileri sürülen bir meteorit, bir kara taştı. Pessinus'taki tapınağı siyasal güçlerden büsbütün bağımsız bir din merkezi olarak yönetilirdi. Bu dinsel yönetimin başında iki başrahip bulunur, bunların biri Attis adını taşır, Megabyzos adıyla anılan ikincisi dışardan gelme olması şart koşulan bir yabancıydı. Bu iki kral-rahibin Attis efsanesinde anlatıldığı gibi erkekliklerini tanrıçaya adamış olması gerekiyordu. Galloi diye anılan öbür rahiplerin de vecit halinde hadım edilmeleri töredendi. Phrygia'da yerli bir kült olduğu bütün kaynaklardan belli olan bu rahip devleti özekligini bögeye gelip yerleşen bütün yönetimlere karşı korumuştur.

Gerek Komana'da, gerekse Pessinus'taki tapım merkezleri Hititlerin Anadolu'da kurdukları egemenlik döneminde büyük Hitit kralıyla iyi ilişkiler kurmuş, rahip krallar büyük kralın siyasal yönetimini tanımakla birlikte onun din merkezlerine karışmasına hiçbir zaman izin vermemişimin Phrygia dışardan gelme ulusların iki kez saldırısına uğramıştır, biri İ. Ö.1200 yıllarında Friklerin, ikincisi 1. Ö. 686 (ya da 676) sularında Kimmerlerin bölgeye yayılmasıdır. Her iki saldırıda da Ana Tanrıçanın tapım merkezi uluslarüstü niteliğini koruyarak bağımsızlığını ve din devleti olarak etkisini sürdürmek yolunu buluyor. Aynı süreç Efes'teki Artemision'da da görülür, İonyalı kolonistler din merkezine dokunmak şöyle dursun, burada egemen olan tanrıçayı benimseyip tapımını sürdürürler. Friklerle tanrıçanın kaynaşması dikkati çeken bir süreçtir: Ana Tanrıça kültünün yerli olup Phrygia bölgesini ele geçiren ve yöreye adını veren ulustan çok daha eski olduğu bütün kanıtlardan anlaşıldığı halde, tanrıça bu yeni siyasal gücü ve etnik topluluğu öylesine etkilemiş ki, tarihe Kybelebir Phrygia tanrıçası olarak geçmişti. Phrygia krallarından Midas'ın da, Marsyas'ın da Ana Tanrıça ile yakın ilişkileri tarihe geçmiştir.

Midas tanrıçanın oğlu olmakla, Pessinus'taki tapınağını kurmakla övünüldü. Kimmerler de Phrygia devletini yıkar, ama Ana Tanrıça kül tünü ortadan kaldıramazlar. Tersine bu tapını daha çok Lydia yöresine kaydıktan sonra, Metragyrtoi diye anılan dilenci rahipler Akdeniz çevresine yayılır ve birer misyoner gibi davranarak Ana Tanrıçanın mistik ve gizemli dinini dört bir yana tanıtırlar. Öyle ki Ana Tanrıça kültü Phrygialılardan çok eski olduğu halde, bu dini benimseyen bütün ülkeler onu bir Phrygia tanrıçası olarak tanırlar. Nitekim Yunan ve Roma çağında Kybele kültü bütün töreleriyle Phrygia uygarlığına özgü bir belirti sayılır.

Klasik çağlarda Yunanistan'ın ve Anadolu'nun dört bir yanına dağılan Phrygia köleleri ve dilenci rahipleri hor görüldüğü oranda gizemli bir din ve kültünün temsilcileri olmakla saygı ve gıpta ile karşılanırlar, çünkü Phrygia evrensel bir dinin merkezi olduğu kadar Yunanlılara yön veren bir sanatın, müziğin ve bir de yaşam biçiminin, kılık kıyafetin kurucusu, öncüsüdür. Phrygiauygarlığı Ege kıyılarını kapladıktan sonra, Phokalalılarla Fransa'ya kadar da yayılır, Marsilya'yı kuran göçmenlerin yeni yurtlarına taşıdıktan törelerin arasında bugüne dek Fransa cumhuriyetinin benimsediği Phrygia başlığı da yok mudur? Phrygialı olmak kültür bakımından yetkin, üstün olmak anlamına gelir ve bu Roma imparatorluğu çağına kadar süregelecektir.

İlyada'da Kybele'nin adı hiç geçmediği halde, Phrygialılardan söz edilir: Bunlar Troya savaşında Troyalılara yardıma gelir (İl.II,862):

Askanios yönetir Phrygia'lıları, uzak Askania'dan gelmişlerdir onlar...
Askania Limne hem Gemlik, hem de Burdur gölünün adıdır. Uzak Askania dendiğine göre bu savaşçıların geldiği yöre Burdur bölgesi olsa gerek. Ana Tanrıça üstüne en zengin buluntuları sağlayan Hacılar da Burdur'a yakın değil midir?

Phrygialılardan kral Priamos kendisi de söz eder, Helene'ye anlatır (İl. III, 184 vd.):

Eskiden bağlık, bahçelik Phrygia'ya gitmiştim, atları dörtnal giden bir sürü Phrygia'lı görmüştüm... Orduları yayılmıştı Sakarya'nın kıyılarına. Amazonlar gelmişti hani, erkek gibi, işte o gün, aralarına savaş ortağı almışlardı beni...

Phrygia'nın bir Amazon saldırısına uğraması, Priamos'un da Phrygialıların yardımına koşması anlamlı, ama tlyada'dan sonraki metinlerde Troyalıların Phrygialı diye anılması büsbütün ilginç ve dikkat çekici bir yöndür. Bir kültür taşıyıcısı olarak Phrygialıların Troyalıları da simgelemek için kullanılmaları ne zaman ve nasıl başlar? Herhalde şairler, özellikle tragedya yazarları şiir dilinde bu iki ulus adını karıştırmışlardır, ama bu olay sonradan çok önemli sonuçlar doğurmuş, Roma'nın Aineas'ı kurucu ata olarak benimsemesiyle Phrygia uygarlığını da kültürünün kaynağı saymış, Ana Tanrıçanın da bu kültür göçüyle birlikte Roma'ya alınmasını sağlamıştır. Magna Mater'in Roma'ya nakli din tarihinde eşine rastlanmayan bir olaydır. Ondan önce Atina Ana Tanrıçayı çağırmış, kültünü sınırları içine almakla geçirdiği bir bunalıma çare bulunacağına inanmıştır: Peloponez savaşı denilen iki büyük Yunan şehrinin, Atina ile Sparta'nm amansız ve sonsuz savaşında Atina'lılar Phrygia'nın Ana Tanrıçasını getirterek şehirlerinde ona büyük bir tapınak kurmuşlar, onu Demeter'le birleştirip bir devlet tanrıçası olarak benimsemişlerdir. O sıralarda Delphoi tanrısı Apollon'un rahipleri bu olayı desteklemiş olacak: Tanrının kâhinleri, Sibylla'lar Anadolu'dan gelmeydi, iki tann ve iki din arasında bağlantılar tarih öncesi çağlara dek uzanmaktaydı (Sibylla).

Gene Sibylla kitaplarının önerisiyle Ana Tanrıça'nın Roma'ya getirilişi derin siyasal sonuçlar doğurmuştur. 1. Ö. 204 yılında Pessinus'taki meteortaşı törenle Roma'ya aktarılmış ve Palatinus tepesine tapınağı kurulan Magna Mater'in şerefine Megalensia denilen bayramlar kutlanmaya başlamıştır. Bu olay da kritik bir döneme rastlar: Roma Afrika seferlerine çıkmak üzeredir, imparatorluğu kurmaya yol açacak yayılma politikası yürürlüğe girmektedir. O sırada Roma'da bir taş yağmuru olur, halk heyecana kapılır, yeni ve daha köklü inançlara özlem duyulmaktadır. Magna Mater bu gereksinmeyi karşılamış olacak ki, yeni dini kutlamakta şairler ağız birliği ederler. Yeni efsaneler doğar:Ana Tanrıça taşını Tiber'den yukarı taşıyan gemi birden karaya oturur, o sırada Ana Tanrıçanın sesi duyulur:Temiz, afif ellerle şehre alınmasını ister, derken Claudia Quinta adlı bir kız ortaya çıkar ve tanrıçaya yakarır, kirletildiği, kız oğlan kız olmadığı ileri sürülmektedir, tanrıça afifligini kanıtlamak için gemisinin kendi eliyle çekilmesine izin versin.

Gerçekten de öyle olur, Claudia halatları eline alır ve gemiyi Tiber'den yukarı Roma şehrine kadar çeker. Kybele'nin Phrygia'dan gelme tef, zil ve davul gibi çalgılarla, coşkun danslarla kutlanan törenleri, rahiplerinin hadım oluşu, Attis efsanesinin bu törenlerde ve gizemlerde yinelenmesiRoma şairlerini öylesineetkilemiş, esinlendirmiştir ki, Kybele-Attis efsanesini konu edindikleri şiirlerinde tanrıçanın Galli adlı rahiplerine atıfla "galliambus" diye coşkun bir vezin de uydururlar. Ama Ana Tanrıça sanat yönünde çığır açmakla kalmaz, Anadolu'nun kapılarını açmıştır, yalnız uygarlık ve kültür merkezi sayılan Anadolu'nun değil, bütün doğu Akdeniz çevresinin. Roma ile Anadolu arasında kültür köprüsü kurulmuştur, birkaç yıl sonra Romalı komutan Manlius Sipylos eteğindeki Magnesia'da(Manisa) Syria kralı III.Antlokhos'u yenip Orta Anadolu'ya ordusuyla ayak basınca Romalıları Pessinus tapınağının rahipleri coşkun sevinç gösterileriyle karşılar. Bundan sonradır ki Roma Bergama krallığını miras yoluyla elde eder ve Anadolu'ya egemenliğini kurmakla bölgede çığır açıcı bir dönemin başlamasını sağlar.

Denebilir ki Romalılara doğunun kapılarını açan Anadolu'nun yerlisi ve simgesi olan Ana Tanrıçadır. Onunla ilişki kurup Batı ile Doğu arasında köprü atmak ve kültürünün yoksun olduğu bir temeli kültür beşiği Anadolu'da arayıp bulmak Roma'nın siyasal dehasına bir örnektir. Başta Augustus olmak üzere imparatorların hepsi hiç tükenmeyen bir özü gelip Anadolu'dan almışlardır. Eşsiz bir uygarlık ve kültür temeline oturtmayı başardıkları kültürleri böylece hem İtalya'da, hem Anadolu'da geliştikçe gelişmiştir. Bunun simgesi de binlerce yıl öncesi gibi Roma'nın egemenlik çağında da gene aynı tanrıça, hangi adla anılırsa anılsın, Anadolu'nun büyük Ana Tanrıçasıdır.

Kaynak: Bu bilgiler Azra Erhat'ın "Mitoloji Sözlüğü" adlı eserinden alınmıştır...




0 Yorum - Yorum Yaz

Kukla iktidarlar ve Mehmetçik

                  “23 sentlik asker, Mister Dalles,
                  Sizden saklamak olmaz,
                  Hayat pahalı bizim memlekette.
                  Mesela 200 gram et alabilirsiniz,
                  Koyun eti, Ankara’da 23 sente,
                  Yahut 2 kilo kuru soğan,
                  Elli santim “kefen bezi” yahut ,
                  Yahut da bir aylığına
                  20 yaşlarında bir tane insan...”


Nazım Hikmet, “23 Sentlik Asker” adlı bu şiirini 1953 yılında yazmıştı. Şiirini ise 1950 yılında Kore’ye gönderilen Türk askerleri için yazmış. 

İşbaşında cumhuriyet devrimleri karşıtı ilk hükümet olan Menderes Hükümeti vardı o zaman. Menderes iktidar olur olmaz, Türk askerinin başına ilk gelen, dünyanın taaa bir ucunda Amerika için savaşmak olmuştu. 

O dönemde Amerikalı bir yetkili olan Dalles, "Türk askerinin kendilerine 23 cente mal olduğunu" söylemiş. Nazım da oturup bu şiiri yazmış...
2003 yılındayız. Aradan tam 53 yıl geçmiş. 
Tıpkı kendilerinin Menderes’in misyonunu sürdürdüğünü de iddia eden daha önceki iktidarlar (Demirel, Özal ve Çiller) gibi  AKP Hükümeti de işbaşına gelir gelmez, Türk askerinin başına da yine aynı şey geliyor. 
Hükümetin adı değişik sadece. Ama zihniyet aynı. 
Bu yüzden Türk askerinin başına gelen şey de aynı. 
Türk askeri yine Amerika için ölecek. 
AKP’nin 8,5 milyar dolarlık bir anlaşma  imzalamasıyla... 

Halkımız pek çok açılımını yaptı bugüne dek AKP'nin. Çoğunluk AKP'nin açılımını Aldatma ve Kandırma Partisi olarak yapıyor. Bendenizse, naçizane, literatürünüze bir açılım daha eklemek istiyorum. Dağarcığınızın bir yerinde bulunsun, belki bir gün size de gerekebilir:
AKP = Amerika'nın Kukla Partisi.

Daha 3 Kasım 2002 seçimleri öncesinde, AKP tarafından ABD'ye Irak altın tepside sunuldu, iktidar olabilme karşılığında. Sonrasında da AKP işbaşına gelir gelmez, ABD'nin Irak'ı işgal planı gerçekleşti. Tüm hesap ve planlar, AKP'nin iktidar olmasına göre şekillenmişti. Sonrasında da Irak'a Türk askerinin gönderilmesi hesapları yapılmaya başlandı. Ama teskere konusunda kamuoyunun ve muhalefetin tepkisi, AKP'yi köşeye sıkıştırdı, teskere TBMM'den geçirilemeyince AKP de ABD'ye verdiği sözü yerine getirememiş oldu. Abdullah Gül başkanlığındaki AKP Hükümeti'nin ABD gözündeki ilk kötü puanı oldu bu. ABD de öfkesini Türk askerinin başına çuval geçirerek gösterdi. Ne de olsa ABD için 23 sentlik bir askerdi bizim Mehmetçik. Ama verilen sözün tutulması için ABD tarafından verilen bir ültümatomdu da bu. Böylece 2. AKP Hükümeti süreci başladı. Erdoğan bir formül bulunup önce milletvekili seçitirildi, ardından da başbakan koltuğuna oturtuldu. Yani Erdoğan başkanlığındaki bu 2. AKP Hükümeti, ABD için bir "teskere hükümeti"dir aslında
2006 yılındayız. 
Bu kez Türk askerinin dünyanın kanayan kazanı Lübnan'a gönderilmesi kararı çıkarıyor Erdoğan başbakanlığındaki AKP Hükümeti. Öyle ya, Erdoğan'a göre "asker ocağı yan gelip yatma yeri değil"miş (!) Böylece AKP, ABD'ye bir iade-i jest yapmış olacak, "Irak için olmadı, ama bir Lübnan teskeresi verebildik..." diye. Irak'a asker gönderilmesi için AKP Genel Başkanı olarak Erdoğan 8,5 milyon dolarlık bir pazarlık yapmıştı ya, hani Bush'un "at pazarlığı yapıyorsunuz" dediği konu. Dolayısıyla bu pazarlık, son Lübnan kararıyla bir de esnaf pazarlığına döndü, "ayakkabı uyduramadık, bir terlik bari verelim" gibi...

Bu kez 23 cent değil ama bizim askerin bedeli. 
Hem o kadar uzağa, hem o zamanki kadar ucuza gitmiyor. Yapılan at pazarlığına göre, bu kez hemen yanıbaşındaki komşu toprağına giriyor, Amerika’nin fedaisi, ya da Amerikancası “bodyguard” olarak... Hem de tanesi tam 100 dolara filan gelecek... 
Bu yüzden, yağlı bir anlaşma yaptık diye, AKP Hükümeti el ovuşturmakta... 
Evet, AKP’nin hesabına göre, bu kez daha pahalıya geliyor bir Türk askerinin fiyatı. 
Tanesi 100 dolar... Al, alabildiğin kadar... Asker ocağında yan gelip yatmak olur mu?

Kurtuluş Savaşımızda, açlık ve sefaletle boğuştuğu halde dünyanın en büyük ve güçlü devletlerini bozguna uğratan, 23 sent ya da 100 dolar için değil, kendi ülkesi ve halkının özgür ve bağımsız olması için canını feda eden Mehmetçik, Menderes Hükümeti'nden itibaren işbaşına gelen tüm işbirlikçi hükümetler döneminde artık kendi ülkesi ve halkının değil, emperyalist ülkelerin çıkarları için ölüme gönderilir oldu. Yani "kukla hükümetler", Mehmetçiği de "ABD ordusunun maşası ya da kuklası" haline getirmek istiyor.

1950’de Kore’ye 4500 Türk askeri gönderilmiş. 
Bunlardan geriye dönenlerin sayısı ise, sadece 1800. 
Yani, 2700 Mehmetçik, Kore topraklarında Amerika için can vermiş

Hatta, Kunuri’de bir gece içinde 1000’e yakın askerimizin de öldüğü söylenir... 
Nedenini bilmedikleri bir savaşta hem de... 
Hem de 23 sent için... 

Şimdi ise o kadar uzağa ve o kadar ucuza gitmeyecek Türk askeri. 
AKP Hükümeti tarafından Lübnan'a gönderilmek isteniyor. 
Siz yine de bu işe maddi açıdan değil de, kahramanlık açısından bakın isterseniz. 

Ve sonra da her zaman yaptığınız gibi,  şöyle deyin: “En büyük asker bizim asker...”
 Ama yine de... 6 ayda 400’e yakın askerini, işgalden sonraki günlerde ise yaklaşık hemen her gün 1-2 askerini kaybeden ABD için, kendi askerinden daha ucuza geliyor Türk askeri...
Ünlü Stern dergisi yazıyor: "ABD, bir askeri için her ay tam 4 bin dolar harcıyor". 

Yani, bizim Mehmetçik’in fiyatı, bir ABD askerinin ancak onda biri...

“23 Sentlik Asker” şirinin kalan dizelerinde de bakın nasıl diyor Nazım Hikmet: 
  

                                          “Dedim ya Mister Dalles, 
                                           Yani çok pahalıya mal olur size
                                           Bu 23 sentlik asker.
                                           Yani benim fakir, cesur, çalışkan milletim.
                                           Her millet gibi büyük Türk milleti!”
15 Eylül 2006    



0 Yorum - Yorum Yaz


Yoksa 1 milyona kadar sayamıyor musunuz?

2 yıldır ağaç polemiği yaşanan Turgutlu’da, sorunun asıl özü bir türlü tartışılamadığından bu polemikten çıkılamadı. Öyle görünüyor ki, şimdi de ağaç sayısı konusunda bir polemiğin içine düşebilir. Bu da normal, çünkü yasallıkları konusunda tek dayandıkları ÇED Raporu olan Sardes Şirketi’nin açıklamasında 140 bin ağaçtan söz ediliyor. ÇED Raporu derseniz, ucube bir rapor ve bilimsel verilere, gerçeklere dayandığı konusunda ciddi şüphe ve endişeler var. Öte yandan kamuoyunda ise 280 bin civarında ağaçtan söz ediliyor. 5 Haziran günkü Yankı Gazetesi’nde ise 1 milyon civarında ağaçtan söz edildi.

Bu iş elbette ki Nasrettin Hoca’nın deliye postaki saydırması gibi bir şey değil. Aslına bakılırsa, mağrur askerler gibi doğamızı bekleyen ağaçları dimdik gövdeleri nedeniyle sayabilmek, pek çok şeyi saymaktan daha kolay. Burada tüm sorun; ne kadar çevreci olduğunuza, çevre bilinci ve doğa sevginizin ne kadar olduğuna bağlı.

Tüm doğa bilimcilerin ve çevrecilerin kendilerine kılavuz edindikleri bir değer yargısı vardır: “İnsanı sevmek, önce doğayı sevmekle başlar!” Doğadaki en değerli varlık olan insan, doğanın bir parçası olduğuna göre, insan ve doğa sevgisini bir arada anlatabilen bundan daha özlü söz olabilir mi?

Şimdi bu özlü sözü bir kılavuz olarak aklımızda tutup, ağaç sayma konusuna değinelim.
Önce rakamlardaki bu farklılık nereden kaynaklanıyor, buna açıklık getirmek gerek.

Sardes Şirketi tarafından söylenen 140 bin ağaç konusunun doğru olmadığı zaten biliniyor. ÇED Raporu’nda verilen bilgilerin ise gerçekçi olmadığı ortada. Yankı Gazetesi’nin haberinde, İzmir Orman Bölge Mühendisleri Odası'na bağlı bazı mühendisler tarafından bu rakamların 1995 yılı verilerine göre hesaplandığı belirtiliyordu. Kendi açıklamalarına göre ise, sadece A Grubu ağaçların sayısı 700 bin civarında. 3300 dönümlük arazide henüz envanter çalışmalarının tamamlanmadığı ve diğer gurup ağaçların sayılması ile bu rakamın 1 milyon dolayında olacağı, hatta geçeceği de vurgulanıyor.

Peki, rakamlar konusundaki bu farklılık ve çelişki nereden kaynaklanıyor? Öncelikle bu fark, Sardes Şirketi yetkililerinin ve de ÇED Raporu'nu hazırlayanların ağaçları özel olarak saymamasından kaynaklanıyor. Böylece 1995 yılı verileri üzerinden bir varsayım olarak hesap yapılıp ortaya bir rakam atılıyor.

Kamuoyunca dile getirilen 280 bin rakamı da aynı şekilde, ağaçların tek tek sayılması sonucu saptanan bir rakam değil. Bu rakam, ÇED raporunun uyduruk olduğu ve gerçekleri gözardı ettiği, ayrıca maden şirketinin de doğruları söylemediği bilindiği için, doğru rakamı bulma konusunda gösterilen bir çabadan kaynaklanmıştır. 21 Aralık 2006 tarihinde TBMM’ye verilen soru önergesi öncesi, metrekare başına düşebilecek ağaç sayısının ne kadar olabileceği tahmini olarak hesaplanıp, toplam ağaç sayısının 280 bin ile 300 bin civarında olabileceği tahmin edilmiştir. Yani, TBMM’den gidip de ağaçlar tek tek sayılamayacağına göre, bu da sadece tahmini bir rakam olmuştur.

Ama işin içine orman mühendisleri gibi uzmanlar girince, tabii ki şaşırtıcı, hatta şok edici bir rakam çıkabiliyor. Bunun da nedeni şöyle açıklanabilir: Bir doğabilimci, tıpkı nüfus memurlarının bir hanede yaşayan tüm bireyleri bir ailenin bütünü olarak sayması gibi, ormandaki her ağacı orada yaşayan ailenin bir elemanı olarak görür. Bu bir ağaç da olabilir, genç bir fidan da. Doğabilimci ve çevreciler tarafından, bir ağaç ya da genç bir fidan anlatılırken, “Bu ağaç bu ormanda yaşıyor” diye tarif edilir. Dolayısıyla İzmir Orman Mühendisleri Odası’na bağlı orman mühendislerince ağaç rakamı bu nedenle bu şekilde belirtiliyor.

Görülüyor ki, kamuoyunu aldatabilmek için ağaç sayısını ellerinden geldiğince düşürmeye çalışan gerek Sardes Şirketi yetkilileri, gerekse ucube ÇED Raporunu hazırlayanlar, -yapmadıkları halde bir an için ağaçları tek tek saydıklarını varsaysak bile- bazı genç ağaçları ve fidanları ağaç yerine koymamışlar. İşte yukarıda belirttiğim “insanı sevmek, doğayı sevmekle başlar” sözünü burada hatırlayalım: Demek ki genç ağaçları veya fidanları ağaçtan saymayan zihniyettekiler, henüz doğmuş veya daha yaşına girmemiş bir bebeği de insan yerine saymıyorlar. Ya da 1 milyona kadar sayabilmeyi mi bilmiyorlar acaba? Peki ne yapalım bu durumda? Gerçek ağaç sayısını ortaya çıkarabilmek için ağaçları da mı nüfus memurlarına saydıralım?

Aslında tüm bu garip tartışmaların bugün yaşanıyor olmasının başlıca nedenlerinden biri ÇED Raporu’dur. Bu rapor için “ucube” dememiz boşuna değil. Ve bir de iddiamız var: Bu maden şirketinin faaliyete geçmesi durumunda yaşayacağımız çevre felaketini düşündüğümüzde, bu ÇED Raporu’nun tüm Gediz Havzası için bir “idam fermanı” anlamına geleceğini iddia ediyoruz.

Gediz Havzası için "idam fermanı" anlamını taşıyan bir başka olay da, “esrarengiz mektup” olayı ile tanımlanabilir. Bu olay, dünyada hiç bir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen sülfürik asit liç yöntemiyle nikel ayrıştırmasına neden AKP Hükümeti’nce izin verildiğini ve dünyanın hiçbir ülkesinde çalışma ruhsatı verilmeyen bir şirkete neden AKP Hükümeti’nin ruhsat verdiğini de açıklayacak niteliktedir.

Tıklayınız: Esrarengiz mektup

 

 
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 


   



0 Yorum - Yorum Yaz

Bekleyişin ötesinde


image name
Bekleyişin ötesinde...
Hırs, öfke ve kin kokuyor yaşamın ringi. 
Dövüşmenin kuralı yok! 
Herşey serbest! 
Yakın temas ya da uzaktan kroşe yumruk...
Zenci ya da beyaz, iki insan dövüşür. 
Ayakta kalansa: yaşam!
Ölümün adı: “şike” olsun!
 
Cani ruhlu, yakışıklı bir delikanlıdır hırs. 
Senaryolaştırılmış yaşamlar, ringin mavi köşesinde kan kusar kovalara. 
Tere boğulur hırs! 
Yorgunluğun hipotenüsü! 

O an anlarız: 
Hırsla ulaşılan zirvede, ancak ölümle biter mola!
Teslimiyetin soğuk nefesi
hep peşindedir onursuz yaşamın!
Zirveye ulaşmanın adı: “yaşamın bedeli” olsun!

Bekleyişin ötesinde...
Duvarlar kadar soğuk, gecekondular kadar yoksuldur gece. 
Umut derseniz, hep rötarlı tren seferleri... 
Özlem ise; yoksul mahallelerin umut çocuğu...
Bekleyişin adı: “umut” olsun! 
Barışın ikiz kardeşi!...  
 
Siyahtı-beyazdı derken, yaşamın griye dönüştüğü anda eleştiri süzgecinden geçer yaşam. 

Bilinmezliğin ötesinde çıkılan o yaşam ringinde bekleyen tek olgu ise: 
10’a kadar saymaktır sadece. 
Kurallar derseniz, vicdan tayin etsin. 
Kazananın adı: “insanlık” olsun!
 
Bekleyişin ötesinde... 
Yaşamın zirvesinde...
 

Bir üçlü saçayağı gibidir yaşam: 
İnanç, dürüstlük ve onur...
Ve ağır ağır çıkacaksınız onur merdivenlerinden. 
Dudaklarınızda masmavi bir ışık türküsüyle...

Sonrası?
Sonrası zirvenin adı: 
Meditasyon... Ermek... Ya da Nirvana!
Sonrası?
Sonrası, “insan olmanın adı” olsun!
Ölüm bile aciz kalsın yanında!
,
Çünkü, erdem olacaktır zirvedeki tek rüzgar!
Zayıfsan savurur, güçlüysen kucaklar!..




0 Yorum - Yorum Yaz

Zaman bekleyişe emanet


“Alışkanlık” ve “süreklilik”, sevginin ruhsal ırmağının büyülü sözcükleri. İçimiz kıpır kıpır olur, bir lav çağlayanı akar gider özlenene doğru... 

Sevginin aktif gücü, sürekli oluşundandır belki de. 
Karşımızdakine gönderdiğimiz sıcaklık kadar, güvenli bir huzur da sunar bu süreklilik. 
Bir başka sıcaklık da yüreklerinize yansır. 
Sürekli olmasa da, bir “alışkanlık” diye iz bırakmıştır geride. 
Belki de avuçlarımıza bırakmıştır sıcaklığını... 

Geride bırakılan zamanın tortusu ise, yitirilmiş sevgiler adına adeta kavurmuş gibidir yürekleri. Geleceğe dair umutlu bekleyiş, tek tesellimiz! 

Umut ve özlemlerimiz, bugüne dek çocukluk günleri ateşiyle kavurdu hep yürekleri.
Esmer günler ve sarışın gecelere, beyaz sabahlar ve mavi akşamlara gömdük çığlıklarımızı. 
Düş kırıklıkları ise, yüreklerde bıraktı acı ve kekremsi tadını. 

Gelen günlerse, umudun sevincini ve bir de sevdayı yedeğine almış gibi görünür hep uzaktan...

Ve zaman ise, elimizde değil! 
Hep bizim dışımızda! 
Şu günlerde hele! 
Ne sorsak yanıt vermez gibidir hep. 
Hem sağır, hem de dilsiz gibidir zaman. 
Dili ve kulağı olsa da, sorsa ve dinlese! 

Elbet vereceğiz yanıtını: 
“Tarih neden uykulu şimdi?”
"Neden hep ağır ilerliyor böyle?”
"Günler neden hep böyle karanlık, acılı ve ağır?”

“Aydınlık neden hep böyle tutsak?” 
Ve “Niçin bu kadar kalındır karanlığın zırhı?”
Yanıtını vereceğiz elbet. 


Ama zaman, yine de akıp gidiyor bir yandan. 
Çünkü, ayrıca su gibi de zaman. 
Nice yaşamları da sel gibi alıp götüren bir akarsu. 
Geçip gidiyor işte zaman, ardına bile bakmadan...

Umut ise; dün giden günün sırtındaydı, yarın ise gelen günün yelesinde olacak!
Bekleyiş; bir ömür tutsa da!

Zaman; hep bekleyişe emanet. 
Ve karanlığın tutsağında...





0 Yorum - Yorum Yaz
DEYİMDEN GERÇEĞE
 

Bazı deyimler vardır ki; bulundukları yöreye ve bölgeye, ülkeye göre oldukça derin ve bir o kadar da ilginç bir anlam taşır. Kimi deyimlerin ise kendi başına bir anlam taşımaktan da öte, öyküleri bile yer alır. 

Deyimler hakkındaki bir başka gerçek de, ortaya çıktığı anda mutlaka bir gereksinme duyulması nedeniyle üretilmiş olmasıdır. 

Bugün bile dilimize yerleşmiş olan pek çok deyim, kendisine duyulan gereksinim sonucu üretilmiş ve belirli bir tarihsel sürece ilişkin insanların veya toplumların davranışlarını anlatan bir içeriğe sahip olduğunu yansıtır. 

Günümüzde dilimize yerleşmiş, günlük hayatımızda hemen her zaman ama bilinçli, ama bilmeden ve kimi zaman da salt bir alışkanlık gereği farkında olmadan kullandığımız  pek çok deyim var Türkçemizde. Ve bu deyimlerden pek çoğu Turgutlu’da da kullanılıyor.

Deyimlerle ilgili bir başka ayrıntı ise,
her birinin de belirli bir tarihsel sürece ve o sürecin özelliğine göre üretilmiş olmaları. Bunun yanı sıra bazı deyimler de vardır ki; salt bir bölgeye veya yöreye özgüdür. Orada doğmuş, orada gelişmiştir ve sadece o yöre ve bölgede kullanılmaktadır.

Turgutlu’da da böyle yöresel deyimler var.
 Yani sadece Turgutlu’da kullanılan, Turgutlu’da doğmuş ve  Turgutlu’ya ait deyimler. Bu arada Anadolu halkının kullandığı pek çok deyim de yine Turgutlu halkının günlük diline yerleşmiş.

İşte bu deyimlerden biri ve ilçede en çok kullanılanı da, (günümüzde hala kullanıldığı için) “pabucunun dama atılması” veya “pabucunu dama atmak” deyimi.  

Bunun gibi daha pek çok deyim var, ama ortaya çıktığı tarihsel dönemin özelliklerini ve nasıl ortaya  çıktığını anlayabilmek bakımından, “pabucu dama atılmak” deyimini ele almak istiyorum. Bu deyimi seçmemim bir başka nedeni ise, bir öyküsünün olması. “Pabucu dama atılmak” deyimi, Osmanlı döneminde ortaya çıkmış bir deyim. Yaşı epeyce gerilere dayanıyor yani. 

Öyküsü ise şöyle:
Osmanlılar döneminde, eğer esnaftan biri işine kötü niyetle yaklaşırsa, işinde hile yapar, insanları aldatır veya kazıklarsa, meslek ahlakına aykırı davranışlarda bulunursa ya da loncasına aidatını ödemezse yargılanırmış. Bu yargılama da erenlerin ya da şeyhinin huzuruna çıkarılarak yapılırmış. Tabii bu huzura çıkış sırasında, yargılanacak kişi şeyhinin karşısına pabuçlarını çıkarıp, huzurunda bulunmayı karşısında diz çökerek yaparmış. Yargılama sonucunda o esnafın eğer suçu sabit görülürse, ceza olarak pabuçları kendi dükkanının damına atılır, gerekirse de kısa süreli ya da hep dükkanı kapalı tutulur, bazen de sanatından bile uzaklaştırılırmış. 

İşte, bugün artık fazla umursanılmayan, gözden düşen kişiler için kullanmakta olduğumuz  “pabucunun dama atılması” sözü, buradan gelmektedir...
 

 

Turgutlu'da "trampete gitmek" deyimi

Bir de bazı deyimler vardır ki; sadece bir yöreye özgüdür ve o yöreye aittir. Bu mahalli deyimler ülkenin başka hiçbir yerinde kullanılmazlar.

Turgutlu’nun da böyle bir deyimi var.
 Sadece Turgutlu’da doğmuş ve Turgutlu’ya ait olan bu deyim, Türkiye’nin başka hiçbir bölgesinde de kullanılmıyor. Ama geçmiş tarihlerde ve o dönemin koşullarının özgün yapısının yarattığı bir deyim olduğu için de, hayatın içinde koşullar değiştikçe kendisine duyulan ihtiyaç da yavaş yavaş azaldığından, kullanılmaya kullanılmaya unutulup gitmiş. 


Bu söz konusu deyim de “trampete gitmek” deyimi. 1960’lı yıllara kadar kullanılmış bu deyim. Ve oldukça da ilginç bir öyküsü var. Ve bu öyküden doğan bu deyimin, az önce örneğini verdiğimiz “pabucu dama atılmak” deyiminde olduğu gibi, açıklayacağı bazı gerçekler var.

İşgalci Yunan askerleri tarafından kaçarken yakılan ve adeta küle dönüşen Turgutlu’da, kurtuluştan sonra yeniden inşa edilme ve yapılandırma sürecinde, amaç insanların iskan edilmesi olduğundan, şehrin yapılandırılmasında en çok bu konu ön planda tutulmuş. Zaten var olan koşullar da bunu gerektiriyor ve bu olay öne çıkıyor. 

Bu yeniden yapılandırma sırasında bir “şehir mezarlığı” ise çok fazla önemsenmiyor. Nedeni ise; şehrin adeta her yerinin bir mezarlığa çevrilmiş duruma gelmesi. Örneğin; bugünkü Devlet Hastanesi’nin bulunduğu yerin çok eskilerden bir mezarlık olduğu biliniyor. Ayrıca şimdi vatandaşların “Ortapark” dedikleri Atatürk Parkı da, park olarak kullanılmadan çok önceleri bir  mezarlıkmış ve ilçenin bazı yaşlılarının söyledikleri gibi, parkın karşısında bugün Belediye yeni hizmet  binasının bulunduğu, bir zamanlar sinema olan ve çok önceleri de vatandaşlar arasında “eski garaj” olarak bilinen bölümün de bir mezarlık olduğu ileri sürülür. Tabii başka örnekler de sayabilmek mümkün. 

Geçmişte Türk ve Müslümanlar ile gayrı-müslim olanların ilçede bir arada yaşadıkları dönemlerde, birbirinden farklı dil, din ve ırk farkları olmasına karşın, bu insanlar günlük yaşamı ve bu yaşamın bir gerekliliği olarak kültürel, ekonomik ve sosyal olarak hayatı her ne kadar paylaşsalar da, iş mezarlıklara geldiğinde, burada ayrı ayrı mezarlıklar söz konusu oluyor. Çünkü defin işleri mutlaka dini tören gerektirdiğinden ve cenaze törenleri de her dinin kendi inancı ve kurallarına göre, her kültürün kendi töresi ve geleneklerine göre yapılması gerektiğinden, o günkü tarihi koşullarda ayrı mezarlık ihtiyaçları doğmuş. Bu nedenle ilçemizdeki yaşlıların şehrin bazı yerlerinde, özellikle de en merkezi kesimlerde hep “gavur mezarlığı” olarak  adlandırdıkları bazı mezar yerlerinden söz edildiğini duyanlar olmuştur mutlaka.

Kurtuluş  savaşından sonraysa, işgalcilerin şehri yangın yerine çevirmesi ve gerçekleştirdiği katliamlar sonrası, yeni yeni mezarlıklara ihtiyaç doğmuş. Bazı cesetlerin toplu olarak gömülüp, orasının hemen bir mezarlığa çevrildiğini anlatanlar da oldu araştırmalarım sırasında. 

Ancak, şehrin yeniden inşası sırasında ise, ilçe henüz bir şehir mezarlığından yoksun durumdaymış. Daha doğrusu, var olan mezarlık ihtiyaca cevap veremeyecek durumdaymış. Vatandaşların bu ihtiyaçları uzun süre giderilemeyince, ilk etapta uygun bir çözüm bulunmuş. 

Bazı vatandaşlar, çok önceleri de yapıldığını bildikleri bir yola başvurup, vefat eden aile büyüklerini veya yakınlarını, oturdukları evin bahçesine yaptırdıkları özel bir bölüme gömmeyi tercih etmişler. Bu çözüm bir süre ilçe halkı içinde kabul görmüş olmalı ki, bu yolu izleyenler çoğalmış. Hatta uygun bahçeye sahip olamayan vatandaşlar ise, evlerinin balkonuna bile mezarlıklar yaptırmışlar. Bu çözüm ve davranış, o zaman kimi insanlar için sempatik bile görünmüş. Çünkü böylece sevdiklerinden ayrılmadıklarını da düşünüyorlarmış. 

Bugün bile ilçemizin birkaç sokağında, birkaç evin balkonunda bu tür birkaç mezarlık bulabilmek mümkün. Ama bu evlerin bahçelerinde bulunan bazı mezar yerleri, aradan geçen uzun zamandan sonra ev sahibinin değişmesi veya yeni neslin geçmişte insanların ilçede duydukları gereksinimi giderebilmek için bu tür çözümlere yöneldiğini bilmemeleri nedeniyle, çok ilginç bazı sorunlara da yer açabilmiş. 

Örneğin; günümüzde evlerinin bahçesinde “türbe”ye benzer bu tür yapılar bulduklarını söyleyen pek çok kişi varken, ayrıca bu yapıların birer “yatır” olduğunu savunanlara da rastlanılabiliyor...

Burada anlattığım bu olaylar, özellikle bazı kesimler veya içinde kim bilir hangi niyetler taşıdığı bilinmeyen kimseler, bunun dışında da bazı zihniyet sahipleri için Turgutlu’ya gerçekten de “yatır”lar ve “türbe”ler  kazandırabilmiş (?) midir bilemem ama, araştırmalarımın ışığında ulaştığım tek gerçek; ilçede yaşanan bu durumun, uzun yıllar sonra ilçeye bir “mezarlık” ve beraberinde de “mahalli bir deyim” kazandırdığı oldu. 

Hayırsever bir vatandaşın arsasını Belediye’ye bağışlaması sonucu Turgutlu bugünkü şehir mezarlığına kavuşabilmiş. Ve işte bu hayırsever vatandaşın ilçe halkı için yaptığı bu bağış da hem Turgutlu’ya, hem de Anadolu folklörüne ilginç, insanı gülümseten ve sevimli bir deyim kazandırmış. “Trampete gitmek” deyimi, işte bu gelişmelerle birlikte Turgutlu’da doğan “mahalli” bir deyim.  

Öyküsü de bir hayli ilginç.
Filibe’den gelerek 1911-1912 yılları arasında Türkiye’ye göç edip Turgutlu’ya yerleşen İsmail oğlu Hasan Efendi, ilçede diğer muhacirler gibi yerel dilde “macır” denilen göçmenler arasında yerini alır. Ancak bir süre sonra “Filibeli Hasan Efendi” olarak değil de ilçede “Trampet Hasan” lakabıyla anılmaya başlar. Bunun nedeni de, askerliği sırasında trampet çaldığı için arkadaşları arasında “Trampet Hasan” diye anılmasıdır.

Çalışkan, dürüst, faziletli, hayırsever bir iş adamı ve örnek bir meyve yetiştiricisi olan Hasan Efendi, ilçede yaşanan mezar yeri sıkıntısının giderilebilmesi için sorumluluk duyar ve 1945-1947 yılları arasında büyük bir tarlasını mezarlık yapılmak üzere Belediye’ye hibe eder. 

Bu hibe, halk üzerinde büyük memnunluk uyandırmış. Çünkü ilçe halkı açısından önemli bir sorun çözümlenmiş. Bundan sonra da, ölümlerle ilgili yaşanan acıyı birbirlerine alıştıra alıştıra söyleme ihtiyacı duyan ilçe halkı tarafından,
hem Hasan Efendi’nin yaptığı hizmeti sıklıkla anmak, hem de mezara götürülenlerin bir nevi acısını paylaşabilmek için, ölenlerin toprağa verilmesi olaylarını anlatırken, bu konular için biraz da mizahi bir deyim keşfetmiş. 

Halk tarafından “Duydunuz mu, filanca ölmüş” gibi sözler yerine, artık ilçede “trampete gitti”, "trampete götürüldü” sözleri yer almaya başlamış. Böylece, 1945’li yıllardan itibaren, vefat eden kişiler için “öldü” veya “mezara gömdük”, “toprağa verildi” deyimlerinin yerini, ilçede hem kulağa daha hoş geldiği, hem de acılı insanların acısını tazelemeyecek şekilde olduğu için üretilen “Trampet Hasan’ın tarlasına götürüldü”  deyimi esprili bir şekilde kullanılmaya başlanmış. 


1950 yılında vefat eden rahmetli Hasan Efendi de, sonuçta kendi toprağına, yani mahalli ifade ile “trampete gitti”. Ama yaptığı bağışla Turgutlu’nun hem bir sorununu çözdü, hem de Turgutlu’ya özgü mahalli bir deyim kazandırdı. 

Günümüzde artık kullanılmayan “trampete gitmek” deyimi, böylece Turgutlu’nun da Anadolu folklörüne kazandırdığı bir deyim oldu.


Meraklılar için bir not: 
Bu deyime ve sadece Turgutlu'da doğan ve bu yöreye ait olduğuna ilişkin bilgileri, ayrıca 1967 yılı basımı "Türk Folklor Araştırmaları" adlı Kültür Bakanlığı'nca çıkarılan derginin 214. sayısında bulabilmeniz mümkün.
 



0 Yorum - Yorum Yaz



Nasıl bir madencilik?


Karşı olduğumuz asıl konu nedir?

Halkımızın en çok kandırıldığı ve bizlerin de net şekilde ortaya koyup yanıt vermemiz gereken bir konu var: Çevrecilerin karşı çıktığı asıl şey nedir? Bu tepkili insanlar Türkiye’de madencilik yapılmasını mı istemiyorlar?

Yeraltı zenginliklerimizi yağmalamak için kolları sıvamış yerli veya yabancı maden şirketlerinin çevrecileri suçlamaya, dolayısıyla da halkımızı aldatmaya yönelik yürüttükleri en önemli propaganda malzemesi, “madenlerin yeraltı zenginliği anlamına geldiği, Türkiye’de madenlerin kıymetinin bilinmediği, çevrecilerin ise madencilik yapılmasının önüne geçmeye çalıştıkları, böylelikle yoksulluğun devamına neden oldukları” şeklindeki gülünç suçlamaları.

Oysa asıl konu, “Türkiye’de madencilik yapılsın mı, yapılmasın mı?” konusu değil. Konunun maden şirketleri tarafından buraya odaklanmaya çalışılması, halkın kafasını karıştırıp aklını çelmek için yapılan bir manevra ve bu amaçla konunun saptırılıp çarpıtılmasından başka bir şey değil. Çünkü asıl karşı çıkılan; Türkiye’de madencilik yapılması değil, uygulanmak istenen “vahşi madencilik” anlayışı ve bu anlayışa ortam yaratan ülkemizdeki madencilik yasasıdır.
Tıklayınız: TMMOB Madencilik Sektörü Sorunlar ve Çözüm Önerileri Raporu 

Nasıl bir madencilik anlayışı?

Bir madenin yeraltı zenginliği olduğunu bir ilkokul çocuğu bile bilir. Asıl önemli olan; bu zenginliğin kimler tarafından kullanılması gerektiği, hangi yöntemle elde edilip, nasıl değerlendirileceğinin doğru bilinmesi. Çevreciler ve yaşam savunucuları; insana ve çevreye saygısı olmayan, doğal güzelliklerimizi ve tarihi zenginliğimizi tahrip ve talan eden, dolayısıyla “vahşi madencilik” olarak tanımlanabilecek böylesi bir madencilik anlayışının karşısındadır. Ama insana ve çevreye saygılı, doğal güzelliklerimiz ve tarihi zenginliğimizi koruyan bir madenciliğin yanındadır.

Tıklayınız:  Madenlerimiz üzerindeki kara bulutlar

Peki, böylesi bir sistemde çevreye ve insana dost ve saygılı bir madencilik mümkün mü? Maalesef bütün bu manzaraya neden olan ve bu ortamı yaratan bu iktidar döneminde böyle bir madencilik uygulanmasının olanağı görülmüyor. Bu nedenle tüm çevrecilerin ve yaşam savunucularının mücadelelerini sürdürüp, daha geniş boyuta taşımaları, bir ileri aşamaya götürmeleri dışında bir başka seçenekleri kalmıyor. Çünkü yaşanan tüm gerçekler kafalara vura vura bir şeyi daha öğretiyor: Vahşi kapitalizmin madencilik anlayışı da vahşi madenciliktir!

Doğa bize söylüyor

Dolayısıyla maden ve madencilik ile ilgili bu soruyu alternatif madencilik anlayışını da vurgulayacak şekilde “çevreci bir üslup” ile yanıtlayabilmek adına şöyle bir açılım ortaya koymak güzel olmaz mı?

Maden denilen şey; bir yer altı zenginliğidir, ama doğanın kendisi tarafından üretilen, bizzat doğa tarafından insanlığa bir armağan olarak sunulmuş bir cevherdir. Bir bölgede veya ülkedeki cevherin taşıdığı anlam, bu toprakları kendilerine vatan edinebilmiş insanların, bu nedenle doğa tarafından böyle bir zenginlik ile ödüllendirilmesidir. Dolayısıyla bir ülkedeki cevher, bu toprakların gerçek sahibi olan halk için bu nedenle doğa tarafından sunulmuş bir armağan, gelecek nesilleri için de doğa tarafından bu anlamda sunulmuş bir sermayedir. Dolayısıyla bu cevherin ve zenginliğin, gerçek sahibi olan halka kazandırılması gerekli.

Ama bu cevheri insanlığa bir zenginlik diye sunan, bir sermaye diye armağan eden doğanın dilinden eğer anlıyorsak, bize sunulan bu armağanın hangi şekilde elde edilip, nasıl değerlendirileceğini de doğru bilmek zorundayız. Asıl önemli olan; yeraltındaki bu cevherin bir sermaye veya zenginlik olduğunun bilinmesi değil, ona nasıl ulaşılabileceği konusu. 

Eğer doğanın dilinden biraz anlıyorsak, “vahşi madencilik” yüzünden bugüne kadar yaşadığımız ve karşı karşıya kaldığımız çevresel felaketler aracılığı ile aslında doğa bize şunu söylemektedir: 

“Bu cevher, çağlardan beri şefkatli bir ana gibi bağrında taşıdığı tüm canlıları besleyip barındıran TABİAT ANA tarafından en değerli canlı varlık olan insanoğlu için birarmağan diye sunulmuş, yaşadığı toprakları kanlarıyla sulayarak vatana dönüştüren halkların geleceği için ‘bir de sermayeleri olsun’ diye üretilmiş bir zenginliktir. Bu nedenle insanoğlunun bu armağan ve zenginliğe taşıdığı bu anlama uygun şekilde ulaşması gerekir. Eğer insanoğlu bu cevhere insan gibi ulaşmayı hâlâ öğrenemediyse, etrafını tahrip etmeden, topraklarının kıymetini bilmeden, kendi nesline ve diğer canlılara zarar vermeden, tabiat ananın canını yakmadan bu zenginliği elde etmeyi hâlâ beceremiyorsa, o zaman insanoğlu böyle bir zenginliği elde etmeye, bu cevhere ulaşmaya, bu armağana kavuşmaya da hâlâ layık bir hale gelememiş demektir. O halde bırakın bu cevher olduğu yerde kalsın, insanoğlu bu armağana insan gibi ulaşacağı, böyle bir zenginliği elde etmeye layık olacağı düzeye gelinceye kadar, toprağın altında, gelecek nesiller için en karanlık günlerinde kendilerine ışık ve umut olabilecek bir sermaye olarak beklemeye devam etsin!”

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Lidya'nın dramı ve Krezus


Lidya için Milattan Önceki dönemlerde Ege’deki en uygar krallık olduğunu söylenebilir. Öyle ki, Lidya Uygarlığı hem Ege, hem de Anadolu için bir kazanç bile olmuş. Uygarlığın kelime anlamında da en güzel örneklerini verdiğini söyleyebileceğimiz bir uygarlık da olan Lidya uygarlığı, bir yönüyle de Sümer uygarlığı gibi, insanlık açısından önemli bazı adımlar atan ve aynı zamanda barışçı bir tavrı olan uygarlık olarak gösterilebiliyor.

Ya da Mezopotamya için Sümerler nasılsa, Lidya uygarlığı da Ege (hatta Anadolu) için önemli bir uygarlıktır. 
Örneğin; tarihte ilk parayı basan Lidyalılar olmuştur. Ve Ege'nin en önemli 2 şehri İzmir ile Manisa'yı ilk kuran da Lidya Kralı Tantalos’tur..

Tarihe adanan bir yol

Ünlü Fransız tarihçi Andre Ribard, Lidya uygarlığını şöyle anlatır“Lidya en zengin altın madenlerine sahipti ve bu sayede önemli bir ekonomik merkez de oldu.”

Anadolu’dan “Küçük Asya” diye söz eden Andre Ribard, şöyle devam eder: “Lidya, Küçük Asya’da İonya-Mısır ve Fırat arasındaki yol kavşağında faal bir devletti. Lidya Kralı Gyges zamanında Sart’ta ilk para, altın ve gümüş sikkeler şeklinde ortaya çikti. Bu paranın kullanılması, ödemeleri özellikle kolaylaştırdı ve alış verişi hızlandırdı. Bu yenilik Lidya’nın refahının artmasına yardım etti.” (Andre Ribard - İnsanlığın Tarihi, Cilt: 1, Sf: 92)

Lidya, bu nedenle ticarete ağırlık veren bir uygarlık oldu. Bölgenin bir ticaret merkezi olmasına hizmet için de, ünlü “Kral Yolu” (diğer adıyla Kervan Yolu) yapıldı. Bu nedenle de yöremizin en eski ve tarihin en uygar krallıklarından olan Lidya UygarlığıEge için gerçekten de çok büyük bir kazanç olmuştu... Ne var ki, bu görkemli uygarlığın sonu ise çok hazin!

Lidya'nın dramı ve Krezus

Lidyabir ticaret ve ekonomi merkezi halini almıştı. Altın madenleri yüzünden de en zengin krallıktı. Örneğin; halk arasında Lidya eserleri “Karun Hazineleri” olarak bilinir.Krallığın bu durumu, bazı imparatorlukların dikkatini çekip, gözünü buraya çevirmesine de neden oluyor. Lidya Kralı Krezüs’ün zamanında krallığın yaşadığı görkem, özellikle Pers Krallığının iştahını kabartıp, gözlerini kamaştırıyor. Çünkü Pers Krallığıo dönemde oldukça çalkantılı bir dönemden geçmektedir ve bu yüzden Lidya’nın altın madenlerini eline geçirirse, bunun kendi bunalımına bir çare olabileceğini düşünmektedir

Nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduğunu sezinleyen Lidya Kralı Krezüs ise, Perslerinbu çalkantılı dönem içinde olmalarından yarar sağlayabileceği düşüncesiyle Savaşı göze alır. Hattuşaş dolayında yapılan ilk savaşta iki taraf da birbirlerine üstünlük sağ-layamıyor.Krezüssavaşa savaşa başkent Sart’a kadar çekiliyor. M.Ö. 546’da yaşanan bu olayda, Sart şehri 14 gün dayandıktan sonra Perslere teslim oluyor.

Lidya Kralı Krezüs ise, bu yenilgi üzerine, görkemli saltanat yıllarının ardından tutsak olmayı gururuna yediremez ve intiharı düşünür. Bir odun yığını üzerinde yakılarak ölmeyi ister. Ancak, Pers Kralı Kiros, onu sarayına alır ve Krezüs, bundan sonra orada yaşar

Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ise, bu olayı anlatırken, Perslerin ateşe taptıklarını ve bu nedenle Krezüs’ü ateşe atmadıklarını, Krezüs’e böyle bir ölümü reva görmediklerini anlatır. (Halikarnas Balıkçısı - Anadolu Efsaneleri)

Pek çok efsaneye konu edilen Lidya Kralı Krezüs’ün tutsak olduktan sonraki yaşamı, görkemini kaybettiğinden olsa gerek, efsanelere yaraşir görülmemiş olacak ki, mezarının nerede olduğu bile bugün kesin olarak bilinmemektedir. Bir odun yığınında intihara hazırlanırken, ailesi ile birlikte tutsak edilen Krezüs’ün, Pers Kralı Kiros tarafından İran’a götürüldüğü ve 22 yıl tutsak kaldıktan sonra burada öldügü söylentileri yer almaktadır.

Lidyalılar’dan sonra, yöremiz bir dönem Persler’in egemenliğinde kalır ve Pers Kralı KirosLidya’nın başkenti Sart’a yerleşerek burayı bir dönem Satraplık merkezi yapar. M.Ö. 334’te ise Sart, Persler’den Büyük İskenderin, onun ölümünden sonra da Selevkoslar’ın egemenliğinde kalır ve M.Ö. 180’de de Pergamon Krallığı buraya yerleşir. M.Ö. 130’dan itibaren de Roma İmparatorluğu’nun egemenliği başlar. Milattan sonra (M.S.) ise, en geniş konumuna ulaşan şehir, bu dönemde Bizanslıların elindedir ve bir piskoposluk bölgesi haline getirilir...


Tıklayınız:    Uygarlıkların anası Ege



Salihli yakınlarındaki Lidya uygarlığının başkenti Sard'da bulunan Artemis tapınağı

Tıklayınız: Bizans ve Anadolu




0 Yorum - Yorum Yaz
Davos'un bedeli!

Davos'un bedeli mi?

Suriye
sınırındaki mayınların temizlenmesi ve arazinin, temizleyecek olan şirkete yap-işlet-devret modeliyle verilmesini öngören yasa tasarısıyla ilgili uzlaşma arayışları sürüyor.

Demek ki, efendisi Amerika, Davos’ta yaptığı shovdan sonra Erdoğan’ın kulağını fena halde çekmiş. Şimdi de bedel ödetiliyor: Türkiye’nin mayınları temizletilecek bilmem kaç dönümlük toprağı İsrail’e verilsinmiş!

Erdoğan
, yerel seçimler öncesi kamuoyuna “güçlü lider” mesajı verecek bir shov yapmaya kalkışmıştı Davos’ta. Bunun bir shov olduğunun pek çoğumuz farkındaydık zaten. Ayrıca bunun bedelinin ağır olacağını da biliyor ve bekliyorduk "bakalım Erdoğan’ın özürü nasıl olacak?" diye. Erdoğan şimdi özür dilemek için topraklarımızı İsrail’e verecek kadar gözü döndüyse, demek ki efendisi Amerika fena halde kulağını çekmiş olmalı. 

Bu durumda, Erdoğan'ın özürü kabahatinden de büyük olacak!

 

Davos olayı senaryo muydu?

Veya demek ki İsrail’e önceden bu konuda verilmiş bir söz var
Başbakan’ın: “Geçmişte faşizan uygulamalar oldu, azınlıklar ülkeden kaçırıldı” sözleri de açıkça mayın temizleme işinin İsraillilere verilmesine karşı çıkanları susturmaya yönelik bir lafebeliği. Eğer verilmiş söz olmasa Başbakan böyle bir çıkışı neden yapsın? 
Başbakan Erdoğan'ın kendisi, çok değil geçen yıl Ağustos ayında özbeöz Türk olduğu halde önce Fazıl Say’ı, sonra da Hürriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun’u ülkeden kovarken, ne kadar demokrat olduğunu mu gösteriyordu, yoksa içindeki faşizanlığı mı?

İhale konusunda İsrail’e söz verildiğinin ikinci belirtisi ise İsrail Büyükelçisi Gabby Levy’nin Urfa’ya giderek “İsrail topraklarınıza el koymak istemiyor. İsrail buraya sadece iş yapmak için gelmek istiyor” diye lobi yapması da düşünüldüğünde, diğer olasılık, Davos shovunun bir senaryo olduğu akla yakın görünüyor. Eh ortada bir senaryo varsa, herkese de uygun roller düşer tabii. Biz bu olaya yine de Davos’un bedeli demeyi daha doğru buluyoruz.
Ama yine de teslimiyetin bu kadarına da pes denmez mi?

Bakın, bir gazetede Urfa’nın Suruç ilçesinden bir köylü vatandaş ne demiş:  
“Mayınların cefasını çeken biziz, kullanma hakkı da bize aittir. Eğer Yahudilere verilirse akıbetimiz Filistin’e döner.”

 

Davos zaten bir tuzak mı?

Davos
’ta zaten Erdoğan’ın işi ne? 
Her yıl Ocak ayında İsveç’in Davos kasabasında yapılan ve “Davos Zirvesi” olarak da tanımlanan Dünya Ekonomik Forumu (DEF), emperyalist ülkelerce dünyanın diğer ülkeleri ve haklarının kaderleri üzerine çirkin pazarlıkların yapıldığı bir zirvedir. 

Basına yansıdığı kadarıyla, doların piyasalarda değer kaybı, yeni seçilen ABD Başkanı’na öneriler, Rusya nereye gidiyor, AB’nin geleceği, yeniden yapılanma için reformlar, AB’nin ABD’nin Ortadoğu politikalarından rahatsızlık duyması, Kıbrıs sorunu vb. başlıkların yanı sıra, bu yıl Emperyalist Davos Zirvesi’nin en önemli ve öncelikli gündemi, “terör ve terörizme karşı savaş” tartışmaları oldu. Bu bakımdan Davos zaten Erdoğan için bir tuzaktı. Çünkü Erdoğan'ın zayıflığının ne olduğu zaten dünyada biliniyor. Damarına basmak o kadar da zor değil...

Güya Başbakan Erdoğan, Davos Zirvesi’nde Filistinli din kardeşlerinin haklarını koruyabilmek adına İsrail’e kabadayılık yaptı . Peki şimdi ne yapıyor? Filistin’de soykırım yapmakla suçladığı ve eleştirdiği İsrail’e memleketinin topraklarını peşkeş çekmek için muhalefeti iknaya ve vatandaşı da kandırmaya çalışıyor.

 

Türkiye satılık mı?

"Türkiye satılık mı?" sorusunun cevabını, “hayır, değildir” diye verebilmemiz giderek zorlaşıyor. AKP Hükümeti’nin çıkardığı “yabancıların mülk edinmesini kolaylaştıran AB uyum yasaları” gereği, ülkemizin 81 ilinden 70'inde yabancılara toprak satışlarının yapıldığını kaç yıldır biliyoruz çünkü. Bu konudaki makalemi okumak için tıklayınız: Bir ülke nasıl satılır?

Askeri bölgeler de satılacak!
Ama "AB uyum yasaları" yutturmacası, sadece verimli tarım arazileri ve çeşitli illerdeki arsa vs tahsislerini içermiyor artık. 22 Temmuz seçimlerinden sonra AKP Hükümeti’nin yeni önergesiyle “askeri bölgeler ile özel güvenlik bölgelerinin de satışa çıkarılması” Adalet Komisyonu’nda ele alınmış, Genelkurmay’ın karşı çıkması üzerine de, rotüş yapılarak komisyondan geçirilmesi sağlanmıştı.

Askeri ve özel güvenlik bölgeleri bir ülkenin stratejik bölgeleri anlamına geliyorsa, bu nasıl bir satıştır o zaman?

 
"Ülkeyi pazarlamak" nedir?

Başbakan Erdoğan
’ın 14 Ekim 2006’da söylediği “Benim asli vazifem ülkemi yabancılara pazarlamaktır” sözlerini hala unutmadık. 
Unutmayacağız da. 
Unutanlara da hatırlatmaya devam edeceğiz…

      30 Mayıs 2009    

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Pegasus ve Bellerophone efsanesi




Eşen Çayı'nı takip edip güneye doğru yönelince Yakaköy ve Döğer köyleri arasındaki Tlos antik şehrine ulaşılır. Tlos kenti Xanthos, Pınara, Krafos ve Tlos kardeşlerden Tlos'un adına kurulmuş ve de zamanla Likyalıların altı en önemli kentinden birisi haline gelmiş.

Kaza ile avda kendi kardeşini öldüren genç ve yakışıklı  Bellerophon, ülkesini terk etmiş. Gittiği ülkenin Kralının karısı bu genç ve yakışıklı delikanlıya gelir gelmez aşık olmuş ama aşkına bir türlü karşılık bulamamış. Kralının karısı aynı zamanda Likya ülkesinin kralının kızı imiş. Kadın hırsından deliye dönmüş ve Bellerophon’u namusuna göz dikti diye kral kocasına şikayet etmiş. Ama Kral konuğu olan yabancıyı öldürmek istememiş. Eline Üstünde ölüm işaretleri olan bir mektup vererek Likya Başkentinin Kralı olan kayınpederine göndermiş.

Likya Kralı, damadının gönderdiği bu konuğu günlerce ağırlamış şenliklerle. Günler sonra damadından gelen mektubu da açıp okumuş. Mektupta olayı anlatan damadı, gencin öldürülmesi gerektiğini yazıyormuş. Ama Likya Kralı da evine gelen konuğu asla öldüremezmiş, yakışmazmış krallığına. 

Sonunda Likya Kralı, kendince güzel bir çözüm bulmuş soruna. Likya ülkesini uzun zamandır eden çok korkunç bir canavar varmış. Likya Kralı ağzından alevler saçan, aslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu bu korkunç canavarı öldürmesini istemiş Bellerophon’dan. Hiç bir şeyden habersiz olan genç Bellerophon da kendisine türlü ve saygı ve konukseverlik gösteren bu yaşlı kralı kıracak değil ya, tabii ki hemen kabul etmiş yaşlı Kralın kendisinden bu isteğini.

Bellerophon, gitmiş kahinlere danışmış önce. Kahinler de gence tapınağa gidip orada bir gece geçirmesini söyleyerek, Tanrılara da mutlaka adaklar adamasını tavsiye etmişler. Kendisine tavsiye edilenleri yapmış genç adam. Sonra da tapınakta uykuya dalmış.Tapınakta uyumakta olan bu yakışıklı ve genç Bellerophon'un güzelliğine hayran kalan Tanrıçalar, ona Pegasus’un gemini vermişler.

Bellerophon, elinde tanrıçaların verdiği gemle Pegasus’u aramaya koyulmuş hemen. En sonunda bir pınarın başında kanatlı beyaz at Pegasus’u görmüş. Gemi atın başına atmasıyla atın sırtına binmesi bir olmuş.BellerophonPegasus’la göklerden aşağı inerek korkunç canavar Şimera’ya saldırmış. Canavarla savaşı günlerce sürmüş. Bellerophon’un attığı okların kurşun uçları canavarın ağzından çıkan alevlerde eriyerek boğazını kapatmış ve canavar ölmüş. Likyabölgesi de Bellerophon’un bu kahramanlığı sayesinde canavardan kurtulmuş.

Likya Kralı bu kez de Amazonların üstüne göndermiş Bellerophon'u. Bu işi de başaran Bellerophon, kendisine bundan sonra da verilen daha bir çok güç işi yine büyük başarı ile tammamlamış. Bu süre içinde suçsuzluğu da anlaşılan genci, Likya Kralı küçük kızıyla evlendirmiş ve kendine damat yapmış... 

Kazandığı bütün bu başarılardan artık iyice başı dönen Bellerophon, bu başarılarını Pegasus'un sayesinde elde ettiğini de unutup, bir süre sonra Olimposlu Tanrıları bile küçük görmeye başlamış. Bu durum da Tanrıları çok kızdırmış.. 

Bellerophon, kendini "Tanrılaşmış" gibi görerek, ölümsüzlerin arasına karışmak istemiş. Bu duruma kızan Zeus da bir at sineği göndererek Pegasus’u sokmasını sağlamış. Canı yanan Pegasus da binicisi genci şahlanarak üstünden atmış. Göklerden yuvarlanan Bellerophon, çok kötü bir şekilde toprağa düşmüş, topal ve kör olmuş. Bir müddet bu şekilde yaşayan Bellerophon, sonunda kimselerden habersiz, sessizce kendi kendine ölmüş. Pegasus da tek başına Olimpos Dağına dönüp eski görevine devam etmiş, bundan sonra sırtına sadece perileri ve sanatçıları bindirmiş. 

Pegasus'un Türk mitolojisindeki adı Tulpar'dır. Farsça'daki ise Burak adıdır...





0 Yorum - Yorum Yaz


medusa

Malibu'da Kybele heykeli

Hiç bir mitolojide hiçbir tanrı Ana Tanrıça kadar çeşitli adlarda adlandırılmamıştır. Bu ad ve sıfat çokluğu Ana Tanrıçanın kaynağı Anadolu'da olmak üzere uluslar üstü bir nitelik kazandığını kanıtlamaya yeter. Kültepe tabletlerinde adına Kubaba olarak rastlanır, Lydia'da adı Kybebe, Phrygia'da Kybele olarak geçer, Hitit kaynaklarında Hepat diye adlandırılır. "Anadolu'nun en büyük tanrıçası" olarak da tanımlanabilecek Kybele'nin efsanedeki öyküsü ise kısaca şöyledir:

KybeleZeus'un rüyasında gördüğü ve kedisine hakim olamayacak kadar etkileyici bir varlıktır. Aslı tanrıça değildir. Çift cinsiyetlidir. Yani iki cinsi de etkisi altında tutabilecek kadar cazibelidir. Zeus'un rüyası gerçeğe döner ve Kybele ortaya çıkar. Zeus, Kybele'nin tehlikeli olduğunu bildiği için öldürülmesi taraftarıdır. Ama Afrodit ise böyle güzellikteki bir varlığın öldürülmesine asla izin vermez.  

Sonuçta Kybele'nin erkeklik organı hadım edilir, bu organ düştüğü yerden badem ağacı olur ve bu ağaç ilk mahsülde toprağa düşen meyvesinden bir erkek doğar. Bu doğar doğmaz keçiler arasında kalır ve kendini keçi sanar. Bir çiftçinin bunu fark etmesi üzerine çiftçi ona insan olduğunu söyler ve şart koşup kızıyla evlendirir. Bir süre sonra Kybele kendi parçası olan bu erkeği bulur ve kendi yanına almak ister ama çiftçi vermez. Kybele de hem çiftçiyi hem de kendi parçasını zehirler. Bu olayla KybeleAmazon kadınlarının temsili olmuştur.

Aslında, Akdeniz havzası, Asya ve kuzey ülkelerinde, anaerkil aile geleneğinin analık, üreme, dişilik simgesi olarak “Kybele’nin geçmişi İ.Ö. 6500–7000 yıllarına dayanıyor. Doğa tanrıçası olarak ilk simgesi olan kaba bir taş parçasına (Baitylos) tapınılırmış. Sonraki figürleri topraktan yapılmış, onu ayakta, oturur ya da uzanmış durumda gösterir, iri göğüs ve kalçalı, genellikle çıplak tasvirler. Bazı figürler çocuk doğurmasını betimleniyor; bu esnada yanında iki leoparla gösterildiği de oluyor. Bu leoparlar bazen çocuklarını, bazen sevgilisi Attis’i temsil ediyor.

Anadolu’daki varlığı “Kubaba” adıyla Hititler ve Hurrianlarla başlamış. Ama Tartışmalı olsa da, “Kybele” adının “Kubaba”dan evrimleştiği kabul ediliyor. Halkının kökeni belirlenemeyen, Trakya’dan Anadolu’ya geldikleri sanılan Frigya’da, bir dağa da verilen yeni adı ile bir kült oluşturuyor; üretken vahşi Doğa’yı temsil ediyor, genellikle, dağların doruklarında tapınılıyor.

Galatia’daki kültünün başlıca merkezi Pessinos’da ondan kehanetler alındığına inanılırdı. Pek çok tapınakları arasında en bilinenler Ida, Sipylos, Kyzikos ve Sardeis’dekiler. Afyon ve Eskişehir’de Frig tapınakları önünde, iki yanında yere uzanmış aslanlarla birlikteki Kybele heykelleri hala ayakta. Çocuk yapamayan kadınların bu heykellerin (gerek Tanrıça, gerek aslanların) üreme organlarına el sürme geleneği uzun zaman sürdürülmüş. Frig mitolojisinde, Tanrıça, Sangrion (Sakarya) ırmağına atılmış bebek Attis’i (Atys) buluyor; onu hem evlâd olarak bağrına basıyor, çocuk büyüdüktden sonra onu sevgilisi, eşi yapıyor. Monoteizmdeki Âdem’in kaburga kemiğinden “kadın”ın yaratılması inancının tersine, Ana Tanrıça erkeğini kendi buluyor. Üremede erkek etkisinin keşfedilmediği ilkel dönemlerde “doğurma, anne olma” olgusu bir mucize gibi görülmüş. İlkel toplumlarca doğumun bir simge ile tanrısallaştırılması, dolayısıyla “anaerkil düzen”in kurulması akla yakın.

Bu arada, özellikle Anadolu’da olmak üzere, Helenistik Dünyada, İ.Ö. XIII.-XI yüzyıllar arasına rastlayan Deniz Halklarının büyük göçü sonrasındaki toplum devinimlerine bir göz atarsak, Kybele’nin ana direklerinden birini oluşturduğu inanç sistemleri kaynaşmasının nedenlerini daha rahat görebiliriz. İlk kez Homeros’un Odysseia’sında adlarına rastlanan, Kuzey Karadeniz halkı Kimmerler İ.Ö.714’de Doğu Anadolu’daki Urartulara saldırıp onları dize getirdikten sonra Phrygia istikametine dönüp onların son kralı Midas’ı İ.Ö.676’da hezimete uğratırlar. Zaten perişan durumda olan Urartuların sonunu İskitler getirirler.

Orta Anadolu’daki fetret dönemini, İ.Ö. XIV. asırdan beri Mykenai kültürünün geleneklerini zayıflayarak olsa da taşıyan Lydia, Asurluların yardımı ile sona erdirip bir düzen getirmiş, egemenliğini hem Doğuya hem Batıya, Ege kıyılarına kadar genişletmiş; bu arada “Kybele” kült’üne de sahip çıkmıştır.

Ancak, Perslerin yükselen gücü karşısında çökmeye başlar. O arada Bithynia’lılar Trakya’dan Dardanel’i geçerek Çanakkale sahillerinde yerleşirler. Kökenleri bilinmeyen Mysia’lılar ve Kharia’lılar daha iç kısımlara ve güneye inerler. Lykia’lılar, Pamphylia’lılar, Kilikia’lılar Güneybatı ve Güneye yerleşirler; otokton (yerli) halklar üzerinde egemenlik kurarlar. Helenler, bu bölgesel egemenliklerin birçoğunu Troya Savaşından çıkan kahramanların kurduklarını iddia etmişlerdir. Troya Savaşını izleyen asırlar içinde de, Eolyalılar (Aeolia) ve İonyalılar Lesbos (Midilli), Samos (Sisam), Khios (Sakız), Miletos, Ephesos ve Smyrna (İzmir) üzerinde koloniler kurdular. İşte bu karmaşa arasında, Mısırdaki “Isis’in”, Suriye’deki “Atargatis”in, Perslerde Mithra’nın karşılığı olan Kybele’nin kültü de oradan oraya, kılık, işlev, isim tahrifatına uğrayarak savruldu.

Gaia, Rea, Demeter gibi Yunanlı, aşağıda göreceğimiz üzere, Maia, Ops, Céres gibi Romalı tanrıçalarla bir tutuldu. Dini, yalın ritüelleri ile Trakya ve Yunanistan’ın, daha çok geri kalmış iç bölgelerine yayıldı. İ.Ö.V. asırdan itibaren çoğalan tapınaklarına “Metrôon - Ana’nın Tapınağı” dendi. Yunanlıların Giriten alınma ana tanrıçası “Rhea” ile eş tutuldu.

Uzun süre Kybele kültünü muhafaza eden, ören yerinde “Metrôon”un hâlâ izleri bulunan Efes’de (Ephesos) sonradan onun işlevleri Artemis’e (Diana) yüklendi ve Ana Tanrıça olarak ona tapıldı ve onuruna Dünyanın 7 harikası arasında sayılan (Roma egemenliğinden sonra “Diana Mabedi” diye anılacak) tapınak (Artemision) inşa edildi. Saydığımız tüm bu tanrıçaların: bereketi, biyolojik döngüyü temsil etmeleri gibi bir ortak paydaları vardır. Yerine göre hırçınlığı, çoğu kez rind meşrepliği ile mitoslara en fazla konuk olan, düğünlerin, derneklerin, festivallerin kamberi Dionysos’da çok işlediğimiz üreme ve yaşam döngüsü ilkesini temsil eden pek çok başka erkek ilâhî varlık olduğu gibi…

Tıklayınız: Efsanelerin ana tanrıçası Kybele




0 Yorum - Yorum Yaz


ben insanoğluyum,
sonsuzluktur çizgim,
umut ve özgürlük ateşi
benimleyken.
oysa ölümlüyüm!
ama düşsel dünyamda
havalandığımda
ışık demetleriyle
Tanrı katının da bekçisiyim
düşleriyle Tanrıları bile
çıldırtan bir divaneyim!
ben kendimi yalnızca
düşlerle veririm ele!
tüm düşlerim,
büyüklüğüdür
asıl gerçeği
içinde taşıyan tarihimin.

Metin Sert

       İlyada destanı
       Odessa destanı
       Truva Savaşı
       Amazonlar efsanesi
       Kibele efsanesi
       Medusa efsanesi

Herhangi bir olayı, bir kişiyi ya da bir yeri betimlemekte, insanların dile getirebildiği en yüksek “yüceltme” şekli; “efsaneleştirmek”tir. Efsaneleştirmek; bir anlamda o şeye tanrısal bir değer katmak anlamındadır. Efsaneler, tarih öncesi çağlara dayanan öykülerdir. Tarih öncesi çağlarda, efsanelerin kahramanları ya tanrı ya da tanrı soyundan gelme kişiler olarak görülür ya da gösterilirken, doğa da tanrılık niteliğinde kişileştirilirdi.

Farsça kökenli olan “efsane” veya “fesane”; halkın gözünde, nakledenin hayal gücünde biçim değiştirerek olağanüstü niteliklerle donatılan hikâye anlamındadır. Efsane kelimesi, daha yaygın olarak ise edebiyatta; “az çok gerçek olan, gerçeğe dayanan geçmişteki bir olayın her türden olağanüstü (veya doğaüstü) anlatılışı” için kullanılır... Eski Yunancada, bugünkü anlamda mitolojiye köken olan “mythos” (mit) sözcüğü; masal, öykü ve efsane karşılığında kullanılırdı. Bu aynı zamanda da “gerçek olmayan” anlamındadır. Efsaneler veya mitler, doğa ve toplum olaylarının antik çağa özgü birer açıklanış biçimidir. Aynı zamanda bu olaylar karşısında antik çağ insanının davranışını da belirtir.

Felsefenin ortaya çıkısı öncesinde, insanların dünya görüşü daha çok bu eksen (efsane, destan, mitoloji vs.) etrafında gelişmişti. Felsefe ise, düşüncenin kişileştirerek kavradığı varlığı kavramlaştırmıştır. Bu nedenle; felsefin devreye girmesi ve bilimsel düşüncenin başlamasıyla birlikte mitler, efsaneler ve destanlar da ortadan kalkmıştır...Ama yine de ne olursa olsun, efsanelerin de zamanın akışı içinde insanların ihtiyaç duyması nedeniyle ortaya çıktığını düşünmek gerekir. Uygarlık tarihi boyunca insanlar nasıl masallar üretmiş, destanlar yaratıp yazmışsa, bu süreçte efsanelere de gerek duymuş demektir. Masalsız yapamayan, ama kahramanlık destanları da yaratan insanlar, yaşamda efsanesiz de kalmak istememiş. 

İnsanlar yaşamları boyunca hep hayallerinin ve umutlarının peşinden koşarlar. Bu hayaller ve umutlar için bazen bazı süslere ve renklere de gereksinim duyulur. Nasıl masallara ve destanlara gereksinim duyulmuşsa, bu nedenle efsanelere de gereksinim duyulmuş ki, uygarlık tarihi boyunca insanlar hemen her konuda, dünyanın hemen her yerinde, hemen her uygarlıkta efsaneler de üretmiş. Bu masallar, destanlar ve efsaneler kimi zaman insanlar için ilham kaynağı da olmuş. Masallarla hayal gücünü, destanlarla cesaretini ve efsanelerle de ilham kaynağını geliştiren insanlar, bir bakıma geliştirdiği bu donanımı sayesinde uygarlık tarihini de geliştirmiş, kimi zaman tarihin akışına da yön verebilmiş.

İlk çağlarda mağaralarda yaşayan insanlar, iki ayağı üzerinde doğrulup mağaradan çıkarak başlattığı o yürüyüşünü bugüne kadar sürdürüyor. Bu yürüyüşün güzergahı ise uygarlık tarihini gösteriyor. Ancak iki ayağı üzerinde doğrularak mağaradan çıkıp başlattığı o yürüyüşünü bugün uzaya kadar götürebildi. İlk çağlarda mağarada yaşayan insanoğlunun bugünkü kuşakları artık uzay mekiğinde de yaşıyor. Ortaçağda başlattığı coğrafi keşiflerini artık uzayın derinliklerine kadar taşıyarak sürdürüyor. Bu nedenle uygarlık tarihini geliştiren, tarihe yön veren insanlar nasıl masallar yazmış, destanlar yaratmış ise, bu hayatın akışı içinde demek ki efsanelere de gerek duymuştur...




0 Yorum - Yorum Yaz
Didim'deki Medusa heykeli
Didim'deki antik kent Apollon Tapınağı bahçesinde yer alan Medusa heykeli

Yılan saçlı kadın Medusa efsanesi

 medusa

Efsanelerin yılan saçlı kadını Medusa

Aydın'ın Didim ilçesinin bilinen en önemli sembollerinden biri olan Medusa, Yunan mitolojisinde ise yeraltı dünyasının dişi canavarı olan üç Gorgon'dan biridir. Bu üç kız kardeşten yalnızca yılan saçlı Medusa ölümlüdür ve kendisine bakanları taşa çevirme güçüne sahiptir. Bu nedenle Antik dönemde büyük yapıları ve özel yerleri kötülüklerden korumak için Medusa kabartmaları ve resimleri kullanılmıştır.

Didim'deki Apollo Tapınağı'nda da Medusa figürleri kullanılmak istenmiş. Ancak tapınağın inşaası bir türlü bitirilemediği için bir çok Medusa figürü yarım kalmış ve günümüze bu şekilde ulaşabilmiş. Yine de en güzel işlenmiş ve bugüne dek korunabilmiş Medusa figürlerinden birisi, Apollon Tapınağı bahçesi girişinde yer alıyor.

Medusa'nın hayatı hakkında mitolojide bir çok değişik söylenti bulunmaktadır. Ama bütün Medusa söylencelerinde ortak nokta; Medusa'nın Perseus tarafından başının kesilerek öldürüldüğü ve başının kesildiği sırada kanından Poseidon'dan olma çocukları Kanatlı at Pegasus ve Chrysaor doğduğu şeklindedir...

Hayata çok güzel bir kadın olarak başlayan Medusa, Yunan mitolojisinde gözlerine bakanı taşa çevirdiğine inanılan yılan saçlı, keskin dişli, dişi canavardır. Ama efsanede asıl en ilginç olan ayrıntılar, Medusa'nın bu şekilde bir canavara dönüşmesi ile ilgili gelişmeler...

Medusa, efsaneye göre hayata çok güzel saçlı bir kız olarak başladı. Öyle ki Güzellik Tanrıçası Athena onu çok kıskanmıştı. Hatta Poseidon'un da Medusa'nın güzelliği nedeniyle başı öylesine döner ki, Athena'nın tapınaklarından birinde ona zorla sahip olur. Kendi tapınağındaki böyle bir gelişme de, zaten Medusa'yı kıskanmakta olan Athena için son derece aşağılayıcı bir davranıştı. Sonrasında Medusa'yı cezalandırır.

Athena'nın güzel Medusa'yı cezalandırışı, biraz da kıskançlığının verdiği öfke nedeniyle Medusa'yı lanetleme şeklindedir. En çok kıskandığı Medusa'nın güzel saçları bu ceza nedeniyle birden yılana dönüşür. Medusa, biriyle iyi arkadaş olduğunda ise gözleri hemen beyazlaşır ve onu taş yapar. Ancak Perseus kafasını kestiğinde ölür. Perseus'un başını kestiği anda Medusa'nın Poseidon'dan olma çocukları Pegasus ve Chrysaor gövdesinden dışarı fırlarlar. Perseus, Medusa'nın kesik kafasını alır gider. Athena ise Medusa'nın derisini yüzüp Aegis'in markası yapar. İki damla kanını Kral Erichthonius'a hediye eder. Bu iki damla kandan biri öldürücü zehirdir, diğeri ise panzehirdir, tüm hastalıklara deva olmaktadır.

Kafası şu an Yerebetan Sarayı'nda saklanıyor.

 Sonraki yazı: Medusa'nın dramı




1 Yorum - Yorum Yaz

Efsanelerin uçan atı: Pegasus


Efsanelerin ünlü uçan atı olarak bilinen Pegasus, Yunan mitolojisinde "kanatlı at" anlamına gelir. Yılan saçlı Gorgon Medusa ile Denizler Tanrısı Poseidon'un oğlu ve dev Chrysaor'un da kardeşi olduğuna inanılır. Ayrıca Zeus'un oğlu Herkül'ün kardeşi olarak da bilinir. Perseus'un kafasını kesip öldürdüğü Medusa'nın kafasından veya toprağa sıçrayan kanlarından doğduğu şeklinde iki değişik söylence vardır. Rengi tamamen beyazdır ve uçmasına olanak veren iki büyük kanadı vardır. Uçarken havada koşan at gibi görünür. 

Şiirin esin perisi ya da şiirsel ilham

Pegasus genellikle "şiirsel ilham" ile özdeşleştirilir ve "şiirin esin perisi" diye de algılanır. Helicon Dağı'nda bulunan ve Musa'lara (veya Müzler) ilham verdiği sanılan Hippocrene pınarının Pegasus'un ayağıyla yere vurması sonucu ortaya çıktığına inanılır. Pegasus toynağıyla yere vurup dağdan yukarı havalandığı yerde bir su kaynağı bulunur, bunun da adı "İlham Kaynağı"dır. Musa'lar 12 ilham perisidir. Erato 9 ilham perileri'nden birisidir. Lirik şiirin, aşk şiirlerinin ve korolu şiirlerin ilham perisidir...

Mitolojiye göre doğumu ise şöylediir: Perseus'un başını kestiği anda Medusa'nın Poseidon'dan olma çocukları Pegasus ve Chtysaor gövdesinden dışarı fırlarlar. Perseus, Medusa'nın kesik kafasını alır gider. Athena ise Medusa'nın derisini yüzüp Aegis'in markası yapar. Athena bütün bu olanlar ile meşgul olurken, Medısa'nın karnından fırlayan Pegasus, uçarak Zeus'un Kaz Dağı'nda yaşayan peri kızlarının (Musa'lar) yanına gider. Daha doğar doğmaz yeryüzünden ayrılarak, doğrudan Tanrıların diyarı olan Olimpos Dağı'na uçan Pegasus, sonra da Zeus'un yıldırımlarını getirme görevini üstlenmiş. Pegasus dünya üstündeki son zamanlarını da yine Musa`ların yanında geçirmiş.

Bellerophon tarafından Athena'nın ona verdiği altın dizgin yardımıyla yakalandığı, Kimera ve Amazonlar ile olan çarpışmalarında da ona yardım ettiği söylenir. Pegasus'un Bellerohon'u üzerinden atma nedeni olarak, Zeus tarafından gönderilen dev bir at sineğinin ısırmasından ürkmesi de söylenceler arasındadır... 

Bellerophon ve Pegasus'un hikayesi

Likya ülkesini uzun zamandır eden çok korkunç bir canavar varmış. Likya kralı, ağzından alevler saçan, aslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu bu korkunç canavarı öldürmesini istemiş Bellerophon’dan. Hiç bir şeyden habersiz olan genç Bellorophon da kendisine türlü hürmet gösteren yaşlı kralı kıracak değil ya, kabul etmiş bu isteği. Gitmiş kahinlere danışmış önce. Kahinler de gence tapınağa gidip orada bir gece geçirmesini söyleyerek, Tanrılara da mutlaka adaklar adamasını tavsiye etmişler.

Tapınakta uyumakta olan genç ve yakışıklı Bellerophon'un güzelliğine dayanamayan Tanrıçalar da, ona Pegasus’un gemini vermişler. Bellerophon, elinde tanrıçaların verdiği gemle Pegasus’u aramaya koyulmuş hemen. En sonunda bir pınarın başında Pegasus’u görmüş. Gemi atın başına atmasıyla atın sırtına binmesi bir olmuş.

Bellerophon, Pegasus’la göklerden aşağı inerek korkunç canavar Şimera’ya saldırmış. Canavarla savaşı günlerce sürmüş. Bellerophon’un attığı okların kurşun uçları canavarın ağzından çıkan alevlerde eriyerek boğazını kapatmış ve canavar ölmüş. Likya bölgesi de Bellerohon sayesinde bu canavardan kurtulmuş...

Bellerophon, kendisine bundan sonra da verilen daha bir çok güç işi Pegasus sayesinde başarmış. Ama kazandığı başarılardan iyice başı döne Bellerophon, bir süre sonra kendini "Tanrılaşmış" gibi görerek, ölümsüzlerin arasına karışmak istemiş. Bu duruma kızan Zeus da bir at sineği göndererek Pegasus’u sokmasını sağlamış. Canı yanan Pegasus da Bellerohon’u şahlanarak üstünden atmış. Göklerden yere yuvarlanan Bellerohon, çok kötü bir şekilde toprağa düşüp, topal ve kör olmuş. Bir müddet bu şekilde yaşayan Bellerophon, sonunda kimselerden habersiz, sessizce kendi kendine ölmüş. Pegasus da tek başına Olimpos Dağı'na dönüp eski görevine devam etmiş, bundan sonra sırtına sadece peri kızlarını ve sanatçıları bindirmiş. Daha sonraları kendine eş olarak Euippe (ya da Ocyrrhoe)'yi aldığı ve kanatlı atların soyunu başlattığı da söylenir. 

Pegasus'un Türk mitolojisindendeki adı Tulpar'dır. Farsça'daki ise Burak adıdır...

 Tıklayınız » Pegasus ve Bellerophon Efsanesi




0 Yorum - Yorum Yaz

Hep o aynı film!

 

Aslında bu filmi de daha önce görmüştünüz!
Değil mi?

Yaşadığınız herşey bir sinema mı?
Yoksa hayatın gerçek seansları mı?

Örneğin; niçin her gün “acaba bugün de yeni bir kriz daha çıkar mı” gerilimi yaşamak zorundasınız? 

Haber programlarında, ekranda “son” yazısını görünce, neden  koltuklarımızdan öfkeyle kalkıyorsunuz? 

Ya da kabadayılık taslamak ile politika yapmayı bir türlü birbirinden ayıramayan, ikiyüzlülükleri ile küstahlıklarını hemen her fırsatta sergileyen bazı bakan ve vekillerinizin sorumsuzca ettiği laflar yüzünden neden her geçen gün biraz daha yoksullaşıyorsunuz?

 

Niçin hükümet temsilcilerinin zırt pırt yarattıkları krizlerden sonra, ekran karşısında “merak etmeyin hükümetimiz çok iyi yoldadır, zaten az önce de IMF bizi çok çok tebrik etti” sözlerini dinlemek için heyecanla beklemek zorunda kalıyorsunuz?
Böylece piyasalar biraz da olsa rahatlayacak diye teselli mi buluyorsunuz? 
Ardından yeni zamlar ve yeni gamlar mı geliyor sırada?
“Yalan”, zaten izlediğiniz en eski siyah-beyaz filmin adı...

Artık varlıkları bile ülke için başlı başına bir “kriz” olduğu anlaşılan, ağzından çıkanı kulağı duymayan bazı bakanlara neden katlanmak zorundasınız? 
Alternatifleri yok, tek başına iktidarlar diye mi?
Her yönüyle sadece sermaye düzeninin kuklaları olduğunu kanıtlayan, köylüye “gözünüzü toprak doyursun”, işçiye “sıfır zam” diyen, ardından da TİSK Başkanı Baydur’a şımarıkça “eksi zam bile olabilir” dedirten bu hükümetin kimliği, özellikle çalışan ve emeği ile geçinen insanlar için, laik, demokrat ve çağdaş kimlikler için başlı başına bir zulüm olmadı mı?

* * *

Hiçbiriniz de izlediğiniz filmin kahramanları olamadınız. 
Ne senaryoda bir iziniz var, ne yönetmensiniz, hatta ne de figüran.   
Hepsinde de IMF’in imzası var. 
Siz, izlemek için bu filmi senaryosu değişik diye seçmişsiniz sadece, o kadar...
Ama… Bir film mi izlediğiniz gerçekten? 
Yoksa hayatın gerçek seansları mı tüm bunlar?
Örneğin; demokrasiyi yaşıyor musunuz? 
Siyasetle filan bir ilginiz var mı? 
Yoksa 50 yıldır sizin adınıza hep başkalarının, ama aslında hep de aynı kafaların mı siyaset yapmasına izin vermişsiniz?
Meclis Televizyonu'nun biletsiz seyircileri misiniz sadece?
Peki, yeni bir kriz daha olmayacağının bir garantisi var mı?

* * *

Yaşadığınız gerçek hayatın seansları mı? Yoksa bir film mi izliyorsunuz?
“Film” diyorsanız,  daha önceleri de defalarca gördüğünüz bu gerilim filmini hala sessizce izlemek zorunda mısınız? Hala sessizce bu filmi izlemek bir zulüm olmuyor mu?
“Gerçek hayat” diyorsanız, siz bu hayatı mı seçtiniz? 
Bu hayata layık olduğunuzu mu düşünüyorsunuz

Ya da… Sadece “seyirci” gibi olmaktan artık vazgeçmeyi hiç düşünmüyor musunuz?
Her şeye razı mısınız, “yalan rüzgarları”nın savurduğu hayat böyle sadece gözlerinizin önünden değil, avuçlarınızın da içinden de kayıp gidiyorken?
En azından hayatı bir film gibi izlemek üzere oturduğunuz koltukta biraz kımıldayabilirsiniz. Böylece ya filmin senaryosunu, ya oyuncuların performansını ya da filmin sonunu beğenmediğinizi, daha önce de hep gördüğünüz bir filmi yeniden izlemek zorunda kalmaktan rahatsızlığınızı ifade etmiş olursunuz hiç olmazsa.
     
* * *

Aslında, bu film de çoktan bitti. 
Ama siz hala farkında değilsiniz.
Çünkü hayatı “bir film gibi” izlemek için sessiz ve kıpırtısız oturduğunuz koltuklarınızda uyuya kalmışsınız...
“Son” yazısını da belki bu yüzden kaçırdınız.

Ama yine de...
İyi uykular hepinize...
Öyle ya; vakit şimdi gece...




0 Yorum - Yorum Yaz

Pinokyolar diyarı


ugur mumcu

Bir çökmüş ülkede herkes cebinde pinokyosuyla dolaşır. 
Saymaya gerek yok yüzlerdeki maskeyi. 
Maskeli, mutlu yüzlerin altında ya ağlayan ya da sinsice hırlayan bir ifade gizli.
Herkes biyografisini anlatmaktan korkar ya da hep kısa metrajlı, makaslanmış filmler gibi aktarır. 

Eski liderinin hapse mahkum olduğu davadan sanık bir kişi. Hakkında pek çok yolsuzluk dosyası olan, şeriatçı eylemiyle mahkum olmuş ötekisi. 
Şimdi en tepede her ikisi. 
Birinin Başbakanlıktır, ötekinin Cumhurbaşkanlığı işi.
Onlar niye mi sanık değil? 
Efendim, onların dokunulmazlıkları var şimdi... 
Zaten eski liderini de affetti en tepedekisi...

Yoksa bu ülkede, her şey hep yalana mı endeksli? 
İktidarın takiyyeye mi dayanıyor her icraat ve de ifşaat şekli? 
Şimdiki devir; yalanın gerçeklerden, yanlışın doğrulardan, cehaletin akıldan ve bilgiden daha fazla prim yaptığı devir değil mi ki?
         
Hisse senetleri, dolarlar, toplu sözleşmeler hala bu ülke insanının alın yazısı gibi. 
Hala her yağmurda sel basar büyük şehirleri. 
Ceplerinde hep birer pinokyo ile, beyinlerinde de hep cüce fikirleriyle dolaşır bu ülke liderleri. Bir de çok sakardırlar. Pot kırmadıkları zamanlarda ise, kalp kırararlar. 
Ve mutlaka bulurlar kalbini kıracakları birilerini. İşçi yetmez, memur yetmez, emekli yetmez, bürokrat yetmez, yargı yetmez, profesör yetmez, asker yetmez, analar yetmez... 
"Gözünüzü toprak doyursun" diye azar bile işitir milletin efendisi. 
O da yetmez, "Anamız ağlıyor" diye şikayet edildiğinde, "Al lan ananı da git" denir.
"Ekonomide ciddi bir kriz yaşanıyor, ama adını koyamıyoruz" diye yakındığınızda, "Kriz varmış! Ne kirizi ya?" bile denilebilir, nasılsa adını koyamayıp tanım getiremediğiniz için. 
Ya da bu ülke için kaygıya kapılıp, "Ne olacak bu memleketin hali?" diye düşünür de, olup bitenden menuniyetsizliğinizi belli ederseniz, bu kez de yasadışı bir suç örgütü üyesi diye damga bile yiyebilirsiniz... Çünkü bu karanlığın yontucusuları ya şeytanın sağdıcı rolündedir, ya da  karanlığın bekçisi...

Korkulardan, cehaletten ya da ümitsizlikten... hep  "tanrısal değerler"e sığınmak zorunda kalır memleketin gerçek sahipleri... Azınlığın daima çoğunluğu temsil ettiği bu ülkede, aslında"bozuk düzen"dir tüm zamanların kesiştiği kader çizgisi... Çünkü, bir de felsefesi var bu bozuk düzenin bu diyarda: "Alnımıza böyle yazılmış, neylersin" gibi. Ya da "Haline bin şükret, Allah beterinden saklasın..." gibi...
 
Günler, her gün yeni bir yalana gülümser, iktidardakiler ertesi günün yeni yalanını hazırlar, herkes cebinde kendi pinokyosuyla dolaşırken, tuhaf bir dil konuşulur bu ülkede: Başbakanın vücut dili.
                    
Bu ülkede yaşama yön veren olgu; erdemli ve mertçe yaşamak değil, yalanlara tebessüm etme, yeni yalanlar için kredi açma, cehalete prim verme, umutları öteki dünyaya erteleme ve onursuzca bir teslimiyetin ta kendisi... Ve bu ülkede hayatı anlatan tek cümle: "İşler tıkırında şimdi!"

İşler yine tıkırında
Bir bayram kokusu havada
Düğün dernek kurulmuş
Oyunlar oynanıyor:
"Şen ola düğün şen ola!"
Duymuyor musunuz?

Kapılar tutulmuş,
Kazanlar kaynatılıyor
İşte yine karanlık olmuş!
Bilirim, bu hain el kimindir
İlahlar büyüyor bir yerlerde
Görmüyor musunuz?



Simavna kadısının oğlu Şeyh Bedrettin


Gediz HavzasıŞeyh Bedrettin’e göre “toprak işleyenindir” ve “bütün dinler kardeştir”. Şeyh Bedrettin,”arazi ortak, esbab ortak, akçe ortak, mal-mülk ortak, kadın istisna” der.

Şeyh Bedrettin’e göre; Tanrı’nın özüyle yaratılanlar birdir, aralarında varlık ve oluş bakımından bir fark yoktur. Tüm insanlar eşit doğmuştur ve eşit yaşama hakkına sahiptir. Dünya ve ahiret iki ayrı varlık değildir. Ölümden sonra dirilme olmadığı gibi, dünyanın dışında başka bir alem de yoktur. Cennet ve cehennem de birer kavram olmaktan öteye gitmez. Dünyada mutlu olan cennette, mutsuz olan cehennemde yaşıyor demektir.

Kuran’da geçen tüm kavramlar ve buyruklar, birer örnektir. Gerçek amaç; insanlara doğruyu ayrı ayrı nitelikleriyle anlatmaktır. Ruh da bedenden ayrı, bağımsız bir varlık değildir. Bedenle birlikte ruh da göçer gider. (Meydan Larousse, Cilt: 11, Sf: 343, 344)

Bütün manevi varlıklar, insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Gerçek olan insandır. Tüm dinler, aynı Tanrı tarafından gönderildiğine göre, kardeştir. Tüm dünya malları, insanların ortaklaşa yararlanması içindir. Yeryüzünde doğal sınırlar, senin benim diye gerçekten bölünmüş toprak parçaları yoktur. Bu yalnızca insanoğlunun zayıf nefsinin, obur ihtirasının, dizginlenemeyen egemenlik duygusu ve çılgınca bir sahip olma tutkusunun harekete geçirdiği yağmalama sonucu ortaya çıkmış bir durumdur. (Şeyh Bedrettin - Varidat

Şeyh Bedrettin’in düşünceleri kısa zamanda halk tarafından benimsenmeye başlanmıştı. Devlete ve var olan duruma tepkili olan halk tabakaları arasında geniş bir destek buldu, müritleri çoğaldı. “Bütün dinler kardeştir” söylemi nedeniyle, müritleri arasındaHıristiyan, Musevi ve Ermeniler de görüldü. 

Şeyh Bedrettin’in en güvendiği, yetişmiş iki müridi vardı: Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal.

Bu iki sadık mürit, Çelebi Mehmet’in Şeyh Bedrettin’in üzerine asker göndermesi üzerine Osmanlı’ya karşı bir direniş örgütlemeye koyuldu. Şeyh Bedrettin’in, en güvendiği müridi olanBörklüce Mustafa’ya sevgisini göstererek, bir keresinde “Dede Sultan” demesi, müritler gözünde onun Bedrettin’in kendinden sonraki “halefi” olarak belirlendiği izlenimi doğurmuştu.

Börklüce Mustafa, İzmir bölgesinde harekete geçerek, başkaldırıyı burada örgütlemişti. Torlak Kemal ise, Manisa yöresinde faaliyetini sürdürdü. Börklüce, bölgedeki yoksul halk tabakasının,Torlak ise alevi göçebelerin başındaydı.

Börklüce Mustafa, halkın vergi vermek istememesi üzerine Çelebi Mehmet’in gönderdiği Osmanlı ordusunu ilk savaşta 5 bin müridi ile Karaburun’da bozguna uğrattı. Halk kazanmanın sarhoşluğunu yaşarken, bu zafer Manisa ve yöresinde de büyük ses getirdi, Bedrettin’in düşüncelerinin yayılmasını sağladı.

Ancak, bir süre sonra Osmanlı ordusu ikinci kez Börklüce Mustafa’nın üzerine gönderildi. Bu kezki çatışma öncekinden çok daha sert oldu. Bu kez, kaybeden Börklüce Mustafa’ydı. Savaşı kazanan Osmanlı ordusu da çok acımazsız davrandı. Halk hareketini bastırırken, çok büyük kıyım yaptı. Şeyh Bedrettin yanlıları Selçuk’ta asıldı.

Osmanlı ordusu daha sonra da Manisa’ya doğru ilerledi. Şeyh Bedrettin’in en güvendiği diğer müridi Torlak Kemal, Börklüce’nin yenilgiye uğrayarak öldürülmesinin ardından kendisine katılan müritleri ile birlikte Osmanlı ordusuna karşı direnmeye çalıştı. 

Osmanlı tahtındaki Çelebi Mehmet’in üzerine gönderdiği oğlu Şehzade Murat (Fatih’in babası) ve Beyazıt Paşa’ya karşı Manisa yöresinde savaştı. Yenilgiye uğrayan Torlak Kemal, daha sonra Manisa’da asıldı...         

Böylece, Şeyh Bedrettin’in önderliğinde, müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in başlattığı halk hareketini bastıran Çelebi Mehmet, bir süre sonra Şeyh Bedrettin’i de ele geçirdi.  Ve Şeyh Bedrettin, Serez çarsısında asıldı. Yıl 1419’du...

Simavna kadısının oğlu Şeyh Bedrettin, müritlerinin tümü kılıçtan geçirilince, sürgün olarak bulunduğu İznik’ten yola çıkarak Çelebi Mehmet’in bulunduğu Serez’e kendi ayağı ile geldi ve boynunu ipe yine kendi uzattı.

Tarih şöyle yazıyor: Çelebi Sultan Mehmet, Bedrettin’i karşısında görünce, “Yüzünüz neden bu kadar sarardı?” diye sormuş. Bedrettin de şu karşılığı vermiş: “Güneş, batarken sararır!”



Şeyh Bedrettin
’e göre “toprak işleyenindir” ve “bütün dinler kardeştir”. Şeyh Bedrettin,”arazi ortak, esbab ortak, akçe ortak, mal-mülk ortak, kadın istisna” der.

Şeyh Bedrettin’e göre; Tanrı’nın özüyle yaratılanlar birdir, aralarında varlık ve oluş bakımından bir fark yoktur. Tüm insanlar eşit doğmuştur ve eşit yaşama hakkına sahiptir. Dünya ve ahiret iki ayrı varlık değildir. Ölümden sonra dirilme olmadığı gibi, dünyanın dışında başka bir alem de yoktur. Cennet ve cehennem de birer kavram olmaktan öteye gitmez. Dünyada mutlu olan cennette, mutsuz olan cehennemde yaşıyor demektir.

Kuran’da geçen tüm kavramlar ve buyruklar, birer örnektir. Gerçek amaç; insanlara doğruyu ayrı ayrı nitelikleriyle anlatmaktır. Ruh da bedenden ayrı, bağımsız bir varlık değildir. Bedenle birlikte ruh da göçer gider. (Meydan Larousse, Cilt: 11, Sf: 343, 344)

Bütün manevi varlıklar, insan düşüncesinin özünden doğmuştur. Gerçek olan insandır. Tüm dinler, aynı Tanrı tarafından gönderildiğine göre, kardeştir. Tüm dünya malları, insanların ortaklaşa yararlanması içindir. Yeryüzünde doğal sınırlar, senin benim diye gerçekten bölünmüş toprak parçaları yoktur. Bu yalnızca insanoğlunun zayıf nefsinin, obur ihtirasının, dizginlenemeyen egemenlik duygusu ve çılgınca bir sahip olma tutkusunun harekete geçirdiği yağmalama sonucu ortaya çıkmış bir durumdur. (Şeyh Bedrettin - Varidat

Şeyh Bedrettin’in düşünceleri kısa zamanda halk tarafından benimsenmeye başlanmıştı. Devlete ve var olan duruma tepkili olan halk tabakaları arasında geniş bir destek buldu, müritleri çoğaldı. “Bütün dinler kardeştir” söylemi nedeniyle, müritleri arasındaHıristiyan, Musevi ve Ermeniler de görüldü. 

Şeyh Bedrettin’in en güvendiği, yetişmiş iki müridi vardı: Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal. Bu iki sadık mürit, Çelebi Mehmet’in Şeyh Bedrettin’in üzerine asker göndermesi üzerine Osmanlı’ya karşı bir direniş örgütlemeye koyuldu. Şeyh Bedrettin’in, en güvendiği müridi olanBörklüce Mustafa’ya sevgisini göstererek, bir keresinde “Dede Sultan” demesi, müritler gözünde onun Bedrettin’in kendinden sonraki “halefi” olarak belirlendiği izlenimi doğurmuştu.

Börklüce Mustafa, İzmir bölgesinde harekete geçerek, başkaldırıyı burada örgütlemişti. Torlak Kemal ise, Manisa yöresinde faaliyetini sürdürdü. Börklüce, bölgedeki yoksul halk tabakasının,Torlak ise alevi göçebelerin başındaydı.

Börklüce Mustafa, halkın vergi vermek istememesi üzerine Çelebi Mehmet’in gönderdiği Osmanlı ordusunu ilk savaşta 5 bin müridi ile Karaburun’da bozguna uğrattı. Halk kazanmanın sarhoşluğunu yaşarken, bu zafer Manisa ve yöresinde de büyük ses getirdi, Bedrettin’in düşüncelerinin yayılmasını sağladı.

Ancak, bir süre sonra Osmanlı ordusu ikinci kez Börklüce Mustafa’nın üzerine gönderildi. Bu kezki çatışma öncekinden çok daha sert oldu. Bu kez, kaybeden Börklüce Mustafa’ydı. Savaşı kazanan Osmanlı ordusu da çok acımazsız davrandı. Halk hareketini bastırırken, çok büyük kıyım yaptı. Şeyh Bedrettin yanlıları Selçuk’ta asıldı.

Osmanlı ordusu daha sonra da Manisa’ya doğru ilerledi. Şeyh Bedrettin’in en güvendiği diğer müridi Torlak Kemal, Börklüce’nin yenilgiye uğrayarak öldürülmesinin ardından kendisine katılan müritleri ile birlikte Osmanlı ordusuna karşı direnmeye çalıştı. 

Osmanlı tahtındaki Çelebi Mehmet’in üzerine gönderdiği oğlu Şehzade Murat (Fatih’in babası) ve Beyazıt Paşa’ya karşı Manisa yöresinde savaştı. Yenilgiye uğrayan Torlak Kemal, daha sonra Manisa’da asıldı...         

Böylece, Şeyh Bedrettin’in önderliğinde, müritleri Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal’in başlattığı halk hareketini bastıran Çelebi Mehmet, bir süre sonra Şeyh Bedrettin’i de ele geçirdi.  Ve Şeyh Bedrettin, Serez çarsısında asıldı. Yıl 1419’du...

Simavna kadısının oğlu Şeyh Bedrettin, müritlerinin tümü kılıçtan geçirilince, sürgün olarak bulunduğu İznik’ten yola çıkarak Çelebi Mehmet’in bulunduğu Serez’e kendi ayağı ile geldi ve boynunu ipe yine kendi uzattı.

Tarih şöyle yazıyor: Çelebi Sultan Mehmet, Bedrettin’i karşısında görünce, “Yüzünüz neden bu kadar sarardı?” diye sormuş. Bedrettin de şu karşılığı vermiş: “Güneş, batarken sararır!”


Resimlerde, sanatçı Suavi'nin Şeyh Bedrettin'in hayatını canlandırdığı 'Hakikat' filminden sahneler

Yağmur çiseliyor,
korkarak
yavaş sesle
bir ihanet konuşması gibi.

Yağmur çiseliyor.
Serez’in esnaf çarsısındabir
bakırcı dükkanının karşısında
Bedrettin’im bir ağaca asılı.

Yağmur çiseliyor.
Gecenin geç ve yıldızsız bir saatidir.
Ve yağmurda ıslanan
yapraksız bir dalda sallanan
Şeyhimin çırılçıplak etidir.

Yağmur çiseliyor.
Serez çarsısı dilsiz,
Serez çarsısı kör.
Havada konuşmamanın,
görmemenin kahrolası hüznü
Ve Serez çarsısı
kapatmış elleriyle yüzünü.

Yağmur çiseliyor...

(Nazım Hikmet  - Şeyh Bedrettin Destanı)

 Şiirin tümü için tıklayınız: Şeyh Bedrettin Destanı

Şeyh Bedrettin’in 1924’te Serez’deki mezarından çıkarılan kemikleri İstanbul’a getirilmiş, 1961’de Sultan Mahmut Türbesi haziresine gömülmüştür. Edirne’de bir zaviyesi, Bursa’da da bir mescidi vardır. (Meydan Larousse, Cilt: 11, Sf: 343, 344)




0 Yorum - Yorum Yaz

Uygarlıkların anası EGE 


Anadolu’da en önemli uygarlıkların merkezi Ege olmuştur. Uygarlığın beşiği Anadolu ise, anası da Ege’dir. Nedeni ise; bölgenin taşıdığı ekolojik-coğrafi koşullar öncelikle. İklimi, bitki örtüsü, yeşil ve sulak alan oluşu, toprağın verimi ve bereketi. Öyle ki, bu bereket efsanelere bile konu olmuştur. (Seba Melikesi Belkıs Efsanesi gibi.) Bu özelligi ile Ege pek çok uygarlığı bir mıknatıs gibi çekmiş kendine ve pek çok uygarlık Ege’nin çesitli diyarlarında yerleşmiş, barınmış... 

Tıklayınız 
   Belkıs'ın Gerdanlığı Efsanesi

Ege’nin Anadolu’daki uygarlık tarihi açısından “uygarlıkların anası” olduğunu söylememiz hiç de yanlış olmaz. Örnegin “tarihin babası” ya da “şairlerin babası” olarak tanımlanan, dünyanın ilk tarihçisi HomerosEge’lidir. Ve Apollon ve Afrodit gibi daha pek çok mitolojik kahramanların, İsa’nın annesi Meryem’in de sıralanabileceği pek çok tarihi kişiliğin yanı sıra, Amazonlar gibi kimi efsanevi ve mitolojik öykülerin de Ege dolaylarındaki izleri ve maceraları bugün hala büyüleyici birer efsane olarak yaşatılıyor... 

Tıklayınız
   Amazonlar 
  

Tarih, serüvenleri Ege’den gelip geçmiş pek çok uygarlığın adını kaydederken, özellikle de uygarlık anlamında Ege’de en çok iz bırakanların Frigyaİonya ve Lidya olduğunu görüyoruz. Bir dönem Helen ve Persler’in de egemenliği altında kalan Ege’de, ortaçağın başindan sonuna kadar 900 yıllık bir süreçte de Bizans İmparatorluğu’nun varlığı biliniyor.Ama uygarlık anlamında en fazla iz bırakanlar İonya ve Lidya krallıkları...

İonya’nın yoğun etki ve izleri, özellikle Ege’nin kıyı bölgelerinde yer alıyor. Bu nedenle Lidya Krallığı’nın Milattan Önceki dönemlerde Ege’deki en uygar krallık olduğunu söylenebilir. 
Öyle ki, Lidya Uygarlığı hem Ege, hem de Anadolu için bir kazanç bile olmuş.

Uygarlığın kelime anlamında da en güzel örneklerini veren LidyaMezopotamyadaki Sümer uygarlığı gibi, insanlık açısından önemli bazı adımlar atan ve aynı zamanda barışçı bir tavrı olan uygarlık olarak gösterilebiliyor. Ya da Mezopotamya için Sümerler nasılsa, Lidya uygarlığı da Ege (hatta Anadolu) için önemli bir uygarlıktır. 
Örneğin; tarihte ilk parayı basan Lidyalılar olmuştur. 

Ve Ege'nin en önemli 2 şehri İzmir ile Manisa'yı ilk kuran da Lidya Kralı Tantalos’tur...

Tarihe adananmış bir yol

Ünlü Fransız tarihçi Andre Ribard, Lidya uygarlığını şöyle anlatır“Lidya en zengin altın madenlerine sahipti ve bu sayede önemli bir ekonomik merkez de oldu.”

Anadolu’dan “Küçük Asya” diye söz eden Andre Ribard, şöyle devam eder: “Lidya, Küçük Asya’da İonya-Mısır ve Fırat arasındaki yol kavşağında faal bir devletti. Lidya Kralı Gyges zamanında Sart’ta ilk para, altın ve gümüş sikkeler şeklinde ortaya çikti. Bu paranın kullanılması, ödemeleri özellikle kolaylaştırdı ve alış verişi hızlandırdı. Bu yenilik Lidya’nın refahının artmasına yardım etti.” (Andre Ribard - İnsanlığın Tarihi, Cilt: 1, Sf: 92)

Lidya, bu nedenle ticarete ağırlık veren bir uygarlık oldu. Bölgenin bir ticaret merkezi olmasına hizmet için de, ünlü “Kral Yolu” (diğer adıyla Kervan Yolu) yapıldı. Bu nedenle de yöremizin en eski ve tarihin en uygar krallıklarından olan Lidya UygarlığıEge için gerçekten de çok büyük bir kazanç olmuştu... Ne var ki, bu görkemli uygarlığın sonu ise çok hazin! 

Tıklayınız:    Lidya'nın dramı ve Krezüs



Efes'teki antik Cencun kütüphanesi




0 Yorum - Yorum Yaz

Zorba Timur'a karşı Nasrettin Hoca


Nasrettin Hoca'nın tarih içinde temsil ettiği karakteristik kişiliğini, tavrını ve bazı fıkralarının anlamını daha iyi anlayabilmek için, yaşadığı tarihsel sürecle ilgili bir ayrıntıyı büyüteç altına yatıralım. 

Bilindiği gibi Nasrettin Hoca fıkralarının hemen hemen pek çoğunda hep “Timur” adına rastlarız. Timur adı, Anadolu tarihi içinde her zaman zorbalıkla simgeleşmiştir. Ve Yıldırım Beyazıt’ı yenerek Anadolu’yu işgal eden ve Anadolu halkına da bu işgal sırasında büyük zulüm yaparak baskı altında tutan Timur’u anımsatır. Bir zorba, bir diktatördür Timur. Onun baskıcı yönetimi altındaki halk inim inim inlemektedir. Bu nedenle halk tarafından hangi dönemde yaşıyorlarsa o dönemde varolan diktatörün adını zikretmek yerine, bu "timur" ile halkın ne durumda olduğunu, ne gibi bir zulüm yaşadığını anlatmak için bir sembol olarak kullanılmış, o dönemde halk neler çektiğini işte bu "timur" simgesiyle anlatmış. 

Biraz da yabancı dildeki "tiran" sözcüğünü çağrıştıran "Timur", Anadolu halkı için her zaman bir zorbayı, bir diktatörü anlatan, onu çağrıştıran bir sıfat olmuş, bu tür bir sıfat olarak dilimize de yerleşmiştir.

İşte Nasrettin Hoca bu dönemde ortaya çıkar ve bu baskı ile sindirilmiş olan halkın tepkisini ve eleştirilerini dönemin o psikolojik ortamına uygun, mizah yoluyla dile getirir. Bunu da bir Timur fıkrası ile örnekleyelim:

Timur, bizim Nasrettin Hoca’ya hem kızarmış, hem de çok severmiş. Bir halk aydını olduğunu çok iyi bildiği Nasrettin Hoca’yı bir gün makamına çağırtmış. Amacı onu aşağılamakmış. Ve “Söyle bakalım Hoca, bir insanla bir eşek arasında ne kadar fark vardır” diye sormuş. Tabii burada elindeki güç nedeniyle kendisinin  Nasrettin Hoca’ya ve halka büyük bir zevkle “eşek muamelesi” yaptığını da anlatmaya çalışır Timur. Nasrettin Hoca da, çaktırmadan Timur’la aralarındaki mesafeyi şöyle  ölçüp biçmiş ve hemen cevabı yapıştırmış: “İki karış kadar sultanım!” Aldığı bu cevap çok hoşuna gitmiş ve Nasrettin Hoca’nın cinliği Timur’u kahkahalara boğmuş. 

Tabii burada Timur, aslında kendisinin eşek yerine konduğunu da anlayamamış. Ama halk anlamış. Çünkü buradaki asıl mesaj, bir zorba olan sultana karşı başkaldıramayan, ya da halkın cahilliği nedeniyle onlara güvenip de açıkça başkaldırmaya cesaret edemeyen, ama ince ve kıvrak zekâsıyla tepkisini nükte ve iğneleme yoluyla, mizahla yansıtan ve aynı zamanda da karşısındaki güçten korkan ürkek bir halk aydınının, “Sen eşeğin tekisin sultanım” demesinin “Nasrettince”sidir.

İşte Nasrettin Hoca bu yüzden ölümsüzleştirilmiştir. Bu yüzden onun mezarı yoktur. Onun mezarı, onu yaşatan tek yer olan Anadolu halkının yürekleri...

Aynı zamanda halktan biri gibi yaşamayı seven ve bir “halk filozofu” olan Nasrettin Hoca, belki de o özgün kimliğiyle Anadolu insanını sembolize eden davranışçılığı ile Anadolu tarihi içinde halkımız tarafından en çok sevilen bir karakter oldu. 1000 yıla yakın bir zamandır fıkraları dilden dile dolaşarak Nasrettin Hoca karakteri hep yaşatıldı. Daha da yaşatılacak.

“Biz Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız” sözü de aslında bir bakıma onun hala yaşatıldığını, yaşatılmak istendiğini vurguluyor.  Halkımız yüzlerce yıldır onunla sarmaş dolaş yaşıyor. Bu yüzden, bugün Nasrettin Hoca hala içimizde, aramızda yaşıyor. 

Çoğu zaman biz de yanlışlığa ve haksızlığa tıpkı onun gibi eleştiriler, tepkiler yansıtıyor, nükteler yapıyoruz, kimi zaman da onunla bütünleşerek ve de onun ağzından olayları mizahi bir dile dönüştürerek. Gerektiğinde kendi öz nefsimize bile onun dilinden, onun nükteleriyle çatar, göndermeler yaparız. Tıpkı Nasrettin Hoca gibi, ağlarız gülünecek halimize, güleriz ağlanacak halimize... Bu yüzden Anadolu halkının ta kendisi olmuş Nasrettin Hoca. Hem de tarih boyunca halk...

Kimbilir, belki de bugün çok yakınınızda, çevrenizdeki biridir o. Belki de sizsiniz, “ya tutarsa”diye göle yoğurt mayalayan değil, ama olmayacak bir işe kalkışan, ya da  “tersine dünya” deyip eşeğe ters binen değil, ama bilinen ve alışılan gelmiş şeylerin hep tersini yapmaya, ya da bozuk düzenin  dayattığı kimlik yerine marjinal olmayı tercih eden o Nasrettin Hoca. 

Büyük sanat adamı Bedri Rahmi Eyupoğlu, “Biz Nasrettin Hoca’nın ta kendisiyiz. Çünkü herşeyden önce onun torunlarıyız. Bu yüzden o hep bizimle” der ve şöyle devam eder:
 “Artık eşek devri de kapandığına göre,  Nasrettin Hoca taksiye de biner, otobüse de. Hatta belki dolmuşa da binebilir bir gün...”

Bu yüzden, yazımı sona erdirirken, son olarak söylemek istediğim şu: 
Siz siz olun, her zaman Nasrettin Hoca gibi güldürün, Nasrettin Hoca gibi gülün, Nasrettin Hoca gibi alay edin, Nasrettin Hoca gibi eleştirin.

Tabii yazının konusu Nasrettin Hoca olunca, fıkrasız olmaz. Dolayısıyla da yazıyı ancak onun bir fıkrasıyla tamamlamak yakışır. İşte onun Timur’lu fıkralarından biri daha:

Timur, halkı eziyor ve sürekli baskı altında tutuyormuş ya. Kendisine karşı bir şeyler yapılmasından ya da bir başkaldırıdan da çekiniyor olmalı ki, bir ara silah taşınmasını yasaklamış ve halkı da silahsızlandırmaya başlamış...

Bizim Nasrettin Hoca ise, o devirde “çift kulaklı” diye tabir edilen kocaman bir bıçakla dolaşıyormuş. Bir gün kendisine rastlayan subaşı durumu fark etmiş ve Nasrettin Hoca’yı durdurmuş. Sert bir sesle, “Bu ne böyle Hoca?”, diye bağırmış, “Sen silah taşımanın yasak olduğunu bilmiyor musun?”

Nasrettin Hoca, gayet sakin bir şekilde, “Bu silah değil ki” demiş, “Kitaplarda bazı yanlışlar var, bununla onları kazıyorum.”

Subaşı öfkeden kıpkırmızı kesilmiş ve “Bu kadar büyük bir bıçakla yanlış mı kazınır?” demiş.

Nasrettin Hoca da cevabı hemen yapıştırmış: 
“Hem de öyle büyük yanlışlar var ki, bu bile küçük geliyor.”



Nasrettin Hoca'nın Konya'nın Akşehir ilçesindeki türbesi




0 Yorum - Yorum Yaz

Yitik bir zamanı kovalamak
















Şehrin kalabalığına karıştığımda, kalabalık gürültülerdeki konuşmalar arasında, geleceği anlatan sözcüklere rastlayamadım yine. 
Hiç bir ses geleceğe gitmiyor, hiç bir söz yarınlara dokunmuyordu, kullanıldığı cümleler içinde. 

Ufku iyiden iyiye körelip daralmış ve bulanıktı yarının bu kalabalık içinde. 
“Yarın”dan kastedilen; sadece bugünden sonra gelen, ertesi gün...
Oysa “yarın”ın ne kadar da geniş bir anlamı vardı bir zamanlar?

Ve “gelecek”, “şimdiki zaman” içinde geçen tüm kurulu cümlelerde kullanıldığında, nasıl da“geniş zaman” içinde tüm insanlığın mutluluğu adına “gelecek zamanı” anlatıyordu?

Anladım ki; aydınları ve aydınlık sesleri kısanlar, bu toplumun sadece bugününü değil, yarınını ve geleceğini de karartmışlar. Bugünkü karanlık, öylesine bir kör karanlık olmuş ki; ne çok uzağa bakabiliyor insanlarımız, ne baksa da çok ileriyi görebiliyor. Görüşlerindeki ufuk, ya bir bilmecenin ya da bir kaosun sarmalına saplanmış...

— Günlük yaşiyoruz artık, diyordu esnafın biri. 
— Sadece bugün eve ekmek götürebilmenin hesabı içindeyiz. Ertesi güne Allah kerim. Eve bir topan ekmekle döndüğümüz akşam, “çok şükür bugünü de kurtardık” diye düşünüyoruz. Ama hemen karabasanlar çullaniyor sonra. Yarın olduğunda hangi senedin gazabına uğrayacağımızın kabusunu yaşiyoruz...
— Eskiden “halimize bin şükür” derdik ya? Ne sihirli bir sözmüş meğer. “Allah beterinden saklasın” diye de büyüklerimizden ögrenmistik. Şimdi ne şükür kaldı halimiz için, ne de beter. Beterin de beterini yaşiyoruz...
 diyordu bir diğeri de.

Ona göre, “beter” bu hükümetin adıymış. 
“Şükür”
 ise, jübilelik milli futbolcumuz Hakan’ın soyadından ibaret kalmış...


“Yeryüzünde kaç toplumda böyle bir ruh hali oluşmuştur?” diye düşündüm. 
Bir toplum düşünün ki, bugününe lanet okuyor.
Ama yüzünü geleceğe ve yarınlara dönmeye de cesareti yok. 
Varolan: esaret! 
İktidarın her icraatı, onları IMF ve Dünya Bankası’na köleliğe doğru bir adım daha yaklaştırıyor, daha ileri götürüyor. Hükümetin, “ilerledik, ilerliyoruz” sözleri, asıl bunu yansıtıyor hayatımızın gerçekliği içinde.

Ve bir toplum düşünün ki; bu yüzden ufku daralmış ve geleceğe de umutla bakamadığından, geçmişine ve her geride bıraktığı güne özlem duyuyor! Artık “bugün dünden, her gelen gün de bugünden daha güzeldir” felsefesi bile, hayatlardaki gerçek ifadesini bulamadığından, kaldırılıp da tarihin çöplügüne atılmak üzere.

Sadece, yitik bir zamanı kovalama heyecanı var insanların içinde...  
Artık geniş zamanlar içinde “daha iyi yarınlar, daha güzel gelecek” şeklinde kurulmuyor cümleler.
Tüm zamanlar içindeki cümlelerin üstüne basa basa yükselen tek cümle: “Hey gidi günler hey!”  
Buna “nostalji” diyebilmek mümkün mü? Böyle demek korkunç bir yanılsama olur. 
En doğru tanım, ancak toplumun sosyo-ekonomik yapınsının şekillendirdiği ruh halinin bir analizinin yapılmasıyla ortaya çikabilir kanımca. 
Çünkü tanıdığım tüm hayatlar: paramparça...   
Ve bu toplum, asla geleceğe dönük değil, hep geçmişe dönük yaşiyor. 
Asıl bilmece de burada işte: Geçmişe özlem, hangi “geçmiş zaman”ı kapsıyor acaba

“Yeni” ve “yenilik” kavramları da artık eskimiş toplumun değer yargılarında. Ya da çürümüs. Gerçek bir lider yetiştiremeyen, ama hep ucuz kahramanlar üreten bu toplumda, eski liderler bile yeni partilerle meydanlarda yeniden arz-ı endam ediyor. Yani; 
yeni anlayışı bile eski bu toplumun...

O esnaflarla tüm bunları konuşmaya zamanım yoktu.
Onun yerine, koltuğumun altında tuttuğum gazetenin o günkü manşetini ve sayfanın yarısını kaplamış o muhteşem resmini gösterdim.

Peşpeşe gündemi sarsan yolsuzluk ve vurgun olaylarında rol alan bir kaç hükümet adamı ve milletvekilinin şimdiye dek hangi partilerden seçildikleri ve daha önceki partilerinin adları da sıralanmıştı haberde. Partilerin adları değişse de aslında hep aynı parti olduğu ve ünlü Rus oyuncağı matruşka gibi birbirlerini doğuran partileri anlatan bir karikatürle süslenmiş bir haber. Ve şöyle bir alt yazı vardı haberde: 
"Aslında 50 yıldır hep aynı parti iktidar, aynı zihniyet yönetiyor ve hırsızlar da hep aynı... "

Ayrılırken, dudaklarımdaki gülümseme arasından fırlayan, “yitik zaman”a ait tek anlamlı cümle şöyledi: 
— Tarihin çöplügüne atmanız gereken sizin lider dediklerinizdi. Bizim kurduğumuz o güzel sözler değil. Ne çabuk unuttunuz? Bu memleket için en güzel şarkıyı biz bestelemiştik!...



Şarkılar bizi söyler, biz de şarkıları


"Müzik ruhun gıdasıdır." 
Bu söz, bir bakıma insanların ruh hali ile müzik seçimi arasında doğrudan bir paralellik olduğunu da anlatmıyor mu?

Örneğin, Candan Erçetin'in "Yalan"şarkısı bir aralar neden "yılın şarkısı"seçilmiş olabilir?
Ya da Teoman'ın "Tanıdığım tüm hayatlar paramparça" şarkısı...

Yazlıkta oturan insanlar gibiyizdir biz biraz. Her an toparlanıp gidecekmişiz gibi iğreti hayatlar yaşıyoruz hepimiz de. Oysa gidecek bir kışlık evimiz yok!

Sürekli ulusal krizin yaşandığı, devamlı olarak istikrar arayışlarının yapıldığı bir ülkede yaşanıyor çünkü. Yoksulluk bir yanda, işsizlik bir yanda. 

Açlık ise kapıların eşiğine oturmuş, bekler 
gibi pek çok insanımızı..

Ve artık, sokaktaki adamdan Meclis koltuklarında oturanlara kadar uzanan toplumsal zincirimizde hiç kimse işlerin yolunda gittiğini söyleyemiyor. Birşeyler hiç de teğet geçmiyor öyle. Adeta delip de geçiyor...
Yaşamlar iğreti, hayatlar paramparça...

Yoksul bir baba, daha ana karnındaki çocuğunu 15 bin dolara satıyor.
Çökmüş bir baba, 16 yaşındaki öz kızını bir rakı parasına gözü dönmüş erkeklere pazarlayabiliyor.
Sonra cinnet geçirip en sevdiklerinin canına kıyanlar... 
İntihar olaylarındaki artış... 
Öte yanda da sahtekarlıklar, dolandırıcılıklar... 
Kamuya ait yerlerin peşkeş çekilmeleri, yolsuzluklar, soygunlar...

Bir cumhuriyeti ayakta tutan temel kavramlar bile yerli yerinde durmuyor, oturmuyor artık eskisi gibi.
Hepsi havada uçuşuyor. 
Hak, hukuk, eşitlik, özgürlük, demokrasi, laiklik...
Ne var ki, bütün bunların hiç biri de sokaktaki insanın umurunda değil artık.

Nasıl olsun?
Öylesine bir çaresizlik denizinde yüzmek zorundalar ki...
Hepsi de sadece  ve  derdinde!
Türkiye bir acılar ülkesi halinde.

Denizleri hüzün denizi.
Tüm hayatlar, sanki paramparça...

Evet, müzik ruhun gıdasıdır. 
Gıdası olduğu kadar, kendine yaşatılanlara bir tepkisidir de bazen.


Öteden beri insanların müzik tercihleriyle ruh halleri arasında bir paralellik ve yakın ilişki olduğunu düşünürüm. Uzun yıllar müdürlük görevinde de bulunduğum radyoculuk deneyimim sayesinde de bunu oldukça geniş bir boyutta kavradım. Ama öte yandan, toplumsal durum da bazı şarkıları müzik seçimi açısından popüler hale getirebiliyor. 

Söz gelimi, yolsuzlukların, rüşvetin, skandalların kol gezdiği, peşpeşe patladığı bir ortamda bir yanda da ortada öylesine bir yalan rüzgarları esiyordu ki... Gözlerimizin içine baka baka halkını ve ülkesini ne kadar sevdiklerini, haklarındaki yolsuzluk vs. iddialarının hepsinin de aslında doğru olmadığını söylüyordu bazı siyasilerimiz. Aralarında adeta kan davası gibi süren çatışmalarına karşın, birbirlerini aklama yarışına da girebiliyorlardı.

Belki hatırlayanlar vardır. 
Candan Erçetin'in "Yalan" şarkısı o yıllarda "yılın şarkısı" seçiliyordu...

Sonraki yıllarda ise, "yılın şarkısı" iki dalda birden seçildi:
Rock dalında Teoman'ın şarkısı, "Tanıdığım tüm hayatlar paramparça".
Diğeri de hemen herkesin dilinden düşüremediği bir şarkı: 
"Güz gülleri gibiyim, hiç bahar yaşamadım"...

Memleketimize, mahmur ve mazlum yurttaşın ruh haline uymuyor mu bu şarkılar?
Demek ki, şarkılarına kadar mahsun bizim yurttaşımız. 
Biz şarkı söylerken, şarkılar da bizi mi söylüyor?





0 Yorum - Yorum Yaz

Mavi bir sabah


Sabah doğuyordu, gözlerinde güneş.
Ayın koluna takıp yıldızları, üstüme yollamıştı. Uykumdan uyandırmıştı beni, geceden haber vermişti doğumunu:
— Karanlığı yeneceğim!

Sabah titriyordu, doğumun arefesinde. 

Saçlarında sis bulutları, yüzünde boncuk boncuk çiğler. Güneş, gittikçe büyüyordu gözlerinde. 
Sabırsızdı.
 
Doğumunu çok önceden haber vermişti bu sefer:
— Bir şafak vakti, demişti, 
“geleceğim!”

Sabah doğuyordu, gözlerinde güneş.
Ayın koluna takıp yıldızları, üstüme yollamıştı. 
Uykumdan uyandırmıştı beni, geceden haber vermişti doğumunu:
— Karanlığı yeneceğim!

Sabah titriyordu, doğumun arefesinde. 
Saçlarında sis bulutları, yüzünde boncuk boncuk çiğler. 
Güneş, gittikçe büyüyordu gözlerinde. 
Sabırsızdı. 

Doğumunu çok önceden haber vermişti bu sefer:
— Bir şafak vakti, demişti, 
“geleceğim!”

Sabah inliyordu, doğumu yakın. 
Yerlere akmıştı bile ışıkları. 
— Artık, diyordu, “kalbimi susturamıyorum!”
Solukları sıklaştı.
— Geceler adını değiştirmiş! dedi çığlık çığlığa.
— Şimdi haydut olmuş tapınağınızda!

Ağlıyordu.
— Elimden tut!, diyordu, 
"Yüzüme bakmasan da!”
Korkuyordu.
— Yoksa düşeceğim!
Sabah
 yalvarıyordu:
— Yeni sözler buldum, diyordu, 
“siz nicedir beni görmeyeli.”
Bir kuş uçtu aramızda. Saçlarından uzağa taşıdı sisleri. 
— Çünkü, diyordu sabah, 
“yaşamınız benim umurumdadır!”

Kimselerin artık hatırımızı sormadığını hatırladım. 
Bir adım attım. 
Bacaklarım yorgundu hala, koşarak gelmiştim. 
Yıldızlarla haber salmıştı bana.
— Gök kızarırken, demişti, 
“geleceğim!”
Sabah
 gülüyordu, yüzü ışıl ışıl. 

Hep gece yarıları yaşamaktan yorulmuştum. 
Ellerinden tutuyordum. 
Terkettiğim gözlerine değdirdim gözlerimi. 
Sanki denizlerden kaçmıştı da mavi, gözlerine akmıştı sabahın. 
Ve hıçkırarak:
— Bir daha asla, dedi, 
“sizi terketmeyeceğim!”
 
Hep masmavi düşlerdi gece yarıları kurduğum.
Masmavi bir sabahtı, bir gece yarısı alnından öptüğüm.
Gözlerimi açtım... 
Sabahtı!

 



Umuda açılan pencereler


Pencereden bakıldığında hava ılığa kesiyor gibi... 
Bahar, geciken mahçup yüzüyle, artık doğaya egemenliğinin haberini veriyor...

Yağmurlar artık yok. 
Ama yine de yağmur yüklü bir kaç bulut asılı mavi gökyüzünde. Yağsa mı iyi, yağmasa mı karar verememiş bir türlü...
Yağmurun, Nisan Yağmuru’nun izleri hala duruyor sokaklarımızda.  
Köşebaşlarında yosun tutmuş ıslak damlaları...

Yağmurlar hep olacak... 
Pencereler de...

Ve biz, hepimiz, kendi penceremizden seyretmekteyiz dünyayı. O pencere de; gönül penceresi!... 

Ama son zamanlarda, kendi çiviledigimiz penceremiz önünde durmaktan korkarak, yaşamı başka pencerelerde arayarak, kaçamak bakışlar fırlatılıyor dünyaya!  
Şimdi bir başka arayış var kapılarda, bir başka bekleyiş pencerelerde... 
Pencereler, baharı bekliyor, açılmak için dışarıdaki yaşama. 
Kiminin pencereleri yorgunluğa açılır, kimilerininki de yeni umutlara...

Zaman, ekili darı tarlası... 
Çekirgeler hücumda...  
Su küskün, su hüzün içinde...


Camlarda, yağmur damlaları yerine, iyiden iyiye varlığını hissettiren güneşin yürekleri de ısıtan parıltısı, sarı ışık damlaları yansıyor. Gelen günlerle birlikte, yeni umutları da yansıtacak o damlalar...
Gelen günlere, baharın da etkisiyle, ister istemez en iyi dileklerimizi, özlemlerimizi ve umutlarımızı da yükleriz elimizde olmadan. Gelen günlerin sanki bizim onlara yüklediğimiz bu anlamlardan bir haberi varmış gibi!..
Ama ne yapalım? Ayakta kalan bir tek umut oluyor her zaman!  
Geçen günler ve yaşanmışlıklarla çogalarak beslenen geçmiş, canımızı pek acıttı!  
Gökten her gün acı yağıyor sanki, yağmur yerine!...
İnsanlarımız gelen günlere havale etti özlem ve, umutlarını. 
Pencereleri önlerindeki sabırsız bekleyişlerle... 
Ve gelen günlerse, bilinmezliğin sisi ile örtülü...

Pencereler hep olacak...
Umutlar tükenmeyecek...
Zaman canımızı acıtmaya devam etse de, gökten her gün acı yağsa da, insan yüreğinin icat ettiği bir mucizedir umut! 
Yüreklerin en ölümsüz, en barışçıl eylemi!
Ya bir de umut olmasa?...



Unutulmuş düşler


Why Stretching is Important When You RunŞehir mi başkalaştı? 
İnsanları mı yoksa? 
Yoksa öldü mü bütün düşler? 
Dünya kurulduğundan beri hepimizin de ortak olduğu o düşler... 
O düşler ki; hep umuda dair. 
O umut ki; hep ışığa ve sevdaya dair...

Bir sabahçı kahvesinde günü karşılarken, titremelerinn ötesinde, bir bardak çayı yudumlayabilmenin doyumsuz tadı ve anlatımıdır belki de o sevda

O sevda; yüze göze bulaştırılan 
bilinmez sahtekar makyajlara inat, umutların “hep ileri, hep ileri” doğru ilerlediği bir ormanda, yepyeni bir yürekle geride kalıp da, tek başına ve dimdik bir ağaç olmanın özgürlüğünü yaşamaktır belki de. B
ir tutam ışık için o sevda...

Bir kuş gibi, bir kapının önüne konar bazen... Gecelerin tüm karanlığına ve uzunluğuna inat, kartalların ve baykuşların bile göremediğigözlerde parıldayan bir ışıktır o sevda...

Ve sevda türküleri sokaklarda söylenirken, biliriz ki; bir kaldırımın karanlık köşesinde belkiunutulmuş gibi yatmaktadır sereserpe, kahır dolu gecelerin ıstırabı. Şükürsüz ve niyetsiz! Çünkü tüm unutuluşların ardından, “döndüm ve doğruca sana geldim” diyebilmenin cesaretidir o sevda...

Ve sorulacak sorular olacak mutlaka. 
Hem de kaç kere? 
Hem de İnsan olmak adına, bir tutam ışık adına! 
Belki de sorup duruyoruz kendimize: 
“Ne zaman unuttu aydınlığı bu şehir?” 
“Bu şehir ne zaman sevdi karanlığı?”

Oysa bir zamanlar bir sabahçı kahvesinde bir bardak çayla günü karşılamak bile mertlik sayılırdı. 
Şimdi, herşey yalana dönüyor eskisine göre. 
Işığı kuşatan karanlık, derin bir sessizlik yontuyor etrafımızda! 
Sokaklarda sessizliğin yontucusu karanlık hüküm sürerken, köşe başlarında uzuyor gecenin gardiyanı gibi gölgeler...

Ve sokakta, hiç yanmayan bir sokak lambasının uzayıp giden  gölgesi altında, yitirilmiş sevdaların yemyeşil gözlü bir tanığıdır yapayalnız bir sokak kedisi...

Aklımızda hala duruyor sabırsızca, sorulacak sorular:
"Peki, bu şehir ne zaman unuttu aydınlığı?"
"Ne zaman sevdi karanlığı bu kadar?"




Dilsiz sokaklar...


Dışarıda kara bir tül örtüyor günü. 
Zaman, en yorgun saatlerinde. 
Akşam, uzun gölgeler bırakmış sokakların köşebaşlarına. 

Kimbilir kaç ayrılığa ortak, kaç sevdaya tanık olmuş o sokaklar? 

Aydınlığın gururunu parke taşları ile, karanlığın utancını asfaltın zifti rengiyle paylaşan sokaklar...

Bir şiirin dizeleri gibi dizilmiş evleriyle bizi bize komşu eden sokaklar... 
Haylaz, heyecanlı sokaklar...


Geceleri ölüm sessizliğiyle ıssız, gündüzleri kalabalıkla gürültü bir sevinç bulan sokaklar...

Kaldırıma bir gül bırakılır, bir sevinç bulur sokaklar, hesaplı bir ince telaş içinde...
Karayağız gecelerin dilsiz şahidi sokaklar. 
Sapsarı gün dönümlerindeyse, ışık türkülerinin ve mavi sevinçlerin ortağı. 
Kapılara serilirken güneş, balkonlara asılmıştır karanlıklar. 
Sokaktaki pürtelaş ise; sanki bir başkaldırıdır karanlığa...
O sokaklar şimdi uykusuz gecelere yataklık eder. 
Karanlık derseniz, gölgelere emanet!
 
Vakit akşam. 
Geceyle çoktan buluşmuş saatler. 
Uzayan gölgelerle, köşebaşlarına hüzün gelip çöküvermiş. 
Kaldırım taşları tek tanığıdır. 
Ve bir de yeşil gözlü bir sokak kedisi...

Kaldırımlar... 
Ve kediler... 
Neler gördüler, nelere tanık oldular? 
Bir dile geliverip de söyleseler...

Kimsesizlik ve satılmışlığın simgesi olurken sessizlik, ince bir hüzün esintisi ile gölgelenen o kaldırımlar ve bir de sokak kedileri tanıklık etmektedir derin acılarave sokakların sessiz çığlığına...

Ve eski sokaklarda, yaşanmış mavi yılların anıları ise, olanca hasretle hala dimdik ayaktalar... 
O eski sokaklar ki; anıların birer dua gibi ölümsüzlüğe uzandığı yolda, yaşamımızın parke taşlı, arnavut kaldırımlı sokakları...



Umut sokağı


Sokaklar da üşür, tıpkı insanlar gibi!
Gecenin rengi ile üşür sokaklar... 
Bazen ıssızlığı ve bomboşluğunda, kimsesizliği ve terkedilmişliği de üşütür...

Unutulmuş bir heyecan, sevda doruklarına tırmanırken, yaşanmış hüzünlere doğru uçankanatsız geceler gibidir o an sokaklar...

Zaman, günün en yorgun saatleri...
Karanlıkla çoktan buluşmuş sokaklar. 
Ve daha bir kimsesiz, daha bir terkedilmiş. 
Ve de üşüyor! 
Kaldırımlar tek tanığıdır!

Sokaklar da değişir, tıpkı insanlar gibi!
Bazen çehresi, bazen de adları değiştirilir. 
Çoğu kez siyasete alet olur da adları değişir sokakların. 
Sanki kimlikleri de değişecekmiş gibi. 
Hatta “yürümekle aşınmazlar!” 

Bazen uçurtmalar takılır telefon tellerine. 

Bazen bir mahçubiyet olur, utanç oturur köşebaşlarına.
İnsanda değişmeyense; sadece adı...
Aydınlığın gururu ile karanlığın utancı aynı anda yaşanır aynı sokaklarda. 

Kaldırım taşları tanığım; sokaklar da konuşur, tıpkı insanlar gibi!
Küçük umutların uzanamadığı bazı gecelerde, yaşamın ikilemi sergilenir o sokaklarda. 
Hüzün kumsallarına uzanan, çıkmaz çelişkilere dönen, cenaze ile düğün törenlerinin aynı kaldırımlarda yapıldığı sokaklar... 
Yağmur yerine gözyaşı akıtan, acıları şerbet niyetine içen sokaklar. 

Kaldırım taşları tek tanığımız! 
Sokaklar da ölür, tıpkı insanlar gibi!
Ama onlarınki, taşıdıkları adlarına yakışır şekilde mağrur ve onurlu...

Sokakların aşk gibidir, heyecan doludur adları: 
Sevgi Yolu, Aşk Çıkmazı ve Sormagir Sokak gibi...
Belki de Umut Sokağı
Benim oturduğum. 
Belki size komşu olduğum...

Sokaklar da ölüyor, tıpkı insanlar gibi. 
Kaldırım taşları tek tanığımız...
O kaldırımlar ki, neler bilir? 
Bir dili olsa da söylese, neler görmüştür? 
Herşeyin şahididir o kaldırımlar. 
Kirliliğin bile!


Ama bir tek umut temizleyecektir o sokakları! 
Yalnızca o! 

Bir elinde yalnızlığı, bir elinde süpürgesi...
Ve dudaklarında masmavi bir şafak türküsü ile...




0 Yorum - Yorum Yaz

Zamanın mahzeninde demirbaş sözcükler


Türkiye yine bir yangın yeri gibi. Yine alev alev yanıyor.
Ve bu yangında da aslında ilk kurtarılacaklar, geçmiş zamanın mahzeninde gizli. Kilitlenmiş ağır demir kapılar ardındaki o karanlık mahzende. 
Onlar da: demirbaş sözcükler. 
O sözcükler ki: tarihimizin sessiz tanığı...

Doğa ise; bir mevsim değişikliğine gebe şu günlerde. İzlediğimiz, doğanın med-ceziri işte.  
Ama yaşam? Yaşam, bir acaip! 
Hep durağan buralarda. 
İvme yok, durağanlık var. 
Med yok, cezir var.
Zamanın ağırlığı, sanki ayaklara dolanan ağır prangalar gibi, hep dibe doğru çekiyor yaşamı. 

Zamanın yargıcı olunamadı hala. Kilit vurulmuş hep dillere. 
Ve suskun dillerde saklanan sır, sabırsız bekleyişlerle büyütüyor sessizliğini. Hiç olmazsa, bir gün fısıltıya dönüşeceği umudu ile...

Zamanın durağanlığının, karanlığın bu hükmünün sırrı; bu korkunç sessizlikte, suskunlukta yatıyor... Oysa; herşeyi görüp-duyup-bilip de söylememek; ne kadar da karanlık bir yetenek? Ve bu suskunluk, karanlıkla işbirliği yapmanın bir itirafı gibi yapışmış karanlığın kapısına.

Artık geriye çekilmiş 
gecenin gardiyanları, susarak kutsadıkları günahlar için, bugünkü koyu karanlıkta ise konuşarak madalya dağıtmakta... Çünkü zamanın sessiz tanığı, yine kilitli ağır demir kapılar ardında, karanlık mahzende gizli... Çünkü gecenin gardiyanları, en çok da sesten korkar. Ya da kopacak gürültüden. Bu yüzden, suskunluk ve sessizliğin sırtını sıvazlamışlardır hep, karanlığın işbirlikçisi diye...

Ama... 
Kapı aralığından süzülmeye başladı artık ışık... 
Dillerdeki kilidi çözecek, sessizliği fısıltıya dönüştürecek o ışık... 
Yaşamın nağmeleri arasına fısıltıyı da katacak olan o ışık...   
Ve günlerin demlenişi, şimdi fısıltıların sese dönüşeceği anı bekliyor. 
Ama susmak değil, beklemek müthiş asıl...

“Hani, kurşun sıksan geçmez geceden” der ya şair Ahmet Arif? Karanlığın zırhı o kadar kalın işte. 
Ve geçmiş gecelerin gardiyanları, susarak kutsadıkları günahlar için, şimdiyse konuşarak madalya dağıtmada... Ve anlıyoruz ki; yaşamın üzerindeki kir, sadece ağır ve yoğun bir sistir... 

Ya beklediğimiz? Rüzgâr mıdır? O sisi dağıtacak rüzgâr? Fısıltıları sese dönüştürecek bir rüzgâr? 
Zamanın bu yaman çelişkisi, bu durağanlık, bu sessizlik hiç de hayra alamet değil çünkü. 
Fırtına öncesi sessizlik mi? 
Yoksa, sessiz bir sinemanın izleyici olmaya da mı gönüllü yorgun ve bezgin hayatlar?
Oysa... 
Gideceği limanı bilmeyene hiç bir rüzgârdan hayır gelmez...

Ama ses, yaşamın renkleri ve nağmeleri arasındaki ayrıcalıklı yerini almak için hep bir rüzgâr ya da an bekler. O an ki, hiç dokunulmamış seslere, hiç söylenmemiş sözlere dokunup da dil verecek bir an... O ana kadar yaşanan, sadece suskun nağmeler. Hem olumsuzlukların postacısı, hem çöken ve iflas eden hayatların borca batmış senetleri o
suskun nağmeler...

Oysa susmak, dudak içlerinde hapsedilen gerçeklerin bazen bir onayı, bazen de yaşamdan saklanması.
En kolay kaçış yolu, dil ucundadır belki. 
Ama nereye kadar?

İşte kapı aralığından süzülmeye başladı bile 
ışık!
Ve şimdi de o bekleyiş, zamandan hep kaçırılan, karanlık mahzenlere kilitlenen o demirbaş sözcüklerin peşine düşmeye dönüştü... Demirbaş sözcükler ki, bu yangında ilk kurtarılacak. O saklanmış sözcükler ki, bugünkü karanlığı anlatan, geçmiş zamanın sessiz tanığı...

Sonsuzluğun uçsuz bucaksızlığında, gece ile gündüzün, karanlık ile aydınlığın yenişemediği anlarda, zamanı yakalayamamanın ezikliği ise ağır bir tortu gibi çökmüş yüreklere. Bu yüzden, ses adına dudaklardan fırlayan her yalan bir başka acıya çarpıp da kanatırken, yine sessizliktir sırtı sıvazlanan. Karanlığın işbirlikçisidir diye...

Ne var ki; kapı aralığından süzülmeye başladı artık ışık!
Zaman, kör bir kemancı gibi serenat okumakta güneşe... 
Sessizlik de, dilsiz bir şair oluyor aydınlığa...

 



Günahları artınca...
 

 
1996 yılında, Refahyol Hükümeti işbaşında, Erbakan da başbakandı.
1996 yılına yeni projelerle girmişti Refahyol Hükümeti

Bir önceki hükümetin başbakanı olan ve şaibeli "örtülü ödenek davası" nedeniyle Yüce Divan'a çıkması beklenen DYP Genel Başkanı Tansu Çiller ile yapılan koalisyon, Çiller'in Yüce Divan'dan kurtarılması pazarlığı üzerinde sağlanan bir anlaşmayla tatlıya bağlanıyor, 
Çiller Yüce Divan'dan kurtarılıyor, Erbakan da Başbakanlık koltuğuna oturuyordu. 

Kurulan koalisyonu ve kendisinin Başbakanlığını TV'de düzenlenen açık basın toplantısında, bir eliyle de Çiller'in elini havaya kaldırıp aynen şöyle duyuruyordu Erbakan
"
Kızımız şimdi sütten çıkmış ak kaşık gibi oldu..." 
Ne bir eksik, ne bir fazla, aynen böyle...


Sonrasında Erbakan'ın bir girişimine tanık olduk.
Erbakan'ın başbakanlığındaki Refahyol Hükümeti tarafından Türkiye'nin en büyük projesi olarak tanıtılan bu proje, İstanbul Taksim meydanına ve Ankara'daki Çankaya'ya büyük birer cami yaptırılmasıydı. Bu konunun aylarca ülke gündemini meşgul edip, nasıl yoğun tartışmalara sahne olduğunu bugün hatırlıyorum hala...

"Camiler Haftası" dolayısıyla düzenlenen bir etkinlik sırasında, eski Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Nuri Yılmaz ise bakın ne demiş o günler öncesinde. Anlamlı bir çağrıda bulunan Yılmaz'ın konuşmasındaki bazı sözleri aktarıyorum.

Gereksiz cami yapımından vaz geçilip, diğer Türk cumhuriyetleri veya Bosna-Hersek ve cami bulunmayan diğer Türki cumhuriyetlere cami yapımına önem verilmesine dikkat çekiyor. Nasıl ki beş kere hacıya gidene beş kere hacı denmiyorsa, ihtiyaçtan fazla cami yapılmasının da anlamsız olduğunu vurgulayan Yılmaz, Türkiye'de büyüklü küçüklü cami sayısının 100 bini geçtiğini söylüyor. 

1995 yılındaki bu konuşmasında Yılmaz, bu Taksim ve Çankaya'ya cami yaptırma gösterişinin yersizliğini ve bu tür gösterişlere son verilmesi gerektiğini adeta vurgularcasına yaptığı konuşmasında, üstüne basa basa şunları söylüyor: "Cami dışında da hayır var. Okul yaptırın." Bu çağrısıyla da aslında eski Diyanet İşleri Başkanı Yılmaz, tüm kötülüklerin asıl kaynağının cehalet olduğu mesajını da vermeye çalışıyordu...

İstatistiklerin her yıl 1000-1500 caminin açıldığını gösterdiği Türkiye'de, Diyanet İşleri Başkanı'nın , hem de "Camiler Haftası"nda yaptığı bu çağrı ve uyarı elbette çok anlamlı. Ama o Diyanet İşleri Başkanı M. Nuri Yılmaz, AKP Hükümeti döneminde üzerindeki yoğun baskılara daha fazla dayanamadığını söyleyip görevinden üzülerek ayrıldığını vurgulayıp istifa etti. Kendi deyimiyle ise, istifa etmeye zorlanmıştı.

Şimdi Refahyol dönemine bir daha bakıyoruz. Skandallarla dolu bir süreç. Bosna'ya yardım adı altında halktan toplanan paraların nasıl birilerinin cebine indirildiğini ortaya koyan bir Mercümek skandalı ortaya çıktı. Tıpkı bugünkü Deniz Feneri olayında olduğu gibi. Sonra... Halkın 11 trilyonunun nereye gittiğinin hesabını veremeyen Erbakan ve 70 RP'li yolsuzluk ve vurgun davası dolayısıyla yargı karşısına çıktı. 

O dönemde Genel Başkan Yardımcısı durumunda olan, şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, tekrar milletvekili seçilip dokunulmazlık kazanınca yargılanamadı. Gül, aslında hiç yargılanamadı, sonraki dönemlerde de hep milletvekili seçildiği için. Ve bugün Abdullah Gül, Cumhurbaşkanı olarak Çankaya köşkünde oturuyor. Eski lideri olan Erbakan'ın da "kayıp 11 trilyon" davası nedeniyle aldığı cezasını cumhurbaşkanı sıfatıyla affetti. Şimdi de kendisi aynı davanın 2 numaralı sanığı olduğundan, AKP hükümeti
Gül'ü Erbakan'ın hüküm giydiği bu davadan aklayıp kurtarma formülü geliştirme peşinde.

Ve AKP iktidarı son bir kaç aydır ardarda patlayan yolsuzluk ve vurgun olayları ile giderek yıprandı. Hem de bütün yolsuzluklar belgelenmiş halde. Genel Başkan yardımcısı Şaban Dişli'nin yolsuzluk skandalı Dişli'yi istifaya kadar götürdü. Dişli'nin istifası AKP'yi kurtarmadı tabii. Çünkü ardından, hem de Almanya'da ortaya çıkan, uluslararası düzeydeki yolsuzluk olayının AKP ile bağlantıları ve bizzat Başbakan Erdoğan'a buradan para aktarıldığı olayı Deniz Feneri iddianamesinde açık açık yer aldı.
 

Şimdi yukarıdaki yolsuzluk ve vurgun olaylarını da aklımızda tutup bugünkü manzaraya tekrar bir bakalım: AKP'nin cumhurbaşkanı yaptığı AKP'nin 2 numaralı adamı Abdullah Gül, kayıp 11 trilyon davasının da 2 numaralı sanığı. AKP kurucusu ve Genel Başkanı, Başbakan Erdoğan hakkında 15 civarında açılmış yolsuzluk dosyası var, ama dokunulmazlığı dolayısıyla yargılanamıyor. Bir de Deniz Feneri olayı var, ama davaya Almanya'daki mahkemeler baktığından üstü örtülemiyor veya yargıya baskı yapılamıyor. 

Kabahatler ne kadar çok, değil mi?

Ve Kasım ayına doğru girilirken, birden bire ülke gündemine gelen bir haber: "Erbakan'ın rüyası gerçekleşiyor" mansetleriyle verildi! Haberin konusu, Çankaya'ya büyük bir cami yaptırılacağı. Tabii cumhurbaşkanının desteği ve AKP iktidarının teşviki ile..
Caminin yeri ise haberde şöyle tarif ediliyor: "Erbakan'ın hayali olan Çankaya'ya yaptırılacak büyük cami, Çankaya Köşkü'nün tam karşısında yer alacak..."

Haberi daha duyar duymaz elimde olmadan kahkahayı patlattım.
Nedeni mi? Büyüklerimizin söylediği çok derin anlam taşıyan bir sözü hatırlamıştım da...
Efendim, büyüklerimiz şöyle der:
"İnsanların günahları arttıkça, ibadethane ve tapınak sayısında da korkunç bir artış olur..."

Eeee, büyüklerimiz ne söylerse, güzel söyler.

21 Ekim 2009    



0 Yorum - Yorum Yaz
Ben unutmadım, sen de unutma!
 
Her 10 Kasım’da yine de ağlarım! 
Yüreğim ezilir, içim de yanar. Kendimi tutamam, hep ağlarım.

Birileri, “Artık yas tutmayın!” demişti. Kim ne derse desin, ben yine de bildiğimi yaparım. Her 10 Kasım günü yas tutarım. Dayanamam ve ağlarım. 
İster sulu göz deyin, ister duygusal deyin. 

Vakit buldukça 10 Kasım’da Ankara’ya gider, Atatürk’ün manevi huzurunda saygıyla eğilirim. Eşimle, bulduğum kadarıyla çocuklarımla ve torunlarımla elele tutuşur, öyle ağlaşırız!

O’nu hiç unutmadık! 
O’na sadece biz ağlamadık, bütün dünya ağladı.
İçimizden birileri belki O’nu hiç sevmedi, anlayamadı. 
Lakin, bütün dünya O’nu sevdi, saydı ve O’nun için ağladı.

Saçlarındaki aklar akları kovalasa, gözlerin en sevdiğin nesnelerden habersiz olsa, bir fırtına, bütün amaçlarını ve emellerini bir anda silip süpürüp götürse, “hayat seli” seni senden koparıp alsa, hiçbir şeyi düşünemesen, hatırlayamasan, anamasan, yine bu günü unutma! 

Zaman, ölümle doğum arasında en büyük yayını çizer. 
Duvardaki saat da her vuruşunda, bizi biraz daha sonsuza yaklaştırır. 
“Gün nedir? Dakika nedir?” demeyesin! Her 10 Kasım sabahı, yelkovan ve akrep dokuzu beş geçe rakamını işaret ederken, sen, yine O’nu hatırla ve bir Güneşin erken battığını unutma!

Tarih sana eskimiş defterlerini karıştırtacak. 
Sen orada boz kurtla birlikte Mete’yi göreceksin. 
Roma topraklarında Attila’yı seyredeceksin, sert bakışlı Sezar’ı bulacaksın. 
Son seferinden dönen Anibal’a hak vereceksin. 
Bir şöhret uğruna herşeyini kaybeden Napolyon’u, her defasında bir çalım anıtı olarak yine düşleyeceksin. Fakat bunların üstünde, Kocatepe’de bir “Haçlı Cihan Ordusu”na pençesini vuran O, masmavi gözlü Kartal’ı hiç unutma!

Bir gün sana, “yüzyılların öncesinde, insanlar Güneşe, Taşa, Puta taparlardı” ya da “Poseidon, Diyonizos gibi Tanrılar vardı” derlerse, unutma, yirminci yüzyılda da, mavi gözlü bir Mustafa Kemal’in olduğunu onlara söylemeyi yine unutma!

Bismark adı, seni Almanya’ya sürükleyebilir. 
Kont Kavur ya da Garibaldi İtalya’yı anımsatır. 
Washington adını duyunsa şaşırma. 
Çünkü bu adların sahipleri, kendilerinden olmayan milletleri ancak kendilerine bağlamak veya tek bir cepheden gelen felaketi savuşturmak kudretini gösterdiler.   

Yeryüzünde devlet yaratan, devir açan simalar da seni şaşırtmasın. 
Çünkü, onların hepsinin üstünde, küreğiyle, kazmasıyla, dipçiğiyle, süngüsüyle dünyaya mezar kazan; Balkanlar’ın, Karpat’ların, Bingazi’lerin, Kafkaslar’ın, Yemen’lerin  erittiği bir ordunun kalıntılarıyla, koskoca bir zaferden sonra taptaze laik bir Cumhuriyet yaratan Atatürk’ü unutma!  

Bir gün yolun düşerse, gururlu dağların çevrelediği bir yaylada, fışkıran bir kent göreceksin. Bu şehir, senin tarihindir. Kulaklarında, Kocatepe’den atılan top sesleri uğuldarken, sen, Rasattepe’ye yürü. Orası “Hürriyetin Kabesi”dir.  
O yerde, Deniz bakışlı bir efsanevi kahraman yatar. 
Toprağına yüz sürmeyi unutma!

Hayatın her yılı, iki baharı saklar. 
Bunlardan ilki, Doğuşun ifadesidir: Toprak, bu mevsimde uyanır; ağaçlar, bu mevsimde yeşerir, çiçeklerini açar; insanlık, mutluluğunu bu mevsimde sembolleştirir. Sonuncu bahar, ölümü süsler: Sararan otlar, dökülen yapraklar, solan çiçekler, boyun büken bayraklarla beraber. 
O’nun da bu mevsimde göçtüğünü unutma! 

Göz yaşı; insanlar için bir boşalma, bir tesellidir. 
Sevdiklerimize, inandıklarımıza, bağlandıklarımıza ağlarız. 
Bayraklar, büyük insanların hepsi için yarıya çekildi. 
Fakat, yaşlı dünyamız, bütün gözyaşlarını, O’nun topraklarına serpti. 

O’ndan önce hiç kimseye böylesine ağlanmamıştı. 
O’ndan sonra da ağlanmıyor.
Unutma emi!
  İbn-i Cinnî                
Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy    



1 Yorum - Yorum Yaz
Bir aşk hikâyesi
 

Ünü tüm Anadolu’ya yayılan Adanalı ünlü bilgin ve filozof Şeyh Edebali, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başındaki Sultan Alaaddin Keykubat döneminde İtburnu kasabasını mesken edinerek, burada kurmuş olduğu bir tekkede eğitim veriyordu. Ünlü bilgin, burada özellikle de yöneticilik kuralları ve yasaları ögretmekteydi.

Kayı
Aşireti
mensuplarının gönlünde gelecekte aşiretinin başina geçecek kişi olarak yer edindiğinin bilincinde olan Osman Bey de, Şeyh Edebalinin ününü duymuştu. Bir süre sonra ünlü bilginin verdiği bu dersleri izleyenler arasında Osman Bey de yer almaya başladı. Kendisini gelecekteki aşiret lideri olarak hazırlamaya başlayan Osman Bey, Şeyh Edebalinin ögretilerinden yararlanmaya büyük özen gösterdi. Bu nedenle de bir süre sonra ünlü bilginin en sadık ögrencisi ve tekkesi ile evini en sık ziyaret eden kişi de oldu.

 

Bu sık ziyaretlerinden birinde de, ünlü bilginin güzeller güzeli kızı Mal Hatun ile karşilaştı ve bu genç kızı görür görmez de gönlünü kaptırdı... Girişken bir kişiliği olan Osman Bey, kısa zaman içinde, aşik olduğu Mal Hatun  için beslediği duygularını açarak, Şeyh Edebali'den kızı ile evlenmek istediğini belirtti ve bu konuda iznini istedi. Ama aldığı cevap olumsuz oldu.

Şeyh Edebali , Osman Bey’in iyi bir damat olabileceğinden emindi. Ama açıkçası, çok sevdiği kızı Mal Hatun’un mutluluğu konusunda ise biraz da kaygılanıyordu. Bunun nedeni de; Osman Bey’in sıradan bir damat adayı olmamasıydı. Şeyh Edebaliyi en çok kaygılandıran, Kayı Aşiretinin gelecekte başina geçecek olan Osman Bey’in gözüpekliği ve ataklığı ile yaptığı ündü. Osman Bey’in gelecekte yükleneceği büyük sorumluluklar dolayısıyla kızını ihmal ederek mutsuzluğuna neden olabileceği kuşkusu ve kaygısını taşiyan ünlü bilginin Osman Beye yanıtı bu yüzden olumsuz oldu ve kızı ile evlenme izni vermedi. Ama...

Mal Hatun, gerçekten de güzeller güzeli bir genç kızdı. Büyük bir filozof ve bilgin olan babası Şeyh Edebali’nin tüm Anadolu’ya yayılan ünü kadar, Mal Hatun’un da güzelliği dillere destan olmuştu. Hatta bu ün Bizanslılara kadar bile taşmıştı. Bu yüzden, bir süre sonra Bizans prenslerinden bile kızı Mal Hatun’la evlenmek için Şeyh Edebalinin kapısını aşindıranlar da olmaya başlamıştı. 

Ünlü bilgin, çok zor bir durumda kalmıştı. Bizans prenslerine ve Hristiyanlara kızını vermeyi zaten düşünmüyordu. Öte yandan bir süredir Bizaslılarla sert çatismalar içinde olan ve Kayı Aşiretinin başina geçen Osman Beye de olumsuz yanıt vermişti. Her konudaki sorunlara çözüm üretebilecek kadar engin ve derin bilgi sahibi olan ünlü bilgin, ilk kez bir konuda karar verebilmekte güçlük çekiyordu. Ünlü bilgin kararsızdı... “Aşk” karşisında ne yapılabilirdi ki? 

Ünlü bilgin, kızının da bu konuda bir ara ağzını aramaya ve gönlünde ne yattığını öğrenmeye karar verdi. Koca bilgin için kızının duygularını anlayabilmek de zor değildi. Mal Hatun’un da Osman Bey’e karşı kayıtsız olmadığı ve gönlünün kaydığını sezinleyen Şeyh Edebali, sonunda kızına olan kendi sevgisinin onu korumaya çalişirken, taşidığı kaygıları yüzünden mutsuz olmasına neden olabileceği düşüncesiyle, sevgili kızının gönlünün yaptığı seçim dolayısıyla da, bu evlliğe razı oldu. Çünkü, Osman Bey’in sevgisi karşılıksız değildi!

Ama ulu bilge Edebali'nin kızını Osman Bey’e vereceğini açıkladığı "Mal Hatun artık senin helalindir" sözleri ise, Osman Bey’in düşü yorumlaması sırasındadır.
Bu “aşk” böylece bir “mutlu son”a kavuştu...

Mal Hatun kimdir?

Ünü tüm Anadolu’ya yayılan Adanalı ünlü bilgin ve filozof Şeyh Edebali, Anadolu Selçuklu Devleti'nin başındaki Sultan Alaaddin Keykubat döneminde İtburnu kasabasını mesken edinerek, burada kurmuş olduğu bir tekkede eğitim veriyordu. Ünlü bilgin, burada özellikle de yöneticilik kuralları ve yasaları ögretmekteydi.

Kayı
Aşireti
mensuplarının gönlünde gelecekte aşiretinin başina geçecek kişi olarak yer edindiğinin bilincinde olan Osman Bey de, Şeyh Edebalinin ününü duymuştu. Bir süre sonra ünlü bilginin verdiği bu dersleri izleyenler arasında Osman Bey de yer almaya başladı. Kendisini gelecekteki aşiret lideri olarak hazırlamaya başlayan Osman Bey, Şeyh Edebalinin ögretilerinden yararlanmaya büyük özen gösterdi. Bu nedenle de bir süre sonra ünlü bilginin en sadık ögrencisi ve tekkesi ile evini en sık ziyaret eden kişi de oldu. Bu sık ziyaretlerinden birinde de, ünlü bilginin güzeller güzeli kızı Mal Hatun ile karşilaştı ve bu genç kızı görür görmez de gönlünü kaptırdı... 

Öte yandan, uzun yıllarca  çok geniş ve zengin bir tarihi kaynak araştırması yapan Op. Dr. M. N. Dinçsoy’un eserine (Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatürk, Sf: 463) ve ünlü Osmanlı Tarihi (Historie de la Ottoman veya Historie de la Turquie) adlı bir kaç ciltlik eser yazan ve Osman Bey’in ünlü nihahını bu eserinde anlatan Alphonse de Lamartine'nin eserine (Osmanlı Tarihi, Cilt: 1, Sf: 38) göre de Mal Hatun ile ilgili bilgiler yukarıda aktardığım doğrultudadır.    

Devamını oku:   Bir nikâh ve bir söz         



Cinnîler
Abbasiler ve Buveyhiler dönemindeki Cinni’ler
"Cinni”sözcüğünün ansiklopedik veya sözlük anlamı, “cinlere mensup” ya da “cinlerle ilgili” demektir. (Meydan Larousse, Cilt: 2, Sf: 954) “Cinci” sözcüğü ise, sonradan uydurulmuş ve yakıştırılmış bir sözcüktür. Felsefeciler ve büyük din bilginleri, “cinci” sözcüğünün özellikle bir takım din bezirganları ve şarlatanlar tarafından uydurulduğunu kabul etmektedir. “Cinni” sözcüğü ile “cinci” sözcüğü, bu nedenle yukarıdaki anlamlarından da anlaşılabileceği gibi, birbirinden çok farklıdır.  

Eski Türklerde, “akıl ve zeka”nın sembolü olarak kullanılan “cin” sözcüğünden türetilmiş olan “cinni”, bir ünvan olarak kullanılan bir sözcüktür. Örneğin; en eski Türklerde, Şamanizm döneminde, Çin ile bu ülkeye sınır olan Türk insanları arasında, “cinni” sözcüğü, “hem ulu bir hekim, hem de aynı zaman da ulu bir bilgin” konumunda olan insanlar için bir ünvan olarak kullanılırdı. Yani; bu unvan bu iki özelliği birden aynı anda taşıyan kişilere verilebilirdi ancak...
Abbasiler ve Buveyhiler dönemindeki Cinni’ler

Eb-ul Fethi Osman:
Doğum tarihi kesin olarak belli değildir. Alman Oryantalisti E. Probster’e göre, Hicri 300 ya da 320, Miladi 913 ya da 932 yıllarında Musul’da doğmuş ve 1002’de Bağdat’ta ölmüştür. Aslında, Türk olduğu halde, eserleri Arapça olduğundan, bir çok Türk bilim adamları gibi, “Araplaştırılmış Türk” anlamına gelen “Müstarep” sözcüğünün Batı dillerine yanlış olarak çevrilmesinden, Batı literatüründe Arap Filozofu, Arap Filologu olarak tanınır. Her şeyden önce, Sarf (Söz dizimi-Syntax) ile de meşgul olan bu zat, Tasrif (Flexional Languages) konusunda, zamanın en ulu bilgini olarak ünlenmiştir

Basra ve Küfe dil okullarındaki düşünce ayrılıkları, Milattan sonraki 9.ncu yüzyılda Bağdat’ta kurulan bir dil okulu tarafından etimolojinin ilk temsilcisi kabul edilen bu İbn-i Cinni'nin, dile dair teorileri, felsefi bakımdan incelemesiyle uzlaştırıldı. (Bakınız: Meydan Larousse, Cilt: 1, Sayfa: 626) Ebu el-Farasi el-Fasavi’den ders almış ve hocasının ölümüne kadar, onunla beraber 40 yıl İran’da, kısmen Büveyhi hanedanının en kudretli rüknü ve bu hanedanın Halep kolunun kurucusu ve asıl adı Ebu el Hasan el Ali bin Abdullah Ebu-l Hayce bin Hemedan olup, tarihlere Seyf-el Devle (916-967) olarak geçen hükümdarın Halep’teki sarayında, İbn-i Bakiye Nasır-üd Devle zamanında ve İbn-i Mubata’nın vaizlik yaptığı yıllarda görev almıştır.  

Kıbbet-ül Hattat adı ile de anılan Yakut el Müsta’semi (1173-1238)’nin Efkar-ül Hü-kema ve Kirab-ül Ahbar adlı eserinde, bu zatın, Seyf-üd Devle ile ondan sonra gelen Adud-ud Devle’nin yaptırdığı “Bimaristan-ı Adudi” adlı hastanede, iyi bir hekim olan Eb-ül Fereç (983-1043) ile birlikte bir çok öğrenciyi yetiştirdiği yazılıdır. Seyf-el Devle’nin ve onun ölümünden sonra da Adud-el Devle (936-983)’nin sarayında “Katib-el İnşa” görevini yapmıştır.

İsfahan’da iken İbn-i Sina ile karşılaşmış, onun Arapçasındaki yetersizliğini eleştirmiştir. Bu olay üzerine İbn-i Sina Arapça üzerine 3 yıl çalışmış, “Lisan-ül Arab” adlı kitabını yazmışsa da, ömrü yetmediğinden, bu kitap müsvedde halinde kalmıştır. Büyük Arap şairi El-Mutanabbi ile mülakatlarında, Arapçanın gramerine ait problemlerde uzun tartışmalarda bulunmuş, onun divanında şerh (açımlama) yazmıştır.

Eb-ul Fethi Osman'ın ünlü yapıtları:
1– Arapçada sesli ve sessiz harflere dair (Kitab Sirr-el Sınaa ve Esrar-el Belağa)
2– Arapçanın özelliklerine dair (Ki-tabel-Haşaiş fı ılm-ül usul el Arabiyye) İsveçli filolog J. Petersen’e göre, filolojiye dair bir çok eserinden başka, şiirleri de vardır. 
 
Eb-ul Fethi Osman hakkında bilgi veren kaynaklar: 
1– E. Probster-İbn-i Ginni’s Kitab al Muğteşap (Leipzig Semititische Studient, 1904)
2– O. Reschner-Studient Über İbn Ginni (Zeitsc Assyro 1909 23. 1. 54)
3– İbn-i Hallikan-Vafayat  al Ayan (Nşr. Wüstenfeld.IV.Nr.423)
4– Yakut, İrşat al Arib (Gib.Mem) V, 15-32, eser, Sf: 29-32 J. Pedersen
5– G. Flügel-Die Grammatischen Schulen der Araber, Sf: 248-252
6– İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5/2, Sayfa: 720
7– İslam Ansiklopedisi, Cilt: 1, Sayfa: 142-143
8– İslam Ansiklopedisi, Cilt: 8, Sayfa: 858-862
9– İslam Ansiklopedisi, Cilt: 10, Sayfa: 536-539
10– Meydan Larousse, Cilt: 4, Sayfa: 507-509
11– Meydan Larousse, Cilt: 6, Sayfa: 158
12– Encyclopedia Britannica First Publication 1768 Vol. 2, Page 915
13– Ana Britannica, Cilt: 1, Sayfa: 107
14– Ana Britannica, Cilt: 11, Sayfa: 438-43

Fethi Osman:
Hakkında pek fazla bilgi edinemedik.

Devamı   Osmanlılar dönemindeki Cinniler 



Cinnîler
Cumhuriyet döneminde yaşayan Cinni’ler
"Cinni”sözcüğünün ansiklopedik veya sözlük anlamı, “cinlere mensup” ya da “cinlerle ilgili” demektir. (Meydan Larousse, Cilt: 2, Sf: 954) “Cinci” sözcüğü ise, sonradan uydurulmuş ve yakıştırılmış bir sözcüktür. Felsefeciler ve büyük din bilginleri, “cinci” sözcüğünün özellikle bir takım din bezirganları ve şarlatanlar tarafından uydurulduğunu kabul etmektedir. “Cinni” sözcüğü ile “cinci” sözcüğü, bu nedenle yukarıdaki anlamlarından da anlaşılabileceği gibi, birbirinden çok farklıdır.  

Eski Türklerde, “akıl ve zeka”nın sembolü olarak kullanılan “cin” sözcüğünden türetilmiş olan “cinni”, bir ünvan olarak kullanılan bir sözcüktür. Örneğin; en eski Türklerde, Şamanizm döneminde, Çin ile bu ülkeye sınır olan Türk insanları arasında, “cinni” sözcüğü, “hem ulu bir hekim, hem de aynı zaman da ulu bir bilgin” konumunda olan insanlar için bir ünvan olarak kullanılırdı. Yani; bu unvan bu iki özelliği birden aynı anda taşıyan kişilere verilebilirdi ancak...
Cumhuriyet döneminde yaşayan Cinni’ler

Muallim İsmail Hakkı Efendi (Cinni Hoca):

 Buradan anlaşılacağı gibi, yaşamlarını yöremizde sürdürmeye başlayan İbn-i Cinni’lerden en fazla iz bırakanı da, halk tarafından “Cinni Hoca” olarak anılan ve Turgutlu'da Rüştiye Mektebi Müdürlüğü ve tarih öğretmenliği görevinde bulunan İbn-i Cinni İsmail Hakkı Bey olmuştur. Sanırım bunun nedeni de, dönemin olağanüstü yaşam koşulları dolayısıyladır. Çünkü, olağanüstü koşullar, her zaman ortaya bazı karakterler veya kahramanlar da çıkarır. İsmail Hakkı Bey de, 20. Yüzyılın başlarında, Turgutlu’nun tarihsel süreci içinde, işgal öncesi ve işgal altındaki yaşam sürecinde, bu nedenle iz bırakan en önemli karakterlerden biri oldu.

 1864’te Yayla mahallesinde doğmuş, Sübyan ve Rüştiye okullarını bitirdikten sonra, Limoncu Camii Medresesi’nde 9 yıl tahsil yapmış. İstanbul’daki Fatih Medresesi’nde Arapça ve Farsça ile “Hadis ve Kelam”dan icazet almış, dönüşte, İkbal ve Necmülmaarif okullarında öğretmenlik ve müdürlük yapmış, İzmir’de açılan yarışma sınavını kazanarak 19 Mayıs 1884’de Kasaba’daki Rüştiye okuluna önce öğretmen, sonra da müdür olmuş.

Yunan işgali yıllarında, “Kasaba Maarifi İslamiye Derneği”ni kurarak, bu süredeki okumayı sağlamış. Kuvvayı Milliye’nin Kasaba’daki istihbarat örgütü sorumlusu olarak o devirlerde görev yapmış. 50 yıllık öğretmenlik hayatından sonra, 1930’da emekli olmuş ve 24 Aralık 1942’de vefat etmiştir...”  Daha fazla bilgi için tıklayınız: Cinni Hoca: Bilge mi, evliya mı?

 

'Son Cinni', İbn-i Cinni Mustafa Niyazi Dinçsoy:

Mustafa Niyazi Dinçsoy, dedelerinden gelen “İbn-i Cinni” ünvanını gerçekten de fazlasıyla hak eden özelliklere sahipti.  Ben ona “Son Cinni” diyorum.   Tıklayınız: 'Son Cinni'

Atalarından gelen “İbn-i Cinni” ünvanini, yazılarında ve eserlerinde büyük bir gururla, bir imza olarak kullanan Op. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy ise, 86 yıllık yaşamı içinde, “İbn-i Cinni” olabilmenin o ayrıcalıklı tavrını 20. ve içinde bulunduğumuz 21. Yüzyıla kadar taşıyabilme  onurunu da yaşayabilmiştir. 1914 yılının 23 Nisan gibi anlamlı bir gününde dünyaya gözlerini açan Op. Dr. Dinçsoy, 2000 yılının 29 Ekim’inde, yine anlamlı bir günde dünyaya gözlerini yumdu.

“Yaşamım çok güzel ve anlamlı rastlantılarla dolu” derdi sevgili Dinçsoy. Bunlar arasında Mustafa Kemal’le ilgili olan anılarını ise hiç unutamamıştı. Benim yaşamımdaki güzel rastlantılardan biri ise, kendisinin deyimiyle "en yakın dostu" olma onurunu taşımak oldu. 

 Biyografisi için tıklayınız: Sihirbaz Doktor    




0 Yorum - Yorum Yaz
Cinnîler
Osmanlılar döneminde yaşayan Cinni’ler
"Cinni”sözcüğünün ansiklopedik veya sözlük anlamı, “cinlere mensup” ya da “cinlerle ilgili” demektir. (Meydan Larousse, Cilt: 2, Sf: 954) “Cinci” sözcüğü ise, sonradan uydurulmuş ve yakıştırılmış bir sözcüktür. Felsefeciler ve büyük din bilginleri, “cinci” sözcüğünün özellikle bir takım din bezirganları ve şarlatanlar tarafından uydurulduğunu kabul etmektedir. “Cinni” sözcüğü ile “cinci” sözcüğü, bu nedenle yukarıdaki anlamlarından da anlaşılabileceği gibi, birbirinden çok farklıdır.  

Eski Türklerde, “akıl ve zeka”nın sembolü olarak kullanılan “cin” sözcüğünden türetilmiş olan “cinni”, bir ünvan olarak kullanılan bir sözcüktür. Örneğin; en eski Türklerde, Şamanizm döneminde, Çin ile bu ülkeye sınır olan Türk insanları arasında, “cinni” sözcüğü, “hem ulu bir hekim, hem de aynı zaman da ulu bir bilgin” konumunda olan insanlar için bir ünvan olarak kullanılırdı. Yani; bu unvan bu iki özelliği birden aynı anda taşıyan kişilere verilebilirdi ancak...
Osmanlılar döneminde yaşayan Cinni’ler

Koca İsmail:
Tımar sahibi ve derbentlik yapmıştır. Oğlu İsmail’in anlatılarına göre, Sultan 1. Abdülhamit (1774-1789)’in 1776’da çıkardığı bir fermanla, Kethüda İbrahim Nesim’in komutasında, Oğuzların Kargın koluna bağlı Yürüyen Aşireti yürükleri ile birlikte gittiği (1768-1770) Osmanlı-Rus Harbi’ndeki cesareti, yürekliliği ve yiğitliği ile tanınan kılınç sipahisi Koca İsmail’e, bugün dahi, Turgutlu’nun doğusunda “İsmailli” ya da “İsmailcik” adını taşıyan tımarına ek olarak, oğlu İsmail ile birlikte “Derbentlik” görevi eklenmiş. Bu dönem, 1776’da tarihimizdeki “Kapısız Leventler”in, yöremizde en azgın yıllarına uyar... 

Koca İsmail’in doğum tarihi kesin olarak bilinmiyor. Kendisine bu görev verildiğinde, 35 yaşında imiş ve 78 yaşında ölmüş. Bu hesaba göre, 1741’de doğduğu ve 1819’da öldüğü kabul edilebilir. 3. Selim öldürüldüğünde (1807) 66 yaşında imiş. Kabakçı Mustafa ayaklanmasında İstanbul’da imiş. Orada gördüklerini anlattıkları, tarihsel kayıtlara uyuyor. 

Tımar bağlanmasına ve Derbentlik görevi verilmesine ait “berat”lar, korunmak üzere saklandıkları, Rüştiye Mektebi Müdürlüğü’ndeki dolabında, Yunan’ın kaçarken ilçemizde çıkardığı genel yangında yanmış... İstanbul’daki Mevkufat kayıtlarının araştırılmasında da, bu kuyudatın, 1931 yılında Bulgaristan’a okkası üç kuruştan satılan eski Osmanlı evrakı ile birlikte zayi olduğu anlaşılmıştır. (Bu konu; 19 Mayıs 1931 günlü Son Posta Gazetesi, 24 Mayıs 1931 günlü Milliyet Gazetesi, 30 Mayıs 1931 günlü Vakit Gazetesi, Nizamettin Nazif’in 23 Mayıs 1931 tarihli Açık Söz Gazetesi’ndeki yazısı, Ahmet Kabaklı’nın Köprü Dergisi’nin Kasım 1982’deki yazısı, İbrahim Hakkı Konyalı’nın 15 Eylül 1993 günlü Türkiye Gazetesi anlatıları ile kanıtlanır.)
 
İsmail oğlu Mustafa Efendi:
1791’de doğmuş, 1868’de ölmüştür. 
 
Mustafa oğlu Hüseyin Hoca:          
1818 yılında Kasaba’nın Yayla mahallesinde doğmuş. 1893’de ölmüş. Turgutlu'da ilk Belediye Teşkilatı’nın kurulması dolayısıyla okunan Mevlid-i Şerif’in duasını yapmış.

Hüseyin oğlu Mehmet Efendi:   
1839’da Yayla mahallesinde doğmuş. 1918 yılında öldü. Limoncu Camii’nin hafız ve vaizlerindendi.

Bütün bu anlatımlardan anlaşılacağı üzere, “Cinni”lerin yöremize, daha doğrusu Turgutlu’ya gelişi Celali İsyanları sonrasındaki gelişmeler doğrultusunda olmuştur. Celali İsyanları’ndan sonra, 17. Yüzyılın sonu ile 18. Yüzyılın başlarına rastlayan dönemde, baskınlardan korunmak için, tarihi surları onararak tahkim edilmiş bir yerleşim merkezi haline de gelen Turgutlu, “kasaba” statüsüne de ulaşmış, bu arada stratejik bir alanda yer alan bölgenin daha iyi korunabilmesi amacıyla, konumuna uygun bir yerde “Derbent Teşkilatı” da kurulmuştu. Bugünkü Derbent beldesinin yer aldığı yerde kurulan bu köye, Derbentlik görevine de “güvenilir” bir kimse olarak, kendisini kanıtlamış bir kılıç sipahisi olan, İbn-i Cinniler’den Koca İsmail atanmıştı.

Tanzimat döneminde tüm Osmanlı yönetimine ait olan topraklar üzerinde Derbentlik sistemi kaldırılınca, bundan sonra da “İbn-i Cinni”ler, Turgutlu’ya, ilçenin o dönemki Yayla mahallesine yerleşirler... “Derbentlik” sisteminin kaldırıldığı bu dönemde, Derbent görevlisi olan İbn-i Cinni Mustafa Bey’dir. Mustafa Bey, oğlu Hüseyin ve onun oğlu Mehmet ile birlikte Derbent’ten ayrılarak Turgutlu’ya yerleşince, izlerine ilk kez Emeviler döneminde ve Hemedan kentinde rastlanan İbn-i Cinni’lerin bundan sonraki serüveni, artık Turgutlu’da devam eder.  

Devamı   Cumhuriyet döneminde yaşayan Cinniler




0 Yorum - Yorum Yaz
Cinnîler
"Cinni”sözcüğünün ansiklopedik veya sözlük anlamı, “cinlere mensup” ya da “cinlerle ilgili” demektir. (Meydan Larousse, Cilt: 2, Sf: 954) “Cinci” sözcüğü ise, sonradan uydurulmuş ve yakıştırılmış bir sözcüktür. Felsefeciler ve büyük din bilginleri, “cinci” sözcüğünün özellikle bir takım din bezirganları ve şarlatanlar tarafından uydurulduğunu kabul etmektedir. “Cinni” sözcüğü ile “cinci” sözcüğü, bu nedenle yukarıdaki anlamlarından da anlaşılabileceği gibi, birbirinden çok farklıdır.  

Eski Türklerde, “akıl ve zeka”nın sembolü olarak kullanılan “cin” sözcüğünden türetilmiş olan “cinni”, bir ünvan olarak kullanılan bir sözcüktür. Örneğin; en eski Türklerde, Şamanizm döneminde, Çin ile bu ülkeye sınır olan Türk insanları arasında, “cinni” sözcüğü, “hem ulu bir hekim, hem de aynı zaman da ulu bir bilgin” konumunda olan insanlar için bir ünvan olarak kullanılırdı. Yani; bu unvan bu iki özelliği birden aynı anda taşıyan kişilere verilebilirdi ancak...

Atalarının taşıdığı “İbn-i Cinni” ünvanını ve bu ünvanın nereden geldiği ve nereden kaynaklandığını merak eden Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy da, “ibn” sözcüğünün Farsça ve Osmanlıca anlamının “oğul” olmasından  yola çıkarak, bu konuda bir araştırma yapmaya koyulur. Bu arada babası İbn-i Cinni İsmail Hakkı Bey’in (Cinni Hoca) arşivinden yararlanarak kendi soy ağacını da çıkaran Op. Dr. Dinçsoy, bu amaçla 1965-66 yıllarında Suudi Arabistan’a, 1967-68 yıllarında Irak’a gider. 1973 yılında da İran ve Çin’e giden Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy’un, atalarının taşıdığı bu ünvanın anlamı konusunda ulaştığı bilgi, eski Türklerde “Cinnı”, Çin tarihinde de “Cing ci u” (okunuşu "cinci" şeklinde) olarak kullanılan bu ünvanın “hem hekim, hem de ulu bilgin” olanlar için kullanıldığını, sonradan da İslami etkiler ve Arap kültürünün etkisi, İran üzerinden gelen ağız ve lehçe özellikleri dolayısıyla “Cinni” haline dönüştüğünü saptadığını açıklar. (Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatürk, Sf: 2 

Bu arada yukarıda adı geçen devletlerin Türkiye’deki büyük elçi ve ataşeleri ile de ilişki kuran Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy, “İbn-i Cinni” ve “Cinnizade” ünvanları hakkında topladığı bilgiler ve ayrıca babasının da elindeki belgeler doğrultusunda, günümüzden geçmişe doğru ta Emeviler dönemine kadar yaşayan tüm “Cinni”ler ya da “İbn-i Cinni”ler hakkında ilginç bir arşiv ve soyağacı ortaya çıkarır. Bu soyağacı kütüğüne göre, Dinçsoy’un dedelerinin her biri de, yaşadığı kendi döneminin en ulu bilginlerinden olarak tanınmaktadır. Bu durum da ansiklopedilere kadar geçmiş bir gerçekliktir.

Emevilerden öncesine gidilememesinin nedeni ise, bu dönem öncesine ait dedelerinden kalma bir esere ulaşılamamış olması dolayısıyladır. Bu nedenle, "ilk cinni"nin kim olduğu ve kimliği konusunda net ve kesin bir şey söyleyebilmek mümkün değil. Ama "son cinni"
nin kim olduğunu ise rahatlıkla açıklayabilirim.

Kendisini “Son Cinni” olarak tanımladığım İbn-i Cinni Op. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy, 1995 yılında bu soyağacı çalışmasının bir örneğini bana da vermişti. İlk dedelerinin Emeviler döneminde yaşadığını dikkate alarak aile kökenini araştırıp, ortaya bir  “soyağacı” çıkaran Dinçsoy’un, bana verdiği bu soyağacına göre, tarihte “İbn-i Cinni” olarak geçen karakterler aynen şöyle sıralanıyor:

Emeviler döneminde yaşayan Cinni’ler

Ebu’l Hasan:
En eski "cinni"lerden ve dedelerindendir. Yapıtı olmadığı için, biyografisini öğrenemedik.
 
Hasan İbn-i Salih:
Asıl adı Ebu Abdullah (Abdullah’ın babası anlamında)’dır. 718 yılında, yani, İslamiyetin doğuşundan 108 yıl sonra Hemedan’da doğmuş ve 788’de ölmüştür. Süfyan-ı Servi’nin akranıdır. Hadis ilminde güvenilir bir bilgindir. Tebe-i Tabii’den daha büyük bir Hadis ve Fıkıh alimidir. “Sünen-i Tirmızı”, “Sünen-i Ebu Davud”, “Sünen-i Nesai”, “Sünen-i İbn-i Mace” adlarında 4 sünen kitabında yer almıştır, adı geçer.

Babası Salih başta olmak üzere, “Ebu İshak”, “Amr İbn-i Dinar”, “Abdullah bin Muhammed bin Akıl”, “Abdüzaziz bin Refi”, “Muhammed bin Amr bin Akaame”, “Said bin Ebu Urve” ve daha bir çok zevattan Hadisi Şerifler yorumlamıştır. Ayrıca, “İbn-i Mübarek”, “Humeyd bin Abdurrahman er Revasi”, “Veki bin Cerah” gibi bilginleri yetiştirmiştir.

Ali İbn-i Salih:

Veki bin Cerrah’ın ifadesine göre, Hasan’dan önce ölmüştür. Eseri yoktur.

Kaynaklar:  (Emeviler dönemindeki bu "cinni"lerin adları aşağıdaki eserlerde yer almaktadır)
 1– Muhammed Hamdi Yazır: Kur’anı Kerim Tefsiri (Cilt: 1, Sayfa: 673)
 2– Doç. Dr. İsmail Karaçan ve ark : Hak Dini Kur’an Dili (Cilt: 2, Sayfa: 16)
 3– Türkiye Gazetesi: İslam Alimleri Ansiklopedisi (Cilt: 2, Sayfa: 200)
 4– Tezhib-üt Tezhib (Cilt: 2, Sayfa: 285)
 5– Hilyet-ül Evliya (Cilt: 7, Sayfa: 327)
 6– Tezkiret-ül Huffaz (Cilt: 1, Sayfa: 216)
 7– El Alam (Cilt: 2, Sayfa: 193)
 8– Fihrist (Sayfa: 178)

Devamı   Abbasiler ve Buveyhiler dönemindeki Cinniler 

 



0 Yorum - Yorum Yaz
Bilge mi, evliya mı?
Cinnî Hoca
Bilge bir Kuvvayı Milliyeci
Önce efsaneleştirildi, sonra evliya yapıldı
İsmail Hakkı Bey, halk tarafından dini konularda çok bilgili ve derin bir kişi olarak görülür ve bir kısım halk tarafından “Cinni Hoca” diye bilinirdi. Ancak “cinni” lakabı hem söylemesi zor olduğundan, hem de ne anlama geldiğini  bilmeyenlerce pek anlamlı bulunmadığından, zamanla daha kolay söylenebilecek ve kendilerince İsmail Hakkı Bey’in kariyerini daha iyi anlattığını sandıkları bir biçime dönüştürülmüş ve “cinni” sözcüğü “cinci” olmuştu. Kısacası; “Cinni Hoca” lakabı, halk arasında “Cinci Hoca”ya dönüşmüştü.

O dönemde, dini bilgiler konusunda çok derin biri olarak da bilinirken, aynı zamanda dini konularda pek çok kişi tarafından danışılan birisi olarak da tanınır. Pek çok yönüyle birlikte değerlendirildiğinde, gerçek anlamda tam bir “bilge”dir. Ama halk tarafından, özellikle de belli bir kesimce zaman zaman “evliya” olarak da görülmüş, bir kesimse, evliya olduğunu iddia etmiştir. 
 
Örneğin; işgalcilerin kaçarken başlattıkları o meşhur yangında, İsmail Hakkı Bey’in evi, yangından kurtulan ender evlerden biri olmuştu. Bu durum da halk arasında bazı söylencelerin ortaya çıkmasına neden olmuş, İsmail Hakkı Bey’in “evliya” olduğuna inananlarca “Cinci Hoca’nın evini cinler koruyor. O evi yakmaya kalkan çarpılır. Bu yüzden gavurlar o evi yakmaya cesaret edememişler” şeklinde bir takım söylentiler yayılmaya da başlamıştı. 

Oysa yakın dostum olan oğlu Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy, sohbetimizde, olayı tam anlamıyla halkın cehaletinin böyle bir yoruma yol açtığı şeklinde tanımlamıştır.
“Evimizin yanmamasının veya yangından kurtulmasının nedeni, bulunduğu konumdu” diyen Op. Dr. Dinçsoy,  bugünkü Albayrak  Mahallesi’nde, o dönemde “Dutluçarşı” olarak tanımlanan yerde bulunduğunu söyledikleri evlerine ve diğer binalara  bu çarsı ile evleri arasındaki meydan dolayısıyla yangının ulaşamadığını söylemişti.

Diğer bir nedeni ise, bu semti yakmak üzere görevlendirilen yangın postasındakilerden birinin daha önce anlattığımız gibi,  Arnavut Zeynel ve arkadaşları tarafından öldürülmeleri ve kovalanmaları olarak göstermişti.  Bu konuyu okumak için tıklayınız   

Cinni Hoca’nın “evliya” olup olmadığı konusuna gelince... 
Elbette ki bu konudaki en yalın ve gerçekçi bilgi, oğlu Op. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy’un söyledikleridir. Defalarca birlikte oturup sohbet ettiğimiz evi göstererek, “Burası bir evliya evi değil” diyen sevgili dostum, saygıdeğer büyüğüm M. Niyazi Dinçsoy, “Babam da bir evliya değildir. Bu halkın saygı ve sevgisi dolayısıyla, ama biraz da cahilliği nedeniyle gözlerinde kendisini nasıl yücelttiğini anlatır. Babam bir evliya değildir, ama bir bilgedir” demiştir. 

Ona göre, “evliyalık” denilen şey de, zaten sadece sufilerin uydurduğu bir şeydi. 
Örneğin; Türklerde  “evliya” diye bir kavram yoktu. Şaman olan eski Türklerde, bu deyim genellikle “şamanlar” için kullanılırdı. Ancak, 12. ve 13. Yüzyıllarda Anadolu’da  tarikatların en yaygın olduğu dönemlerde, önceleri “ermiş” gibi öztürkçe bir deyim, daha sonraları İran üzerinden gelen ve Arap kültürünü benimseyen bazı sufilerce “evliya” ile karıştırılıp, sonra da “evliya”ya dönüştürülmüştü. Türklerde ise, sadece “bilge” vardı.
                                                                                   Tıklayınız:  
Evliyalık var mıdır, anlamı nedir?

Op. Dr. Dinçsoy’un anlatımına göre; halk arasında anlatıldığı ve söylendiği gibi, babasının “cincilik”le ilgisi filan da yoktu. Bu tamamen halkın bir yakıştırması, daha doğrusu, aslı “Cinnî“ olan atalarından kalma bir ünvanın, kasaba halkı tarafından yanlış bir telaffuzla “Cinci” şeklinde söylenmesinden ileri geliyordu.   

“Cinnî” sözcüğünün ansiklopedik veya sözlük anlamı ise, “cinlere mensup” ya da “cinlerle ilgili” demektir. “Cinci” sözcüğü ise, sonradan uydurulmuş ve yakıştırılmış bir sözcüktür. Felsefeciler ve büyük din bilginleri, “cinci” sözcüğünün özellikle bir takım din bezirganları ve şarlatanlar tarafından uydurulduğunu ileri sürmektedir.

Ama galiba, asıl karambol de şu “cinnî” ya da “cin” kavramından kaynaklanıyor. 
Öyleyse, bu konuya da biraz değinmek gerekiyor.
 Bu konuda ayrıntılı bilgi için tıklayınız

 



0 Yorum - Yorum Yaz



Güne başlarken...


Havada limon çiçegi kokusu asılı. 
Parkta, kucağına ıhlamur kokusu sinmiş banklar, boşboşluğuna rağmen, sanki günün yürek gibi kabaran yolcu peronlarını andırıyor, yerleri kaplayan 2 günlük karın bembeyazlığına inat.

Bu yıl kış zorlu mu geçecek acaba? Yeni yıl bizi böyle bembeyaz selamladığına göre...Hayatımızdaki kirleri de örtercesine yerleri kaplamış doğanın bu mucize beyazı güzelliğine, kara gülümsüyorum bu yüzden geçerken...
 
Banklardan birinde bir ihtiyar oturmuş, düşünüyor. Kocaman kemikleşmiş elleri arasında başi.  
Dirsekleri dizine dayalı. Düşünceleri bir hayli derinlerde, besbelli...
Bu haliyle, derinliğine daldığı kendi düşleriyle birlikte gizemli bir yolculuğa çıktığı anlaşılıyor...

Köşebaşindaki yaşlı piyangocu her zamanki yerinde yine.
Yuvarlak tablasının üzerinde minik el radyosu yine açık. 
Ve günün en popüler şarkısı yankılanıyor:
 “Güz gülleri gibiyim, hiç bahar yaşamadım...”
Yanından geçerken, kulaklarıma sızan bu şarkı, parkta gördüğüm, bankın üzerinde tek başına oturmuş o yaşlı adamı anımsattı nedense. 

Yaşlı bir adam, bir bankanın önünde, üsüyen elleri ile bankamatikte uğraşiyor. 
Belli ki bir emekli. 
Alacağı miktar yüreğini ısıtacak mı acaba, üsüyen ellerine bir teselli olsun diye?  

Köşedeki adamın tek suçu; turşu satmak! 
Ama yüzü hiç de turşu satar gibi değil. Yüreğinden bilirim çünkü. 
İşte yanından geçerken, bu sabah yine esirgemedi selamını...

Gün başlıyor. 
Saat sabahın 9’u. 

Bugün de her zamanki gibi başladık güne. 
Yine ezberlemiş gibi aynı tarafından kalktık yatağın. 
Yine her günkü aynı bardaktan çay içtik. Aynı kapıdan çikip, aynı sokağa daldık. 
Ezbere bildiğimiz yollarda yürüdük.  
Ezberlenmiş adımlarla katettik yolları. 
Ezbere çiktik merdivenleri.
Anahtar nasıl da ezberlemiş deliği?

Bugünün tek farkı; yeni bir haftaya başlamış olmak. 
H
afta sonunda yeni bir aya da adım attık. 
Bir yaprak daha kopardık takvimlerden. 
Yeni bir manzara ya da resim selamladı bizi. 

Aylardan Şubat, yılın en cüce ayı. 
Şubat’a bu yıl da bir günlük torpil yapılmamış yine. 
Bu yılı erken bitireceğiz anlaşilan. 
Bence hiç de sakıncası yok! 
Bu yılın bir gün ya da 8 saat önce tükenmesinde belki hayır vardır. 
Gelişi biraz ürkütücü oldu yeni yılın...

Acaba bu yıl da geçen yılları aratır mı? 
Hayatımıza yenilikler getirir mi? 
Yoksa yine ezbere mi yaşanılacak herşey, dün olduğu gibi?
Emekliler banka önünde kuyruklarda çile çekip, bezgin yüzlerindeki kırışiklıklara her gün bir çizgi daha mı eklenecek, çektikleri çilenin bir amortisi diye? Ve görülen o ki; milli piyangocu önündeki kuyruklar yine ve daha da uzayacak, “size de çikabilir” gibi baştan çikaran bir vaadin kurdurduğu binbir umut düşü ile.

Evet, umut fakirin ekmeği!
Ye babam ye...



Bayramı karşılarken



Bir  bayramla daha buluşuyoruz. 
Bazı çevrelerin de kurban derilerini kapışmak için yarıştıkları bir bayram. 
Artık dini bir bayram olan Kurban Bayramı siyasete alet olunca, böyle bir anlam da taşımaya başladı... 

Bayramları bile sadece takvimlere göre yaşar olduk. 
Bolluk bir yanda, yoksulluk bir yanda...
Et fiyatları pahalı bu ülkede. 
Koyunlar birbiri ardına kesilir ama, toplumun büyük bir bölümünce sadece kasap vitrinlerinin süsü gibi görülüyor artık. Sofraları etle buluşmayalı, mideleri eti unutalı o kadar olmuş yani. 
Garipler, köftelerin bile resimlerine bakarak doyuyorlar. 

Etin kilosu cüzdanlarımızın kapasitesini çoktan geçti artık. 
Ama problem değil bizim için. 
Hepimiz de milyoneriz şimdi. 
Paramızdan sıfırları ata ata, ne kadar da zengin olduk?
Milyonerliğimizi bu politikaya borçluyuz. 

Kasaplık hayvanlar etlerinin kıymetini bilse ne derlerdi acaba? 
Ama bu pahalılıkta onların bir suçu yok. 
Koyun aynı koyun. 
Yediği, içtiği aynı.  Ot aynı ot. 
Enflasyonun gözü çıksın. 
Yulaf artık onların bile lüksü olmuş...

Artık baharları kışın, kışları da baharda yaşar olduk. 
Odun-kömür de pahalı bu ülkede. 
Yoksulluk ise diz boyu. 
O nedenle kış geceleri bazı babaların sokaklardan kuru yaprakları topladığına tanık olurum şehrimizde. Biz giyiniriz, ağaçlarsa yapraklarını döken dallarıyla çırılçıplak karşılar kış mevsimini, bizim aksimize. 

Ve burada her gece kuru dalları da kırılır ağaçların. Bir gecelik sıcaklık için. 
Çocuklara daha sıcak bir yuva sunabilmek için.
Öyle ya, bayramlar hep çocuklar için. 
Kurban Bayramı da tam garibanlar için!...
Ama odunun da, kömürün de bu olup bitenlerde bir suçu yok. 
Odunun teki işte, ne anlar enflasyondan? 
Hele koyunlar...

Ve bu bayramda akıtılan kanlar ise, inanışa göre; günahların bağışlanması için.
Kurban kesemeyen garibanlar bence üzülmesin. 
Bilsinler ki; onların günahının vebali, ülkenin bugünkü tablosundan sorumlu olanların boynunadır. 
Bu karanlıktan, bu enflasyondan sorumlu olanların kesmesi gereken kurbanların sayısını da, varın siz hesaplayın artık!

Ama bayram bayramdır yine.
Hoş geldi, safa geldi...
    
 



Gece, şehir ve düşler...



Bir mevsim daha geçiyor başımızın üstünden, dört nala ve dolu dizgin. 
Doğa, her yerde bir hüzün ve ağaçları ağlatan bir yaprak dökümü yaşayalı çok oldu. 
Vakit, artık kara kış. Ya da eskilerin deyimiyle zemheri

Ama neyse ki, geçenlerde gördüm, çiçeğe durmuş portakallar. 
Bu çiçeksiz mevsimde, belki de doğanın tek tesellisidir portakal çiçekleri...

Artık iyiden iyiye kuruldu misafirhanesine yeni mevsim. 
Gelecek bahara kadar, göçmen kuşlarınki yerine, rüzgar önünde koşuşturan bulutların korsan gösterisini izleyeceğiz göğün mavi kuçağında. 
Gökyüzü, şimdiden uçuşan yağmur yüklü bulutlarla deli-divane! 

Şimdi bir yerlerde belki de sırılsıklam geçiyordur günler. 
Biz ıhlamur ağaçlarının kokusuna özlem duyup da, günlerimizi bahar sevdası ile hızla tüketmeye çalışırken, uzaklarda bir yerlerde sevdalı bir bulut ağlıyordur...
 
İşte çoktan sarıdan bakıra dönen rengi ile geldi zemheri
Adım adım geliyor kahverengi. 
Yalnız yapraklar değil, eski fotoğraflar bile sanki biraz daha sararıyor bu mevsimle. 
Ve soluksuz yağan yağmurun pencerelerimizi okşayacağı günlerin başlangıcındayız...
 
Çoktan bitti sokaklarımızdaki “domates, patlıcan, biber” avazeleri.  
Şehrimizde eskisi gibi bozacılar da kalmadı artık. 
Ama turşucular hemen yerlerini alıp, bulvardaki köşebaşlarını tuttular bile...

Yine de kar etmiyor ama inceden içimize dolan, alıp götüren özleme! 
Gün, ince bir sis perdesi ardından şehrin üstüne doğarken, bizse düşlerimizde baharın sevdalısıyız hala! 

O düşler ki; beynimizin nabzıdır. 
O düşler ki;
 dünya kurulalı beri, nesillerle yaşamış, yaşamın ivmesine hız katacak esinler vermiş. Ve yine bizimle kalacak tek şeydir, bir başımıza kalsak da! 

O düşler ki; anılarımız ve umutlarımızdan arta kalan tek heyecan!

Belki anılardır en çok sözü edilen. 
Ama anılarla değil de, düşlerimiz ve umutlarımızla yaşarız daha çok...

Mevsim kara kışmış, soğuklar erken bastırmış bu yıl, sisler altındaki şehir derin uykudaymış, ne keder? Düşlerimiz ve umutlarımız var ya, o yeter! 
Biliriz, yeni umutlar için de doğmaktadır seher!...

 


Gece, şehir ve gölge...



Günlerden Pazar’dı. 
Aylardan Aralık...
Bulvara akşam çökmüştü, sokaklara ıssızlık... 
Tek tük yanıyordu sokak lambaları

Dallarında bahar özlemi, çırılçıplak ağaçlar üşüyordu. 
Çoktan terketmişti yaprakları...

Karanlığı omuzlarımdaydı, o kendine özgü rengiyle gece inmişti şehire. 
Yüreğimde güneş, ıssız bulvarda yürüyordum. 
Dudaklarımda bestesiz bir ıslık.
Gölgem ve ben, bulvarda yalnızdık!..

Ürkekti ay
Bütün hüzünüyle selamlıyordu şehri. 
Yüzünde garip bir şaşkınlık! 
Yıldızlarla konuşuyordu sokakların dilsiz ruhu
Bacalardan halka halka dumanlar yükseliyordu göğe. 
Bir tek pencerelerde gülümsüyordu sapsarı bir aydınlık...
 
Aylardan Aralık’tı, geceydi, şehir karanlıktı...
Tüm pencereler kapanmıştı, demir sürgüler çekilmişçesine yaşamın üstüne. GünlerdenPazar’dı, şehir ve bulvar ıslaktı. 

Yukarıda, pek seçemediğim sevdalı bir bulut ağlıyordu! 
Yaşamın öfkeli adımlarıydı duyulan, damlalar pencerelere düşerken. 
Hüzünlü bir teslimiyetin titreyişi ile yürüyordu yaşam, ıslak ayak izlerini bırakıp her yerde. 
Yağmurdu sadece, benimle birlikte sokaklarda yürüyen. 
Yağmurdu sadece, camlardaki kiri süpüren.
 
Şehir karanlıktı, sokaklar sırılsıklamdı...
Dudaklarımda bestesiz bir ıslıkyüreğimdeki güneş ve ben, ardımda gölgem, ıslak kaldırımlarda yürüyorduk. 
Peşim sıra koşturuyordu gölgem! 

Ürkek bir yağmur yağıyordu! 
Hüzünlü suskunluk başkaldırmıştı, yaşam intikam alıyordu demir sürgülerden! Pencerelere iniyordu intikamı, yağmurun elleriyle!
Sarı bir efsane gibi gülümsüyordu yıldızlar, karanlığın zırhını delik deşik ederken parıltıları. 
Şaşkındı ay, sanki üşüyordu. 
Yağmurdan dinliyordum türküsünü. 
Sokaklardaki tek özgürlüktü, dudaklarımdaki ıslık!
 
Günlerden Pazar’dı, aylardan Aralık.
Geceydi, şehir ıslaktı, sokaklar karanlık. 
Bulvarda yürüyorduk yüreğimdeki güneşim ve ben!
Peşim sıra koşuşturuyordu gölgem

Geceydi, şehir karanlıktı, ruhumsa aydınlık! 
Havayı ağlatan bir yağmur vardı.  
Gecenin rengini gölgemde buldum. 
Tükürdüm yüzüne güneşi. 
Gölgemi alnından vurdum. 
Gölgemin alnında, göğün en parlak yıldızını buldum...

 


Kapılar...


 

Kapılar vardır, rengârenk. 
Her kapının ardında bir başka yüz, bir başka yaşam. 
Yaşamın bir başka sessiz ortağı ve tanığıdır bu yüzden kapılar. 
Kimi zaman bin bir umutla çalınan, ama bir solukta kapanan kapılar.

Paylaşılmış en yüce değerlerin açılışı, istenmeyen ve sevilmeyen değerlere bir kapanış, terk edilişlerin eşiği, ihanetler ve yitirilmiş umutların hüzün perdesi, hırsların, nefretlerin hedef tahtası, yasa dışı sevilerin yasak duvarlarıdır, içeri ya da dışarı açılan yapılarıyla kapılar...


"Kapalı kapılar ardında..." diye başlayıp, zili çalabilme hasretiyle anahtarla açılan kapılar...
Gizemden serüvene, heyecandan teslimiyete, tutsaklıktan demir parmaklı hücrelere kadar uzanan 
o duvarlı yolculuğun da görgü tanıkları. Kazanılan yenilgilerin kaybedilmiş zaferlerinde hep onlar vardır.

Zulüm, nöbet tutarcasına oturup  da bekler bazen eşiklerinde:

Onu bir cehenneme götürüyorlar
Karanlık merdivenlerinde kayboluyor
Tutsak edilmiş namuslu ve genç elleri
Dış dünyadan ne bir ses, ne bir ışık
Derinliklerindeydi artık bir zindanın

Oturmuş gibiydi zulüm, eşiğine
Ölüme açılan kapıların
Sehpalar kurulmuştu her yana
Ve sehpa, utanç içinde
Katıldı şarkısına karanlığın..

Bazen bir demirden şövalye, bazen ahşap bir kahramandır kapılar.
Direncin simgesi, korkuların bekçisi, savunmanın kalkanı, küskünlüğün de perdesi.
"Eğer gidersen..." diye söze başlayıp, "Eğer bir gün geri dönersen..." diye tamamlanan sözcüklerin dil kılavuzudur kapılar.
Ya dile gelirlerse bir de?

Hep açık olmalarına karşın, özlenmiş sevilerin de uyarıcılarıdır kapılar, yaşamın maskeli balosunda kuşandıkları o rengarenk kostümleriyle. 
Onlar ki; yüze çarpılır ya da güler yüzle açılırlar.

Ama çalınmadan girilen kapılar da vardır. 
Sadece sevgi vardır bu kapıların ardında bekleyen. 
Nefret bile bir kez tıklatsa, irkilmez ardında bekleyen sevgi
Pencerelerinin perdesinden sapsarı bir ışık sızmaktadır dışarı. 
Önünde sardunyalar, menekşeler, zambaklar... 
Ve kapının girişinde, pamuk çiçekleriyle bir sözcük yazılmıştır yine de:
"Herkes girmemeli!"

Ama yine de, değişen ya da kaybedilmiş değerler adına, yalnızlık girdabında kendisini boğuluyor gibi hissedenler, çalınacak tek kapının işte bu kapı olduğunu bilmeliler...

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Sokak lambaları


Saatler yine hüznün randevusunu gösteriyor akşamla... Şehrin sokakları daha bir farklı bu saatlerde. Bir başka duygu kaplıyor şehri her akşama doğru...

Akşamın soluğu uzayan gölgelerle yere vurur vurmaz, ya son satışlarında olurdu ya da kepenk kapatmaya hazırlanırdı esnaflar. Şimdi yine aynı saatlerde iniyor kepenkler. 

Ama ya satışlar? İşte o eskidendi!
Artık aynı saatlerde sadece alışılmış bir hareket olarak indiriliyor kepenkler. Tek bir şefte bile yapmadan! Kimbilir kaç gün geçmiştir böyle sabahtan akşama kadar...

Esnafkent, bir günü daha böyle tamamlıyor... Her akşama doğru, sanki doğadaki tüm hüzün de birlikte kaplıyor sokakları...

Gece, kara bir dantel gibi o kendine özgü rengiyle şehrin üstünü örterken, ışığın da uzaklaşma zamanıdır artık. Günışığı, gölgelere bırakmıştır yerini... Ama gölgeler uzarken de, mehtap çoktan devralmıştır nöbetini güneşten! Çünkü en karanlık zamanlarda bile ışık hep vardır! Hep olacaktır da...

Mutlu ya da mutsuz aile yuvalarında ya 60 ya da 100 mumluk bir ampülden yansıyan ışık, pencerelerden süzülür de kavuşur sokağa... En karanlık saatlerde, gecenin zifiri karanlığında bile, sokaklarda da ışık hep olur yine de.

O karanlıkta, sokakların terkedilmişliği ve ıssızlığının dimdik tanıklarıdır sokak lambaları!...TEDAŞ ve Belediye tarafından lütfedilirse eğer, 
sokakların yalnızlığı ve sessizliğinin ortakları olarak, tuttukları köşebaşlarını yaz-kış aydınlatacaktır sokak lambaları...

Şehrin insanları derin uykudayken ya da tatlı düşler görmekteyken, aynı saatlerde, eskilerden kalma bir şarkının kulaklarla duyulmayan nağmeleri doldurur sokakları. 
Ve soylu bir semahla döner şehrin ölümsüz ruhu!...

Sokakların terkedilmişliği ve kimsesizliğinin tanıkları olarak dimdik gövdeleriyle köşebaşlarını tutmuş o sokak lambaları söyler, şimdi biraz da unutulmuş olan gecenin sessiz şarkısını...
   

Kimbilir? 
Belki de sadece, ışıltılarıyla karanlık gökyüzünü delik deşik eden yıldızlar anlıyordur onların dilinden, bir tek yıldızlar dinliyordur sokak lambalarının şarkısını: 
“Gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar,
Yeryüzünde sizin kadar yalnızım..."

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Müzik aletleri ve enstrumanlar


Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir...

Müzik enstrümanları incelendiğinde, Kızılderililerin genellikle vurmalı çalgılar kullandıklarını görmekteyiz. Davullar ve çıngıraklar, deniz kabukları, kuş gagaları, geyik tırnakları ve hayvan boynuzları birer müzik aleti olarak kullanılmaktadır. Flütler ve düdükler ayrıca bazı yaylı enstrümanlar kullanılır. Fakat, Avrupalılarla tanışmadan önce yaylı enstrümanlar Kuzey Amerika'da bilinmiyordu. Birçok kabile deri ile kaplı su davullarını ve çıngırak çeşitlerini kullanmaktaydı.

Amerikan yerlileri için davul hayati önem taşımaktadır. Davulun hayattaki bütün güçleri temsil ettiği düşünülür. Davulların ritmi, toprak ananın nabzının ve Kızılderili yüreklerinin simgesidir. Onların mistik güç taşıdığına inanılır ve kutsal oldukları kabul edilir. Davula insan muamelesi yapılır, onun ruhu olduğuna inanılır ve ruhunu tatmin etmek için davulun onuruna yiyecek ve içecek bırakılır. Yerliler davulun tonunu ayarlamak için tahtadan yapılmış su davulunun üzerine küçük bir delik açarlar, böylelikle ton ayarı için buradan su eklenebilir veya çekilebilir. Suyun çok az miktarı tınlama ve çınlama görevi yapar, fazlası ise tonu bozabilir. Davulların üst kısmı kurudukça ton yükselir. En çok kullanılan davul türü ise el davuludur ve isteyen kişi bu tip davula sahip olabilir. Büyük davullara nazaran bunlara sahip olmak için sıkı kurallar yoktur.

"Rattles" adını taşıyan çıngıraklarda en az davul kadar değerlidir. Sihirbaz hekim tarafından kötü ruhları kovmak için kullanılmaktadır. Bazı çıngıraklar bir at kadar değerlidir ve bir at fiyatına satılırlar. Çıngırakların içine kum ya da mısır tanecikleri, minik taşlar ya da tohumlar konur. Bacak çıngırakları genellikle "stomp" danslarında kadın dansçılar tarafından giyilerek kullanılır. Diz etrafına takılan küçük kaplumbağa kabuklarından yapılmış bu çıngıraklar, dansçının hareketleriyle ses çıkartır.

"Bull Roarers" boğa kükremelerine benzetilen, bir kordona iliştirilmiş, kenarları tırtıklı, ince ve düz tahta parçalarıdır. Başın üzerinde döndürülerek rüzgarda çalınan bir enstrümandır. Hopi Kızılderilileri, "bull roarer" sesini gök gürültüsüne benzettikleri için yağmur duasında kullanırlardı. Ayrıca mistik amaçlı törenlerde ruhların çıkardığı ses olarak da bilinirdi. Günümüzde halen az yağmur yağan bölgelerde kullanılır. Üzerinde şimşek resimleri görülür. Bazı kabilelerde ise artık çocuk oyuncağı olarak karşımıza çıkabilir.

Kızılderililer, özellikle 60'lı yıllardan itibaren kendi geleneksel müzik ve danslarına sahip çıkmaktadır. Kişiliklerini bulmak ve hayatta kalabilmek için geçmişe sarılmayı tercih etmektedirler. Yerli inancına göre "geçmişi kaybetmek kendini kaybetmektir." Dolayısıyla çağdaş yerliler bunun bilincinde olup geçmiş kuşaklardan aldıkları bu değerli mirası yeni kuşaklara aktarmaktadırlar. Böylelikle Amerikan tarihi boyunca yadırganmış, anlaşılamamış ya da hor görülmüş bu insanlar, doğru kaynaklar aracılığıyla kültürlerini ve inançlarını insanlara tanıtmış olacaktır. Müzik bu aşamada büyük rol oynayacak ve Kızılderililer için bir hayatta kalma metodu haline gelecektir.

R. Carlos Nakai

Tüm yerli törenlerinde flütlerin ve düdüklerin sesi duyulur. Özellikle Dakota bölgesinde yaşayanlar mükemmel flüt çalmaları ile tanınırlar. En ilginç düdük sesi ise "si yotanka" olarak adlandırılan ve Çim dansında kullanılan düdüktür. Bunun sesi tıpkı bir boğa gibidir. Atwater, Kızılderili flütlerinin dünyada en melankolik müziği ürettiği savunur. 
R. Carlos Nakai adlı flüt üstadı, bu tanıma verilebilecek en güzel örneklerdendir. Flüt çalan her yerli, kendi elinin boyutuna göre kendi flütünü yapar. Dolayısıyla aynı sesi çıkaran, tıpatıp birbirine benzeyen iki tane flüt bulmak mümkün değildir. Flütlerin üzerindeki parmak deliklerinin sayısı 5-7 arasında değişmesine rağmen, tamamen kişisel seçime bağlıdır. Ayrıca müzelerde sergilenen eski flüt örneklerine baktığımızda taştan yapılma oyma flütlere ya da insan kolundan yapılmış flüt çeşitlerine rastlayabiliriz. Tüm bu müzik aletleri tıpkı Kızılderililer gibi kendine has bir kültürün yansımasıdır.
 

 Carlos Nakai

Carlos Nakai, Kızılderili müziğinin dünyadaki sayılı isimlerindendir. Bir çok albümü var Nakai'nin. Yaptıklarının tamamı Pow wow tarzı olarak biliniyor. Barış ise müziğinde hiç vazgeçmediği temadır. Müzikleri meditasyon olarak da kullanılıyor.

 

R. Carlos Nakai'nin meditasyon olarak kullanılan bir eserinin clibi

  

     
Ana Sayfa Müzik videoları



0 Yorum - Yorum Yaz
  KIZILDERİLİ MÜZİK VİDEOLARI  ♦
Mohikanlıların Sonuncusu - Dougie Maclean & Trevor Jones


Tarih boyunca inleyen halk ve Nasrettin Hoca


daisy“Tarih mi kahramanları yaratır, yoksa kahramanlar mı tarih yaratır” sorusuna benim yanıtım, her zaman “tarih kahramanlar yaratır, kahramanlarsa tarihe yeni bir sayfa ilave eder” şeklindedir. Bu Nasrettin Hoca için da aynen geçerli. Nasrettin Hoca karakterini yaratan, Anadolu’nun o gün yaşadığı tarihi koşullardır. 

Nasrettin Hoca
 zeki, nükteci, hazır cevap ve yerine göre kendisini saf göstermeyi ve nabza göre şerbet vermeyi de bilen bir davranışın da sembolüdür. Bu yüzden de tarih boyunca Anadolu insanının, halkın ta kendisi olmuştur. Ama inleyen ve baskı altında da olan bir halkın...

Nasrettin Hoca, tarih boyunca ezilen halktır


Bazı kaynaklar der ki; baskı altında yaşayan halk, tepkilerini dışa vurabilmek için Nasrettin Hoca’nın şöhretini kullanmış, ondan bambaşka bir insan tipi yaratıp kendine mal etmiş, kendi sözlerini onun ağzından söylemiş. Sonuçta halk onu öyle sevip bağrına basmış ki; zaman zaman onun dilinden olaylar icat etmiş ve “Nasrettin Hoca bir gün...” diye başlayan yeni yeni fıkralar da üretmiş.

Çoğumuzun asıl dikkatini çeken ve Nasrettin Hoca ile ilgili bize en çok çarpıcı gelen ayrıntı, onun son derece keskin zekasıdır. Zaten fıkraları da onun tek öğretisi olduğundan, bu fıkralardaki her ayrıntı Nasrettin Hoca’nın sadece nüktedan kişiliğini değil, o son derece keskin ve çoğu kişiyi hayrete düşüren zekâsını yansıtır. Öylesine güçlü ve bin yıla yaklaşık bir zamandır hala ölümsüz olan (ve asla da ölmeyecek olan) böylesi bir mizah yeteneği ve zenginliği, ancak bir insanın o keskin zekâsının ürünü olabilir. 

Ancak, yine de bugün bilinen pek çok fıkra, Nasrettin Hoca’nın kendisine ait olan fıkralardan değildir. Denilebilir ki, bugün bilinen Nasrettin Hoca fıkralarından pek çoğu Anadolu insanının kendisi tarafından üretilmiş ve Nasrettin Hoca’nın daha da efsaneleştirilmesine böylece destek olunmuştur. “Bizler Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız” sözü de aslında bunu çağrıştırır ve bu gerçeği vurgular. 

Dolayısıyla, Nasrettin Hoca, aslında halktır, Anadolu halkının ta kendisidir. Nasrettin Hoca; inleyen, acı çeken, ağlayan, gülen, alay eden, umut eden, ezilen, aldatılan, aşağılanan, hor görülen ve daima sömürülen halktır. Bu yüzden de Nasrettin Hoca fıkraları 1000 yıla yakın bir zamandır ölümsüzleşmiş ve halk Nasrettin Hoca’yı hep bu fıkralarla yaşatarak, hayata zaman zaman bu fıkralarla direnmiş, zaman zaman kendisine yapılan haksızlıklara bu fıkralarla gönderme yapmış, zaman zaman da hayatın içinde kendisinin yaptığı yanlışlar için yine bu fıkralarla kendisini iğnelemiştir. Tıpkı Nasrettin Hoca gibi Anadolu insanı kendi kendisiyle de dalga geçebilmiştir. 

Anadolu insanı, zamanla “Nasrettin Hoca bir gün...” veya “Nasrettin Hoca demiş ki...” sözleriyle başlayan fıkralarla hayatı sorgulayan ve eleştiren “tepkiler” üretmiş ve Nasrettin Hoca’nın ağzından, Nasrettin Hoca’ya atfederek, onu daima yaşatmıştır. Kısacası, ortaçağdaki aydın tipleri arasında yer alan bir karakterdir Nasrettin Hoca. Ama, o bir halk aydını, bir halk filozofudur. 

Ancak, Nasrettin Hoca’yı, yaşamda sergilediği davranış biçimi olarak değerlendirmek gerekirse, onu tanımlamak “hem karşısındaki güçten korkan ürkek bir aydın, hem de herşeye rağmen sözünü de esirgeyemeyen yürekli bir filozof” şeklinde olabilir. Bu tür karakterde biri, doğal olarak insanoğlunun yaşamdaki en güçlü silahlarından biri olan mizah yolunu seçer. Böylece karşısındaki güçle alay eder, onu küçümser, eleştirir. Ve böylece var olan bir haksızlık veya adaletsizliğe de başkaldırabilir.

Peki, bunca sevilen ve ölümsüz hale getirilen Nasrettin Hoca’nın tarihimizdeki asıl esprisi nedir? İşte bu sorunun yanıtı onun yaşadığı Anadolu’daki tarihsel süreç ile ilgili. 

Nasrettin Hoca’nın fıkraları, onun tek öğretisidir. Onun fıkraları, bozuk düzene, adaletsizliğe, baskıya, yanlışlığa ve cehalete karşı birer eleştiri ve tepkiyi yansıtıyor. Hem de bu eleştiri ve tepki, insanoğlunun en güçlü sanatlarından biri olan mizah yoluyla yapıldığı için böylece ölümsüzleşebiliyor.
 Ve onun mizahı alaycıdır da. Karşısındaki gücü alaya alıp küçümser. Hem de eğlendiricidir. 

Hoca eşeğinden ayrı düşünülemez, onun taşıtı, bineği olan eşek gerçekte bir yergi ve alay öğesidir. Anadolu insanının yarattığı gülmece ürünlerinde atın yeri yoktur denilebilir. Eşek, acıya, sıkıntıya, dayağa, açlığa katlanışın en yaygın simgesidir. Soyluların, sarayların çevresinde üretilmiş gülmecelerde eşek bulunmaz, oysa at geniş bir yer tutar. Kısacası, baskı altında yaşayan halkın, tepkilerini zekice ve alaysı bir şekilde dışa vurmasının bir sembolüdür de Nasrettin Hoca. 

Sonraki yazı için tıklayınız: Timur'a karşı Nasrettin Hoca




0 Yorum - Yorum Yaz

Bir halk filozofu: Nasrettin Hoca


daisyNasrettin Hoca için çok şey söylenmiş, hakkında çok şeyler anlatılmıştır. Ama tarihteki gerçek kimliği ve rolü konusunda doğru tanımlama çok az. Onun nasıl bir karakter olduğu bilinmediği ve sadece fıkralarıyla bilinen biri olduğu için, bugün bile onu hala kendisine çok gülünen, nüktedan, komik bir adam olarak algılar pek çoğumuz. Oysa bu çok büyük bir yanılgı. Çünkü o zaman Temelile Nasrettin Hoca arasında hiçbir fark kalmaz. 

İşte biraz da bu amaçla, Nasrettin Hoca'nın 800. yaşında bir yazıyı yayınlamaya karar verdim. Hem Nasrettin Hoca’yı adına düzenlenen şenliklerle zamandaş olarak bir kez daha anmak, hem de gerçek Nasrettin Hoca’nın karizmasının korunmasına (!) bir parça katkıda bulunabilmek için.

Gerçek Nasrettin Hoca ile tanışmak isteyenler, bu yazıda biraz netlik bulabilecekler. O zaman da bir Nasrettin Hoca fıkrası duyduğunuzda ilk anda sadece gülmek mi yoksa düşünmek mi gerektiğine de bir karar verebilecekler belki.

İşte kısa bir Nasrettin Hoca fıkrası:

Nasrettin Hoca’ya bir gün sormuşlar: 
“Dünyada neden insanların bir kısmı o yana, bir kısmı da bu yana gidiyor hocam” diye.

Nasrettin Hoca da  hemen cevap vermiş: 
“Eğer herkes de aynı tarafa gidecek olursa, dünyanın bir tarafı boş kalır. O zaman da dünyanın dengesi bozulur ve dünya düşer” demiş...

Duyar duymaz hepimizin de hemen güldüğü bu fıkranın verdiği mesaj ise aslında düşünülmesinin gerektiği şeklindedir. Fıkradaki ana fikir ise: “hoşgörü”. Bu da bize Nasrettin Hoca’nın nasıl bir kişilik olduğu konusunda bir ipucu veriyor. Nasrettin Hoca, aslında bugün birçoğumuzun sandığı gibi, komik bir adam, bugünkü stand-up yapan sanatçılar gibi işi gücü milleti güldürmeye çalışmak olan, gülünecek biri değildir. İşte Nasrettin Hoca bu karakterde biridir. Nasrettin Hoca, bir halk filozofudur. Öğretileri ise, sadece fıkralarıdır. Çünkü Nasrettin Hoca'nın bir kitap yazmadığı biliniyor bugün.

Nasrettin Hoca, bir halk filozofudur

Nasrettin Hoca, aslında bir filozoftur. Hem de gerçek bir filozof. Öğretisi ise; yukarıda görüldüğü gibi birbirine karşı sevgi ve saygı ile hoşgörü çizgisinde dünyada tüm insanlığın kardeşçe yaşayabilmesi... Yukarıdaki fıkranın mesajını da aslında böyle anlamak gerekiyor. 

Bugün gerçekten de dünyada insanlar birbirinden farklı değerler ve düşüncelerle bir arada yaşamayı öğrenmek zorunda. Çünkü başka dünya yok, başka Türkiye yok. Dolayısıyla, bu çizgiyi tutturabilmenin yolu da “hoşgörü” ve farklı değerlerle düşüncelere karşı takınılacak eşit tutumdan geçiyor. Ama kendisinden farklı değerlere sahip ya da kendisinden farklı düşünüyor diye insanların birbirine yaptıklarına ve nasıl davrandıklarına bakılacak olursa, Nasrettin Hoca’nın dediği gibi, dünyanın bugüne dek hala yerinde durabiliyor olmasına bile şaşmalı, belki de şükretmeliyiz...

Nasrettin Hoca bu karakterde biridir. Bir halk filozofudur o. Öğretileri ise, sadece fıkralarıdır. Çünkü kendisinin bir kitap yazmadığı biliniyor bugün. Dolayısıyla, Nasrettin Hoca’nın tek öğretisinin onun fıkraları olduğunu düşünmek, daha doğru bir yaklaşım olur. 

Yukarıda aktardığım o fıkrasında yer alan mesaj, “hoşgörü”dür. Ama Nasrettin Hoca sadece bir“hoşgörü” çizgisine sahip biri değildir. O, aynı zamanda zalime karşı daima mazlumdan yana, ezene karşı ezilenden yana çıkmış biri olmuştur yaşamında. Kimi zaman adaletsizliğe, kimi zaman da zulüme göndermeler yapmıştır fıkralarında.

Ama Nasrettin Hoca’nın asıl öğretisi, insanoğlunun cehaletine karşı yapmış olduğu kavgada ve bu kavganın içeriğinde gizlidir. Onun asıl yapmak istediği, insanın içinde bulunduğu cehalet denizinden çıkıp da gözlerindeki gaflet perdesinden kurtulmasında yatar. Tıpkı, “kavuk”fıkrasında olduğu gibi, “eğer keramet bu kavukta ise, al bu kavuğu tak da sen konuş” derken, asıl kerametin bilgide aranması gerektiği mesajını verir. 

O nüktedan kişiliği Nasrettin Hoca’nın davranış biçimini yansıtır. Çağdaşı olan diğer düşünürlerden daha farklı bir tavır izlemiştir Nasrettin Hoca. Onun yaşamdaki davranış biçimi faklıdır, herkesin kendisine özgü davranışı olabileceği gibi, onun da davranış biçimi ve olaylara yaklaşımı, olaylara tepkisi, insanoğlunun en önemli silahlarından biri olan “alaycılık” ve“mizah”tır. 

Örneğin çağdaş zamanda yaşayan Mevlana’nın davranış biçimi, daha çok kendisini kent düzeyindeki elit bir tabaka ile buluştururken, Yunus Emre ise halka inmiş, halka gitmiştir. Ama her ikisinde de “içe dönük” bir davranış, bir “içe kapanıklık” ve “kendinde derinlik arama” gibi bir “kendine kapanma” tavrı yer alır. Oysa Nasrettin Hoca, bu iki karakterin de tam tersine bir davranış içindedir. Mevlana ve Yunus Emreye kıyasla Nasrettin Hoca tam anlamıyla “dışa dönük” bir kişiliktir. 

Nasrettin Hoca’nın aile kökenine ilişkin de çeşitli söylentiler yer alıyor.
Onun bir Bey oğlu olduğunu savunanlar da var, sarayda yaşadığını da. Bazı araştırmacılar için, nedense onun bir halk adamı olması pek mümkün değil galiba... Bir Bey oğlu olsa, ya da sarayda yaşayan biri olsa, eminim ki, Nasrettin Hoca’nın yaşamdaki davranış biçimi çok farklı olurdu. Ya da en azından eşekle dolaşmazdı. Ama Nasrettin Hoca’nın aslında okuma-yazma falan da bilmediğini, bir köylü olduğunu ve sadece halk tarafından hakkında bu şekilde bir efsane uydurulduğunu söyleyenler de yok değil. 

Sonraki yazı için tıklayınız: Tarih boyunca inleyen halk ve Nasrettin Hoca





0 Yorum - Yorum Yaz


Dünyayı güldüren adam

NASRETTİN HOCA


Nasrettin Hoca

O, dünyayı güldüren adam.
O, Nasrettin Hoca!
O, bir halk filozofu!

Bu yıl onun adına düzenlenen şenlikler, Nasrettin Hoca Şenlikleri başladı... Şenlikteki slogan ise: "Nasrettin Hoca 800 yaşında!" Ve 2002 yılının da "Nasrettin Hoca Yılı" ilan edilmesi istenmişti.

Demek ki ölmemiş, Nasrettin Hoca hâlâ yaşıyor içimizde.

Ben de yazılarıma fıkralarıyla konuk ettim Nasrettin Hoca'yı zaman zaman. Bu kez ise, daha farklı olarak yaptığım bazı incelemeler ışığında asıl bilinmesi gereken gerçek kimliği, tarihimizdeki asıl yeri ve rolü ile birlikte anmak istiyorum.

Yörüklerin eski bir sözü vardır:
“Büyük adamın mezarı olmaz” derler...
Bu söz neresinden bakarsanız bakın gerçekten de çok anlamlı.  
Yine yörüklerin bir başka sözü daha var:
“Büyük adamın mezarı çok olur” derler.
Bu söz de gerçekten çok güzel bir anlam veriyor.

Buradaki her iki söz de, ilk bakışta birbiriyle çelişir gibi görünse de, söz konusu olan Nasrettin Hoca olunca, aslında aynı anlamı taşıyan sözler olarak önem kazanıyor. Çünkü, Nasrettin Hoca’nın doğum ve ölüm tarihi ve aslen nereli olduğu konusunda çok değişik söylentiler var.

Gerçekte nerede yaşadığına ilişkin de birbirinden farklı düşünceler var. Asıl mezarının nerede olduğuna ilişkin de çok değişik söylentiler duyulur. Ama Akşehir’de çok sonraları adına kurulan türbe dolayısıyla, bugün Akşehirli olduğu ve mezarının da Akşehir’de bulunduğu kabul ediliyor.

Nasrettin Hoca’nın doğumu, ölümü, memleketi vs. gibi tam bir netlik taşımayan ayrıntılarla uğraşmamak en doğrusu belki de. Bu konularda kesin bilgiler yok çünkü. Doğum ve ölüm tarihleri kesin olarak bilinmese de, 13. yüzyılda yaşadığı söyleniyor. Hatta bazı Batılı kaynaklar, onun hiç yaşamadığını ve sadece halk tarafından uydurulan bir efsane olduğunu ileri sürüyor. Bu nedenle bu polemiğe girmemek en doğru yaklaşım. Bence asıl önemlisi ise; Nasrettin Hoca’nın felsefesi, öğreticisi ve temsil ettiği sembol kişilik. Bu yazıyı kaleme almamın asıl nedeni de bu.

Yani biz bu tarihi kişiliği hep fıkracı bir kişi olarak biliriz. Öyle sanmışız ya da bize hep öyle anlatmışlar. Bu yüzden olsa gerek, bir Nasrettin Hoca fıkrası duyduğumuzda mutlaka bu fıkraya gülmemiz gerektiği gibi bir şartlanmamız olmuş. Ama düşünmemiz gerektiğini çok fazla ayırt edememişiz. İşte bu ayrıntı çok önemli. Neden mi?

Bindiği dalı kesen Nasrettin Hoca

Bugün Temel ile Dursun adının geçtiği Karadeniz veya Laz fıkralarına ve Kemal Sunal’a da gülüyoruz çünkü. Bu durumda eğer Nasrettin Hoca’nın gerçek kimliğini anlayamazsak, Nasrettin Hoca’yı Temel ve Kemal Sunal’la aynı yere koymuş oluruz... O zaman da Nasrettin Hoca’nın yaklaşık 800 yıldır hala neden ölmediğini, neden ölümsüzleştiğini anlayamayız.

İşte, yukarıda örneklediğim “büyük adamın mezarı” şeklindeki sözlerin anlamı da burada yatıyor. Çünkü ölümsüz insanların mezarı olmaz. Onların yattığı yerler bizim yüreklerimizdir. Bizim yüreklerimiz, yattıkları bu yer yaşatır onları. Milyonlarca insanın yürekleri. Ve işte bu yüzden, büyük adamların mezarları bu kadar çoktur.


  Sonraki yazı çin tıklayınız: Bir halk filozofu Nasrettin Hoca




0 Yorum - Yorum Yaz

Centaurlar Efsanesi 
image name

Centaur (sentor), Yunan Mitolojisi'nde bedenlerinin üst kısmı insan, alt bölümü ise at şeklinde olan yaratıklara verilen isimdir. Yeleleri ve kuyrukları olan centaurlar, Lapithler kralı Ixion ve Nephele'nin çocuklarıdır. Ayrıca efsanelerdeki anlatılara göre centaurların genç dönemlerinde kahverengi, yaşlandıklarında ise beyaz renklere büründüğü söylenir.

Yunan mitolojisine göre, centaurlar insan torsosu ve başına ama bir atın vücuduna sahiptiler. Şarap tanrısı Dionysus'a taparlardı. Sarhoşlukları, şehvet düşkünlükleri ve genç bakireleri kaçırmalarıyla ünlüydüler.

Yabani, azgın, içki ve şehvet düşkünü olarak tanımlansalar da, aralarında iyiler de çıkar. Kuzey Yunanistan'da Pelion dağı çevresinde yaşamış oldukları rivayet edilir. Bir efsaneye göre de, centaurlar Lapithae kralı Ixion ve Nephele'nin (veya bir bulutun) çocuklarıdır.

Centaur efsanesi, muhtemelen at sırtında savaşa giden eski savaşçılardan gelmektedir. Centaurun sureti, görenlere çok faklı ve ürkütücü gelmektedir. İnkalar'ın, Pizarro ve adamları M.Ö. 1533'de at üstünde geldiklerinde yanılmış olmaları da olasıdır. Çünkü inandıkları at ve insan birleşimi canlının gerçek olduğu fikri onları o sırada çok korkutmuştur.

İngilizcede "centaur" (sentor) olarak kullanılan "kentauros" kelimesinin kökenine dair bir fikir birliğine ulaşılamamıştır. Teselyalı bir kavmin adından geldiği söylenir. İçinde "boğa" anlamına gelen "tauros" kelimesinin Centaur (sentor), Yunan Mitolojisi'nde bedenlerinin üst kısmı insan, alt bölümü ise at şeklinde olan yaratıklara verilen isimdir. 

Ancak "ken" hecesinin antik Yunancada bilinen bir anlamı olmadığından, kelimenin anlamı tam olarak açıklanamamaktadır. Yeleleri ve kuyrukları olan centaurlar, Lapithler kralı 
Ixion ve Nephele'nin çocuklarıdır. Ayrıca centaurların genç dönemlerinde kahverengi, ayrıca yaşlandıklarında ise beyaz renklere büründüğü söylenir.

Yunanlara göre centaurlar (sentorlar) İksion'un oğullarıydı. Homeros'a göre ise Tesalya'da yaşayan karşı koyulmaz bir güce sahip olan vahşi bir kavimdir. Genellikle kaba ve kötü yaratıklar olarak bilinirler. Efsaneye göre; Hippodameia ile evlenirken Lapithai kralı Pirithoos, onları düğününe çağırmış, şölenin ortasında centaurlar nişanlı kızı kaçırmak ve oradaki kızların ırzına geçmek istemişlerdir.

Homeros’un İlyada’sında dağ azmanları olarak geçen Sentorlar (Centaur) yani at adamlar; yarı insan, yarı hayvan bedenli yaratıklardır. Önden bakıldığında başları, göğüsleri ve kollarıyla insana benzeyen Sentorların, karınlarından sonrası at biçiminde olup yeleleri ve kuyrukları vardır. Çiğ et yiyen Sentorlar genelde azgın ve vahşi olarak bilinirler. Dağlarda ve ormanlarda yaşayan bu yaratıkların doğanın karanlık ve başına buyruk güçlerini simgelediği düşünülür.

İnkalar'ın, Pizarro ve adamları M.Ö. 1533'de at üstünde geldiklerinde yanılmış olmaları da olasıdır. Çünkü inandıkları at ve insan birleşimi canlının gerçek olduğu fikri onları o sırada çok korkutmuştur. Öte yandan Kızılderililerin de ilk önceleri atı tanımadıkları ve bu yüzden at üzerindeki beyazları at ile birlikte tek bir canlıymış gibi algıladıklarına ilişkin bazı söylenceler de bulunmaktadır.

Centaurlar efsanesi nasıldır?

Kral bir gün Hera'yı ayartır ve gizli bir buluşma ayarlar. Ancak bunu öğrenen Zeus, bir bulutu Hera'nın şekline sokar ve yollar. Bu yüzden centaurlar, "ixionidae" ismiyle de bilinirler. Bir mite göre de Lapithler kralı ile Argos kralının kızının düğününde, sarhoş olup olay çıkarttıkları, hatta geline sarkıntılık yaptıkları için, centaurların bir çoğu lapithler tarafından öldürülür, kaçanlar ise sirenlerin yaşadıkları adaya sığınır. Ancak zamanla onlar da kaybolur gider...

Centaurlar efsanesi

Sentor efsanesi at sırtında savaşa giden savaşçılardan gelmektedir. Sentorun sureti görenlere çok farklı ve ürkütücü gelmektedir. İnkalar'ın, Pizarro ve adamları 1533 'de at üstünde geldiklerinde yanılmış olmaları muhtemeldir. Çünkü inandıkları at ve insan birleşimi canlının gerçek olduğu fikri onları o sırada çok korkutmuştur. Sentorların var olup olmadığı ile ilgili tartışmalarda varlığı yönündeki en önemli kanıt yine Yunan kaynaklarından gelmektedir.

Efsaneye göre; Sentorların ortaya çıkışı Lapith Kralı Phlegyas’ın oğlu İksion’un Hera sanarak Hera’ya benzeyen bir bulutla ilişkiye girmesi sonucu olmuştur. Anlatılara göre İksion, Eionesus’un kızı Dia’ya sevdalanır ve onunla evlenmek ister. Dia’nın babasına kızıyla evlenmek istediğini ve ona birbirinden değerli hediyeler sunacağını söyler. Fakat evlilik gerçekleşip sıra hediyeleri vermeye gelince İksion, Dia’nın babasına içini kor halde yanan kömürlerle doldurduğu derin bir kuyu kazarak tuzak hazırlar. Talihsiz Eioneus da üzeri kuru otlarla kaplı olan kuyunun içine düşerek can verir.

İksion’un işlediği suç tanrılar arasında büyük bir öfkeye neden olduğundan hiçbiri onu işlediği suçun günahından arındırmak istemezken, Zeus, İksion’a acıyarak onu günahından temizlemekle kalmaz aynı zamanda tanrıların sofrasında yer bile vererek ayrıcalıklı bir konuma getirir. Ne var ki kendisine yardım eden Zeus’a bile nankörce davranarak ihanet eden İksion onun eşi Hera’ya aşık olup baştan çıkarmaya çalışır. Ancak İksion’un kafasının içinden geçenleri okuyan Zeus, eşine benzeyen bir bulut yaratarak, onu İksion’un karşısına çıkarır. Sarhoş olan İksion ise bu oyunun farkına varamayıp bulutu kıskıvrak yakalayarak onunla birlikte olur.

Bunun üzerine Zeus, Hermes’i çağırarak İksion’u kamçılamasını ve her vuruşunda ona; “Yardım edenler saygıyı hak ederler” sözünü söyletmesini ister. Ayrıca ceza bununla da kalmaz. Onu sürekli yanarak dönen bir tekerleğe bağlayıp gökyüzüne fırlatır ki İksion daha önceden ölümsüzlük ayrıcalığı kazanmış olduğu için de cezası sonsuza dek sürüp gidecektir.

Centaur (Sentor) denilen bu yarı insan yarı at yaratık da Nephele adı verilen bulut ile İksion’un yaşadığı ilişki sonucu dünyaya gelir. Nephele’nin oğlu büyüdüğünde, Magnesia kısraklarıyla birlikte olur ve bu ilişkiden de diğer Sentorlar dünyaya gelir.

Yalnız iki at adamın kaynağı başkadır. Sentorların kralı olarak bilinen diğerlerinden farklı olarak bilge ve akıllı olan Kheiron’un, Kronos’la Philyra’dan, Pholos’un ise Silenos’la bir orman perisinin birleşmesinden doğduğu anlatılır. Bu iki Sentor diğerlerine benzemez; insanları seven, konuksever, bilgili ve yararlıdırlar.

Lapithler ve Sentorlar

Sentorlar üzerine, özellikle birçok ünlü kabartmaya konu olmuş efsanelerden biri Sentorlarla Lapithler arasındaki savaştır.

İksion ile Dia’nın oğlu olduğu söylenen Lapithli Peirithoos (kimi yazarlara göre Zeus ile Dia’nın oğludur), kahramanlık ve mucizeleri Yunanistan’ın dört bir tarafında anlatılan Theseus’tan etkilenerek söylendiği kadar cesur olup olmadığını anlamak için onu sınamaya karar verir. Bunun için Peirithoos, Marathon’a kadar gelip Theseus’un sürülerinden birkaçını çalmaya kalkışır. Atina’nın efsanevi kralı Theseus ise peşine düştüğü hırsızı çok geçmeden yakalar. İki savaşçı karşı karşıya gelirler, ancak ikisi de birbirleri hakkında anlatılan kahramanlıklardan etkilendikleri için dövüşmekten vazgeçerek, sonsuza dek sürecek olan dostluklarını yaptıkları yeminlerle pekiştirirler.

Bu arada Peirithoos, Hippodameia (Butes ya da Adrastos’un kızı) ile evlilik hazırlıklarına başlamıştır. Düğüne Peleus ve Thetis’in düğününde çıkardığı talihsizlikler yüzünden nifak tanrıçası Eris ile Ares dışındaki tüm Olymposlular davet edilir. Düğüne beklenenden fazla konuk gelince Kral Peirithoos’un kuzenleri olan Sentorlar; Nestor, Kaineus ve diğer Teselyalı prenslerle birlikte sarayın hemen yanında olan ve devasa masaların kurulduğu bir mağarada misafir edilirler.

Şaraba alışkın olmayan Sentorlar konuklara ikram edilen içkinin güzel kokusuna dayanamayarak kendilerine ikram edilen bozuk sütü bir kenara bırakırlar ve fıçılardan doldurdukları içkileri içerek çok geçmeden sarhoş olurlar. O kadar sarhoş olurlar ki Sentorlardan biri kendilerini selamlamaya gelen geline doğru koşarak onu saçlarından sürüklemeye, saldırmaya hatta tecavüz etmeye kalkışır. Diğer Sentorlar da kardeşlerine bakarak yanlarındaki kadın ve çocuklara saldırmaya başlarlar.

Bunun üzerine Peirithoos ile yoldaşı Theseus Sentorlarla savaşarak onları saraydan uzaklaştırmayı başarırlar. Yaşanan bu olay düğüne çağırılmayarak küçük düşürülen Ares ve Eris tarafından intikam almak için gönderildiği düşünülen Sentorlar ile Lapithler arasında uzun yıllar sürecek olan kan davasını da başlatmış olur.

Düğünden zorla kovulmayı kendilerine yediremeyen Sentorlar, daha sonra toplanıp saraya tekrar saldırsa da Theseus tarafından anayurtları Pelion Dağı’ndan çıkartılarak Aithikes’e kadar kaçmak zorunda bırakılırlar. Ancak İksion ile bir bulutun birleşmesinden meydana gelen bu yaratıklar, baba tarafından Peirithoos’un üvey kardeşleri oldukları için babalarının miraslarından kendilerini düşen paylarını almak için Lapith’e saldırmaya devam ederler. Saldırılar sonucu Peirithoos ve adamları önce Elis’deki Pholoe şehrine daha sonra ise Malea’ya göç etmek zorunda kalırlar.

En ünlü centaurlar



Mitolojideki centaurlar arasında en ünlüleri Nessos, Hiron (Kheiron), Folos (Pholos) ve Evritiyon'dır. Hepsi Herakles hikâyelerinde geçmektedir. İleos ve Roitos ise, Atalanta'ya saldırı girişimi sırasında Meleager tarafından yok edilmişlerdir.

Pholos

Silenos’la bir orman perisinin birleşmesinden ortaya çıkan Pholos, diğer Sentorlardan farklı olarak iyi ve konukseverdir. Özellikle Herakles’in 4. Görevi olan Erymanthos domuzu avında rol oynar. Erymanthos’a giden Herakles yol üzerinde Pholos tarafından ağırlanır. Pholos çiğ et yemesine karşın konuğuna pişmiş et ikram eder. Ayrıca Sentorların ortak şarabından da içmeye başlayan Herakles ve Pholos’a şarabın kokusunu alan diğer Sentorlar saldırmaya başlar. Herakles ile Sentorlar arasında yaşanan bu olay, Herakles’in attığı oklardan birinin yanlışlıkla Kheiron’u vurmasına sebep olur.

Hiron (Kheiron)

Hiron (Kheiron veya Chiron): Herakles efsanesinde önemli bir rol oynayan bir başka, bilge ve iyi centaur. Hiron, sağduyusu ve bilgisiyle diğer centaurlardan ayrılır. "Bilge centaur"dur.

Tıp ve avcılık bilgisini Apollon ve Artemis’ten almıştır. Akhilleus, Kastor, Odysseus öğrencileri arasındadır. Lapithler'le yapılan savaş sırasında rastlantı sonucu Herakles’in oklarından biriyle vurulur. Çektiği acıyı sonlandırmak için ölümsüzlüğünü Prometheus’a bırakır.

Anlatılara göre Kheiron, Kronos’la Okeanos’un kızı Philyra’nın birlikteliğinden doğar. Sentorların en akıllısı ve bilgesi olan Kheiron çok iyi bir hekim, cerrah, müzisyen olmasının yanı sıra av ve savaş oyunlarında da ustadır. Öyle ki kahramanların birçoğu Kheiron’dan ders almıştır. Bunların arasında Troya Savaşı’nın ölümsüz kahramanı Akhilleus, Altın Post’u çalmayı başarmış olan İason, hatta ölüleri bile diriltebilen hekim Asklepios bile vardır.

Babası Kronos olduğu için ölümsüz olduğu anlatılan Kheiron’un ölümü ise eski dostu Herakles (Herkül)’in elinden olur.

Herakles’in Sentorlarla savaşırken attığı zehirli oklardan biri sekerek eski dostu Kheiron’un bacağına saplanır. Bu olaya çok üzülen Herakles oku hemen yerinden çıkarıp yaraya merhem sürse de yaraların iyileşmesi imkansızdır. Ölümsüz olan Kheiron acılar içinde mağarasına çekilir. Sonrasında Prometheus’un ondan ölümsüzlük hakkını almasıyla Kheiron huzura kavuşur.

Nessos (Nessus, Attika Yunancasında Nettos ve Netos):



"Herakles efsanesi"nde önemli rol oynayan bir centaur. Nessos efsanesi (Kanlı gömlek): Yunan mitolojisinde, Herakles'in eşi Deianeira, Kalydon kralı Oineus ile Althaia'nın kızı ve Meleagros'un kız kardeşidir. Herakles, Hades'e indiğinde Meleagros ile karşılaşır ve o ona kızkardeşi Deianeira ile evlenmesini söyler. Fakat Herakles kızı alabilmek için Akheloos ırmağı ile dövüşür, kazanır. Ve bir gün Kalydon'dan ayrılır ve yolda derin bir ırmaktan geçmek zorunda kalır. Orada centaur Nessos'u görür ve ondan yardım ister. Nessos yardım eder, fakat tam Deianeira'yı geçirirken kadına tecavüze yeltenir. Bunu duyan Herakles hemen gelir ve Nessos'u Lerna canavarının kanına batırılmış ok ile vurup öldürür. Nessos ölürken Herakles'ten öcünü alabilmek için kanlı gömleğini Deianeira'ya verir ve "Bunu kocan için bir gün kullanabilirsin" diyerek, gömleği kocasına giydirdiği takdirde onun aşkını sonsuzcasına kazanacağını söyler ve buna inandırır.

Ve bir gün Herakles esir aldığı kızı eşine gönderir, fakat Deidaneira kız ile kendisini aldattığını düşünür. Bir tören esnasında Denaieira, Herakles yeni bir gömlek isteyince ona Nessos'un kanına batırılmış gömleği verir. Nessos'un kanlı gömleğini giyen Herakles acıdan kıvranmaya başlar. Bedenine yapışmış olan bu gömleği derisi soyulmak pahasına çıkarmaya çalışsa da bunu başaramaz. Sonunda, dağlardan kökleriyle söküp çıkardığı devasa çamları meydana yığar ve büyük bir ateş yakar. Ve kendini alevler içine atarak hayatına son verir.


Bu efsane, daha sonra Sophokles'in "Traksis kadınları" adlı ünlü tragedyasına da konu olmuştur.,Diğer yandan "Nessos" ismi ile anılan bir vazo ressamı da vardır ve adını da M.Ö. 600 yılına tarihlenen "kentaur mücadelesi" üzerinde betimlenen bir vazodan alır.Nessos'un kanlı gömleğinin sembolik anlamı: bir çeşit kandırmaca ile üzerimize giydirilen ve ancak yalazlarla çıkarılabilen bir gömlek.

Bazen de günümüzde zor ve bedeli ağır sorumluluklar gerektiren tehlikeli bir görev anlamında da kullanılmaktadır. Anadolu'da dilimize de yaygın olarak yerleşen "ateşten gömlek giymek" deyimi de, bir anlamda işte bu efsaneden kaynaklanmaktadır.

Kimi başka kaynaklara göre ise; Sentor Nessos, Herakles efsanesinde önemli bir rol oynar. Herakles eşi Deianeira ile Evenos Nehri’nin kenarında Sentor Nessos ile karşılaşır. Kendisinin tanrılar tarafından bu nehrin kayıkçısı seçildiğini söyleyen Nessos küçük bir ücret karşılığında Deianeira’yı sağ salim karşı kıyıya geçirebileceğini söyler. Nehri geçmeye başladıkları sırasında Herakles’in sopasını ve yayını nehrin karşısına attığını gören Nessos verdiği sözden dönerek yolunu değiştirir. Kıyıya ulaşır ulaşmaz da Deianeira’ya sahip olabilmek için genç kadına saldırır. Eşinin feryatlarını duyan Herakles ise Nessos’a doğru nişan alarak onu göğsünden vurur.

Yere düşen Nessos, Deianeira’ya dönerek, “Eğer yere dökülen tohumları toplar ve yaramdan akan kanla karıştırıp, biraz da zeytinyağı ilave edersen bir aşk iksiri elde edeceksin. Bu karışımı onun gömleğine sürdüğünde artık kocanın seni aldatacağından hiç korkma!” der.

Deianeira hayatını Trakhis’te, Herakles’in kendisini aldatmasından bıkmış olarak sürdürürken aşk iksirini kullanmaya karar verir. Herakles’in seramonide giyeceği tuniği örmeye başlar ve bitirdiğinde iksiri tuniğe sürer. Herakles tuniği giydiğinde, vücut ısısı zehri hareketlendirerek tuniğin derisine yapışıp derisini yakmasına neden olur. Herakles duyduğu acıyla tuniği ve onunla birlikte derisini de soyup çıkarır. Herakles, acısını ancak ölümün yatıştırabileceğini düşünür. Cenaze için odunları yayar ve üzerlerine uzanır. Herakles acısını ancak bu şekilde dindirebileceğini düşünür.

Ateşler içinde kül olmak üzereyken babası Zeus onun bu haline daha fazla dayanamaz. Zeus gönderdiği 4 atlı bir şar ile yanarak günahlarından temizlenen oğlunu kurtarır ve Olympos Dağına getirilmesini sağlar. Bundan sonra Olympos’ta tanrıların arasında yaşamaya başlar. Bir zamanlar en amansız düşmanı olan Hera bile onun bu kahramanlıklarından ötürü onu affeder ve kızı Hebe ile evlendirir.

Yararlanılan Kaynaklar:
Azra Erhat – Mitoloji Sözlüğü
Robert Graves – Yunan Mitleri
Arthur Cotterell, Rachel Storm-Dünya Mitoloji Ansiklopedisi
Larousse – Semboller Sözlüğü, Nanon Gardin&Robert Olorenshaw



Melez bir toplum: Rumlar

Rum; halk veya ulus değil, melez bir toplumun adıdır



Anadolu’nun Türkleşmesi sürecinde, Anadolu topraklarında bulunan ve Hıristiyan olan kimselere, özellikle Osmanlılar döneminde “Rum”, ya da “Rumi” (yani Roma’ya ait) denilmeye başlanmıştı. Genel olarak Batı Anadolu, Trakya, Adalar ve Balkanlar’da yaşamakta olan Hıristiyanlar, Osmanlılar tarafından “Rum” olarak nitelendirilir. Bu bakımdan, Rum topluluğunun tümü de Yunan kökenli değildir.

Yukarıdaki tanımlamaya göre, zaten “Rum” diye bir ulus veya halk da yoktur. Tarihin gördüğü yeryüzünün en geniş topraklarına yayılmış bir imparatorluk kuran Osmanlılar’ın egemenliği altındaki her yerde yaşayan insanların Türk olması nasıl mümkün değilse, Osmanlılar öncesinde, tarihteki en geniş topraklara yayılan imparatorluk olan Romalılar’ın egemenliği altındaki – bu topraklardaki tüm nüfusun hepsi de aynı ırk ve halka ait olamayacağına göre – çeşitli ırklara ve mezheplere ait olan bu insanlar için böyle bir deyim kullanılmıştır. Dolayısıyla, “Rum”  tanımlaması, melez bir toplumun adıdır.

Anadolu’daki “Rum” diye tanımlanan insanların ise, M. Ö. 1200 yıllarında Batıdan buraya göç ettikleri ileri sürülür. Tarihteki Dor istilası, eski Yunan ve Atina devletleri zamanında karanlık bir dönemin başlamasıyla, buralardaki çeşitli toplulukları Anadolu’ya doğru iten bir hareketi yoğunlaştırır. Ege’nin Asya kıyılarına yerleşme ve düzensiz bir şekilde klasik devirde gerçekleşen etnik birlik ise birbirini izleyen karma dalgalar halinde olur.

Bazı yazarlar, bunun tek nedenini Yunanistan kıtasının aşırı kalabalık oluşuna bağlarken, bazıları da “sömürgeleştirme”nin sonucunda bunun doğduğunu ileri sürerler. Yunan Mitolojisi, bir bakıma kendi tarzı içinde bu “sömürgeleştirme” olayını anlatmaktadır. (Eckart Peterich - Küçük Yunan Mitologyası) Bunun ayrıca Homeros’un şiirlerinden de anlayabiliyoruz. (Homeros - Odysseus ve İliada destanları)

Andre Ribard ise, tarihteki bu Dor istilasını, demirin keşfiyle özdeşleştirir ve demir madenlerinin bulunmasına, demirin işlenmeye başlanmasına bağlar. Demirin keşfi, sert savaşçılar olan Dor’ları bu bölgeyi istilaya iter. Ribard, “Dorlar, Akalar’ı Yunanistan’ın kıyı vadilerinden sürüp çıkarmaktadırlar. Akalar büyük topluluklar halinde Küçük Asya’ya (Anadolu) doğru kaçarlar... Demirin saltanatı, bir yıkımla, bir felaketle başlıyordu...” diyerek, Dorlar için yönetmenin kölelikle özdeş olduğunu anlatır. (Andre Ribard - İnsanlığın Tarihi, Cilt: 1, Sf: 67, 69, 82“Sömürgeleştirme” ve “köleleştirme”nin sonucunda da, ortaya çıkan açlık ve sefaletin yansımasıyla gerçekleşen göçler, bir anlamda istila ve zulümden de kaçış, açlık ve sefaletten kurtulma arayışıdır...

Bütün bu göçler sonucunda, Batı Anadolu’ya gelenlerin İzmir ve çevresine yerleşmeye başladıkları görülür. Bu topluluklar, yaşadıkları ve yerleştikleri yerlerde ciddi herhangi bir egemenlik kurabilecek yapıda olmadıklarından, Anadolu ve Ege kıyılarında kendilerinden sonra (veya önce) kurulan İonya, Frigya, Lidya, İskender ve Pers ile en son da Bizans ve Selçuklu ile Osmanlı uygarlıklarını yaşadıklarından ve bu uygarlıklara karıştıklarından, daha çok “melez” bir toplum olma özelliğindedir. Dilleri ise, 12. ve 13. Yüzyıla kadar, çoğunlukla o dönemde Anadolu’da egemen olan Grek dilidir.


Yukarıdaki 1922 yılındaki resim, Turgıtlu'da Rumlara ait, halk arasında "Yanık Kilise" olarak bilinen Aya Nikola Kilisesi. (Yunan ordusu Turgutlu’dan kaçarken bir – iki mahalle hariç tüm kent yanmış, taş üstünde taş kalmamıştı. 1922’de yanan bu Rum kilisesinin, 1939’da tamamen yıkılması gündeme gelmiş, arsası üzerine yeni hükümet konağı inşa edilmişti.)

Anadolu’nun Türkleşmesi 
sürecinde ise, bu insanlara “Rum” denilmeye başlanır. “Türkleşme” ile birlikte “İslamlaşma”ya da başlayan Anadolu’da, İslamlaşmadan önce ise dilde bir değişim görülür. Türk ve Rum kesimin, zamanla birbiriyle karışa kaynaşa topluluk ilişkilerinin ilerlemesi sürecinde, Türkçe onların da dili olmaya başlar. 
Türkçe, Osmanlı devrinde ortak bir dil haline gelir. Ve bu dönemde de, ortak dil olarak Türkçe konuşan, ama dinleri farklı olan Hıristiyan ve Ortodoks topluluklara (yani dilleri aynı, dinleri ayrı Anadolu insanı) “Rum” denilmeye başlanır. Dolayısıyla "Rum" adı, Osmanlılarca verilen bir ad olmuştur.

Örneğin Evliya Çelebi, Anadolu’nun her yerinde yaygın bulunan, ana dili Türkçe olan Hıristiyanlara Alanya ve Antalya’da rastlar ve “Alanya kadim eyyamdan beru Urum (Rum) keferesi bir mahalledir... Amma asla Urum lisanı bilmeyup batıl (batılı) Türk lisanı bilirler...” ve “Antalya, Urum keferesi mahallesidir. Amma keferesi asla Urumca bilmezler. Batıl Türk lisanı üzre kalamet ederler...” der. (Evliya Çelebi - Seyahatname) 

Topluluklardaki ilk alış verişin kültürel oluşu ve bunun da ilk aracının “dil” olması dolayısıyla, Anadolu’daki değişim ilk olarak dildeki Türkçeleşme ile birlikte ve “Anadolu’nun Türkleşmesi”süreci olarak başlar. “İslamlaşma” ise sonradan gelir... “Anadolu’nun İslamlaşması” sürecinde ise, Rum topluluklarından da İslamiyeti benimseyenler olduğundan, ortak dili Türkçe olan Anadolu insanı, artık Türk, Rum, Ermeni vs. olarak değil de,“Müslüman” ve “Gayrı-Müslim” diye birbirlerinden ayrılarak sınıflandırılır. 



Kilisede Türkçe dua eden ve Türkçe’yi de Grek alfabesiyle yazan Karamanlı Rumlar, 1924’te gönderildikleri Yunanistan’da "Türk Tohumu" diye anılarak dışlanmışlardı. (Yukarıdaki resim Karamanlı Rumlar)

“Bazı tarihçilerimiz konuştukları Türkçenin saflığını ileri sürerek bu insanların Türk Hıristiyanlar olduğunu, hatta Anadolu’nun 4 bin yıllık Turan halklarını barındırdığını yazmışlarsa da, bu konuda sağlam kanıtlar yoktur. Dilleri Türkçe, dinleri Hıristiyan olan bu gurup, Cumhuriyetten sonra, Rum sayılıp Yunanistan’a gönderilmiştir. Yalnızca Hıristiyan oldukları için Türklüğü kabul edilmeyen, ama kendilerini de Yunanlı saymayanların değişimi tartışılmıştır...... 1924-1930 yılları arasındaki değişim, yalnızca dinleri İslam olanların Türk sayılmasıyla ele alındığı iddiasıyla tartışma konusu olmuş, Kemal Karpat, ulusçuluğa yönelmiş laik Türkiye’de dinin ölçü alınmasındaki çelişkiyi belirtmiştir. Ona göre, Türkçe konuşan Anadolu Hıristiyanları Yunanistan’a gönderilmiş, Slav kökenli Pomak da İslam olduğu için Türk kabul edilmiştir.” (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi, Sf: 159)

“Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabında Dido Sotiriyu da anılarında bu dramı anlatır.  Aşağıdaki resim "İzmir'i terk eden Rumlar" başlığı ile Wikipedia'a yer almaktadır.




Tıklayınız   Anadolu adının kökeni




0 Yorum - Yorum Yaz
"Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir..."




Dünyanın en kadersiz ulusu

Tarih bir kurmacadır belki. Bu kurmacanın en somut örneği Kızılderilerin başına gelenler. Bu kadar kadersiz bir ulusa dünya tarihinde pek rastlanmasa gerek. Hem toprakları ellerinden zorla alınsın, hem yaşama biçimleri ve inançları zorla değiştirilsin, bütün bunlara başkaldırmaya çalıştığında "vahşi" denilerek yok edilsin! Güneşe, aya övgüler düzen, toprağı, ağacı, kuşu dinleyen, dünyayı onlarla birlikte algılayan Kızılderililer mi vahşi, yoksa bir avuç toprak uğruna bir ulusu dahi yok etmeyi göze alan Beyaz Adam mı?

Onlar doğanın vahşi olduğunu ilk kez beyaz adamdan duydular ve ondan sonra onlar da "vahşi"liğin içinde kaldılar. Önce yüzlerine dostça gülen, ardından bir takım belgeler imzalatıp toprakların bir bölümüne yerleşen ve daha sonra onları topraklarından kovalayan beyaz adamlardan da, verdikleri sözlerden de, onların "adalet" anlayışından da, onların taptıklarını söyledikleri aynı Tanrı'nın adaletinden de, birşey anlamadılar.

Dağların, dağlardaki vadilerin insanlarıydı onlar ama çöllere hapsedildiler. Topraklarını bırakıp beyaz adamın belirlediği çorak topraklarda yaşamaya zorlandılar. Ve beyaz adamın acımasızlığına, vahşiliğine daha fazla karşı koyamadılar ve boyun eğdiler. Ve son kızılderili lideri Gerenimo da teslim olduğunda yüzlerce kızılderili ulusu, yüzlerce dil, yüzlerce kültür yeryüzünden silinmiş, onbinlerce yıllık birikim ve bilgelik yok edilmişti.



Bir Kızılderili reisin dediği gibi: 'Verdikleri sözün sadece birini tuttu çatal dilli soluk yüzlüler: 'Topraklarınızı alacağız' dediler ve aldılar". Bu söz de bana tıpkı bir Afrikalı'nın emperyalizmin 20. yüzyılın başlarında geri kalmış ülkeleri nasıl sömürgeleştirdiğine ilişkin söylediği sözleri anımsatıyor: “Beyazlar Afrika’ya geldikleri zaman, bizim topraklarımız, onların İncil’leri vardı. Bize önce İncil’i tanıtıp, ardından da gözlerimizi kapatarak dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımız zaman bir de gördük ki, onların artık toprakları, bizimse sadece İncillerimiz vardı ellerimizde…”  

Şimdi onlardan geriye kalanlar kendilerine ayrılan çorak topraklarda kendi kültürlerini koruyarak yaşamaya çalışıyorlar. Ancak beyaz adamın hala gözü doymuş değil. Zorbalığını ve vahşiliğini asimilasyon politikasıyla devam ettiriyor. Çağdaşlaştırma kisvesi altında bir ulusun kültürü tamamiyle yok edilmeye çalışılıyor. Tıpkı "globalleşme""küreselleşme" adı altında dünyanın diğer ülkelerine yapılmaya çalışıldığı gibi... 

Ne yaman çelişki: Beyaz adam bugün ürettiği ürünlere dün vahşi diyerek yok ettiği bütün bu insanların isimlerini vermekten de geri kalmıyor. Tıpkı arabasına Cherokee, ayakkabısına Nike, helikopterine Apache ismini verdiği gibi. Hani insanın, Kızılderililer'e saygılarını ya da özürlerini ifade etmek için beyaz adamların böyle yaptıklarını düşünesi geliyor neredeyse. 

Ama... Gerçeği bir de onlardan dinleyelim:  Onların ağzından




1 Yorum - Yorum Yaz
Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir...

Yaşamları


Kızılderililer hakkında öğrenilecek ilk şeylerden biri, pek çok türleri olduğudur. 
Bir Kızılderiliyi ilk olarak tepee'si içinde yaşayan, makosenlerinden alın bantlarına kadar boncuklarla parıldayan, tüylerden yapılmış güzel başlığını takan, örgülü uzun siyah saçlarıyla tomohawk'ı, davulu, tam-tam'ı, bıçağı ve hepsinden önemlisi, gösterişli bir şekilde süslenmiş, kol kadar uzun gövdesi olan kırmızı taştan piposuyla düşünürüz. 

1541'de atlı İspanyollar Büyük Ovalar'a vardıklarında Kızılderililer'in kullandığı yegane yük hayvanı köpeklerdi. Kaçan İspanyol atlarının Kızılderililer tarafından kullanılmasıyla birlikte eşsiz bir kültür doğmaya başladı. Göçebeliği yaşam biçimi haline getiren, özellikle Büyük Ovalar'da ve batısında yaşayan Sioux, Cheyenne, Arapaho, Apache ve diğer kabileler için at gerek yaşam biçimini destekleyen hatta oluşumuna katkıda bulunan son derece önemli bir araç, gerekse statü ve zenginlik göstergesiydi.
 

Dilleri
  İşaret dili Büyük Ovalar'daki Kızılderili kabilelerinin ortak anlaşma biçimlerinden biridir. Klavvolar'ın işaret diliyle mükemmel konuştukları biliniyor. İşaret dili kuzeyde Crowlar'ın yardımıyla Kanada topraklarına kadar uzanmıştı. Benzer bir iletişim örneği olarak duman işaretleri gösterilebilir. 
Cherokee
halkından Sequoya'nın 1809'da geliştirdiği alfabe bilinen tek Kızılderili alfabesidir ve yazılı geleneği olmayan bir dil için dünya tarihinde eşi görülmeyen bir örnektir.

Avrupalılar'ın gelmesinden önce Kuzey Amerika'da konuşulan Kızılderili dilleri 300'den fazlaydı. Bu dillerin en az yarısı belgelenmeden ortadan kalktı ve geri kalanlarda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya. Şu anda en çok konuşulan diller arasında Navajo (100.000), Creec (70.000), Ojibwa (50.000) ve Sioux (20.000) bulunuyor. Özellikle ticareti kolaylaştırmak amaçlı ortak jargonlar gelişmişse de, Kızılderili dilleri bir genelleme yapılamayacak kadar farklı yapılara sahiptir. Sanılanın aksine aynı bölgedeki Kızılderililer bile aralarında anlaşamazdı. Buna karşılık Kuzey Amerika'da birçok yer hala Kızılderili adı taşıyor. Minnesota, Oklahoma, Chicago gibi...


Yaşam biçimleri
Kabilelerin coğrafi dağılımı geçim yöntemlerini doğa ve iklim koşullarına bağlı olarak etkiler. Büyük Ovalar'daki kabilelerin yaşamları temel olarak buffaloya bağlıydı ve sürülerin peşinde göçebe bir yaşam tarzını getirmişti. 
Beyaz Amerikalılar'ın Kızılderililere karşı zaferi ancak milyonlarca buffaloyu yok etmelerinden sonra gerçekleşti. Güney ve güneybatı halklarının özgün tarımsal yöntemleri ve meyve bahçeleri savaşlar sırasında ortadan kalktı.
Atlas Okyanusu ve Büyük Okyanus'un kıyı bölgelerindeki halkların geçim kaynakları orman ve su ürünleriydi. Ancak beyazların bu kaynakları sahiplenmesiyle pekçok Kızılderili ölecek duruma geldi. Bir kısmı da gerçekten öldü.

İnançları

 

 

Eskimo dışındaki Kuzey Amerika kabilelerinin ortak inancına göre bir yaratıcı dünyayı yaratmış, efsanevi bir lider ise kabileye kültürünü öğretmiştir. Ayrıca doğal olayları kontrol eden ruhlar vardır. bu ruhlarla yaratıcının ortak varlığı tek bir ruhsal güç olan Büyük Ruh Manitu'yu oluşturur. Bir çok kabilede ölümden sonra yaşama ve reenkarnasyona inanılır. Kızılderililere göre evren, merkezinde dünya olan çok katmanlı bir yapıdadır.
Şamanların ruhlarla ilişki kurabildiğine inanılır. Kızılderili inancının temelinde yatan tüm yaratıkların kardeş olduğu fikri, doğa ile kurdukları olağanüstü ilişkiyi açıklayabilir.

Kadınlar

Kızılderili kadını kendi toplumunun büyük yaşam çemberinin tam ortasında yer alır. Askeri ve yönetsel işlerden dışlanmaz. Aileyi çekip çevirme görevini onu birilerin bağlısı değil, tersine bir bütünün parçası yapar. Bir çok kabilede mallar kadına ait sayılır, mal ve ünvanlar kadın tarafından ilerler. 

Kadınlar Cherokee ve Iraquois halklarında aktif olarak yönetim görevi alır. Kızılderili kadını topluluk içinde üstlendiği görev ne olursa olsun bu görevi yerine getirme başarısına paralel olarak onurlandırılır ve mutlak saygı görür.

 

young apachi woman 


Silahlar

Geleneksel silahlar arasında ilk sırayı ok ve yay alır. Deneyimli bir atıcı dakikada 6 tane olmak üzere arka arkaya oldukça isabetli 20 ok atabilirdi. Bu silah Amerikan ordusunun kullandığı Springfield tüfeklerinden daha hızlı olmakla birlikte, genel olarak etkisi daha düşüktü. zellikle at üzerinde yapılan dövüşlerde tercih edilen mızraklar, aynı zamanda törensel havası olan silahlardır. Yakın dövüş silahları arasında ise savaş baltası tomahawk ve çeşitli biçimdeki bıçaklar öne çıkar.


Müzikleri

Kızılderili müziği, hemen her zaman bir rütüelin tamamlayıcısı olarak vardır. Başlıca müzikal ifade ise şarkıdır. Enstrümanlar temel olarak ritm amaçlıdır ve en çok kullanılanları davul ile zırıltıdır (rattle). Kızılderililer'in kullandığı tek melodik enstrüman flüttür.
Şamanın çaldığı davul dansın ritmini belirler. Dans da genellikle bir rütüelin parçası olarak ortaya çıkar. En tanınmış danslar Savaş, Dağ Ruhları (Apache) ve Ateş Dansıdır. Ova Kızılderililerinin Güneş Dansı yaradılışın bir temsili olarak kabul edilir. 1890'lara doğru ortaya çıkan Hayalet Dansı ise beyazların ortadan kaybolmasını ve yaban sığırlarının geri dönmesini sağlayacağı inancıyla çok kısa sürede popüler olmuştur.

 

carlos nakai 

Daha ayrıntılı bilgi için tıklayınız:  Kızılderililerde müzik


Yerleşimleri

Kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde birşeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet. Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.

 

tipi

  

     
Ana Sayfa Reis Seattle


Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir...

Onların ağzından


Kızılderili kabile reisleri anlatıyor

Reis Seattle (Duwamish) 

Halkımdan çok az insan kaldı. Fırtınanın silip süpürdüğü bir ovada dört bir yana dağılmış ağaçlar gibiler. Deniz midyelerle kaplı dibinden nasıl ayrılamaz ve onu nasıl kaplarsa, bir zamanlar halkım da bu toprakları öyle kaplıyordu. Ama o günler şimdi yalnızca acıklı bir anı olan büyük kabileler gibi, çoktan geride kaldı... Bizim için atalarımızın külleri kutsaldır ve ebedi dinlenme yerleri de kutsanmış topraktır. Siz atalarınızın mezarlarından çok uzaktasınız ve sanki onlara hiç saygı duymuyor gibisiniz. Sizin dininiz, unutmayasınız diye, Tanrı'nızın demir parmağıyla taş tabletler üzerine yazılmış. Kızılderili onları hiçbir zaman anlayamaz ya da hatırlayamazdı. Bizim dinimiz atalarımızın gelenekleridir. Yüce Ruh'un, gecenin kutsal saatlerinde yaşlılarımıza verdiği rüyalardır, reislerimizin gördüğü hayallerdir. Ve tüm bunlar da insanlarımızın kalplerinde yazılıdır. Sizin ölüleriniz mezarlarından çıkıp da yıldızların ötesinde dolaşmaya gittiğinde, doğdukları topraklar ve sizin için duydukları sevgi tükeniyor. Bir süre sonra da unutuluyor, bir daha asla geri dönmüyorlar. Bizim ölülerimizse, onlara yaşam veren güzel toprakları hiçbir zaman unutmazlar... 

Son Kızılderili de yok olduğunda ve kabilemin anısı beyaz adam için yalnızca bir efsane olarak kaldığında, bu kıyılar halkımın görünmeyen ölüleriyle dolu olacak ve sizin çocuklarınızın çocukları, kırda, çarşıda, dükkanda ya da yolu olmayan ormanların sessizliğinde kendilerini yalnız hissettikleri zaman, aslında yalnız olmayacaklar... Geceleri, şehirlerinizin ya da kasabalarınızın sokakları sessizken ve siz onların terk edilmiş olduğunu düşünürken, aslında o sokaklar, bir zamanlar oralarda yaşamış olan ve hala çok sevdikleri bu güzel topraklara geri dönen eski sahipleriyle dolu olacak. Beyaz adam hiçbir zaman yalnız olmayacak. Beyaz adam halkıma karşı adil olsun ve onlara iyi davransın çünkü ölüler güçsüz değildir. Ölüm mü dedim? Ölüm diye bir şey yoktur. Yalnızca bir dünya değişimi.  Seattle

Ayakta Duran Ayı, Siyu Kabilesi 
standing bear-ogalalaKızılderililerin sahip olduğu topraklarda hiçbir şey beyaz adamı memnun etmedi ve hiçbir şey onun değiştirici elinden kurtulamadı. Nerede kesilip indirilmemiş orman varsa,nerede hayvanlar kuytu köşelerinde dinleniyorsa, soluk benizliler oraya "ehlileştirilmemiş yaban arazi" dedi. Halbuki bize göre yabani, vahşi yer yoktur. Tabiat tehlikeli değil, misafirperverdir; korkutucu değil, arkadaşçadır. Bizim felsefemiz korkudan ve önyargıdan uzak, sağlıklı bir düşünce sistemidir. Bu noktada beyaz adam ve Kızılderili inançları arasında önemli bir fark buluyorum.
Kızılderili inancı, etrafını çevreleyen her şeyle insanın ahengini gözetir; beyazlar ise çevreye hükmetmeyi esas almıştır. Kızılderililer aradıkları her şeyi, paylaşma ve sevgide buldu; ama beyazlar aradıklarını korkarak savaşmada buldu. Biri için dünya güzellik doluydu. Diğeri için öteki dünyaya gidene kadar,tahammül edilmesi gereken günah ve çirkinlik dolu bir yerdi, o daima Yaratıcı'ya yarattığı dünyayı değiştirmesi için dua eder. Bu adam bizi anlayamayacaktır. Bizim yaşlılarımız bilir ki insan tabiattan uzaklaştıkça kalbi sertleşir. Bu sebeple biz çocuklarımızı tabiatın yumuşak eline yatkın yetiştiririz.

Sioux Savaşçısı Tatanka Yotanka (Oturan Boğa)

Beyazların uyduğu hangi anlaşmayı Kızılderililer bozdu? Hiç. Beyaz adam bizle yaptığı hangi anlaşmaya uydu? Hiç. Ben bir çocukken dünya Siouxlar'ındı; güneş onların toprklarında doğar ve batardı; savaşlara on bin kişi gönderirlerdi. Bugün savaşçılar nerede? Onları kim katletti? Topraklarımız nerede? Onlara kim sahip? Hangi beyaz adam onun toprağını veya parasını çaldığımı iddia edebilir? Yine de benim bir hırsız olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz kadın, ne kadar yalnız olursa olsun, benim tarafımdan esir alındı ya da onuru kırıldı? Yine de benim kötü bir Kızılderili olduğumu söylüyorlar. Hangi beyaz adam beni sarhoş gördü? Kim benim yanıma aç geldi de doyurulmadı? Kim beni karılarımı döverken, çocuklarıma kötü davranırken gördü? Hangi kanunu çiğnedim? Kendimi sevmem yanlış bir şey mi? Derimin renginin kırmızı olması çok mu kötü; bir Sioux olmam; babamın yaşadığı yerde doğmuş olmam; halkım ve topraklarım için canımı verebilecek olmam?


Reis Joseph (Nez Perce)

Reis Joseph (Nez Perce)

      

 

Dünya güneşin yardımıyla yaratıldı ve olduğu gibi kalmalı... 
Toprak yaratıldığı zaman üzerinde sınır çizgileri yoktu, onu bölmek insanlara düşmez... 

Dinleyin beni reislerim. Yorgunum; kalbim hasta ve üzgün. 
Güneşin şu anki yerinden sonsuza kadar, bir daha hiç savaşmayacağım.


Yaşlı bir Wintu Kadını 

Beyazlar hiçbir zaman toprağa, geyiklere, ayılara aldırmadılar. Biz Kızılderililer bir hayvanı öldürdüğümüz zaman, onun bütün etini yiyoruz. kökleri kazdığımızda küçük çukurlar açıyoruz. Ev yaptığımızda küçük çukurlar açıyoruz. Biz çekirgeler için otları yaktığımızda hiçbir şeyi mahvetmiyoruz. Biz, meşe palamutlarını ve fıstıkları sallayarak düşürüyoruz. Ağaçları baltalayıp devirmiyoruz. Biz yalnızca kurumuş ağaçları kullanıyoruz. Ama beyazlar toprağı deşiyorlar, ağaçları söküyorlar, herşeyi öldürüyorlar. Ağaç diyor ki, "Yapma. Acıyor. Canımı yakma" Ama onlar, onu baltalayıp kesiyorlar. Toprağın ruhu, onlardan nefret ediyor... Kızılderililer asla bir şeyin canını yakmaz, ama beyazlar herşeye zarar veriyorlar... Kaya diyor ki, "Yapma. Canımı yakıyorsun" Ama beyazlar hiç umursamıyor... Beyaz adamın ona dokunduğu her yer acıyor.

 mother

Gerenimo (Son özgür Apachi)

Kırmızı Bulut

                             

Rinehart Chief

 

Her şeyi açıkça bildikleri halde şimdi diyorlar ki, ben çok kötü biriymişim. Hatta oradakilerin en kötüsüymüşüm. Ben ne yaptım ki? Ağaçların gölgesinde ailemle birlikte yaşayıp gidiyordum.

 

 

 

Beyazlar bize birçok söz verdiler, hatırlayamadığım kadar çok. Bir tekinin dışında hiçbirini tutmadılar. Toprağımızı alacaklarını söylediler ve aldılar.


Kızılderili Reis Algiysi 

      

Atalarınız bizden küçük bir toprak parçası istedi. Onlara acıdığımız için dileklerini geri çevirmedik. Aramızda yer aldılar. Onlara mısır ve et verdik. Onlar buna karşılık bize zehir (içki) sundular. Beyazlar bir kez memleketimizi tanıyınca, hemen sağa sola haber saldılar. Yeni yeni insanlar geldi. Biz onların dostça geldiğini sandığımızdan hiç korkmadık. Çünkü bize "kardeşim" diye sesleniyorlardı. Sözlerine inandık. Bu kez onlara daha geniş bir yer verdik. Kısa zamanda sayıları arttı. Daha çok toprak istemeye başladılar. Sonunda bütün yurdumuzu istediler. Gözlerimiz açıldı. Savaşlar oldu. Beyazlar bizimle savaştırmak için içlerinden kimilerine paralar verdi. Halkımızın büyük çoğunluğu öldürüldü. Beyazlar bizi içkiye de alıştırdılar. İçki yüzünden de binlerce Kızılderili kırılıp gitti. Kardeşlerim, eskiden bizim topraklarımız çok genişti. Sizinkiler ise çok küçük. Şimdilerde ise siz büyük bir ulus oldunuz. Bize yatağımızı serecek kadar bile bir toprak parçasını çok görüyorsunuz.


Hin-mah-too-yah-lat-keht (Dağlardan Yuvarlanan Gökgürültüsü) - 1877

Çok, ama çok konuşma duydum; oysa yapılan hiçbir şey yok. Gerçekleşmediği sürece, güzel sözlerin etkisi uzun sürmez. Sözler, ölülerimizi geri getirmez. Şimdi beyazlarla dolan topraklarımın bedelini, sözler ödeyemez. Babamın mezarını onlar koruyamaz. 
Güzel sözler bana çocuklarımı geri veremez. Savaş reisinizin verdiği sözün iyi niyetli olmasını güzel sözler sağlayamaz. Güzel sözler halkıma sağlık veremez, onların ölmesini engelleyemez. Güzel sözler halkıma barış içinde yaşayıp kendilerine bakabilecekleri bir yer veremez. Boş vaadler duymaktan yoruldum artık. Bütün güzel sözleri ve bozulan anlaşmaları hatırladığımda, kalbim sızlıyor. Irmaklar ters yönde akmadıkça, özgür doğan bir insanın, hapsedilip istediği yere gitme özgürlüğü elinden alındığında mutlu olmasını bekleyemezsiniz.... Büyük beyaz reislerin bazılarına, beyazların istedikleri her yere gidebildiklerini gördükleri halde Kızılderililere yalnızca bir yerde kalmalarını söyleme yetkisini nereden aldıklarını sordum. Bana cevap veremediler.
Bırakın özgür bir insan olayım - yolculuk yapma, konaklama, çalışma, istediği yerde ticaret yapma, kendi öğretmenlerini kendi seçme, atalarının dinini uygulama, kendi adına düşünme, konuşma ve davranma özgürlüğüne sahip olan bir insan. O zaman her yasaya uyar, ya da her cezaya razı olurum.


Kara Geyik

Kaç kişinin öldüğünü anlayamamıştım. Şimdi kocamışlığımın şu yüksek tepesinden gerilere baktığımda, yerde birbirleri üzerinde yığılı duran boğazlanmış kadınları ve çocukları, hâlâ o genç gözlerimle görebiliyorum. Ve orada, o kanlı çamurun içinde birşeyin daha öldüğünü ve o kar fırtınasına gömüldüğünü görebiliyorum. Evet, bir halkın düşü öldü orada. Güzel bir düştü evet. Sonra bir ulusun umudu kırılıp paramparça oldu. Artık yeryüzünün merkezi yok, ölüp gitti kutsal ağaç.


Tecumseh (Shawnee Reisi)

Nerede bugün Pequotlar? Narragensettler, Mohawklar, Pokanoketler ve halkımın bir zamanlar güçlü olan diğer kabileleri nerede? Yaz güneşinin altında eriyip giden kar gibi, beyaz adamın açgözlülüğü ve baskısıyla yok oldular.


On Ayı (Comanche) - 1867
Bizi bir Kızılderili Bölgesi'ne kapatıp bizim için evler yapmak istediğinizi söylediniz. Onları istemiyorum. Rüzgarın özgürce estiği ve güneşin ışıklarını kesecek hiçbir şeyin olmadığı ovalarda doğdum ben. Sınırları olmayan, her şeyin özgürce nefes aldığı bir yerde doğdum. Ve orada ölmek istiyorum, duvarlar arasında değil.

  

     
Ana Sayfa Sonraki sayfa




Belkıs'ın Gerdanlığı efsanesinin yorumu


Asıl gerçek

Yöremiz toprağının bereketi ve bu bereketin sembolü olan üzümle ilgili anlatılan "Belkıs'ın gerdanlığı" isimli efsanede, asıl vurgulanmak istenen; genelde Gediz Ovası’nın, özel olarak da Manisa ve yöresinin başta üzüm olmak üzere, her türlü ürünün adeta fışkırdığı, yeşilin diyarı olan, eşi ve benzeri az bulunur “bereketli topraklar” olarak nitelendirildiği gerçeğidir.


Gerçekten Gediz Havzası, Türkiye'nin en verimli bölgesi ve dünyanın da "birinci sınıf" diye tanımlanan tarım arazileri arasındadır. Manisa ve Turgutlu'nun sembolünün üzüm salkımı olması da bu bakımdan anlamlıdır.
 
 
Bu efsane de göz önünde bulundurulursa, yöremiz mitolojik çağlardan beri “üzüm diyarı” olarak bilinir. Romalılar döneminde, Gediz Havzası, "şarap merkezi" olarak biliniyor ve tiyatronun da temelinin atıldığı "dionysos şenlikleri" düzenleniyordu. Dünyanın en iyi üzümünün üretildigi Manisa ve yöresi, üzüm ihracatında da dünyada hep en ön sırada yer almıştır. Türkiye, dünyada üzüm üretiminde her zaman birinci sıradadır...


 
"Belkıs'ın gerdanlığı efsanesi", Manisa ve yöresinde geçer! Yöremiz toprağının, Gediz Havzası'nın dünya yüzünde ne denli verimli ve bereketli olduğunu anlatan bir efsanedir. 
Efsanenin özü budur aslında: Yöremiz toprağının bereketi.

Yüzyıllar öncesinde, ilçemizin kurucusu olan ilk Türkmen aşiretinin bu yöreye gelip yerleşmelerinin ardındaki bir başka gerçek de, işte burada, yöremiz toprağının bereketinde gizlidir. Yani doğanın insanlığa bir armağan gibi sunduğu dünyanın en cennet köşeleri, birinci sınıf tarım arazileri içinde yer alıyor Gediz Havzası.

Yeşil cennete sülfürik asit tehdidi!
 
Mitoloik çağlardan bu yana devam eden bir yaşam var bu topraklarda. 
Gediz Nehri, buradaki bu yaşamın bir sembolü...
Atalarımız bu topraklarda yaşadı... 
Bizler bu topraklarda yaşıyoruz... 
Çocuklarımız ve torunlarımız da yaşayacaklar... 
Belki torunlarımızın torunları da... 
Tabii Turgutlu Çaldağı'nda nikel madeni çalışmaları için gelen şirket, buradan 15 yıl sonra işi bitip de çekip gittikten sonra Gediz Havzası'nda bir yaşam belirtisi kalırsa eğer!
 
Okumak için tıklayınız:  Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?   

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz
Misafir Kalem
Egeli
Eğitimci
şair
ve yazar
A. Yavasli
Aydoğan Yavaşlı


Bir ülke, 2 model!
— N’olacak bu memleketin hali?
Memleket dediğimiz, tabii ki hepimizin yurttaşı olduğumuz Türkiye. Zaten başka Türkiye de yok, değil mi?
Ama bugünlerde aynı topraklar üzerinde galiba iki boyutlu bir Türkiye resmi var: Biri; ABD, IMF ve AB’nin istekleri yönündeki “yeni model” için hükümet tarafından dinci motiflerle de süslenerek değiştirilen Türkiye. 
   

Ama bu resim bazılarına göre ise “tuzağa ve batağa doğru itilen Türkiye”.

 
— Yahu, nolcek bu memleketin hali?
Kendimi bildim bileli, 30-40 yıldır her yerde duyarım bu sözü. Sağda, solda, ortada. Çarşıda, tarlada, berberde, bakkalda, manavda, kahvede… Deniz ortasında bile.
Halkımızın en klasik, en popüler yurtseverlik davranışıdır bu soru.
Ve bu soruda öyle sırlar gizli ki. Bozuk düzen yüzünden, dert hep geçim derdidir ya? Ekonominin durumu halkımıza hep bunu sordurur. Hayatı ve kendisine yaşatılanları halkımız bu soruyla sorgulamaya çalışır. Bencillik etmemek için soruyu böyle sorar. Sadece kendisini değil, komşusunu da düşündüğü anlatma gayreti içindedir.

Ama epeydir bu soruya pek rastlanmıyor. Onun yerini bir başkası aldı.
Şimdi aynı yerlerde en çok konuşulan şu:
— Bu memleket nasıl düzelir?
AKP Hükümeti ise, 5 yıldır icraatlarıyla bu soruya hep şöyle yanıt veriyor:
— Amerika ve IMF sayesinde (!)

IMF politikaları yüzünden tüm sanayici, esnaf, memur, işçi, köylü, emekli kan ağlıyor.
“İşler nasıl?” diye hangisine sorulsa, işiteceğiniz bin ah yanı sıra, bir de gelecekten endişeleri. Herkes artık ekonomideki bu gidişatın değişmesini istiyor.
Örneğin, 2 yıldan fazla zamandır hem sanayi, hem de esnaf kesiminde “adını koyamadığımız ciddi bir kriz içindeyiz” şeklinde yakınmalar var. 16 Temmuz 2008 günü Ankara’da Başbakan Erdoğan sanayicilerin toplantısında buna şöyle cevap veriyor:
— Kriz varmış!  Ne krizi ya!”

Peki, şimdi bütün bu insanlar ekonomideki gidişattan memnun olmadıkları için suç mu işliyorlar? Böyle düşünmek onları darbe yandaşı filan mı yapar? Yurttaşlar, memlekette işlerin iyiye mi kötüye mi gittiği konusunda yönetenlerle aynı fikirde değilse, bu durumda potansiyel suçlu mu olurlar? Hükümet % 47 oranında oy aldı diye, bireyin hükümet gibi düşünmeme özgürlüğü yok mudur? Geçenlerde hayata veda eden Ceza Hukuku Profesörü Çetin Özek’e göre, “bireyin devlet gibi düşünmeme özgürlüğü vardır.”

Herkes bu memleketi seviyor. Hem de paylaşamayacak kadar.
Bu sevgi iyi tabii. Ama iyi olması yetmiyor. Eski bir şarkı sözünde olduğu gibi “bu ne sevgi, bu ne ızdırap” dramını daha fazla yaşamamak için tarifinin de iyi yapılmasına ihtiyaç var. 

Bu iki modelden hangi Türkiye’yi istiyoruz?
Atalarımızın kanlarını döküp, bedeller ödeyerek özgür kılmak istediği tam bağımsız bir Türkiye mi?
Modelini ABD ve AB’nin çizdiği, ekonomisini IMF’nin yönettiği Türkiye’yi mi?
 

Mustafa Kemal’in bir sözü seçimimize yardımcı olur mu peki?
“Hangi bağımsızlık vardır ki; yabancıların tavsiyeleriyle, yabancıların plânlarıyla yükselebilmiş olsun. Tarih bugüne dek böyle bir şeyi kaydetmemiştir…”

 

24 Temmuz 2008




0 Yorum - Yorum Yaz
İşte o fıkra!
"Yarın sıra size de gelebilir" başlıklı geçen yazımda, İlhan Selçuk’un komplo kurularak tutuklanma istemiyle gözaltına alınması olayına değinmiştim. “Sanki bir film izlermiş gibi, olup biteni sessizce izler durumda kaldığınız sürece, belki yarın sıra size geldiğinde, çok geç kalmış olabilirsiniz” sözlerinin ardından yazımı “Tıpkı o ünlü Alman fıkrasında olduğu gibi” cümlesiyle bitirmiştim.
Bu bir hafta süre içinde, bu fıkrayı merak edenler çok olmuş doğrusu. 
Aldığım mailler ve telefonlar yanı sıra, karşılaştığım bazı dostların da genel isteği üzerine, bu yazımda bu fıkrayı açıklamak istiyorum.

Fıkra diye anlatılıyor belki, ama bu olay aslında yaşanmış gerçek bir olay. 
1940’lı yıllarda, Hitler faşizminin yaşandığı günlerde Almanya’da geçer olay.
Olayın kahramanı ise sıradan, suya sabuna dokunmayan, etliye sütlüye pek karışmayan bir kişidir.

Hitler iktidarı tarafından, kendisine karşıt olanlara karşı müthiş bir gözdağı, saldırganlık ve dehşet verici işkenceler döneminin başlatıldığı günlerdir. Çeşitli bahanelerle insanlar gözaltına alınıyor, asılsız suçlamalarla tutuklanıyor, çoğu ya gözaltında kayboluyor ya da toplama kamplarına gönderiliyor. Bu sade vatandaş ise, olup biteni sessizce, bir film izler gibi izlemeye devam eder.

Bir gün yanı başındaki komşusunu alıp giderlerken de, “Aman bana ne, o zaten komünist. Onların derdi komünistlerle” deyip, kafasını başka yere çevirir. Bir başka gün, diğer komşusunu alıp giderler. O zaman da bu sade vatandaş, “O da zaten sosyalistti...” diye düşünüp, yine sesini çıkarmamaya karar verir. Sonra solcu komşularını toplamaya başlarlar. Ama bizim sade vatandaş, olun bitene hep gözlerini kapamaya devam eder. Aradan geçe bir süre sonra, bu kez de üst kattaki komşusunu alıp giderler. Bizim sade vatandaş yine bir ses çıkarmaz, “Aman canım, o da sendikacı...” diyerek, olup bitenlere karşı kayıtsız tavrını sürdürür.
Ama bir gün karşı komşusunu alıp gittiklerinde, biraz düşünmeye başlar. Çünkü bu kez alıp götürdükleri kişi bir demokrattır. “Demek ki şimdi sıra demokratlara geldi” diye düşünür ama, yine de, “Canım vardır bir bildikleri herhalde” diye bu olaya da kayıtsız kalmaya zorlar kendini...
Önce komünistler, sonra sosyalistler, ardından da solcular, sendikacılar, demokratlar derken… artık Hitler yanlısı olmayan herkesin sorgusuz sualsiz alınıp götürülmeye başlandığı günlere gelinmiştir. Adeta herkes büyük bir gözaltında gibidir. Bizim sade vatandaş, aslında bir çeşit korku içinde yaşamaktadır, ama yine de “Artık uğraşacakları kimse kalmadı, kendilerine karşı olan herkesi alıp götürdüler” diye düşünerek, bir şekilde kendisini rahatlatmaya çalışmaktadır... 
Bir gün, hiç beklemediği bir anda kapısı çalınır.
Açıp baktığında, karşısında SS subaylarını bulur. Ne için geldiklerini anlamıştır, ama sıranın şimdi kendisine geldiğini bir türlü aklı almamaktadır.
Kendisini götürürlerken, “Durun, hayır, yanılıyorsunuz, ben sade bir vatandaşım” diye itiraz etmeye çalışır. Ama dinletemez. Etrafına bakınıp, komşularından kendisinin etliye sütlüye karışmayan, dürüst, namuslu ve sade bir vatandaş olduğuna tanıklık edip bu olaya itiraz edecek birilerinin çıkmasını bekler.
Ama hiçbir yerden hiçbir ses çıkmaz.
Çünkü artık ses çıkaracak hiç kimse kalmamıştır…
 
İşte fıkra böyle.
Peki, bizde de aslında bugüne kadar her şey böyle gelişmedi mi?
12 Mart ve 12 Eylül darbelerini hatırlayın. Önce komünistler, sonra sosyalistler,
sonra da sol olan her şeye yönelik saldırılar olmadı mı? 12 Eylül’ün mimarı Kenan Evren, solcuları kastederek “Bunların hepsinin köküne kibrit suyu dökeceğiz” demedi mi? Erdal Eren gibi suçsuz yere ve yaşı 18 bile olmayan bir çocuk idam edilmedi mi? 
 

12 Eylül’ün Türkiye’de solun üzerinden bir silindir gibi geçmesinin ardından ise, sıra aydınlara geldi. Uğur Mumcu gibi, Bahriye Üçok, A. Taner Kışlalı ve daha sayabileceğimiz pek çok aydın, düşünür, bilim adamı gibi. Şimdi sıra Kemalistlere, laiklere ve yurtseverlere mi geldi?

Nereden mi belli? Sivas katliamını gerçekleştirenlerin attıkları sloganlar hala hafızalarda. Ve o katliamı gerçekleştiren zihniyettekilerle, şimdi iktidarda olanların, bir zamanlar aynı yollarda beraber yürüdükleri de.

 

İsterseniz yine hafızanızı yitirmiş gibi davranıp, olup biten her şeye göz yumup, kulak tıkayın ve “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” felsefesiyle yaşamınızı sürdürmeye devam edin. Ama bilin ki, yaşam sadece gözlerinizin önünden kayıp geçmiyor, avucunuzun da içinden çekilip alınmaya çalışılıyor. Her gün üzerine bastığınız şu toprağın da ayağınızın altından çekilip alınmak istendiği gibi…

8 Nisan 2008




0 Yorum - Yorum Yaz
Neden kaçtım?
(Kendi sesinden)
www.metinsert.com
Vatan haini
Genco Erkal - Fazıl Say
www.metinsert.com
Yaşamaya dair
  
www.metinsert.com
Ben içeri
düştüğümden beri
www.metinsert.com
Dünyanın en tuhaf
mahluku
www.metinsert.com
Kerem gibi
  
www.metinsert.com



0 Yorum - Yorum Yaz
Belgesel-1
Ernesto Che Guevara
Belgesel-2
Ernesto Che Guevara
Belgesel-3
Ernesto Che Guevara
Belgesel-4
Ernesto Che Guevara
Belgesel-5
Ernesto Che Guevara
Belgesel-6
Ernesto Che Guevara
Belgesel-7
Ernesto Che Guevara
Belgesel-8
Ernesto Che Guevara
Belgesel-9
Ernesto Che Guevara
  
Belgesel-10
Ernesto Che Guevara
Belgesel-11
Bolivya'da öldürülüşü
Devrimin sembolü
  
Hasta Siempre - Müzik
Nathalie Cardone
Hasta Siempre - Müzik
Ahmet Koç



0 Yorum - Yorum Yaz

Dünya Şairi: Nazım Hikmet

Nazım Hikmet Ran

Nazım Hikmet Ran

Aşklar, Ayrılıklar ve Zor Yıllar:
Nazım Hakkında Her Şey

Nazım Hikmet Ran…
Dünya şairi, romantik komünist, büyük aşık, gözü kara bir dava adamı. Kusurları ve güzellikleriyle baştan aşağı hayatı seven ve ‘’yaşamak güzel şey be kardeşim’’ diyen bir yazar. Neredeyse hayatının mucizelerle örülü olmadığı an yok buradan bakınca. Ona sorsak ne derdi?

Aslında ölümünden iki yıl önce yazdığı ‘’Otobiyografi’’ şiirinde bunun cevabını veriyor: ‘’…bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da/ insanca yaşadım diyebilirim/ ve daha ne kadar yaşarım/ başımdan neler geçer daha kim bilir.’’ 

Nazım Hikmet, doğduğu dönem, aile kökenleri, aldığı eğitim, Milli Mücadele’ye gönüllü destek, Türk şiirine katkıları, aşkları, hapis yılları ve virgülle ayırarak bitiremeyeceğim sayısız macera daha. Her şey diyoruz ama Nâzım’ı, şair babayı ne kadar anlatsak aslında az.

İlk yıllar

Nazım Hikmet 15 Ocak 1902’de Selanik’te dünyaya gelir. Yüksek bir aileye mensuptur; babası tarafından dedesi olan Mehmed Nâzım Paşa çeşitli yerlerde valilik yapan bir Mevlevî, babası Hikmet Bey Matbuat Müdürü, annesi Celile Hanım ise ilk kadın ressamlarımızdan biridir. Annesinin büyükbabası olan Mustafa Celaleddin Paşa ise İstanbul’a gelerek Müslümanlığı kabul eden ve ‘’Borjenski’’ soyadlı Polonyalı bir mühendis ve Türkologtur. Nazım Hikmet önemli görevlerde bulunan ve sanatla da yakinen ilgilenen böylesi bir ailede yetişir. Hatta mektepten önce, ilk eğitimlerini annesi ve kendisi de bir şair olan Mevlevî dedesi Mehmed Nâzım Paşa tarafından alır. İlave edelim ki Nâzım’ın 1905’te doğan kardeşi İbrahim Ali ertesi yıl kuşpalazından vefat eder. 1907’de ise kız kardeşi Samiye dünyaya gelir.

İlk şiir

Nâzım şairlikle 11 yaşında, 1913 senesinde tanışır. İlk şiiri bir aşk şiiri değil, daha sonraları da fikirlerinin yeşereceği ‘’toplumsal’’ bir hadise üzerinedir. ‘’Feryad-ı Vatan’’ başlığını taşıyan bu şiir hakkında Asım Bezirci, Nâzım’ı anlattığı kitabında şöyle söylüyor: ‘’Defterindeki ilk şiiri 20 Haziran 1329 (3 Temmuz 1913) tarihini taşır. ‘Feryâd-ı Vatan’ başlıklı bu şiiri Nazım Hikmet on bir yaşında iken yazmıştır.

Balkan Savaşı’nda Osmanlıların yenik düşmesi ve düşmanların Çatalca’ya kadar gelmesi üzerine kaleme alınan şiirde şairin bundan duyduğu derin üzüntü ile çok sevdiği yurdunu kurtarma istek ve umudu yansıtılmaktadır. Fakat, kendisinin açıklamasına göre, ilk yazdığı şiir ‘Yangın’dır. Bu şiiri, evlerinin karşısındaki bir binada çıkan yangın üzerine 6 Kânûn-ı evvel 1330 (19 Aralık 1914) tarihinde kaleme almıştır. Ölçüsüz, daha doğrusu, bozuk düzenli bir denemedir. Şairin deyimiyle, vezni, büyükbabasının yüksek sesle okuduğu aruzla yazılmış şiirlerin kulağında kalan ses taklitleriyle yapılmıştır.’’

Feryad-ı Vatan

Sisli bir sabahtı henüz
Etrafı bürümüştü bir duman
Uzaktan geldi bir ses ah aman aman!
Sen bu feryad-ı vatanı dinle işit
Dinle de vicdanına öyle hükmet
Vatanın parçalanmış bağrı
Bekliyor senden ümit

Eğitim yılları

Nâzım’a ilk eğitimi evde ressam annesi Celile Hanım ve bir şair olan Mevlevî dedesi Mehmed Nâzım Paşa tarafından verilir. Celile Hanım zaten ilk Türk kadın ressamlarımızdan, şair Oktay Rıfat’ın teyzesi, eğitimci bir aileye mensuptur. Evde özel olarak yetiştirilir, resim dersleri alır. Evdeki bu ortamla ilgili olarak şunları aktarır şair: ‘’Büyük babam, Mevlevi Nâzım Paşa şairdi, anam Lamartin’e bayılırdı. Evimizde, babamın edebiyatla ilgisizliğine bakmaksızın, şiir başköşedeydi.’’



Arkadaşı Vâlâ Nurettin’le beraber ilkokulu (Taşmektep) bitirdikten sonra, bugünkü Galatasaray Lisesi’ne yazılır. Masraflı bir okul olması dolayısıyla bir yıl sonra buradan alınıp Nişantaşı Lisesi’ne verilir. Şair burada örnek bir öğrencidir ve öğretmenlerinden pek çok ‘’aferin’’ kanaati alır. Gerek aile içi gerekse gördüğü Fransızca eğitimler, onun dil konusunda da gelişimini sağlar. Ardından sıra Bahriye Mektebi’ne gelir.

Bahriyeli Nâzım



Şair Heybeliada Bahriye Mektebi’ne 15 yaşlarında, 1917’de girer. Nişantaşı Lisesi’nin son zamanlarında, zaten dedesi Nâzım Paşa’nın şairliğinden etkilenen Nâzım Hikmet bir aile toplantısına katılır ve denizciler için yazdığı bir kahramanlık şiirini okur. Bunu dinleyenlerin arasında ise Bahriye Nazırı Cemal Paşa da vardır ve bu minik şairden etkilenerek onun Heybeliada Bahriye Mektebi’ne girmesini ister. Böylece 1917’de Nâzım bir Bahriyeli olarak eğitimine devam eder.

Nâzım’ın üvey oğlu yazar Memet Fuat’ın bu yıllara dair aktardıkları şöyledir: ‘’Nâzım Hikmet 1917’de girdiği Heybeliada Bahriye Mektebi’ni 1919’da bitirip Hamidiye kruvazörüne stajyer güverte subayı olarak atandı. Aynı yılın kışında son sınıftayken geçirdiği zatülcenp hastalığı tekrarladı. Aile dostu olan Deniz Hastanesi Başhekimi Hakkı Şinasi Paşa’nın gözetiminde iki ay süren bir sağaltım döneminden sonra, kendisine iki ay da evde dinlenme izni verildi. Bu süre sonunda da toparlanamadığı, deniz subayı olarak görev yapabilecek sağlık durumuna kavuşamadığı görülünce, 17 Mayıs 1920’de, Sağlık Kurulu raporuyla, askerlikten çürüğe çıkarıldı.’’

Hocası Yahya Kemal Beyatlı



Nâzım Bahriye Mektebi’nde öğrenciyken tarih ve edebiyat derslerini dönemin ve Türk şiirinin önemli ismi Yahya Kemal Beyatlı’dan alır. Beyatlı Nâzımların ayrıca aile dostudur ve evlerine de gidip gelir. Hatta Beyatlı ile şairin annesi Celile Hanım arasında da o dönem bir aşk olduğu bilinir, ancak Nâzım’ın meşhur “Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz” notu bu aşkı nihayete erdirir. Hocasına o dönem büyük hayranlık besleyen Nâzım kendi yazdığı şiirlerini Beyatlı’ya gösterip onun görüşlerini alır.

Bu alışverişle ilgili olarak şair şunları söyler: ‘’Sonra üçüncü şiirimi 16 yaşımda galiba yazdım. Büyük bir Türk şairi, Türk şiirine o devir için yeni bir şiir dili ve anlayışı getiren Yahya Kemal anama sevdalıydı sanırsam. Evde şiirlerini okurdu anam. Bahriye mektebinde tarih öğretmenimdi şair. Kızkardeşimin kedisi üstüneydi yazdığım şey. Yahya Kemal’e gösterdim, kediyi de görmek istedi ve şiirimde anlattığım kediyi gördüğü kediye o kadar benzetmedi ki, bana; Sen bu pis, uyuz kediyi böyle övmesini biliyorsun, şair olacaksın, dedi.’’

Yayımlanan ilk şiirleri ve birincilik ödülü



Nâzım bu dönemde şair çevreleri tarafından yavaş yavaş bilinip sevilen, ‘’genç şair’’ olarak bilinen bir isimdir. 1920 senesinde ‘’Alemdar’’ gazetesinin açtığı bir yarışmaya katılır ve seçici kurulda önemli isimlerin olduğu bu yarışmayı birincilikle kazanır. Faruk Nafiz, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon şairden övgüyle söz etmeye başlar.

Bu devreyle ilgili aktardıklarından: ‘’17 yaşımda galiba ilk şiirim basıldı. Yani «Serviliklerde», yani mezarlıklarda ağlayan hayatında sevmiş ölüler üstüneydi. Yahya Kemal düzeltmişti birçok yerini. Sonra kızlara tutuldum, şiir yazdım.’’

Milli Mücadeleye Destek


Kızlara tutulup yazdığı aşk şiirleri kısa sürer, çünkü memleketi Batı’nın ‘’Hasta adam’’ olarak addettiği Osmanlı’da önemli hadiseler cereyan eder. İstanbul işgal altındadır ve Nâzım da memleketini çok seven biri olarak Atatürk’ün önderliğindeki Milli Mücadele’ye katılmayı ister.

1 Ocak 1921’de Mustafa Kemal’e silah ve cephane kaçıran gizli bir örgüt sayesinde Faruk Nafiz, Yusuf Ziya ve çocukluk arkadaşı Vâlâ Nureddin ile beraber Sirkeci’den kalkan Yeni Dünya vapuruna biner. Amaçları Ankara’ya geçmek ve mücadelenin neferleri olmaktır. İnebolu’ya vardıklarında birkaç günlük bekleyişin ardından Ankara yalnızca Nâzım'la Vâlâ Nureddin’e izin verir. İnebolu’dayken Almanya’dan tıpkı kendileri gibi gelen genç öğrencilerle tanışırlar.

Nâzım’ın sosyalizm fikriyle tanıştığı ilk zamanlar da bu döneme rastlar, çünkü Almanya’dan gelen bu öğrenciler Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırlarını ilk tanıyan ülke olarak Sovyetler Birliği’ni, sosyalizmi anlatırlar. Nâzım öğrencilerin anlattıklarından son derece etkilenir, çünkü o, memleketindeki yoksulluğun bitmesini can-ı gönülden isteyen insanlardan biridir.

Kurtuluş Savaşı Dönemi ve Gençliği

Nazım’ın ilk defa yayınlanan, Mehmet Nazım imzasıyla yazdığı ‘’Hala Serviler’de Ağlıyorlar mı?’’ konulu şiiri 3 Ekim 1918’de Mecmua’da çıkmıştır. 19 yaşlarındayken, 1921 yılı Ocak ayında Milli Mücadele’ye girmek için ailesinden gizli bir şekilde Anadolu’ya gitti. Cepheye gönderilmeyince Bolu’da muallimlik yaptı. Ardından Eylül 1921’de Moskova’ya göç ederek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde siyasi bilimler bölümünü okudu. Moskova’da devrimin ilk zamanlarına şahit oldu ve komünizm ile tanıştı. 1925 tarihinden başlamak üzere yazdığı yazılar ve şiirleri yüzünden hakkında açılan birçok davada beraat etti

Nazım Hikmet yazarlığının dışında sinemaya da merak salmıştır. Hem kendi ismi hem de Mümtaz Osman ismiyle ‘’Cici Berber’’ ‘’Fena Yol’’ ‘’ Naşit Dolandırıcı’’ ‘’Karım Beni Aldatırsa’’ ‘’Söz Bir Allah Bir’’ gibi pek çok filmlerin senaryolarını da yazmıştır. ‘’Güneşe Doğru’’‘’Düğün Gecesi’’ filmlerini ise hem yazmış hem de yönetmiştir. Bu dünyadan bir Nazım geçti.

Atatürk’le Nâzım’ın karşılaşması



İstanbul’daki gençleri milli mücadeleye davet eden bir şiir yazmaları istenir. Mart 1921’de on bin adet bastırılıp dağıtılan bu şiirin yankısı çok büyük olur. Öyle ki İstanbullu gençlerin Ankara’ya akın ederlerse onlara nasıl iş bulunacağı tartışılmaya başlanır. Daha sonra genç şairler Atatürk’e takdim edilir.

Nâzım’ın çocukluktan itibaren arkadaşı ve Ankara’da da yanında olan Vâlâ Nureddin, ‘’Bu Dünyada Nâzım Geçti’’ kitabında olayı şöyle anlatır: “Basmakalıp laflara ihtiyaç duymaksızın, Mustafa Kemal, bizim için çok önemli bir sadede girdi: Bazı genç şairler modern olsun diye mevzusuz şiir yazmak yoluna sapıyorlar. Size tavsiye ederim, gayeli şiirler yazınız, dedi. Daha da konuşacaktı. Fakat aceleyle yanma bir iki kişi yaklaştı. Bir telgraf getirdiler. Paşa göz atınca telgrafla ilgilendi. Eliyle selamlayıp bizden uzaklaştı.’’

Moskova’ya gidiş



Nâzım Hikmet
ile Vâlâ Nureddin Ankara’dan sonra Bolu’ya öğretmen olarak atanır ve burada kısa süreliğine öğretmenlik yaparlar. Ancak çevrenin oldukça tutucu olması, muhitteki insanların yeni gelen bu iki öğretmene hoş bakmaması sonucu ikisi de burada rahat edemeyeceklerini anlayıp bir karar alırlar. Bolu’da kendilerine Sovyetler Birliği’ni, Lenin’i anlatan Ağır Ceza Mahkemesi reis vekili Ziya Hilmi’nin de etkisiyle Moskova’ya gidip orada eğitim almaya karar verirler.

Şairin üvey oğlu ve yazar Memet Fuat bu konuda şunları aktarır: ‘’1921 ağustosunda Bolu’dan ayrılıp doğuda, Kâzım Karabekir Paşanın yanında öğretmenlik etmeye gidiyormuş gibi davranarak, vapurla Zonguldak’tan Trabzon’a geçtiler, oradan da gene vapurla 30 Eylül 1921’de Batum’a vardılar. Böylece Sovyetler Birliği’ne ayak basan, yirmi yaşın eşiğindeki iki genç şair Moskova’ya giderek Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ne (KUTV) yazıldılar.’’

Yeni şiir anlayışı



Nâzım ta çocukluğundan itibaren aruzla şiir yazmaya zorlanır. Daha sonraları, yani Anadolu’ya geçtiği yıllarda memleket üzerine yazdığı şiirlerinde ise temiz bir dil ve hece ölçüsü görülür. Ancak dev şaire bu da yetmez, daha başka hal çareler arar.

Bununla ilgili olarak şöyle söyler: ‘’Anadolu’ya geçtim. Millet sıska atlan, nuhtan kalma silâhı, açlığı ve bitiyle savaşıyordu. Yunan ordularına karşı. Milleti ve savaşını keşfettim. Şaştım, korktum, sevdim, bayıldım ve bütün bunları başka türlü yazmak gerektiğini sezdim, ama yazamadım. Daha büyük bir sarsıntı gerekti…’’

O gereken büyük sarsıntı Moskova’ya gidişi sırasında Batum’da karşısına çıkar. Batum’daki ‘’İzvestiya’’ gazetesinde gördüğü ve muhtemelen Mayakovski’ye ait olan, bir uzun bir kısa cümlelerden oluşan şiirin düzeninden oldukça etkilenir, Rusça bilmediği için içeriği anlayamasa da Türk şiirine yeni bir şiir anlayışını getirecek olan kapı da aralanır. Moskova’ya gittikleri sırada gördüğü açlık ve sefalet üzerine ‘’Açların Gözbebekleri’’ şiirini yazmaya koyulur ve tıpkı gazetede gördüğü şiir gibi serbest bir ölçüde yazar. Bu, Türk şiiri için yeni bir ölçüdür ve Cumhuriyetle beraber gelişen bu serbest şiirin öncüsü de böylelikle Nâzım Hikmet olur.

Açların Gözbebekleri

Değil birkaç
değil beş on
otuz milyon

bizim!

Onlar
bizim!
Biz
onların!
Dalgalar
denizin!
Deniz
dalgaların!

Değil birkaç
değil beş on
30.000.000
30.000.000!
Açlar dizilmiş açlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
sıska cılız
eğri büğrü dallarıyla
eğri büğrü ağaçlar!
Ne erkek, ne kadın, ne oğlan, ne kız
açlar dizilmiş açlar!

Türkiye’ye dönüş ve Sovyetler’e kaçış



Nazım Hikmet arkadaşı Vâlâ Nureddin ile gittiği Moskova’dan yeni fikirlerle, şiir sistemiyle ve Rusça öğrenerek döner. Üniversiteyi bitirince memlekete dönmek isteyen şair Ekim 1924’te gizlice Türkiye’ye gelir ve ‘’Aydınlık’’ dergisinde çalışmaya başlar. Ancak Nâzım için işler o kadar kolay değildir; polis tarafından izlenmeye başladığını anlayınca İzmir’e bir basımevi kurmak için gider. 1 Mayıs 1925’te ise Aydınlık dergisi kapatılır ve dergide çalışanların çoğu da tutuklanır.

Bu devreyle ilgili yine Memet Fuat’ın derlediklerinden bir alıntı: ‘’Ankara’da istiklal Mahkemesindeki dava 12 Ağustos 1925’te sonuçlandığında Nâzım’ın da gıyaben 15 yıla mahkûm edildiği görüldü. Bunun üzerine Nazım Hikmet saklanmakta olduğu İzmir’den haziran ayı ortalarında İstanbul’a gelerek gizlice yurt dışına çıkıp yeniden Sovyetler Birliği’ne gitti. Cezasının 1926’da Cumhuriyet Bayramı nedeniyle çıkarılan af kapsamına girdiğini öğrenince, resmen yurda dönebilmek için pasaport isteğiyle hemen Türk Elçiliğine başvurdu. Tekrar tekrar yaptığı başvurulara olumlu karşılık alamadı. Bu arada 28 Eylül 1927’de İstanbul’da dağıtılan bildiriler yüzünden açılan bir davada gizli parti üyesi olmak suçlamasıyla, gene gıyaben 3 ay hapse mahkûm edildi. Bir buçuk yıl kadar bekledikten sonra Elçilik’ten olumlu bir karşılık alamayacağını kesinlikle anlayınca, 1928’de Bakû’da ilk şiir kitabı Güneşi içenlerin Türküsü’nü yayımlattı.’’

Zekeriya Sertel ve Resimli Ay dergisi



Yine aynı yıl, yani 1928’in Temmuz ayında kendini aklamak için gizlice memlekete dönen Nâzım Hopa’da yakalanır ve arkadaşı Laz İsmail ile beraber tutuklanır. 23 Aralık 1928’de sona eren dava sonucunda ise ikisi de serbest bırakılır ve Nazım Hikmet hemen sonra Zekeriya Sertel’in çıkardığı ‘’Resimli Ay’’ dergisinin kadrosuna dahil olur. Burada edebiyat dünyasında sansasyon yaratacak yazılar kaleme alır. Şiirlerinin de yayımlandığı dergide ‘’Putları Yıkıyoruz’’ adlı yazı dizisi 1929 ortalarında başlar ve Abdülhak Hâmid, Mehmet Emin Yurdakul şairlere saldırır. Mayıs 1929’da yayımlanan ‘’835 Satır’’ adlı şiir kitabı, Nâzım’ın Moskova’da gördüğü ve o dönem Türk şiiri için yeni olan serbest ölçü ile yazılır ve özellikle bu sebeple büyük yankı uyandırır. Bu açıdan bakılınca Nâzım’ın avangart bir şair olduğu da ortadadır. 835 Satır kitabındaki bir şiiri:

Kalbimizin ensesinde kıvrılan
Yağlı uzun saçlarımız yok,
Güle, bülbüle, ruha, mehtaba, falan, filan
Karnımız tok.
Ve şimdilik
Gönül işlerine vermiyoruz metelik…
Sen bize hiç korkmadan
Emanet et karını.
Biz
Promete’nin çığlıklarını
Doldurup pipomuza
Kaba kıyım tütün gibi içiyoruz,
Yangın kulesiyle verip
Omuz omuza
Ufuklarda kızaran gözleri seçiyoruz…

Tekrar mahkemeye gidiş



Nâzım, ortaya koyduğu yeni şiir anlayışıyla beraber yalnızca edebiyat çevrelerinde değil, polisler nezdinde de yankı uyandırır. Temmuz 1930 olduğunda ‘’Salkımsöğüt’’ ve ‘’Bahri Hazer’’ şiirlerini bir plak firmasıyla anlaşarak seslendirir. Bu kayıtlar lokanta, kahvehane gibi umumî yerlerde de çalınmaya başlanınca polis duruma el koyar ve plağın ikinci baskısı yapılmaz.

Ancak işler bununla bitecek değildir, buradan sonrasını yine Memet Fuat’ın aktardıklarıyla ve Nâzım’ın da kendini mahkeme karşısında savunduğu cümlelerle sürdürelim:

‘’6 Mayıs 1931 Çarşamba günü saat 15’te, 2. Asliye Ceza Mahkemesi’nde, Türk Ceza Yasası’nın 311 ile 312. maddelerine dayanılarak başlayan mahkemeye, Nazım Hikmet koyu renk bir giysi, çizgili boyunbağı, elinde fötr şapkayla gelmişti. Az sonra Avukatı irfan Emin Bey de (Kösemihaloğlu) yanında yerini aldı. Küçük mahkeme odası üniversite öğrencileri, genç şairler, şapkalı bayanlarla tıklım tıklım doluydu. Sorgulanmasının bir yerinde Nazım Hikmet şöyle dedi: ‘iddianamede beş altı noktadan suçlama var. Bunların başında benim komünist olduğumu ilan etmekliğim suç sayılmaktadır. Evet, ben komünistim, bu muhakkaktır. Komünist şairim ve daha esaslı komünist olmaya çalışıyorum. Teşkilat-ı Esasiye Kanunu mucibince ben komünist şair olmakla cürüm işlemiş olmam. Komünistlik bir tarz-ı telakkidir. Diğer iktisadi ve siyasi meslekler nasıl cürüm değilse, komünist mefkûresi de cürüm değildir. Benim bir sınıf halkı diğeri aleyhine tahrik ettiğim iddiası söz konusu değildir.’ Sorgulama bitince, Savcı esas hakkında görüşünü bildirerek, ‘Müdafaasına nazaran suç için araştırılan kanuni unsur ve şeraiti göremiyoruz, beraatini talep ederim,’ dedi. Avukat İrfan Emin Bey ise coşkulu, uzun bir savunma yaptı. Türkiye’nin emperyalizme karşı verdiği savaşa da değindiği konuşmasını, ‘iddia makamının talebine katılarak beraatimizi talep ederiz,’ diye bitirdi. Yargıçlar dosyayı incelemek için on dakika ara vererek içeri çekildiler. Mahkeme salonunda aklanma kararı bekleniyordu. Ama öyle olmadı, duruşma 10 Mayıs 1931 Pazar günü sabahına ertelendi. Kimilerinde kuşku uyandıran bu erteleme ilgiyi büsbütün artırmış, pazar sabahı gelen dinleyiciler salona sığmayıp koridora taşmışlardı. Karar oybirliğiyle aklanma olarak okununca, büyük bir alkış koptu.’’

Yeni şiir kitapları ve oyunlar



Nâzım fevkalade üretken bir şair olarak serbest ölçüyü sürdürür, ayrıca sosyal gerçeklikleri ele alarak muhtevada da dikkat çekici bir şiir inşa eder. Benerci Kendini Niçin Öldürdü (1932) basıldıktan sonra Darülbedayi’de (İstanbul Şehir Tiyatrosu) de sahnelenir. Gece Gelen Telgraf adlı şiir kitabının da 1933’te yayımlanmasıyla yine mahkemeler, davalar Nâzım’ın kaderiymişçesine karşısına çıkar. Karışık bir dava sürecinin ardından tekrar içeri düşer, sonra Cumhuriyet’in onuncu yılı nedeniyle çıkan aftan yararlanır. Şimdi hayatının en önemli kadınlarından, ‘’kalbimin kızıl saçlı bacısı’’ dediği Piraye ile evlenme vaktidir.

Piraye ve Nâzım



1930’da tanışan Nâzım'la Piraye aslında 1931’de evleneceklerini tasarlarlar, ancak şairin mahkeme, dava derken bir türlü fırsat bulamamasından ötürü bu iş biraz ertelenir. Nihayet 31 Ocak 1935’te evlenirler. Bu evlilik aslında Nâzım’ın üçüncü, Piraye’nin de ikinci evliliğidir.

Nâzım Sovyetler Birliği’ne gittiği zaman ‘’Mavi Gözlü Dev’’ şiirini yazdığı Nüzhet Hanım'la evlenir, talihsizlikler nedeniyle boşanırlar. Diğer evliliğini ise bir Rus kızı olan Dr. Lena ile yapar. Piraye ise yönetmen ve oyuncu Vedat Örfi Bengü’den boşanmış bir kadındır, iki çocuğu vardır. Bu çocuklardan biri de, alıntılarda sık sık adı geçen ve edebiyat dünyamız için önemli bir isim olan Memet Fuat’tır. Nâzım, bu dört kişilik ailenin geçimini sağlamak adına Akşam gazetesinde çalışmaya başlar. Burada ‘’Orhan Selim’’ takma adıyla fıkralar yazar, ayrıca İpek Film Stüdyosu’nda da senaristlik, film yönetmenliği gibi işlerde yer alır.

Uzun hapis dönemi



Nazım Hikmet
uzun hapis hayatı boyunca pek çok kişiyi eğitir. Aynı yerde içeride oldukları zamanda şiir yazmaya meraklı Orhan Kemal’i düzyazıya yönlendirir, kendisine ”şair baba” diyen Türk ressam İbrahim Balaban’a da resmi o öğretir.

Birtakım provokasyonlara maruz kalan ve bunları da gayet iyi kavrayan şair tabir caizse kimseye malzeme vermez. Temkinli ve uyanıktır. Yine de uzun hapis yılları artık yakındır. 17 Ocak 1938 gecesi polis tarafından tutuklanır Nâzım. Ankara’daki Harp Okulu Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ne gönderilir. Beraat edeceğini umarken 29 Mart 1938’de, ‘’askeri üstlerine karşı isyana teşvik’’ suçuyla 15 yıl ağır hapse mahkum edilir. Ardından İstanbul Sultanahmet Cezaevi’ne getirilir. 10 Ağustos 1938’de başlayan ikinci mahkeme ise şairin ‘’askeri isyana teşvik’’ ettiği suçlamasıyla neticelenir ve buradan da 20 yıl hapse mahkum olur. Toplam 35 yıllık mahkumiyet, çeşitli gerekçelerle 28 yıl 4 aya indirilir.

29 Aralık 1938’de İstanbul Tevkifhanesi’ne, Şubat 1940’da da Çankırı Cezaevi’ne, Aralık ayında da Bursa Cezaevi’ne gönderilir. Bu süreç boyunca toplam 12 yıl hapis yatan şair cezaevinde sürekli olarak şiirler yazar. İçerideyken karısı Piraye’ye yazdığı bir şiir:

Bir tanem!
Son mektubunda:
‘Başım sızlıyor yüreğim sersem! ‘ diyorsun.
‘Seni asarlarsa seni kaybedersem;
diyorsun;
‘yaşayamam! ‘
Yaşarsın karıcığım,
kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgarda; yaşarsın kalbimin
kızıl saçlı bacısı
en fazla bir yıl sürer
yirminci asırlarda
ölüm acısı.
Ölüm
bir ipte sallanan bir ölü.
Bu ölüme bir türlü
razı olmuyor gönlüm.
Fakat
emin ol ki sevgilim;
zavallı bir çingenenin
kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli
geçirecekse eğer
ipi boğazıma,
mavi gözlerimde korkuyu görmek için
boşuna bakacaklar
Nazıma!

Serbestlik talebi ve açlık grevi



Nâzım içerideyken İkinci Dünya Savaşı biter ve daha pek çok şey değişir. 1949’a doğru şairin ‘’adli bir hata’’ nedeniyle içeride yattığı fikri giderek yükselmeye başlar. Ankara ve İstanbul’da aydınlar, sanatçılar, avukatlar Nâzım’ın serbest bırakılması adına imza kampanyaları düzenlerler. Yurt dışında dahi sanatçı ve avukatlar aynı amaç uğruna gösteriler düzenlerler. Bunlardan sonuç alınamadığını gören Nazım Hikmet, 12 yıllık hapis hayatının da ardından 8 Nisan 1950’de açlık grevine başlar. Buradan sonrasını yine Memet Fuat’ın bir gazete yazısıyla devam ettirelim:


‘’Kalbinden, karaciğerinden rahatsız olduğu bilindiğinden, Ankara’dan gelen emirle, hemen ertesi gün İstanbul’a getirilerek önce Sultanahmet Cezaevi revirine, sonra da Cerrahpaşa Hastanesi’ne yatırıldı. Onun açlık grevi kararı almasını önleyemeyince, doğru Ankara’ya gitmiş olan avukatı Mehmet Ali Sebük, ilgililerle yaptığı ilk görüşmelerden sonra Nazım Hikmet’e bir telgraf çekerek, serbest bırakılması için çareler arandığını, iki kez Başbakan Yardımcısı Nihat Erim’le, iki kez Adalet Bakanı Fuat Sirmen’le, üç kez Cezaevleri Genel Müdürü Sakıp Güran’la konuyu ayrıntılarıyla konuştuklarını ertesi gün de Cumhurbaşkanı ismet İnönü’nün kendisini kabul edeceğini, bu durumda açlık grevini şimdilik ertelemesi gerektiğini bildiriyordu. Nazım Hikmet bunun üzerine avukatının isteğine uyarak 10 Nisan 1950 sabahı açlık grevini erteledi.’’

Fakat hiçbir netice alınmaz ve şairin avukatına da bir şey belirtilmez. Tüm bu muğlaklık Nâzım’ın tekrar açlık grevine girişmesine neden olur ve şair 2 Mayıs 1950’de hasta kalbine ve hapis hayatına aldırmaksızın tekrar açlık grevine başlar. Dördüncü günün sonunda iyice bitkin düştüğü gözlenen şair 9 Mayıs 1950’de hastaneye götürülür ve neticede tam teşekküllü bir hastanede tedavi edilmesine kanaat getirilir ve Cerrahpaşa Hastanesi’nde tek kişilik bir odaya yatırılması öngörülür. Şairin ‘’Hakkımın verilmesi için açlık grevi yapıyorum’’ deyip bunu reddetmesi ise tekrar cezaevine gönderilmesine neden olur. Tüm bunlar olurken ülke içi ve dışında gösteriler, protestolar düzenlenir ve şairin serbest bırakılması talep edilir.

Genel af yasası



Grevine kesin bir şekilde devam eden şair günden güne bitik hale gelir ve hastaneye yatırılır. Artık hayata devam etmesinin tıbbi müdahaleler sayesinde gerçekleştiği söylenir. Bu haber üzerine Nâzım’a gelen sayısız mektup, şairin grevi bırakması gerektiğine dair ricalar içerir. O da hem meclis tatile girdiği hem bedeni mahvolduğu hem de dostları ısrar ettiği için nihayet grevi bitirir. 14 Nisan 1950’de seçimleri kazanan Demokrat Parti’nin genel af yasası çıkarmasıyla da 15 Temmuz 1950’de hastanede yatarken serbest kaldığı kendisine bildirilir. Şimdi ise hayatına yeni yeni giren bir kadına aşık olur.

Cezaevindeki son iki yılında onu ziyarete gelen, şairin dayı kızı olan Münevver Hanım Nâzım’ın yeni aşkıdır ve şair bu uğurda hapisten çıktıktan sonra Piraye’den ayrılır. Nâzım'la Münevver önce Kadıköy’de şairin anne evinde, sonra da bir apartman dairesinde yaşamaya başlarlar. Çiftin 26 Mart 1951’de Mehmet adında bir çocukları dünyaya gelir. Memet Fuat Piraye’nin önceki evliliğindendir ve Nâzım’ın da üvey evladıdır. Münevver Hanım’dan doğan Mehmet Nâzım ise şairin öz oğludur ve babası Nâzım’a duyduğu öfke, hayal kırıklığı daha sonraları çok konuşulacak bir olay olur. Oğluna yazdığı bir şiirden:

“Anası bir oğlancık doğurdu bana;
Kaşsız, sarı bir oğlan, masmavi kundağında yatan
bir nurtopu, üç kilo ağırlığında.”

Münevver Andaç



Biraz Münevver Hanım’dan bahsetmek gerekirse, öncelikle Piraye de, Münevver de, sonra anlatacağımız Galina ile Vera da Nâzım için büyük fedakârlıklar yaparlar. Yaparlar ama bunlardan çok da şikayetçi değillerdir, çünkü Nâzım’ın onlara duyduğu aşk ve yazdığı şiirler şairin kadınları mest eden bir özelliğidir.

Piraye, uzun hapis hayatı boyunca eşi Nâzım’ı bekler, Münevver şairi cezaevindeyken daha çok ziyaret edebilmek adına işinden istifa eder, Galina onun hasta kalbine 7 yıl bakar, Vera, şaire hayatının son zamanlarında büyük mutluluk verir.

Peki Nâzım’ın tek öz oğlu olan Mehmet Nâzım’ın annesi Münevver Andaç kimdir? Her şeyden önce Münevver Hanım (1917 – 1998) önemli bir çevirmenimizdir. Şairin birçok eseri ve Yaşar Kemal’in neredeyse bütün yapıtlarını Fransızcaya ustalıkla çevirir. Öyle ki 1987’de Fransız Çevirmenler Derneği Çeviri Büyük Ödülü’nü Yaşar Kemal’den yaptığı ‘’İnce Memed 3’’ çevirisiyle kazanır.

Nazım Hikmet hapisten çıkmadan iki sene önce, 1948’de şairi pek çok kere ziyarete gider Münevver Hanım. Nâzım’ın dayı kızı olan Münevver Hanım’ın daha öncesinde ressam Nurullah Berk’le olan bir evliliği ve Renan adında bir kızı vardır. Nazım Hikmet ve Münevver Andaç çifti, şairin hapisten çıkması ile yurtdışına kaçması arasında beraberdirler. Münevver Hanım, Fransa’da 1998 yılında uzun bir kanser tedavisinin ardından aramızdan ayrılır. Nâzım’ın ‘’Karlı Kayın Ormanı’’ şiirindeki gonca gülü, Münevver Hanım’dan başkası değildir:

Yedi tepeli şehrimde
bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.

Askerlik baskısı



Nâzım tam hapisten çıkmış, hayatını iyi kötü kurmuş ve bir çocuk sahibiyken bu defa askerliğe çağrılır. 1951 yılında, yani şair 49 yaşındayken böylesi bir durum pek de iç açıcı değildir. Dahası, tıpkı buna benzer bir şekilde 1948’de öldürülen büyük yazarımız Sabahattin Ali’den ötürü de bu konuda şerbetlidir. (!)

Hal böyleyken çok sevdiği memleketini ve insanlarını bir daha terk etmek zorunda kalan şair 17 Haziran 1951 yılında yakın dostu Refik Erduran’la beraber Karadeniz’e açılır, Bulgaristan’ın Varna limanına gitmeye niyetlenmişken Romanya bandıralı bir şileple Romanya’ya, oradan da Moskova’ya gider. Bu, şairin Türkiye’den son ayrılışıdır ve Münevver’i de İstanbul’da bırakmak zorunda kalır…

Tekrar Moskova


Nâzım Hikmet’i Moskova’ya taşıyan uçak 29 Haziran 1951’de Moskova’ya iner. Havaalanında onu Sovyet yazarlar ellerinde çiçeklerle beklerler. 1921 ila 1924 yılları arasında burada öğrencilik yapan ve Lenin’in ülkesine hayran olan Nâzım yine aynı düzeni, güzellikleri bulacağını ümit eder. Ama aradan geçen 30 yılın sonunda Nâzım hayal kırıklığına uğrar. Burada Stalin’in tamamen putlaştırıldığını söyleyen ve bundan rahatsızlık duyan şair bu görüşünü de ulu orta söylemekten geri durmaz.

Öyle ki kendi adına verilen ve Sovyet yazarların bulunduğu etkinlikte Stalin’in oyunlar ve şiirlerde Güneş’e benzetilmesini komik bulduğunu söyler ve Stalin’in tabu olduğu o yıllarda bu yorumlar bir ölüm sessizliğine yol açar. 1944’te ise kendi ülkesinde iktidarı kazanan Bulgar Komünist Partisi tarafından Bulgaristan’a davet edilir. Nâzım buradaki Türklerin vaziyetlerini, buradan neden göç ettiklerini gözlemler. Devrin Bulgar Başbakanı’na sorunlar için çözüm önerilerinde bulunan Nazım Hikmet kooperatifleşmeye vurgu yapar ve Bulgar Türklerine daha çok okul, öğretmen verilmesi gerektiğini söyler. Bu tavsiyelerin işe yaradığını ise uygulamaya geçilir geçilmez görürler.

Sofya günlerinde, 1957’de Varna’da yazdığı şiirden bir parça:

Sofya’ya bir bahar günü girdim şekerim,
Ihlamur kokuyor doğduğun şehir.
Dünyayı sensiz dolaşıyorum
Böyleymiş kaderim, Elden ne gelir…
Sofya’da ağaç duvardan önce, duvardan güzel
Sofya’da ağaçla insan karışmış birbirine,
Hele kavak, Neredeyse odaya girip,
Kırmızı kilime oturacak..

"Seni Düşünüyorum" şiirinden


Seni düşünüyorum anne.
Büsbütün perde indi mi gözlerine?
Karanlıkta mısın?
Karıcığım, seni düşünüyorum.
Sütün kesildi mi büsbütün,

emziremiyor musun artık tosunumu

Memed’imi?

Ev kirasını bu ay verebildin mi?
Ben aklında mıyım?
Mavi bulutlar geçiyor altın kubbelerin üzerinden,
kırmızı bacaların,
beyaz kulelerin üzerinden mavi bulutlar geçiyor.
Bakıyorum Moskova’nın pencerelerinden birinden

seni düşünüyorum memleketim
memleketim, Türkiye’m seni düşünüyorum
zaten bir dakka çıktığın yok aklımdan,
hasretin dayanılır gibi değil

Moskova’da yaşamanın saadeti olmasa,
burda herkes sormasa seni benden,
Sovyet insanlarından her gün mektup gelmese,
sevmese seni onlar
benim onları sevdiğim kadar.

Moskova’ya dönüş ve Galina


Nâzım Sofya’dan Moskova’ya döndüğü zaman sağlığı da iyiden iyide kötüleşir. Tedavi için şehrin dışındaki bir sanatoryuma gönderilir. Onu çok sevecek olan Galina Kolesnikova ile de burada tanışır. Galina Hanım hastanedeki doktorlardan biridir ve Nâzım da kendisine hekim olarak onu seçer. Galina şair hakkında şunları söyler:

“Nâzım o kadar yakışıklı ve güzeldi ki, 16’lık kızlardan 80’lik kadınlara kadar herkes ona âşık oluyordu. Ben de âşık oldum. Ondan 17 yaş küçüktüm. Başkasına ait bir mutluluğu çalmak istemiyordum.”

Ve yalnızca birkaç ay, o da hastanedeyken beraber vakit geçirecekleri beklenirken, Galina ve Nâzım tam 7 yıl boyunca beraber yaşarlar. Galina onun hem doktoru hem arkadaşı hem de sevgilisi olur. Nâzım’ın eşi Münevver ile oğlu Mehmet ise Türkiye’dedir ve uzun süre haberleşemezler. Şair oğluna duyduğu özlemi şu dizelerde dile getirir:

Karşı yaka memleket,
sesleniyorum Varna’dan,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

Karadeniz akıyor durmadan,
deli hasret, deli hasret,
oğlum, sana sesleniyorum,

işitiyor musun?

Memet! Memet!

Nâzım’ın son aşkı: Vera Tulyakova

Vera Tulyakova (1932 – 2001), bir film stüdyosunda çalışır ve 1955 yılının sonunda da bir film çekimiyle ilgili olarak Nâzım’dan yardım ister. Şair ise Vera’yı görür görmez ona büyük bir aşk duyar. Nâzım’ınsa o dönem hayatında zaten iki kadın vardır: İstanbul’daki eşi Münevver ve yanındaki Galina. Üstelik kendisinden 30 yaş küçük olan Vera da evli ve bir çocuk sahibidir. Aradan geçen iki yılın ardından 1957’de Vera, üzerinde çalıştıkları bir senaryonun kabul edildiğini söylemek için Nâzım’ı arar, tekrar bir araya gelmek durumunda kalırlar. Vera medeni hali gereği Nâzım’la olan muhabbetini bitirmek ister.

Öyle ki şairden uzaklaşmak adına Karadeniz’deki Osipovka köyüne eşiyle birlikte tatil yapmaya gider. Ancak körkütük aşık olan Nâzım 1958 sonbaharında çılgınlık yaparak Vera ve eşinin tatil yaptığı yere gider, üstelik yanında 7 yıldır beraber olduğu Galina da vardır. 1958 ila 1959 yılları arasında birlikte yazdıkları oyun onları yakınlaştırır ve artık Vera da Nazım Hikmet’e aşıktır. Bunun sonucunda 18 Kasım 1960’ta evlenen çift, şairin hayatının son anına kadar dolu dolu yaşar. Gezilere katılır, konferanslara gider, pek çok şehir gezerler. Nâzım’ın ‘’saçları saman sarısı, kirpikleri mavi’’ dediği Vera şairle beraber onun ölümüne değin beraber olur.

3 Haziran 1963: Haziran'da ölmek zor!

Nâzım ile Vera, şairin hayatının bu dönemlerini oldukça güzel ve renkli geçirirler. 3 Haziran 1963 sabahı Nâzım kapıdaki mektupları almak için eğildiğinde kalp krizi geçirir. Hastaneye gittikleri sırada Nazım Hikmet hayata veda eder. Vera, Nâzım’ın kimliğini almak adına cüzdanını açtığı zaman kendi fotoğrafını ve arkasında da şairin yazdığı şu dizeleri görür:

“Gelsene dedi bana
Kalsana dedi bana
Gülsene dedi bana
Ölsene dedi bana
Geldim
Kaldım
Güldüm
Öldüm”

Otobiyografi şiiri

Ve son olarak, şairin baştan sona kendi hayatını anlattığı ‘’Otobiyografi’’ şiiriyle bitirelim::

 Tıklayınız: Otobiyografi şiiri


Kaynaklar:
1- Nazım Hikmet Kültür Merkezi
2- nazimhikmet.org.tr
3- Nazım Hikmet kimdir?




0 Yorum - Yorum Yaz
img211/5738/g1lhr0.gifimg211/5738/g1lhr0.gif

Dağ gibi karayağız birer delikanlıydık. Babamız, sırtında yük taşıyarak getirirdi aşımızı, ekmeğimizi. Arabalar şırıl şırıl ışıklarıyla caddelerden geçerken, bizler bir mum ışığında bitirdik kitaplarımızı. Kendimiz gibi yaşayan binlerce yoksulun yüreğini yüreğimizde yaşayarak katıldık o büyük kavgaya. Ecelsiz öldürüldük. Dövüldük, vurulduk, asıldık. 
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Yoksulluğun bükemediği bileklerimize çelik kelepçeler takıldı. İşkence hücrelerinde sabahladık kaç kez. İsteseydik, diplomalarımızı, mor binlikler getiren birer senet gibi kullanırdık. Mimardık, mühendistik, doktorduk, avukattık. Yazlık, kışlık katlarımız, arabalarımız olurdu. Yüreğimiz, işçiyle birlikte attı, köylüyle beraber attı. Yaşamımızın en güzel yıllarını birer taze çiçek gibi verdik topluma. Bizleri yok etmek istediler hep.
Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Fidan gibi genç kızlardık, hayat, şakırdayan bir şelale gibi akardı göz bebeklerimizden. Yirmi yaşında, yirmi bir yaşında, yirmi iki yaşında, işkencecilerin amansız ellerine terk edildik. Direndik küçücük yüreğimizle, direndik genç kızlık gururumuzla. Tükürülesi suratlarına karşı bahar çiçekleri gibi, taptaze inançlarımızı fırlattık boş birer eldiven gibi. Utanmadılar insanlıklarından, utanmadılar erkekliklerinden.
Hücrelere atıldık ey halkım, unutma bizi...

Ölümcül hastaydık. Bağırsaklarımız düğümlenmişti. Hipokrat yemini etmiş doktor kimlikli işkencecilerin ellerinde öldürüldük acınmaksızın. Gelinliklerimizin ütüsü bozulmamıştı daha. Cezaevlerine kilitlenmiş kocalarımızın taptaze duygularına, birer mezar taşı gibi savrulduk. Vicdan sustu. Hukuk sustu. İnsanlık sustu.
Göz göre göre öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Kanserdik. Ölüm, her gün bir sinsi yılan gibi dolaşıyordu derilerimizde. Uydurma davalarla kapattılar hücrelere. Hastaydık. Yurt dışına gitseydik kurtulurduk belki. Bir buçuk yaşındaki kızlarımızı öksüz bırakmazdık. Önce, kolumuzu, omuz başından keserek, yurtseverlik borcumuzun diyeti olarak fırlattık attık önlerine. Sonra da, otuz iki yaşında bırakıp gittik bu dünyayı, ecelsiz. Öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Giresun’daki yoksul köylüler, sizin için öldük. Ege’deki tütün işçileri, sizin için öldük. Doğu’daki topraksız köylüler, sizin için öldük. İstanbul’daki, Ankara’daki işçiler, sizin için öldük. Adana’da, paramparça elleriyle, ak pamuk toplayan işçiler, sizin için öldük. 
Vurulduk, asıldık, öldürüldük ey halkım, unutma bizi...

Bağımsızlık, Mustafa Kemal’den armağandı bize. Emperyalizmin ahtapot kollarına teslim edilen ülkemizin bağımsızlığı için kan döktük sokaklara. Mezar taşlarımıza basa basa devleti yönetenler, gizli emirlerle, başlarımızı ezmek, kanlarımızı emmek istediler. “Amerikan üsleri kaldırılsın” dedik, sokak ortasında sorgusuz-sualsiz vurdular.
Yirmi iki yaşındaydık öldürüldüğümüzde ey halkım, unutma bizi...

Yabancı petrol şirketlerine karşı devletimizi savunduk; “komünist” dediler. “Ülkemiz bağımsız değil” dedik; kelepçeyle geldiler üstümüze. Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı daha da dik tutabilmekti bütün çabamız. Bir kez dinlemediler bizi. Bir kez anlamak istemediler. 
Vurulduk ey halkım, unutma bizi...

Henüz çocukluğumuzu bile yaşamamıştık. Bir kadın eline değmemişti ellerimiz. Bir sevgiliden mektup bile almamıştık daha. Bir gece sabaha karşı, pranga vurulmuş ellerimiz ve ayaklarımızla çıkarıldık idam sehpalarına. Herkes tanıktır ki korkmadık. İçimiz titremedi hiç. Mezar toprağı gibi taptaze, mezar taşı gibi dimdik boynumuzu uzattık yağlı kementlere. 
Asıldık ey halkım, unutma bizi...

Bizi öldürenler, bizi asanlar, bizi sokak ortasında vuranlar, ağabeyimiz, babamız yaşlarındaydılar. Ya bu düzenin kirli çarklarına ortak olmuşlardı, ya da susmuşlardı bütün olup bitenlere. Öfkelerini bir gün bile karşısındakilere bağırmamış insanların gözleri önünde, öldürüldük. Hukuk adına, özgürlük adına, demokrasi adına, Batı uygarlığı adına, bizleri, bir şafak vakti ipe çektiler.
Korkmadan öldük ey halkım, unutma bizi...

Bir gün mezarlarımızda güller açacak ey halkım, unutma bizi...
Bir gün sesimiz hepimizin kulaklarında yankılanacak ey halkım, unutma bizi...
Özgürlüğe adanmış bir top çiçek gibiyiz şimdi...
Hep birlikteyiz ey halkım, unutma bizi, unutma bizi, unutma bizi...
Hayatı EserleriŞiirleriHakkında yazdıklarımVideolar



0 Yorum - Yorum Yaz
Aşk olsun sana çocuk! Aşk olsun sana çocuk!

"O sahneyi çok iyi somutladım.
Asılma günü gelip çatınca, o sevdiğim giysilerimi giyeceğim.
Postallarımı, parkamı.
Beyaz ölüm gömleğini giydirmek isteyecekler, giymeyeceğim.
Kesin direneceğim ve giymeyeceğim.
Öyle her zamanki gibi, eyleme gidiş tavrımla gideceğim darağacına.
Yok, tıraş falan da olmayacağım.
Sonra avukatlarıma döneceğim.
“Sizler de, bizler için gelecek kuşaklara tanıklık edin,” diyeceğim.
Bir devrimci ölüme böyle gider işte.
Bayram yerine gider gibi...”

Son mektup Son mektup

Baba,

Mektup elinize geçmiş olduğu zaman aranızdan ayrılmış bulunuyorum. Ben ne kadar üzülmeyin dersem yine de üzüleceğinizi biliyorum. Fakat bu durumu metanetle karşılamanı istiyorum. İnsanlar doğar, büyür, yaşar, ölürler. Önemli olan çok yaşamak değil, yaşadığı süre içinde fazla şeyler yapabilmektir.

Bu nedenle ben erken gitmeyi normal karşılıyorum. Ve kaldı ki benden evvel giden arkadaşlarım hiç bir zaman ölüm karşısında tereddüt etmemişlerdir. Benim de tereddüte düşmeyeceğimden şüphen olmasın. Oğlun ölüm karşısında aciz ve çaresiz kalmış değildir. O bu yola bilerek girdi ve sonunun da bu olduğunu biliyordu. Seninle düşüncelerimiz ayrı, ama beni anlayacağını tahmin ediyorum. Sadece senin değil, Türkiye'de yaşayan Kürt ve Türk halklarının da anlayacağına inanıyorum.

Cenazem için avukatlarıma gerekli talimatı verdim. Ayrıca savcıya da bildireceğim. Ankara'da 1969'da ölen arkadaşım Taylan Özgür'ün yanına gömülmek istiyorum. Onun için cenazemi İstanbul'a götürmeye kalkma. Annemi teselli etmek sana düşüyor. Kitaplarımı küçük kardeşime bırakıyorum. Kendisine özellikle tembih et, onun bilim adamı olmasını istiyorum. Bilimle uğraşsın ve unutmasın ki, bilimle uğraşmak da bir yerde insanlığa hizmettir. Son anda yaptıklarımdan en ufak bir pişmanlık duymadığımı belirtir, seni, annemi, ağabeyimi ve kardeşimi devrimciliğimin olanca ateşiyle kucaklarım."

                                                 Oğlun DENİZ GEZMİŞ

Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamları



0 Yorum - Yorum Yaz

Terketmedi sevdan seni


Why Stretching is Important When You Run

Liseli yıllarımda tanışmıştım onunla, o günlerde tam 7. baskısını yapan o muhteşem şiir kitabı sayesinde. Kitabının ismi de gerçekten oldukça anlamlıydı: Hasretinden Prangalar Eskittim. 

Kısa zamanda tükeniveren, elden ele, diden dile dolaşan ve her yıl yeni baskısı yapılan bu kitap, onun ilk kitabıydı. Ve son kitabı da oldu. Çünkü başka yazmadı. Yazamadı! 

Neden yazmadığı, yazamadığı hakkında çok farklı şeyler söylenebilir kuşkusuz. Ama o tek kitap, 30 yılı aşkın bir zamandır, hala Türk şiirinin gündeminde. 

Tam 6 yıl geçti ölümünün üzerinden, ama Türk şiirinin en büyük ustalarından biri olarak, şiiri  hala "gökte bulut, dalda kayısı" gibi ve "korkunç sevdasıyla" yaşamakta Ahmet Arif. Bugün (2 Haziran) onun ölüm yıldönümü olsa da... 

Ne yalan söyleyeyim, şiiri Nazım Hikmet sayesinde sevmiştim. Şiirin insanı böylesine yürekten vuran, alt üst eden, yüreklerden yüreğe uzanan bir köprü işlevi gören, son derece duyarlılığı olan başlıbaşına bir sanat dalı olduğunu Nazım'ın şiirleriyle anlamıştım.

Büyük Usta'nın mısralarında her zaman şiirden fazla bir şeyler vardı sanki. Bu yüzden de, bu ülkede Nazım'dan sonra bir daha kolay kolay böyle şiirler yazılamayacağını düşünüyordum... Ta ki Ahmet Arif, "Hasretinden Prangalar Eskittim" kitabıyla şiir dünyamıza onurlu bir çınar dikinceye kadar...

Öyle ki, bir ara "Nazım mı, yoksa Ahmet Arif mi daha büyük" tartışmalarının yapıldığını bile anımsıyorum. Ama Ahmet Arif, hep bu tartışmaların dışında ve uzağında tuttu kendisini. Bu konuda hiç konuşmadı.   
Suskunluğu, Nazım'a olan saygısındandı. 
Bu yüzden daha da sevildi.

Bir aralar da Ahmet Arif'in "dağların şiirini" yazdığı söylendi. Nazım'ın kentli ozan tavrına, dağların soluğunu da ekledi Ahmet Arif. "Sevdadır" diyordu, ağulardan süzülmüş sesiyle, "suçun nedir?" diye sorulduğunda. 

Ne desin, şiirinden başka bir suçun gölgesi düşmemişti ki künyesine. 
Ve o, dört yanının "puşt zulası" olduğunu da çok iyi biliyordu!

Nazım'ın şiirini onca sevmeme karşın, itiraf edeyim, Ahmet Arif'in şiirleri kadar insanı alt üst eden, kasırgaya tutulmuş gibi alıp savuran şiirler de okumadım. Çünkü o, özgün şiiriyle, bir halk ozanının sesini, asi bir ruhun yiğitçe edasını, onurlu bir tavrın direniş destanını da ekliyordu şiirine. Ve "terketmedi sevdan beni" diyordu bir şiirinde. 

Ömür onu terk etti, ama biliyorum ki sevdası yaşıyor. Bir yerlerde yaşatılıyor!
İşte onun en sevdiğim şiirlerinden birinden küçük bir bölüm:

Gelgelelim,
Beter, bize kısmetmiş.
Ölüm, böyle altı okka koymaz adama,
Susmak ve beklemek, müthiş
Genciz, namlu gibi,
Ve çatal yürek,
Barışa, bayrama hasret
Uykulara, derin, kaygısız, rahat,
Otuziki dişimizle gülmeğe,
Doyasıya sevişmeğe,yemeğe...
Kaç yol, ağlamaklı olmuşum geceleri,
Asıl, bizim aramızda güzeldir hasret
Ve asıl biz biliriz kederi.

 




0 Yorum - Yorum Yaz

Şiiri zirvede, mezarı sürgünde


Bir çok değerin alt üst olduğu bir ülke Türkiye. 
Kurt ile kuzunun karıştığı, bahçelerin solduğu, düşlerin kovulup umutların yasaklandığı, anaların saç baş yolduğu, ağıt dolu türküler yakılıp türkücülerin yakıldığı, gece ile gündüzün karıştığı, geçmiş ile geleceğin tarih olup yarıştığı günler yaşanır hep.

Yanılsama
 ile gerçeklik de tüm bunlar yanında çok ince çizgilerle birbirine karışıyor. Türkiye'de gerçekten de çok ilginç şeyler oluyor, oldukça ilginç tartışmalar da yaşanıyor bu günlerde. Gün geçmiyor ki kamuoyunu meşgul edecek bir yeni konu icad edilmesin. Bizim şu vatanseverliği kimseye bırakmayan vekillerimizin sığ düşünceli beyinleri sayesinde.

Bu tartışmalardan Nazım Hikmet de nasibini alıyor bugünlerde. Şiirlerinde en çok dikkat ettiği konu "insan" ve "yurt sevgisi" olan, Kurtuluş Savaşı'nı destanlaştıran, ama hala kimi zihniyetlerce "vatan haini" olarak görülen, dünyanın ise "büyük şair" diye tanıdığı 
Nazım Hikmet.

Bir aralar neredeyse herkes "Nazımsever" kesilmişti. Şiirleri ona hala vatan haini diyenlerin bile dillerinden düşmüyordu. Ama herkes kendine göre, işine geldiği kadar seviyor Nazım'ı. Kimileri sadece sanatçı-şair yönünü seviyor, kimileri vatansever yönünü, kimileri insana yaklaşımını, kimileri devrimci tavrını. "Ben sevmiyorum" diyen neredeyse yoktu şu sıralar.

Şimdilerdeyse, Nazım'la ilgili yeni bir tartışma gündemde. Bir kısım insan, "Nazım Hikmet'in yurttaşlığının iadesi" için imza kampanyası başlattı. Ve 18 Ocak günü toplanan imzaların 500 bin kadarlık kısmı başbakanlığa teslim edildi. Bu arada Kültür Bakanı İstemihan Talay'ın ağzından "Nazım Hikmet'e vatandaşlığının iade edileceği"nin açıklanması, bunun yanı sıra UNESCO'ya da "2002 yılının Nazım Hikmet Yılı olarak kutlanması" için önerilmesi tartışmaların odağı oldu.

Dün, Nazım Hikmet'in şiirlerinde "vatanseverlik olgusunun yer aldığı"nı söyleyip, şiirlerinden alıntılar yapanlar, ama yine de onun şair yönü ile siyasi yanını birbirinden ayırmak gerektiğini söyleyen ve üstündeki "vatan haini" damgasının kaldırılmasını istemeyenler, işUNESCO'ya kadar dayanınca hemen bayrak açtılar "olmaz, olamaz!" gibilerinden. Sevgileri bile ne kadar sahteymiş meğer! Çok tuhaf! Sanatçı kişiliği beğeniliyor, şiirleri seviliyor, ama "vatan hainidir" saplantısından kurtulunamıyor. 

21. yüzyıla yine "benim gibi düşünmüyor, öyleyse benim düşmanımdır" gibi bir felsefe ve paranoya ile giriliyor. Hiç kimse birbirinin düşüncesini tümüyle kabul etmek, beğenmek zorunda değil elbet. Ama farklı düşüncelere, insan yaşamındaki bir zenginlik olarak bakmak ve böyle görmek gerek.

Nazım'ın sanatçı yönünü irdeleyenler, ondaki "insan sevgisi"ni, şiirini okuyanlar "vatan sevgisi"ni nasıl göremez ki? Oysa, sanatçının eseri, onun düşüncesinin ve hayat felsefesinin ürünüdür. Sanatçının eseri, onun insan yönü ve düşüncesi ile birbütündür. 

Galiba insanları kendi ideolojik şartlanmaları ve önyargılarıyla değerlendirme, okuduklarını da bu tür şartlanma ve önyargılar dolayısıyla algılayamama, anlayamama zaafiyeti var bu çevrelerin.

Bazen merhum Özal'ı yad etmeden olmuyor galiba. Hiç olmazsa, "Ben sadece Red Kit okurum" diyebilecek kadar dürüsttü.  Ve bu yüzden de cumhurbaşkanlığı makamına çıkacak kadar da Amerika'nın "yürü ya kulum" dediği şanslı bir kuluydu.

İşte Nazım'ın "Davet" şirinden kısa bir bölüm.
Bugünkü duruma ne kadar da uyuyor.

Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın
Yok edin insanın insana kulluğunu
Bu davet bizim!

Yaşamak; bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim!

 




0 Yorum - Yorum Yaz
Metin Sert - Sunum
Behçet Aysan
 
Metin Altıok
 
Orhan Veli Kanık
Hasan Hüseyin
Metin Sert - 8. Gün



0 Yorum - Yorum Yaz

Hani şu okumak-yazmak meselesi var ya?

 
 
Aydoğan Yavaşlı
 

Şu sıralar imza ve söyleşi günleri için nereye gitsem, ya da nerede birilerine yazar kimliğimle tanıştırılsam hep aynı sorunla karşılaşıyorum. Mutlaka birileri çıkıyor ve ayarını tutturamadığı bir nezaket aralığından kendisinin de yazdığını ya da yazmaya çalıştığını, fakat nedense bir türlü beceremediğini, oysa anlatmak istediklerinin çok önemli şeyler olduklarını söylüyor.

“Bunu sorun edecek ne var canım!” dediğinizi duyar gibiyim.

Tabii kazın ayağı hiç de öyle değil.

Kimileri ise “kendini yazarak ifade etme” edimine bana çok garip gelen bir yerden başlamak istiyor. Şimdilerde çokça moda olan “yaratıcı yazarlık kursları”ndan, “yazar atölyeleri”nden filan söz ediyor.

Nasıl bir şeymiş onlar? “Bi faydası olur mu”ymuş? Gitse miymiş?

Bana garip geldiğini söyledimdi. Tekrar ediyorum: “Kendini yazarak ifade etme”nin bir tek yolu var, o da şu: Yazmak! Bıkmadan, usanmadan yazmak… Sonra gene yazmak…

Aslında sorun yazma eyleminde değil. Dilinin kurallarından haberli herkes, önündeki ak kâğıda bir şeyler yazabilir. Unutulmamalıdır ki, çok eski çağlarda yaşamış olan insanlar da mağara duvarlarına ya da kil tabletlere bir şeyler yazmışlardır.

Aslında zurnanın zırt dediği yer, yazdığının edebi bir değerinin olup olmadığıdır. Yani mesele, kaşığın sapını düz getirebilmekte…

Valla bana sorarsanız, mabudun vermediğini Mahmut’un vermesi, hemen hemen olanaksız; bu bir… İkincisi, eğer yazmaktan da önce okumaktan yana nasibinizi almamışsanız, işiniz zor, hatta olanaksız.

Bu bakımdan, adı bana çok gülünç gelen hani şu “yazar atölyeleri”ne gidip söğüşlenmek yerine, oturup adam gibi okumak en akıllıcası…

Ha bakın, sözün tam da burasında başka bir soru çıkıyor karşımıza: “Peki, siz kimleri okumamızı önerirsiniz?”

Sorulduğunda hemen yanıtlıyorum ama burada da belirtmek isterim: Bence işe sözlük okumaktan başlamak gerek. Bayâ, bildiğiniz sözlük canım!

Hiç kızmayın: Sözlük okuduğunuzda göreceksiniz ki, bazı sözcüklerin gerçek anlamı, sizin şimdiye değin bildiğinizi sandığınız gibi değilmiş. Ya da bazı durumların, davranışların ve varlıkların gerçek adı, başkaymış.

Kendi adıma ben, sözdizimine de çok dikkat ederim. Sözgelimi, “Her aklıma geldiğinde…”  şeklinde başlayan bir cümle yazan birinin yazdıklarını okumam; zaman harcamam ona. Fakat “Aklıma her geldiğinde…” demişse, o zaman sorun yok.

Tabii yazdıklarımızın tıpkı küçük bir dere gibi de akması gerek. Üsluptan söz ediyorum yani… Valla ben, sözü dolandırıp duran, solucan gibi o delikten bu deliğe sokan; tırtıllı, kılçıklı laflar eden ve bilgiçlik taslayan yazıları da okumaktan hoşnut kalmam. Sözgelimi, bugün okuduğum bir yazıda “Kemalist muhafazakârlar”, “liberal solcular” vesaire ahmakça betimler gördüm ve görür görmez aklıma Diderot’nun “yuvarlak kare” betimi geldi. “Eh,” dedim kendi kendime, “yuvarlak kare olursa Kemalist muhafazakârlar da, liberal solcular da olur.”

Demem o ki, yazar olacaksanız böyle olmayınız lütfen. Hoş, kafası ve dili bu kadar karışık olanlara da zaten “yazar” denmez. Dense dense “yazıcı” filan denir.

Az daha unutuyordum: Siz bazı kitaplar için “Ne olacak canım, çocuk kitabı!” der geçersiniz ama kazın ayağı hiç de öyle değildir çoğu kez. Yazma heveslileri için söylüyorum: Lütfen işe çocuk kitapları okuyarak başlayın. Edebiyata ve dolayısıyla dilin yetkin kullanımına ille de Orhan Pamuk’ta rastlayacağınız inancına fazla bağlanmayın. Hayatın gerçekleri bazen ters getirir insanı; bilirsiniz.

Söz gelip okumaya dayandı ya, oradan sürdürelim: G. G. Marquez’i, Stefan Zweig’ı, A. Camus’yu, J.D. Salinger’ı, Herman Hesse’i, T. Mann’ı, Thomas Bernhard’ı filan okuyun okumasına ama bence işe “biz”den başlamanızda yarar var. Yaşar Kemal’i, Haldun Taner’i, Sait Faik’i, S.Ali’yi, Tarık Dursun K.’yı, Orhan Duru’yu, Aziz Nesin’i, Nezihe Meriç’i, Yusuf Atılgan’ı, Bilge Karasu’yu, Leyla Erbil’i, Sevim Burak’ı; belki bütün bunlardan da önce Ömer Seyfettin’i, Orhan Kemal’i, Reşat Nuri’yi hiç yabana atmayın.

Zaten yabana atarsanız, attığınızı sanırsanız, diğerlerini hazmedemezsiniz. Midenizi, bağırsaklarınızı, en son da sinirlerinizi bozar.

Bakın, unuttuğum bir şey daha var: Yazmak mı istiyorsunuz? O halde ve her şeyden önce türkü dinleyin. Yunus’u, Karacaoğlan’ı, Pir Sultan’ı Erzurumlu Emrah’ı, Âşık Veysel’i okuyun.

Türküleri dinlediğinizde, ama dikkatle dinlediğinizde şairliğinizden/yazarlığınızdan utanıyorsanız, mesele yok; doğru yoldasınız demektir.

Daha ne diyeyim ki ben?

25 Ekim 2010

 
Geri dön 

Ana Sayfa



TURÇEP’ten Prof. Dr. Orhan Kural’a cevap

Prof. Dr. Orhan Kural'ın 27 Aralık 2010 tarihinde gazetecilere yaptığı açıklama, kendisi adına büyük bir talihsizlik olmuş. Öncelikle Turgutlu'ya "Yaşanabilir bir dünya için elele" konulu bir konferans vermeye gelip, gazetecilere Çaldağı nikel madeni lehine açıklama yapması büyük bir çelişkidir. Bu açıklamayı birileri adına kamuoyu yaratmak amacıyla yaptığı bizim için malum olsa da, açıklamaları "profesör" unvanı taşıyan birinin kendisini nasıl bir duruma düşürebileceğine ibret verici bir örnektir. Baştan sona çelişkilerle dolu bu açıklamayı bir de "çevreci bilim adamı" tavrı içinde yapması, kendisini daha da gülünç bir hale düşürmüş.

Orhan Kural’ın Bergama’da siyanürle altın çıkarma çalışması yapan maden şirketini “AB’den ödüller alan bir firma haline geldi” diye anlatması da, dünyadan bu kadar habersiz olması bakımından şaşırtıcıdır. Çünkü Türkiye, bu maden şirketine karşı Danıştay kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından tam 1 milyon 817 bin 761 TL tazminat ödemeye mahkûm edilmiş ve 17 Ekim 2010 tarihli Hürriyet Gazetesi de bu haberi manşetten duyurmuştur.

Öte yandan Avrupa Parlamentosu da, 5 Mayıs 2010 tarihinde aldığı bir kararla madencilik sektöründe siyanürün kullanılmasını yasaklamış ve AB ülkelerinden bu yasaklama kararının 2011 yılından itibaren dünya genelinde uygulanmasını istemiştir.

Çaldağı ile ilgili “dünyada hiçbir ülkede böyle bir maden olup da çıkarılmaması mümkün değil” şeklindeki sözleri de Prof. Dr. Orhan Kural’ın dünyadan habersiz olduğunun bir başka örneğidir. Sülfürik asit liç usulüyle açık nikel maden işletmesi bugüne dek dünyanın neresinde uygulanmıştır verebileceği tek bir örnek var mı? Gerçeklerden mi habersiz, yoksa saklamaya mı çalışıyor? Çünkü sülfürik asit liç usulüyle açık nikel madeni işletmesine ve bu yöntemi uygulamak isteyen bu şirkete dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmemiştir.

“Çevrecilik” konusu, “profesör” unvanını Orhan Kural gibi taşıyan kimselere kaldıysa eğer, hepimizin oturup dünyanın haline ağlaması gerekecek. “Sardes şirketinin gitmesi Türkiye için büyük kayıptır” sözüne karşılık olarak vereceğimiz cevap ise, “Bu şirketin gitmesi Gediz vadisinin büyük bir çevre felaketinden kurtulması demektir” şeklinde olacaktır.

TEMA hakkında sarf ettiği yakışıksız sözler de, kendisine vermeye çalıştığı “çevreci” imajının ne kadar sahte olduğunu ispat etmektedir sadece. Çünkü TEMA’nın hem ulusal, hem de uluslararası alandaki kimliği tüm dünya kamuoyu tarafından bilinmektedir. Tuğla fabrikaları ve hayvancılıkla ilgili gülünç açıklamalarına ise ilgili kurumların gereken cevabı vereceklerine inanıyoruz.

Kamuoyuna saygılarımızla

TURÇEP

Turgutlu Çevre Platformu

30 Aralık 2010



0 Yorum - Yorum Yaz
Çaldağı için bir mum da sen yak!
 

TEMA Tırının Turgutlu'daki konuklama süresi içinde TEMA ve Genç TEMA temsilcileri ile Çaldağı çevre gönüllülerinin düzenlediği eylemde Turgutlulular Çaldağı için mum yaktı.

29 Ekim akşamı Turgutlu'ya gelen ve 50. yıl alanında konuşlanan TEMA tanıtım Tırı'nın önünde yapılan eylemlerde ilçenin Genç TEMA temsilcileri, Turgutlulu yurttaşlara Çaldağı’nda yaşananlar ve yaşanacaklar hakkında kısa bilgiler verilerek, "Çaldağı için sen de bir mum yak" kampanyasını sürdürdüler.  9 Kasıma kadar süren eylemde TEMA tırı içerisinde de, yaşanan ve yaşanacak çevre felaketi ile ilgili slayt gösterimleri de yapıldı.

Toplumda çevre bilincinin gelişmesi için tüm Türkiye'de illeri dolaşan TEMA Mobil Eğitim TIRI’nın bu kezki durağı Turgutlu oldu. 10 gün süren eğitim programına başlayan mobil eğitim aracında, bu süre içerisinde “Küresel İklim Değişikliği”,” Enerji ve Su tasarrufu”, “TEMA Vakfı tanıtımı” ve “Erozyonla Mücadele” eğitimleri verildi. Ayrıca mobil eğitim aracında Aral Gölü Belgeseli, Maçahel Belgeseli, Karapınar Belgeseli ve TEMA 15. Yılı Belgeseli sinevizyon gösterimleri yapıldı. Turgutlu TEMA ve Turgutlu Genç Tema temsilcileri ve TURÇEP’in katılımıyla 30 Ekim Cumartesi günü Turgutlu'da çalışmalarına başladı.

TEMA Eğitim TIR’ı önünde bir basın açıklaması düzenleyen TEMA Turgutlu Temsilcisi ve TURÇEP Dönem Sözcüsü Ayla Yönet şunları söyledi: “Bilindiği gibi TEMA eğitim TIR’ı  TEMA vakfının çalışmalarını ve tanıtımını yapmak amacıyla Türkiye’yi dolaşmaktadır. TEMA  Eğitim TIR’ı toplumda çevre bilincinin gelişmesi ve sürdürülebilir yaşamın  olmazsa olmazı toprak su ve havayla ilgili bilgiler vererek insan yaşamındaki önemini belirtmektedir. Okullarımızın ziyaretinin sağlanmasıyla ilgili İlçe Milli Eğitim Müdürlüğümüz yardımcı olacak. Umarım Eğitim TIR’ın  ilçemizde kaldığı süre boyunca azami ölçülerde fayda sağlar, öğrencilerimizin ve halkımızın bilgi sahibi olmasına katkı sağlarız.”

1 Kasım Pazartesi gününden itibaren de ilköğretim ve lise düzeyindeki öğrenciler için çevre bilinci ve çevresel duyarlılık konularında görselliği de içeren eğitici sunumlar yapılmaya başlandı. Günde yaklaşık 300 ile 500 arasında okullardan öğrencilerin ve halktan gurupların katıldığı eğitim seminerleri belirli bir düzene göre sabah saatlerinde başlayarak, akşam saat 18.00'e dek sürdürüldü. Sabah saat 10.00 ile akşam 18.00 arasında sürdürülen bu seminerlere katılan okul öğrencileri ve diğer ziyaretçilerle birlikte TEMA TIR'ının kaldığı 10 günlük süre içinde toplam ziyaretçi sayısının 3500-4000 dolaylarında gerçekleştiği belirtildi.

 

İmza kampanyası

Bu arada TEMA tarafından mobil eğitim Tırının konaklama süresi içinde Çaldağı'ndaki maden şirketinin tüm Gediz vadisini büyük bir çevre felaketi ile karşı karşıya bırakacağı da vurgulanarak, bu facianın önüne geçilebilmesi için Çaldağı'ndaki maden şirketine izin verilmemesi ve kapatılması amacıyla bir de imza kampanyası başlatıldı.

Çaldağı için bir mum da sen yak

TEMA Tırının Turgutlu'daki konuklama süresi içinde ayrıca TEMA ve Genç TEMA temsilcileri ile Çaldağı çevre gönüllülerinin düzenlediği bir eylemde de Turgutlulular Çaldağı için mum yaktı.

29 Ekim akşamı Turgutlu'ya gelen ve 50. yıl alanında konuşlanan TEMA tanıtım Tırı'nın önünde yapılan eylemlerde Genç TEMA temsilcileri Turgutlulara Çaldağı’nda yaşananlar ve yaşanacaklar hakkında kısa bilgiler verilerek, "Çaldağı için sen de bir mum yak" kampanyasını sürdürdüler.  9 Kasıma kadar süren etkinliklerde TEMA tırı içerisinde de, yaşanan ve yaşanacak çevre felaketi ile ilgili slayt gösterimleri de yapıldı.

TEMA TIRI 9 Kasım günü öğleden sonra Turgutlu'dan ayrıldı.

10 Kasım 2010
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Gediz Havzası cinayetinin altından mektup çıktı!


Necati Doğru

Necati Doğru'nun Sözcü Gazetesi'nde yazdığı yazı: 

İmzasının üstüne koyduğu fotoğrafından genç olduğu anlaşılan ve genellikle "çok ilginç insan hikayeleri" yazan Melis Alphan, "Türkiye'nin doğal cennet parçası ve dünyada eşi benzeri az bulunur Gediz Havzası'nın yabancı sermayeli bir madencilik şirketi için lokum (Turkish Delight) haline getirildiğini, fakat ovanın sahibi Türkler için de zehir ve ölüm üreten topraklara dönüştürülmekte" olduğunu yazdı.

Ben gazetecilik buna derim.
Çok etkileyici çevre haberiydi.
Türbanlı Türkiye duymadı.
Tık ses çıkmadı.
Çıkarmadı.

İki hafta dolacak.
Dikkatle, merakla bekledim.
Ne Enerji Bakanı açıklama yaptı, ne Çevre Bakanı, ne Başbakan!

Üç kuruşluk yabancı sermaye gelecek diye "Gediz Havzası'na hakim Manisa Çaldağı'nın yamaçlarında toprak altında bulunan nikel madenini çıkarma yatırımına" izin verilmişti.
Nikel 160 metre derinlikteydi.
Yabancı şirket gelecekti.
"Liç yöntemi" ile nikel çıkartılacaktı.
Herşey kitabına uygundu.
Bakanlık razı edilmişti.
ÇED raporu da alınmıştı.

İçlerinde TEMA Vakfı'nın da bulunduğu ve "Türkiye'nin tabiatı-toprağı-canlısı üzerine titreyen" çok sayıda saygın sivil toplum kuruluşunun; "Gediz Havzası asitle yıkanarak Cehenneme dönüştürülüyor" diyerek açtığı davayı da, Çevre Bakanlığı'ndan izinli İngiltere Merkezli European Nickel PLC'nin Türkiye'de kurduğu SARDES Nikel Madencilik A. Ş. kazanmıştı.
Evet nikeli SARDES çıkartacaktı!

Yatırım kitabına uygundu.
İngiliz şirket sevinçle gelmişti.
Turgutlu Çaldağ'ın altında uyuyan nikel, İngiliz girişimcileri dolar milyarderi zengin yapacaktı.
Fakat bilim insanları, mahkemedeki bilir kişi görüşleri ile aynı düşüncede değillerdi.
Bilim korku içindeydi.
Çaldağ'da cinayet işlenecekti.
Doğa katliamı olacaktı.
İnsanlık da öldürülecekti.

Burada 15 yıl boyunca cennet toprak; 18 milyon to (800 bin tankeri tamponlarıyla birbiriyle öpüşecek şekilde arka arkaya dizdigin zaman Manisa Turgutlu'dan Çin'in başkenti Pekin'e kadar uzanan bir tanker konvoyu oluyor) sülfürik asitten geçirilecekti.
Gediz Havzası: Tarım Cenneti!
Sülfürik asitle yıkanacaktı.

Günün her saatini, her dakikasını, geceleri uyurken bile rüyalarını "Gediz Havzası Cenneti'nin mutlaka bu cinayetten korunmasına" vermiş uzman İTÜ Yüksek Mühendisi Prof. Dr. İsmail Duman, "Manisa'dan İzmir'e bütün ovanın yeraltı suları etkilenecek, sülfürik asit bütün bölgenin sularına karışacak ve milyonlarca insan bölgeden göç etmek zorunda kalacak.
15 yıl sonra nikel madeni topraktan alınıp, orada sülfürik asit posa kaldıktan sonra Gediz Havzası bir otun bile bitmediği bir hal alacak" diyor.

Bu cinayete nasıl izin verildi?
Ben araştırdım.
Altından bir mektup çıktı.

Tarih; 2007 yılı Şubat ayıydı.
İstanbul'da lüks lokantada bir akşam yemeği yeniyordu.
Yüzlerden mutluluk akıyor ve geceye "kazan-kazan" dostluğu damgasını vuruyordu.
Devlet Bakanı Ali Babacan, eski İngiltere Büyükeçlisi ve İngiliz Nikel madencilik şirketinin yeni yönetim kurulu üyesi Sir David Logan, AKP Genel Başkan Yardımcısı Reha Demeç ve European Nickel Genel Müdürü Simon Purkiss, akşam yemeğini bitirdiler. Vedalaşırken Sir David Logan cebinden çıkardığı mektubu Devlet Bakanı Babacan'a uzattı.
Babacan mektubu cebine koydu.

Bu mektupta Çaldağ'dan İzmir'e kadar uzanan Gediz Havzası'nı sülfürik asit cehennemine dönüştürecek nikel arama yatırımına "izin çıkartılması" isteği yazılıydı.

Bilin bakalım.
Mektup ne amaçla yazılmıştı?
Babacan eliyle kime verilecekti?



Bu mektup olayının detayları ve perde arkasını siteden okumak için: Esrarengiz mektup

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz
TURÇEP: Hep gerçekleri söyledik, asıl müjdeyi de biz veriyoruz:
"Geldikleri gibi gidecekler!"

Turgutlu ve köylerini etkileyecek olduğu düşünülen Çaldağı’ndaki maden işletmesi ile ilgili olarak Turgutlu’da maden şirketine karşı faaliyetini sürdürmekte olan Turgutlu Çevre Platformu (TURÇEP) bugün (22 Aralık 2010) saat 14.00’da halka açık bir basın açıklaması yaparak, son gelişmeler hakkında TURÇEP’in tutumunu açıkladı.

Açıklama öncesinde Eski Belediye binası önünde vatandaşlar için TURÇEP tarafından lokma da döktürülürken, lokma yiyen vatandaşlar ayrıca TEMA tarafından başlatılan “Gediz Hiroşima olmasın” imza kampanyasına katıldılar. Toplantıya ilçedeki CHP, MHP, Saadet Partisi, BTP, BBP, BDP ve TEMA ile Atatürkçü Düşünce Derneği yanı sıra ilçede bulunan sivil toplum örgütleri ile vatandaşlar katıldılar.

Basın açıklamasını TURÇEP Dönem Sözcüsü olarak İsmail Özdemir yaptı. Özdemir’in TURÇEP adına yaptığı açıklamadan sonra da TEMA Turgutlu Temsilcisi Ayla Yönet de, aynı konu hakkında TEMA Vakfı’nın hazırladığı basın açıklamasını okudu ve basın toplantısına katılan vatandaşlara teşekkür etti.

TURÇEP Dönem Sözcüsü İsmail Özdemir, TURÇEP adına yaptığı açıklamada şunları söyledi:

GELDİKLERİ GİBİ GİDECEKLER, BİLİMİN SESİNİ KISAMAYACAKLAR

 

Değerli basın mensupları, saygıdeğer Turgutlu halkı,
Bir süredir Sardes şirketi temsilcilerinin gerçekler konusunda kamuoyunu yanıltmak için yaptığı açıklamalarının ve son gelişmelerin ardından, bizler de halkımızın doğruları ve asıl gerçekleri öğrenmesi için bu basın açıklamasını yapmayı zorunlu gördük.

Çaldağı’nda uygulanmak istenen madencilik projesinin yaratacağı tehlikeler hakkında halkımızı bilgilendirmek için TEMA Vakfı ve TURÇEP olarak düzenlediğimiz, büyük ilgi gören bilgilendirme toplantılarının Sardes şirketini çok rahatsız ettiği anlaşılıyor. Gerçeklerin bilimsel olarak, hem de bilim adamları tarafından ortaya konması, halkımızın bilgilenmesi şirket temsilcilerinin hoşlarına gitmedi. Bilime karşı da savaş açtılar ve üniversitelerde kürsü sahibi olan saygıdeğer profesörlere bile çamur atacak kadar ileri gittiler.

Bizler, Turgutlu’daki sivil toplum örgütleri, dernekler, sendikalar, Tema Temsilciliği ve ilçemizdeki siyasi partilerin bileşiminden oluşan TURÇEP,  bir kez daha halkımızı uyanık olmaya ve sadece kendi kişisel çıkarları peşinde koşan bu kimselerin aldatmacalarına ve tuzaklarına düşmemeleri konusunda dikkatli davranmaya davet ediyoruz. Onlar bugüne kadar halkımızı hep yanıltmaya ve işsiz insanlarımızı işsizliklerini kullanarak kandırmaya çalıştılar. Gerçekleri söyleyenler ise hep biz olduk. Geçtiğimiz günlerde Sardes Şirketi Genel Müdürü, “Turgutlu’ya her an müjdeli haber verebiliriz” demişti. Ama asıl müjdeyi de sizlere bu açıklamamızla yine biz vereceğiz.

Vahşi madenciliğe hayır!

Öncelikle şu gerçekleri bir kez daha özellikle vurgulamak istiyoruz: Bizler Türkiye’de madencilik yapılmasına karşı değiliz. Bizim karşı olduğumuz, Çaldağı’nda nikel madeni işletmesi için uygulanmak istenen vahşi madenciliktir. Çünkü bilimsel araştırmaların ortaya koyduğu gerçekler ve bilim adamlarının yaptığı incelemeler, sülfürik asit liçi ile açık maden işletmesinin tüm Gediz vadisindeki yaşamı yok edecek kadar büyük bir tehlike içerdiğini kanıtlamıştır. Sardes şirketi tarafından uygulanmak istenen bu projeye dünyanın hiçbir ülkesinde de zaten izin verilmemiştir. Projenin asıl sahibi olan European Nickel şirketi de çevreye verdiği zararlar dolayısıyla bulunduğu faaliyetine izin verilmemiş bir şirkettir. Önceleri Bosphorus, şimdi de Sardes adıyla Çaldağı’nda faaliyet gösteren bu maden şirketi, işte bu nedenle dünyada hiçbir ülkede uygulama imkânı bulamadıkları projeyi Türkiye’de uygulayabilmek için European Nickel şirketi tarafından kurulmuştur. Sülfürik asit liçi ile madencilik yapmak isteyen European Nickel şirketi, pilot bölge seçtiği Çaldağı’nı bu nedenle projenin amiral gemisi diye adlandırmıştır. Ne yazık ki, bu maden şirketinden kendi kişisel çıkarları için nemalanmak isteyenler kamuoyunu gerçekler hakkında yanıltmaya çalışıyor. Bilimsel gerçekleri belgeleriyle ortaya koyarak, bilim adamlarının anlatmasını sağlayarak akıllarına seslendik, umursamadılar. Vicdanlarına seslendik, vicdanlar da duymadı.

Ama şunların da bilinmesi gerekir: Tüm Gediz vadisini tehdit eden bu projeye karşı başlattığımız mücadele, bu şirket buradan çekip gidinceye kadar devam edecektir. Kıbrıs Lefke’de de bizzat gidip gördüğümüz gerçekler, yaşayacağımız felaketin ne kadar korkunç olduğunu yeterince göstermekte ve bizleri mücadelemizde daha kararlı bir hale getirmektedir.

Asıl müjdeyi biz veriyoruz

Diğer konu da; halkımıza vereceğimiz müjdeyle ilgilidir. Turgutlu’ya müjde vereceklerini söylerken de doğru söylemediler. Asıl müjdeyi biz veriyoruz. European Nickel Şirketi Genel Müdürü Rob Gregory, projeleri için Çaldağı’nın pilot bölge olmasını askıya alacaklarını, asıl çalışmayı Filipinler’e kaydıracaklarını açıklamış, 11 Aralık tarihli Hürriyet Gazetesi’nde de bu haber duyurulmuştur.

Çaldağı ‘Türk lokumu’ değil, ‘çetin ceviz’dir

Sonuç olarak; başta Turgutlu olmak üzere, Ahmetli, Urganlı, Salihli, Akhisar halkının mücadelemize olan desteğiyle Çaldağı’nın Türk lokumu olmadığını, ama çetin ceviz olduğunu anladılar. Ayrıca Orman Bakanlığı da tahsis izni vermeyerek, üzerine düşeni yapmıştır. Tüm Gediz vadisini yok edecek bu projeyi uygulamak isteyenler sonunda geldikleri gibi gidecekler ve bilimin sesini asla kısamayacaklar. Çünkü dünyada hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen, insanlık ve çevre düşmanı bu projeye karşı başlattığımız onurlu mücadele, bugün artık tüm Ege bölgesine ve ülke geneline yayılmaktadır!

Kamuoyuna saygı ile duyurular.

TURÇEP (Turgutlu Çevre Platformu)

22 Aralık 2010
  TEMA'nın çıklaması



0 Yorum - Yorum Yaz
Çaldağı'nda topyekûn savunma

Turgutlu'da İngilizler tarafından işletilmek istenen nikel madenine karşı Ege Bölgesi'ndeki birimler güçlerini birleştiriyor

 

Ozan Yayman - Cumhuriyet - 16 Kasım 2010

 

Turgutlu Çaldağı'nda İngilizler tarafından işletilmek istenen nikel madenine karşı yöre halkının direnci sürüyor. Madenin işletmeye geçmesi halinde, 15 yıllık süreç içinde yaklaşık 18 milyon ton sülfürik asit kullanılacağı, 2 milyona yakın ağaç kesileceği, atık havuzlarının heyelan tehlikesi içeren yamaçta yer alacağı ve asitlerin açık havada kullanılacağını vurgulayan bölge insanı, tüm Ege'nin mücadelelerine ortak olmasını istiyor.

Turgutlu’daki kitle örgütleri, ilçelerinde çalıştırılmak istenen madenin tam anlamıyla doğa katliamını yaratacağını kaydediyor. Tesisin işletmeye alınması halinde kendilerini bekleyen tehlikeleri şu biçimde sıralıyorlar: “2 milyona yakın ağaç kesilecek. Çaldağı oyulacak, dev çukurlar kazılacak. Çıkarılan topraklar milyonlarca ton asitle açıkta yıkanacak. Dünyanın en verimli tarım alanlarından birisi olan Gediz Havzası, açık hava kimya tesisine dönüşecek. Yer altı suları önemli ölçüde tüketilecek. Sülfürik asitin yer altı sularına kavuşması söz konusu. Tarım alanları, niteliğini yitirecek. Bölgeden göçler başlayacak. Madenin kurulu olduğu alan, endüstriyel çöplüğe dönüşmüş olarak kalacak...”

Sardes tarafından işletilmek istenen madenden, yüklenici firmanın 15 yıllık süre içerisinde büyük kazanç elde edeceğine dikkat çekiliyor. Bu durum Turgutlu’da, “Kazanç özelleştiriliyor, risk kamulaştırılıyor” yönünde değerlendiriliyor.”

ORTAK HAREKET

Salt Turgutlu’nun değil, Ege Bölgesi’nin de sorunu haline gelmesi kaçınılmaz olan madeni, Ege Belediyeler Birliği de gündemine aldı. Birlik avukatı Enis Dinçeroğlu, Turgutlu’da işletmeye alınmak istenen madenin tüm Ege Bölgesi’ni yakından ilgilendirdiğini vurgulayarak, “Bu konu birlik gündemine girmiştir. Bölgemizdeki tüm yerleşimlerin ortak hareket etmesi kaçınılmaz. Konuyla ilgili Gediz Havzası Yönetmeliği’nin çıkarılması ve yetki devri ile yetki paylaşımı gibi konuların hayata geçirilmesi gerekiyor. Havza yönetmeliği gerçekleşir ve Ege Belediyeler Birliği’ne devri sağlanırsa, tek vücut olarak Turgutlu’da olası bir çevre felaketinin önüne geçebiliriz” diyor.

Bunun yanı sıra Manisa Akademik Odalar Birliği de konuyu yakından takip etmeye başladı. Turgutlu’da Çaldağı’ndaki maden şirketine karşı mücadele edenlerden avukat Hasan Namak, ÇED iptal davasının aleyhlerinde sonuçlandığını ve bunu Danıştay’a temyiz incelemesine taşıdıklarını söyledi. Namak, Sardes şirketine orman tahsis alanı tahsis edilmesiyle ilgili idari işleme karşı açtıkları davayı yerel mahkemede kazandıklarını, bunu da şirketin temyize götürdüğünü söyleyerek, “Aldığımız duyumlara göre, yenilenen Maden Yasası çerçevesinde Sardes’e yeniden orman alanı tahsis edilecek. Şirketin bu yöndeki başvuruyu yaptığını biliyoruz. Bu gerçekleşirse, yöre halkı kendisini ormandaki ağaçlara zincirleyecek ve yaşam alanlarını savunacak” diyor.

Çağrılar yanıtsız kaldı

Namak, Sardes’in, Turgutlu’da dünyanın ikinci büyük sülfürik asit tesisini kurmak istediğini söyleyerek, “Türkiye’de yılda 2,5-3 milyon ton sülfürik asit kullanılıyor. Bu oranın da yüzde 70’i tarımsal amaçlı gübre ihtiyacını karşılamak için. Endüstride kullanılan miktar 1 milyon ton bile değil. Durum böyleyken, Turgutlu’da 16 yıllık süre içerisinde 18 milyon ton sülfürik asit kullanmayı planlıyorlar. Ege Bölgesi’nde yaşayan tüm bireylere sesleniyor ve “Tehlikenin farkında mısınız?” diye soruyoruz” yönünde görüş belirtiyor.

Namak, Sardes yetkililerine defalarca çağrı yaptıklarını ve konunun uzmanlarını bir araya getirerek, açık oturumlar yapılmasını istediklerini de dile getirerek, “Ancak çağrımıza yanıt alamıyoruz. Yüklenici şirket, gerçekleri duymaktan ve kamuoyunun aydınlanmasından korkuyor” görüşlerine yer veriyor.

2 milyon ağaç kesilerek 15 yılda 18 milyon ton sülfürik asit kullanılması planlanan madenin yalnızca Turgutlu için değil, Gediz Havzası ve Ege Bölgesi için tehlike oluşturduğu vurgulanıyor.

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz



Çaldağı'ndaki madencilik projesi hakkında kimler ne dedi??


"Nükleer bombadan beter"

Prof. Ediz TUNCEL (Yakın Doğu Üniversitesi Öğr. Grv.)

"1913’te Lefke’de Kıbrıs Maden Şirketi bakırı ayrıştırmak için açıkhavada sülfürik asit kullandı. İki kilometrelik bir alanda havuzlar kuruldu. Bugün o havuzların hali içler acısı. Bölgede muazzam bir çevre kirliliği yaratıldı. İki kilometrekarelik alan 100 kilometrekarelik bir alanı etkiledi. Oraya bir nükleer bomba atmış olsaydınız o boyutta bir tahribat yaratamazdınız.

Bu madende çalışan insanların hepsi kanserden öldü. Madenin bir numaralı işçisi olan Rum da, iki numaralısı olan dedem de... Dedem kan kanseriydi. Babam da madende çalıştı, periton kanserinden öldü. Dayım bu madende çalıştı. O da oniki parmak ve pankreasta çıkan kanser türünden vefat etti. Komşumuz da aynı şekilde.

Onkoloji merkezinde ölen hastalarla ilgili tutulan defteri incelerken fark ettim ki doğrudan etki alanında olan köylerde ölen insanların hemen hepsi kanserdi. Şu an Kıbrıs’ta en fazla görülen hastalık kan kanseri. Madenin yakınında bir köy var. O köyde ise çok ilginç bir hastalık ortaya çıktı. Bir çeşit kas hastalığı... Sağlıklı insanlar bir anda pelteye dönüyor, kasları erimeye başlıyor, sinir sistemleri iflas ediyor, altı ay geçmeden de ölüyorlar. Herhangi bir tedavi bugüne kadar uygulanabilmiş değil. Oradan ayrılırken maden şirketinin yetkilileri hastalarla ilgili arşiv kayıtlarını alıp gittiler, hastanede de bir şey bırakmadılar."

"Ankara'yı yanlış bilgilendirmişler"

Ayla Yönet (Turgutlu TEMA Temsilcisi)

"Dört yıldır bunun mücadelesini veriyoruz. İnanıyorum ki Ankara burada olacakların farkında değil, yanlış bilgilendirme olmuş. Mesela ÇED raporunda gölet olarak adı geçen şeylerin dördünün büyük baraj olduğunu öğreniyoruz. Eminim Ankara’dakiler bunu bilseler onay vermezlerdi. Birinci derecede biz Turgutlu’da yaşayanlar etkileneceğiz. Mesela bu sene çok yağmur yağdı ve 2 Şubat’ta köyden biri “Ufak çaplı bir sel oluştu, köyün içinden sular akıyor” diye beni aradı. Ve bu sularda henüz asit falan yok, normal yağmur suları derenin yatağı bozulduğu için, tedbir alınmadığı için köyün içine taştı. Macaristan’daki olayı biliyorsunuz, bütün köyü o kızıl çamur kapladı. Bu Turgutlu’nun değil, Türkiye’nin sorunu, herkesin müdahil olması gerek."

“Köylü arazisini sattığına bin pişman"

Necati Gülkıvrak (Turgutlu Manavlar Odası Başkanı):
"Şu pazarda gördüğünüz çoğu şeyi satamayacağız. Belki bu üç-beş yıl sonra yavaş yavaş hissedilmeye başlanacak ama 10 yıl sonra bunların hiçbirini pazarda bulamayacaksınız. Bu işin sadece sebze meyve yönü."

Necip Köken (Turgutlu Tuhafiyeciler Manifaturacılar Odası Başkanı):
"Bizim toprağımızda her şey yetişiyor. Biz ovayı bahçe olarak kullanırız. Bu madenin zararı yüzde 1500 olur. Buradan göç etmek zorunda kalırız. Hayatın olmadığı yerde hangimiz yaşayabiliriz? Siz şehirde membaa suyu içersiniz, biz onu düşünmeyiz bile. Biz çeşmeden su içeriz. Ama bu maden yapılırsa bırakın çeşme suyu içmeyi, belki hiç su bulamayacağız. Macaristan’daki gibi bir felaket olmayacağının garantisini nasıl verecekler bize?"

Sabri Toker (Elektrikçiler Od. Bşk. / Manisa Esnaf Odaları Başkan Vekili):
"Sadece Turgutlu’nun meselesi de değil bu, Manisa, Ahmetli, Akhisar, Salihli, bütün bölgeleri etkileyecek bir hadise. Dünyanın 7’nci büyük tarım havzası Gediz ve bu havzayı yok etmek için uğraşıyorlar. Dünyanın en büyük Sultaniye üzüm rezervi burası. Dünyada tüketilen kuru üzümün dörtte üçü buralardan çıkıyor. Biz bu madenden sonra dışarı üzüm satamayız."

Halil Turgut (Emekli din görevlisi):
"Bu madeni işleme süreci ileri ülkelerin kullandığı bir yöntem değil. O ilkel yöntem zararı 10’a, 20’ye, 30’a katlayacak. Medeni ülkelerin kullandığı sistemler olursa ne ala. Maden alanlarında yıllarca bir otun bitmediği söyleniyor. Biz geldik geçiyoruz ama gelecek nesil için acı bir sonuç vereceğine eminim."

Hüseyin Çakı (Sinirli köyü muhtarı):
"Önceden bir bilgilendirme toplantısı yapılmadı. Maden halk arasında kulaktan kulağa yayıldı. Belediye başkanımız zarar görmeyeceğimizi söyledi. Bizde 5 dönüm yer varsa, Belediye başkanında 1500 dönüm var. En çok zarar göreceklerden biri o. “Arkadaşlar öyle bir zarar görecek olsak ben karşı çıkarım, zarar görmeyeceğiz” deyince zararsız olacağına inandık. Sonradan gerçekleri öğrendik. Burada beş kişi çalışacak diye 500 kişi zarar görmesin."

Emine Yönet (Ev hanımı):
"Bütün dünya kovalamış, Turgutlu Ovası’ndakinden daha enayi insan yok mu? O raporları alırken “Bir karınca yaşamıyor. Hayat yok burada” demişler. Ben sizi götüreyim, karıncayı da, tavşanı da görün. Ağaçlar nasıl yaşıyor? Pilot tesisten taşan su köyün içinden akınca kazlar, tavuklar öldü. Bin lira değerindeki toprakları 40’ar bin liraya aldılar. Köylüler 40 milyar para görünce arazilerini sattı. Şimdi “Çapamızı, küreğimizi, av tüfeğimizi alıp, traktörlere mazotları doldurup yolu yakacayacağız, sokmayacağız onları” diyorlar. Daha önceden anlatılmadı onlara çünkü. Pişmanlar."

Kaynak: Hürriyet Gazetesi

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz
Bir röportaj
Hürriyet Gazetesi muhabiri Melis Alphan'ın İTÜ Metalurji Yüksek Mühendisi Prof. Dr. İsmail Duman ile Çaldağı'nda uygulanmak istenen proje hakkında yaptığı röportaj (17 Ekim 2010)
        
15 yılda 18 milyon ton asitle tarım toprağı yıkanacak

Melis Alphan: Bu madende 15 yıl boyunca ne kadar sülfürik asit kullanılacak?
Prof. Dr. İsmail Duman: - 15-18 milyon ton arasında. Bir büyük asit tankeri düşünün, 20 ton asit alır. Başlayın Turgutlu’dan tankerleri birbirinin tamponuna değecek şekilde dizmeye. 800 bin tanker ediyor. Bu 800 bin tankeri Turgutlu’dan geçen 40’ıncı paralel üzerinden Doğu’ya doğru dizin; kuyruk Pekin’i geçiyor, tankerlerin bir kısmı Çin denizine dökülüyor, sığmıyor, bu kadar asit! Ve bu kadar asit açıkta kullanılacak.

Melis Alphan: Açıkta kullanmak ne demek?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Oradaki doğayı alıp açıkhava kimya işletmesine çevirmek demek... Kapalı mekanda yapılması lazım. Toprağın içindeki nikeli, kobaltı çözmek için günümüzde bir sürü metot var. Bunların en ilerisi basınçlı kaplarda, kapalı sistemde işlemi yapmak. Düdüklü tencere gibi, 100 derecenin üstünde asitle temas ettiriyorsunuz. Dünyada var bu, Avustralya’da var.

Melis Alphan: Ne kadarlık bir yatırım yapıp ne kadar kazanacaklar?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Alacakları malın değeri şu andaki fiyatlarla işe başladıkları zaman 25 milyar doların üzerindeydi. Sonra kriz nedeniyle bu rakam 10 milyara düştü. Şimdi yeniden 20 milyar doları geçti. Kriz tam atlatılırsa, kazançları 35-40 milyar dolara kadar çıkabilir. Kapalı sistem için gereken 5-7 milyar dolarlık yatırımı yapmıyorlar. Aradaki farkı da doğaya ve insana ödetiyorlar. Kazanç özelleştiriliyor, risk kamulaştırılıyor. Şimdiki yatırımları milyar doları bulmuyor.

Melis Alphan: 35-40 milyarlık kazançlarından Türkiye’ye ne kadarını bırakacaklar?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Türkiye’ye 10 yılda bırakacakları para 163 milyon dolar. Yani Türkiye’nin bir buçuk günlük dış borç faiz ödemesi.

Melis Alphan: 18 milyon ton sülfürik asit nereden sağlanacak?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Her yıl büyük ihtimalle Güney Amerika’dan, Ant Dağları’ndan 300-330 bin ton kükürt ithal edecekler; kamyonlarla, gemilerle buraya kükürt taşınacak. O kükürt bir fabrikada yakılacak. Kurdukları tek fabrika sülfürik asit fabrikası. Dünyanın ikinci büyük sülfürik asit fabrikasını bir tarım havzasına ve Türkiye’nin en verimli, dünyanın yedinci büyük verimli tarım havzasının orta yerine kurmak, çatınıza yüz ton dinamit depolamak gibi bir şey.

Melis Alphan: Neden?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Çünkü en ileri sülfürik asit üretim teknolojilerinde bile binde üç kaçak vardır. 18 milyon ton sülfürik asitte binde üç, korkunç bir miktar. 54 bin ton asit sülfürik asit havaya karışacak. Gediz, sülfürik asidin içindeki kükürte tamamen yabancı bir havza. Burası laterit havza, oksitli topraklar. Hiç kükürt yok bu topraklarda. Bu ekosisteme yabancı bir elementi devasa miktarlarda soktuğunuzda doğal yaşamda öyle bir kırılma olur ki, bir daha geri dönülemez.

Melis Alphan: Gediz Havzası’nın bereketi nereden geliyor?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Gediz Havzası, Turgutlu, Manisa, İzmir, Foça ve Menemen ovalarına kadar göl halindeymiş. Bu göl milyonlarca yıl varlığını sürdürmüş, 16 milyon yıl önce de kurumuş. Laterit dediğimiz buranın toprakları, Balkanlar’dan, Sırbistan’dan başlayıp Arnavutluğu geçen, Yunanistan üzerinden Ege Denizi’nin dibini geçip İzmir çizmesinden karaya çıkan, Manisa’da devam eden, Ankara üzerinden bir yay çizip ta Harran Ovası’na kadar giden bir kuşak. Akarsu yatakları bunlar. Bereketi de buradan geliyor.
Macaristan gibi kızıl tehlike riski

Melis Alphan: Öngörünüz ne?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Uşak’ın batısından başlayıp Ege Denizi’ne kadar Gediz Havzası’nda tarım biter. Burası Sultaniye üzümünün, sarı kuru üzümün dünya başkenti. Dünyanın her yerine buradan kuru üzüm ihraç ediliyor. Ve bunun yüzde 85’i açıkta kurutuluyor. Şimdi düşünün, asit taşıyan rüzgar geldi, kurumakta olan üzümün üstüne oturdu. İhraç etmeye kalkarsanız hangi gümrükten geçer? 15 yılın sonuna gelmeden buradan büyük göçler başlayacak. İki milyonun üzerinde bir nüfus bundan etkilenecek.

Melis Alphan: Havuz sistemi kullanılacağı söyleniyor...
Prof. Dr. İsmail Duman: - Havuz sistemi diyorlar, halbuki yapacaklarının altısından dördü yüksek baraj. Ve bunları 45 derece eğimli yamaçlarda yapmaya kalkıyorlar. Havuz dedikleri Uluslararası Yüksek Barajlar Komisyonu’nun kriterlerine göre aslında baraj.

Melis Alphan: Yani?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Böyle bir eğimde yapılan baraj o sette ne kadar dayanacak? Projede havuz diye geçen bu yapı aslında baraj, içinde de asitli ve ağır metalli çözelti bulunacak. E burası da deprem bölgesi. Ve 45 derecelik meyillerde yapacaklar bunları. Yapacakları barajların dördünün tepe yüksekliği 17 metreyle 23 metre arası. Ve içlerinde asitli su olacak. Daha yukarıdan sel geldiğinde ya duvarı yıkacak ya da taşırıp aşağı asitli su indirecek. Arkasından sel vurup çamura bulanmış bu yığınları önüne kattığı zaman ne yapar? Asit değdiği yerden geçer. Yağmurla her tarafa yayılır. Ekosistemi değiştirir.

Melis Alphan: Buradaki doğanın kendini toparlaması kaç yıl alır?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Yıl mı, kaç yüzyıl mı? Çok yüzyıl alır. Toparlanmaz.

Melis Alphan: Yığınlara yer açmak için kaç ağaç kesilecek?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Rakamlarına göre 330 bin ağaç kesilecek. Bu rakamın içinde ne yok biliyor musunuz? 2003’te yapılan sayımda göğüs çapı 8 santimetreden az olan fidanlar ağaç sayılmadı, orman envanterine dahil edilmedi. Yaklaşık iki milyon ağaç kesilebilir.

Melis Alphan: Macaristan’daki gibi sel riski için nasıl bir önlem alacaklar?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Etrafını kuşaklayacaklarmış. Dağdan inen seli hangi hendekte kuşaklarsın? 3 metre eninde kanal açıp seli durduracaklarmış. Dünyanın neresinde böyle sel durdurulur?

Melis Alphan: Suları nasıl etkileyecek bu maden?
Prof. Dr. İsmail Duman: - Maden işletmesinin Turgutlu’nun su ihtiyacından daha fazla suya ihtiyacı var. Bergama, Uşak Eşme’den sonra Etem çukurunda da madencilik ruhsatı alındı. İzmir üç yönden çapraz ateşte. İzmir’i besleyen sular Ege topraklarından geçiyor. Böyle devam ederse 10-15 yıl sonra İzmir su nedeniyle terk edilmek zorunda kalabilir.

          NOT: Bu röportajı ayrıca aşağıda linki tıklayarak da okuyabilirsiniz:

          http://www.hurriyet.com.tr/pazar/16060707.asp?gid=373

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz
Çevreci mücadelede dünyada bir ilk:
TEMA ve TURÇEP bilimi halka taşıdı
“Gediz Vadisi Hiroşima gibi olmasın!”

Çaldağı’ndaki madencilik projesinin yaratacağı tehlikenin büyüklüğü nedeniyle çevreci mücadelede bir ilk yaşandı: Bilim halkla buluştu.

 

Dünyada ilk kez Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen, tüm bilim çevrelerince “insanlık ve çevre düşmanı" olarak tanımlanan proje, çevreci mücadelede de dünyada bir ilk yaşanmasına neden oldu. Çaldağı’nda nikel madeni aramak için uygulanacak proje tüm Gediz vadisini korkunç bir çevre felaketi ile tehdit ediyor. Sardes şirketine karşı ve projenin engellenmesi için yıllardır mücadele veren TURÇEP ve TEMA Vakfı kendi alanında uzman bilim adamlarının katıldığı bilgilendirme toplantılarıyla bilimi halka taşıdı, halkı bilimle buluşturdu. İlçeye davet edilen kendi alanının uzmanı profesörler, Turgutlu’da mahalle mahalle ve köy köy dolaşarak, halka Çaldağı’ndaki Sardes Şirketi’nin uygulayacağı proje ile tüm Gediz Vadisi’nde nasıl bir çevre felâketi yaratacağını anlattılar.

Turgutlu’ya davet edilen kendi alanında uzman profesörlerden oluşan heyet, İngiliz Sardes şirketi tarafından Çaldağı’nda nikel madeni işletmesi için uygulanmak istenen projenin yaratacağı çevresel felaketler konusunda halkı bilgilendirmek ve aydınlatmak için mahalle mahalle ve köy köy dolaşarak halkla buluştular. Projenin sakıncalarını ve yaratacağı çevre felaketi konusunda halkı bilgilendiren profesörler, bu arada halktan gelen çeşitli sorulara da cevap vererek geniş açıklamalarda bulundular.

 

“Böyle bir madencilik olamaz!”

Turgutlu’ya gelen profesörler İTÜ Öğretim Üyesi Kimya Yüksek Mühendisi Prof. Dr. İsmail Duman başta olmak üzere, Prof. Dr. Ali Osman Karababa, Prof. Dr. Yaşar Uysal, Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Öngür ile Kıbrıs’tan gelen Yakın Doğu Üniversitesi Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Ediz Tuncel, Çaldağı’nda nikel madeni çıkarmak için uygulanmak istenen ve açılımı “sülfürik asit liç yöntemiyle açık madeni işletmesi” olan projenin, tüm Gediz vadisindeki yaşamı sona erdirecek kadar ciddi ve büyük bir tehlike yaratacak potansiyelde olduğunu ileri sürdüler. Böyle bir projenin uygulanması durumunda dünyanın en verimli tarım arazilerinden olan Gediz vadisinin etrafa tehlike saçan açık bir kimya işletmesine dönüşeceğini ve 15 yıl sonra doğal yaşamı sona eren, çöle dönmüş bir arazi haline geleceğini ve insanları bekleyen ciddi bir kanser tehdidi ile yüzyüze kalınacağını belirttiler.

 

Dünyada ilk defa Turgutlu Çaldağı’nda  denenmek istenen bu proje, profesörlere göre madencilikle ilgili bir proje bile değil. Bu projenin uygulanması durumunda Gediz havzasında bugüne dek eşi benzeri görülmeyen bir çevre felaketinin yaşanması söz konusu olacak. Turgutlu’yu mahalle mahalle dolaşan ve ayrıca Ahmetli ile Urganlı beldesi ve Akçapınar köyüne de giderek buralarda vatandaşlara bilgi vererek, bu maden şirketine ve uygulanmak istenen projeye karşı çıkmaları konusunda aydınlatan profesörler, ayrıca Sardes şirketinin sadece çevreye değil, bilime ve hukuka karşı da savaş açtığını vurguladılar.

 

Halk memnun, Sardes rahatsız

Bu arada ilginç bir gelişme de bu durumdan halkın memnun kaldığı ama Sardes şirketinin rahatsız olduğunu ortaya çıkardı. Sardes şirketi bilimin sesini kısmaya çalıştı.

Düzenlenen bilgilendirme toplantıları için önceden yetkililerden gerekli tüm yasal izinler alınmasına rağmen, bilimin halkla buluşmasından rahatsız olan Sardes şirketi temsilcileri, avukatları aracılığıyla yasal boşluklar bularak bilgilendirme toplantılarının engellenmesini ve profesörlerin vatandaşa hitap ederken yararlandıkları ses ve görüntü sisteminin yasaklanmasını sağlamaya çalıştı.

Zaman zaman ise madende çalışan işçilerin provokatörce davranışları ile profesörlerin konuşmaları sabote edilmeye çalışıldı. Bu arada bu kişiler bilgilendirme toplantılarını izleyen yurttaşların gözünde ise "profesörlerle ağız dalaşına giren densizler" olarak izlenim bıraktılar.

 

TURÇEP ve TEMA tarafından düzenlenen ve kendi alanının uzmanı profesörlerin katıldığı bilgilendirme toplantılarının sonuncusu 20 Ekim günü saat 17.00’de kapalı salon toplantısı olarak Turgutlu Lisesi konferans salonunda yapıldı.

Prof. Dr. İsmail Duman ve Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Öngür’ün yer aldığı bilgilendirme toplantısına yoğun ilgi gösterildiği ve köylerden vatandaşların yanı sıra Turgutlu dışından da izlemeye gelenlerin olduğu gözlendi. 400’ye yakın vatandaş tarafından izlenen bilgilendirme toplantısı sırasında kendisinin maden mühendisi olduğunu söyleyen Zübeyir Çizgili adlı bir kişinin sülfürik asitin çevreye zarar vermeyeceğini iddia etmesi ve Sardes şirketini savunmaya çalışması salondaki izleyici vatandaşlar tarafından oldukça sert bir şekilde tepki gördü. Bu kişinin Sardes tarafından şirket adına halkla ilişkiler faaliyeti için kulllanıldığı öğrenildi.

 

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Katil kim?













- Seni severim bilirsin. Ama öyle bir tarafın var ki, bugünlerde ona fena takıyorum.
- Peki neymiş o, merak ettim? 
- Hani hep insanları sevmek gerektiğinden söz edersin ya. Hem de herşeye rağmen...
- Eee, bunda ne kötülük var?
- Ben hiç de öyle düşünmüyorum...
- Nasıl yani?
- Ben insanlardan nefret ediyorum!
- Gerçekten mi? Bu çok kötü! Peki seni böyle düşündüren ne? Bu nefret neden?
- İnsanların kendisi. Herşeyin nedeni insanlar...
- Bir şey anlayabildiğimi söyleyemem.
- Anlayabilmen için benim yaşadıklarımı yaşaman gerekir. Bak, beni yanlış anlamanı istemem. Ben de tıpkı senin gibi insanları sevmek gerektiğine inanırdım yakın bir zamana kadar. Hatta herkesin "deli" diye alay ettiği insanlara bile sevecenlikle yaklaşırdım. "Herşeyin başı insan" diye düşünüyordum. "Asıl önemli olan dostluk, arkadaşlık" diyordum...
- Ya şimdi?
- Bitti artık! Bütün o duygularım öldü! Öldürdüler! O "herşeyin başı" diye gördüğüm insanlar! Şimdi hepsi de katil oldular. Duygu katili hepsi de! En güzel duygularımı, yaşamımda "en temel değer" diye korumaya çalıştığım değerlerimi öldürdüler... Dostlukmuş, arkadaşlıkmış, yok efendim sevgiymiş... Geç bunları, geç! Bütün bunların hepsi de boş. Onları kendi kafamızda biz var etmişiz sadece, aslında öyle birşey gerçekten yokmuş! Gerçek hayatta yok böyle şeyler oğlum! Yaşanmıyor! Hepsinin de içi boş, soyut kavramlar olduğunu yaşadıkça daha iyi anladım ve gördüm. İnsanlara güvenmiyorum artık!
- Bütün bunları duyduğuma üzüldüm. Daha çok senin adına üzüldüm.
- Beni insanlar mahvetti. Ben hayatta bütün kazıkları en güvendiğim insanlardan, dost bildiklerimden yedim. Kendi öz kardeşimle bile görüşmüyorum artık, biliyor musun? İnsanlar birbirine sadece çıkar için yaklaşıyormuş meğer. Bak, beni dinle, sen de değiştir artık bu kafayı. Çok iyi edersin bence. Yoksa çok incinirsin!...

*  *  *

 

Böyle bir sohbetti aramızdaki. Gırtlağına kadar borç batağına batmıştı. O da ekonomik krizin bir süre öncesinden beri iflas edenler kervanına kattığı biriydi artık. İnsani ilişkilerin bozulmasını göze alamadığından, "veresiye" olayını göze almış, sonunda da batmıştı! 

Aslında alacaklarının yarısı bile piyasaya olan borcunu kapatmaya ya da en azından hafifletmeye yeterdi. Ama aylardır alacak peşinden koşmaktan yorulmuş, büyük kısmından da umudunu kesmişti. Açıkçası, insanlardan umudunu kesmişti artık. Cebinde bir sigara parası bile yoktu!

Ama yüreğinde... Bir şey vardı.. 
Hala yaşamakta direnen birşey. 
Ya da yaşamak için çırpınan birşey! 
Hem de kendisine rağmen. 
Onun işte bu nedenle farkında olamadığı birşey. 

Bazı duyguları ölse de, ya da kendi deyimiyle öldürüldüyse de, beni yolda bulup da kolumdan sürüklercesine bir kahvehane köşesine çekiştirmesinin iyi bir nedeni vardı. Bu neden, benim sadece iyi bir dinleyici olmam değildi. Asıl neden; çocukluğumuzdan bugüne kadar taşıyabildiğimiz bir olgu, ilişkimizde hep var olan tek şey, tek alış verişti: Dostluk!

Ondan ayrıldığımda dalgın ve düşünceliydim. 
Yolda epeyce ölçüp tarttıktan sonra bir karara vardım:
Hayır! Arkadaşım kesinlikle haklı olamazdı! 
Ben, insanlıktan umudumu kesmemiştim hala. 

Krizdi! İnsanlara herşeyi yapan, yaptıran, herşeyin sorumlusu memleketimizin müzmin hastalığı olan, bir türlü pençesinden kurtulamadığı ekonomik krizdi! Dostluk, arkadaşlık, sevgi gibi duyguları inciten, yok eden, insanlığı ve insani ilişkileri bozan, çürüten, öldüren de krizdi!

Evet, asıl katil oydu!
"Ey kriz!" dedim, "Herşeye sen egemen olursan, işte yapacağın budur!"

 




0 Yorum - Yorum Yaz
Erdal Öz ve diğerleri
 
Aydoğan Yavaşlı
 

Ben Erdal Öz'ü kitap fuarlarında görür, elini sıkardım. 
Elini sıkarken ve "Hoş geldin ağbi," derken kendimi her seferinde tanıtır, ondan da her seferinde "Adını söylemene gerek yok, seni tanıyorum," yanıtını alırdım. 
Kitap fuarlarının peronlarında karşılaşmışsak, ona saygı ile selam verir, aynı sıcaklıkla karşılığını alırdım. 

Kitaplarımın Can Yayınları arasından çıkmasını hiçbir zaman düşünmedim, çünkü ilişkilerimin çok iyi olduğu bir yayınevim vardı. 
Fakat Can Yayınları'ndan onlarca kitabım var kitaplığımda, hangi birini sayayım? Castillon'nun Karar Gecesi'ni mi, Marquez'in Yüzyıllık Yalnızlık'ını mı? 
Hilmi Yavuz'un Budalalığın Keşfi'ni mi, Kara Güneş'ini mi, yoksa Zweig'ın Amok Koşucusu'nu mu? 

"Biz bunlarla zenginleştik!" desem, çok mu üstten atmış olurum? 
Erdal Öz, milyonlarca insanın kafasını zenginleştiren adamdı. 
Yazdıklarıyla… 
Yayımladıklarıyla… 
Alçakgönüllü yaşama biçimiyle… 
Bugün, çiziktirdiği birkaç sayfa ile kendini yanına yaklaşılmaz bir yazar sanan zirzopları gördükçe Erdal Öz ve onun gibileri daha çok seviyorum. 
Yayımladığı üç beş dandik kitapla kendini dünyanın en büyük yayınevi sahibi ve yöneticisi sananlar Erdal Öz'den hiç boy ölçüsü almıyorlar mı!? 

* * *

Hayattayken çok yakınında bulunmuş, onunla sayısız anısı bulunan dostları eminim Erdal Öz'ün adını yaşatmak için bir şeyler yapacaklardır. 
Onunla rakı masalarında geçen anılarını aktarmanın dostluk olduğunu düşünmüyorum. 
Sahibi olduğu Sergi Kitabevi'nden kitap aşıranları gördükçe görmezden gelmesi…
Bundan güzel anı mı olur!?

Bence Erdal Öz'ün  anısını yaşatmanın en iyi yolu, yayıncılıkla yazarlığı bir arada götürebilen adam gibi adamların ödüllendirilmesidir. 
Kepek tüccarlığı ile yayıncılığı birbirine karıştıran boynu altın kolyeli, bileği künyeli "tip"ler, sağlığında Erdal Öz'ün yayına yanaşamamışlardı. 
Bu, böyle sürüp gitmeli. 
Erdal Öz "hikaye anlatan" değil, "hikaye yazan" biriydi. 

Gene de onun anısını "yazan"lar yaşatmalı.
 
"Hoş geldin Erdal ağbi, ben Aydoğan Yavaşlı…" 
"Merhaba… Seni tanıyorum, tanıtmana gerek yok. Hoş bulduk."

2 Temmuz 2007

 

Geri dön 

 

Ana Sayfa 



Öncü bir yazar: Yusuf Atılgan
 
Aydoğan Yavaşlı
 

Az sayıda yapıt vermesine karşın edebiyatımızda önemli bir yere sahip olan Yusuf Atılgan, bundan yirmi yıl önce, 9 Ekim 1989’da aramızdan ayrıldı. Atılgan, 1921 Manisa doğumluydu. Askeri öğrenci olarak devam ettiği İÜ Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Askeri Lise’de bir yıl edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra yaşamının otuz yılını (1946-1976) geçireceği Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşti. Orada çiftçilikle uğraştı. İstanbul’a geçince bazı yayınevlerinde danışmanlık, çevirmenlik ve redaktörlük yaptı.

Yusuf Atılgan’ın en çok bilinen yapıtı, hiç kuşkusuz Anayurt Oteli’dir. Bu roman, 1987’de aynı adla sinemaya da aktarıldı. Anayurt Oteli’nin kahramanı, Zebercet adında bir otel kâtibidir. Sıradan ilişkiler içinde yitip gitmiş, hemen her günü birbirinin aynı olan bu “tip”, gecikmeli bir Ankara treniyle gelip otelde yalnızca bir gece kalan bir kadının yaşamına girmesiyle bütün özdenetimini yitirir. Zebercet’in aniden ruhsal patlamalar yaşamasında, takıntılarının ortaya çıkmasında o bir gecelik konuk kadının hiçbir günahı yoktur. Gelgelelim Zebercet, Manisa’nın serin gölgelikli sokaklarında savrulmaya, doyurulmamış yüzüyle karşılaşmaya başlar. Artık ip kopmuştur. Zebercet’in içindeki yanardağ birden patlamış, önüne geleni yıkıp yakmaya başlamıştır. Kendini bir hiç olarak görmektedir o. Tıpkı Kafka’nın hamamböceği gibidir; sağ veya ölü bile değildir.

Aylak Adam, Yusuf Atılgan’ın insan ruhunun ne kadar derinlerine inebileceğinin kanıtlandığı bir roman gibidir. 1957-58’de Yunus Nadi Roman Armağanı’nı da alan bu romanında Atılgan, anlaşılması zor bir karakterin zaman zaman başkaldıran, zaman zamansa çevresinde olup bitenlere garip bir biçimde duyarsız kalışının kent ortamında geçen hikâyesini anlatıyor.

Canistan, Atılgan’ın tamamlayamadan aramızdan ayrıldığı son romanıdır. Bu romanında, Milli Mücadele yıllarında gelişip trajik bir biçimde sonlanan, düşündürücü bir aşk hikâyesi anlatılır. İkinci Meşrutiyet yıllarında bir çiftlikte yanaşma olarak çalışan Selim’in, Manisa köylerinde geçen sürükleyici yaşamı, savaş yıllarının tozu dumanı içinde yitişi, ordan oraya savruluşu başarılı bir biçimde aktarılır. Yazar, romanının “Sanık” bölümünü yazmadan aramızdan ayrılmıştı ancak, gene de Canistan’a “yarım kalmış” demek doğru olmaz.
Yusuf Atılgan, geride sayıca çok yapıt bırakmadı. Ancak, az yazmasına karşın hikâye ve roman sanatımıza önemli katkıları oldu. Kaleme aldığı metinlerdeki kurgu sağlamlığı, dil işçiliği, özenli üslubu, yeni anlatım olanakları sağlama denemeleri, onu edebiyatımızın öncü yazarları arasına sokmuştur. O, yüzde yüz bizim olan insanları ne kadar iyi tanığını, Bodur Minareden Öte’de topladığı hikâyelerinde de göstermiş; kentli, kasabalı ya da köylü; insanların günlük yaşamdaki zayıflıklarını, güçlü yanlarını, sorunlarını ve duyarlıklarını cesur, hatırda kalır betimlemelerle ele almıştır.

Atılgan’ın “tip”leri, yaşamın karmaşası karşısında ya çok duyarsız, ya da fazlasıyla alıngan, bunun için de yalnızlığı, bunaltıyı adeta seçmiş insanlardır. Kendilerini kesinlikle özgür hissetmeyen bu insanlar, kuşatılmışlıklarını bir biçimde delip öteye geçmek için akla hayale gelmedik fanteziler kurar, daha sonra da kurdukları fantezilerin yarattığı kara deliklerde yutulup giderler. Çatışkıları, yakalarını bir türlü bırakmaz.
Aramızdan ayrılışının yirminci yılında Atılgan’ı yeniden okumak, insan yanımıza doğru yeni bir adım daha atmak demek olacaktır.

* * *

Yazarlığından çok günlük yaşamını önemli bulduğunu belirten yazar Yusuf Atılgan, 9 Ekim 1989 tarihinde aramızdan ayrıldı. Üzerinde çalıştığı Canistan adlı romanını yarım bırakarak…
Ancak Yusuf Atılgan, hemen bütün hikâye ve romanlarında, çağımız insanının “yalnızlık, özgürlük, iletişimsizlik, bunaltı gibi sorunlarını modern anlatının kuralları içinde içten bir dille ve destansı bir boyutta” işlemiştir. Sözgelimi, daha sonra sinemaya da aktarılan Anayurt Oteli adlı romanındaki Zebercet, edebiyatımızın unutulmaz tiplerinden biridir.

Yusuf Atılgan, 1921 Manisa doğumludur. Yaşamının uzun yıllarını (1946-1976) Manisa yakınlarındaki Hacırahmanlı köyünde geçirmiş, çiftçilikle uğraşmıştır. İstanbul’a geldikten sonra çeşitli yayınevlerinde danışmanlık, çevirmenlik ve redaktörlük yapmıştır.

Atılgan, 1957-58 Yunus Nadi Roman Armağanı’nda Aylak Adam adlı romanıyla ikincilik ödülü aldı. Bu romanında Atılgan, gerçekten anlaşılması çok zor bir karakterin zaman zaman başkaldıran, zaman zamansa bütün şu olan bitene katlanıyormuş izlenimini veren aylak zamanlarını ustalıkla anlatıyor. Yusuf Atılgan, gerçekten de insan ruhunun derinliklerine inmede, ele aldığı kişilerin güçlü ve zayıf yanlarını göz önüne sermede çok usta bir yazar. Roman ya da hikâye kahramanları ister kentli olsun ister kasabalı ya da köylü; Atılgan’ın kaleminde unutulmaz birer “tip”e dönüşüyorlar. Yaşamın karmaşası karşısında durdukları yer, aldıkları tavır ve gösterdikleri davranışlar, birer görüngü olup çıkıyor.

Akıp giden her günün bir önceki günden hiçbir farkı yokken, gecenin bir yarısında gelen Ankara treninden bir kadın iner ve Anayurt Oteli’nde yalnızca bir gece kalır. Fakat o bir gecelik konukluk, otel kâtibi Zebercet’in bütün yaşamını alt üst eder. Zebercet’in yalnızlığı, patlamaya hazır bir hale gelmiş, için için kaynayan kocaman bir yanardağdır. Otelde yalnızca bir gece kalıp sabahın en erken treniyle çekip giden kadın, Zebercet’in yalnızlığını parçalar. Zebercet, artık tanınmaz biri olup çıkmıştır. Bütün takıntıları depreşmiş, davranışlarını denetleyemez olmuş, adeta çıldırmıştır. Manisa çarşılarının serin aydınlığı içinden geçip giderken sanki birden F. Kafka’nın hamamböceğine dönüşür. O, artık bir “hiç”tir.

Canistan adlı romanında ise Milli Mücadele yıllarında Manisa köylerinde yaşanan trajik bir dostluk ve aşktır anlatılan. Atılgan bu romanında değişken insan hallerini modern anlatımın bütün olanaklarını kullanarak, okuru sık sık şaşırtarak gözler önüne seriyor. Fakat belki bundan da daha önemlisi, Atılgan bu son romanında yöre insanını ne kadar yakından tanıdığını, onlarla ne kadar iç içe yaşadığını da gösteriyor.

Yusuf Atılgan geride yazık ki çok yapıt bırakmadı. Az yazan, fakat yazdıklarıyla edebiyatımızın önünü açan, farklı anlatım olanakları yaratan biriydi. Yüzde yüz bizden olan insanların sorunlarına, duyarlıklarına el attı. Kentli, kasabalı ya da köylü olsun; bu insanları yakından tanıdığı için onları gündelik yaşamlarının bütün ayrıntılarına kadar izledi. Hayranlık uyandıracak bir ustalıkla kullandığı dili, ilgi çeken farklı bir söz dizimi, çarpıcı kurguları ile edebiyatımızın diğer öncüleri arasında yerini aldı.

Kendisi de Manisa doğumlu olan bu satırların yazarı, yıllardır Yusuf Atılgan adına neden bir roman/hikâye yarışması düzenlenmez, bir türlü bilmez.

Eylül 2009

 

Geri dön 

 

Ana Sayfa 



Sürü geriye döndü mü, it başta kalırmış
 
Aydoğan Yavaşlı
 
İki gündür yazıp duruyor gazeteler: 
"Kütüphaneler Haftası etkinlikleri için Kdz. Ereğli`sine Ezgi Kitabevinin çağrılısı olarak giden yazar Aydoğan Yavaşlı ile Cihan Demirci`den sabıka kaydı istendi" diye… 
İsteyen kim?
İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü makamını işgal eden Turan AKPınar isimli, meslekte 15. yılını sürdüren genç bir öğretmen… 
`Öğretmen` sözcüğünü içim yanarak yazdığımı bilmenizi isterim. 
Çünkü gerçek öğretmenin ne olduğunu tabii ki Müdür beyden çok daha iyi bilirim. Çünkü sürdürseydim, bugün meslekte 31. yılımı yaşıyor olacaktım.
 Yani Müdür beyin iki katından bile fazla! 

Neyse, bunlar ölçü değil. Önemli olan, Müdür beyin güya yasalardan, yönetmeliklerden yana imiş gibi bir tavır takınarak yaptığı kitap ve kültür düşmanlığıdır. 

Olayı bire bir yaşadığım için benden duyun. 
27 Mart pazartesi sabahı sayın Müdür`ün makamına Ezgi Kitabevi'nin sahibiyle birlikte gittim. Amacım(ız), bir nezaket ziyaretiydi. 
Nitekim, Müdür`ün odasına girer girmez kendisini selamladım ve kendimi tanıttım; emekli bir öğretmen olduğumu, İzmir`den geldiğimi filan söyledim. 
Çay söyledi. İçtik. 
Hafta nedeniyle önceden belirlenen okullarda söyleşi yapacağımı söyleyince, Müdür birden celallendi: 
`Fakat bu, bir tür ticari faaliyettir!` 
Okullara sustalı, kelebek, muşta, kurusıkı giriyor; fındık fıstık gibi satılıyor; o ticaret değil de, bu ticaret!.. 
Sonracığıma efendim, laf döndü dolaştı, bana `Sabıka kaydınız var mı Hocam?` diye sormaz mı!? 
Ben de haklı olarak, `Benden sabıka kaydı isteyenlerin önce kendi sabıka kayıtlarını önüme koymaları gerekir!` dedim. 
İşte o zaman ip koptu. `Size izin vermiyorum Hocam!` dedi. 
`Bu saatten sonra benim de zaten böyle bir beklentim yok!` dedim ve kalkıp ayrıldım. 

Tabii bu saçmalık böyle yaşanıp kalamazdı. 
Kitabevi sahibine hemen bir basın toplantısı yapmamız gerektiğini söyledim. 
O günün akşamında mizah yazarı ve karikatürist arkadaşım Cihan Demirci de geldi. Durumu birlikte değerlendirdik. 
Salı günü oradaki yerel basına açıklama yaptık. 
Çarşamba günü de ilçeden ayrıldık. 
Gerisini bilen biliyor: 
Hemen hemen bütün gazeteler bu saçmalığı ele aldı. 

İşte faşizmin bu ülkeyi getirdiği yer! 
İşte kitap ve kültür düşmanlığının vardığı son durak! Türkiye bu kafayla mı girecek AB`ye? 
Kütüphaneler Haftası'nda yazarlara, kitaplara yasak koyarak mı? 
Okullarda giderek artan şiddet olaylarını görmezden gelerek mi?
Hadi canım, güldürmeyin adamı… 
Bu ülkenin ulusal eğitiminden sorumlu kişiler bile kitaptan korkuyorsa… 
Bunca yıllık eğitimci bir yazardan sabıka kaydı istiyorsa… 
O-ha yani, çüşşşş!... 
Demek ki doğru: 
Sürü geriye döndü mü, it başta kalırmış.
 
 

Geri dön 

 

Ana Sayfa 



Turgutlu'ya güzelleme


nermin yıldırım

Aydoğan Yavaşlı





TEMA: Çaldağı'nda katliam var


Çaldağı'nda katliam var!

Havamız, suyumuz, toprağımız tehlikede...
İngiliz SARDES Madencilik A. Ş. ülkemizin en değerli tarım alanlarının bulunduğu, ormanlarla kaplı Turgutlu Çaldağı'ndan Nikel madeni çıkaracak...

Dünyada sadece Manisa Turgutlu bölgesinde yetişen, tadına doyulmayan Sultani üzümümüz, İstanbul, Ankara ve İzmir gibi büyük illerimizde sofralarımıza sunulan domatesimiz, salatalığımız, sivri biberimiz, elmamız, armudumuz... Ormanlarla kaplı doğamız, içmeye doyamadığımız buz gibi suyumuz elimizden alınacak!

SARDES, Nikel madenini çıkarmak için:
İki milyona yakın ağacı kesecek. Köylerimizi selden, heyelandan korumak için Orman Bakanlığı ve bölge halkı tarafından 30 yıl önce binbir emekle dikilen ağaçlarımız kesilecek.
Toprak metrelerce derinlikte kazılacak ve Nikel madenini topraktan ayırmak için toplamda 15 milyon ton sülfürik asit hiç bir önlem alınmadan toprağa dökülecek.
Sülfürik asitle toprak zehirlenecek.
Zehir suya karışacak.
Suya karışan zehir buharlaşarak rüzgar nereye taşırsa orada asit yağmuru olarak bağdaki üzüme, tarladaki domatese, içtiğiniz suya, üzerinize yağacak. Sağlığınızı tehlikeye sokacak!

Açık Li(n)ç

SARDES Nikel Madencilik A. Ş. "açık liç" denilen yöntemle 15 yıl boyunca Çaldağı'nı talan edecek, Manisa'da geniş bir alana yayılan doğal zenginliklerimizi yok edecek.

Çaldağı'nda yapılan Nikel madeni çıkarma çalışmalarının zararı, Manisa ve İzmir illeri ile Gediz, Foça ve Menemen ovalarını da etkileyecek kadar güçlü olacak.

Soruyoruz, bu firma kendi ülkesinde veya dünyanın bir başka yerinde bu vahşi yöntemle maden çıkarabilir mi? Cevap: Hayır!

Peki, Çevre ve Orman Bakanlığı ile Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı ülke topraklarımızın, doğal varlıklarımızın talan edilmesine neden izin veriyor?

Onlar izin verse de sizlerin desteğiyle biz vermiyoruz!

Türkiye çöl olmasın!

TEMA Vakfı

Kaynak: www.tema.org.tr




1 Yorum - Yorum Yaz
Gerçekçi ol,
imkansızı iste!
Hayatından bazı kesitler
   Çocukluğu ve gençlik yılları
   Guatemala yılları
   Küba yılları
   BM konuşması
   Küba'da kayboluşu
   Küba devrimi
   Kongo yılları
Bolivya'ya geçiş
   Başkaldırışı
   Yakalanışı ve öldürülmesi
   Bolivya günlüğü
   Hakkında söylenenler
   Son mektupları
   Mirası
   Türkçeye çevrilen eserleri

Saatin çağrısından kaçamayız!

"Saatin çağrısından kaçamayız. Bunu, bize Vietnam yiğitçe öğretisiyle, kesin zaferin elde edilmesi için verilen mücadelenin ve ölümün her günkü trajik öğretisiyle göstermektedir...  

Yer kürenin herhangi küçük bir noktasında, çağrıda bulunduğumuz görevi yerine getiren ve verebileceğimiz az şeyi, hayatımızı, fedakarlığımızı kavganın emrine sunan bize, kanımızın suladığı ve artık bizim olan bir dünyada bu günlerden birinde son nefesimizi vermek düşerse, o zaman, eylemlerimizin etki alanını iyi ölçüp biçtiğimiz ve kendimizi büyük proleter ordunun elemanı olmaktan daha fazla birşey saymadığımız, ama Küba Devrimi'nden ve onun büyük kumandanının dünyanın bu bölümüne karşı gösterdiği tutumdan çıkan büyük dersten gurur duyduğumuz bilinmelidir...

Eylemlerimizin her biri emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insan soyunun en büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı halklara yapılan bir yoklama çağrısıdır..." 

Ölüm hoş geldi, safa geldi!
    
"Eğer yeryüzünde kan borçlarıyla ve müthiş trajedileriyle, her günkü yiğitlikleriyle, emperyalizme indirdiği bitmek tükenmek bilmez darbeleriyle, dünya halklarının artan nefretlerinin saldırısı karşısında emperyalizmin güçlerini paramparça etmek için bu darbelerin şiddetiyle iki, üç daha fazla Vietnam gün ışığına çıksaydı, gelecek bize nasıl da aydınlık ve yakın görünecekti!  
  
Eylemlerimizin her biri emperyalizme karşı bir savaş çağrısı ve insan soyunun en büyük düşmanı Kuzey Amerika Birleşik Devletleri'ne karşı halklara yapılan bir yoklama çağrısıdır...  
  
İnsanlığın kaderi eğer tehlikedeyse, bir insanın ya da bir halkın maruz kaldığı tehlikeler ya da fedakarlıklar ne ifade eder ki.
  
Ölüm, nereden ve nasıl gelirse gelsin! Silahlarımız elden ele geçecekse, savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa ve başkaları savaş ve zafer naralarıyla ve de makineli tüfek sesleriyle cenazelerimize ağıt yakacaksa, hoş geldi, safa geldi..."
 

 

 

 

Şiirleri
   Veda şarkısı
   Fidel'e şarkı
   Başka bir şey değil
   Thomas ile vedalaşma
   İhtiyar Maria
   Gölgeli otoporte
   Ve burda
   Ağıl
 Hakkında yazılan şiirler
   Bizim de dağlarımız var
   Ölülerimiz
   Doktordu Che
   Bir sesti O
   Zamba del Che
   Bolivyalı küçük asker
Bir devrim sembolü: Ernesto Che Guevara



0 Yorum - Yorum Yaz
2 Temmuz, Sivas acısı
 
Aydoğan Yavaşlı
 
Bundan tam 14 yıl önce, 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta yaşanan gerici kalkışma, aşağı
yukarı yüzyıldır çağdaşlığı yakalama çabası içindeki Türk ulusunun tarihinde silinmez bir kara leke olarak kalmıştır. 

Tarihimiz boyunca bütün gerici kalkışmaların mutlaka emperyalizmden güç ve destek aldığı bugün artık sağduyu sahibi herkesin bildiği bir gerçektir. 

Nitekim 2 Temmuz 1993 günü Sivas’ta, kente
Aziz Nesin’in gelmesini bahane ederek Madımak Oteli’ni ateşe veren ve orada 37 yurtsever sanatçının ölümüne neden olan vahşetin aktörleri de, esasen ülkemizi bölüp parçalamak isteyen emperyalizmin maşası olduklarını -belki de- bilmiyorlardı. 

Hepsi birer cumhuriyet çocuğu olmalarına karşın ellerindeki kara ve yeşil bayraklarla önce Kültür Merkezine, ardından Madımak Oteli'ne doğru azgın bir hayvan sürüsü gibi yürürlerken attıkları “Cumhuriyet burada kuruldu, burada yıkılacak!” şeklindeki naraların, gerçekte onları ortaçağın hangi karanlığına sürüklediğinin farkında değillerdi.

Onlar bunun bilincinde olmasalar bile arkasındakiler; Sivas’tan Ankara’ya, ordan Londra ve Pentagon’a kadar uzayan yollardaki güç odakları, varmak istedikleri yeri elbette çok iyi biliyorlardı. 10 Kasım 1938, saat 09.06’dan beri  amaçlarının peşinde, yerli uşaklarını yetiştirmeye başlamışlardı. 

Sivas ağrısı, Köy Enstitüleri'nin kapatılmasından tutalım ezanın yeniden Arapça okutulmasına, Meclis kürsüsünden “Siz istedikten sonra şeriatı bile getirebilirsiniz!” söylevlerinden İngiliz kuklası şeyh bozuntularının ellerinin öpülmesine kadar dayanır.

Bu halkın binlerce yıldır belleği olan türkülerini söyleyenlerin, semahını dönenlerin, yani o 37 dünya güzeli insanın katili, Gazi Mustafa Kemal’in ölümünden bir dakika sonra kollarını sıvamış ve uluslar arası arenada kendine ‘dost’ bulmada hiç zorlanmamıştır.

Gerçekte Sivas’ta canlarını verenlerin katilleri, “Tespih çekenle silah çeken bir olmaz”, “Bana milliyetçiler suç işliyor dedirtemezsiniz”, “Otelin önündeki halkımıza bir zarar gelmemiştir” diyenlerdir. “Lâikliği yeniden tanımlamak lâzım” diyenler ise o katillerin günümüzdeki uzantılarıdır. 

2 Temmuz 1993 günü ordaydım. 
Madımak Oteli’nin üçüncü katında... 
Eşimle ve Türk dilinin en güzel şiirlerini, en dokunaklı hikâyelerini, romanlarını yazan şair, yazar, eleştirmen ve denemeci dostlarımla birlikte. 

Bir akşam önce
Asım Bezirci ve Burhan Günel’le eleştiri üstüne konuşmuş, o gün öğle yemeğinden sonra Metin Altıok’un cigarasını yakmış, karikatürist dostum Asaf Koçak’a hâlâ mızıka çalabildiği için kızmıştım. 
Behçet Aysan, tansiyon düşüklüğüme çare olarak bana küçük bir şeker vermiş, iyilikler dilemişti. Onun son hastası olduğumu nerden bilebilirdim!? 

Sivas, öğretmen olarak ilk görev yerimdi benim. 
1975-1977 yılları arasında orada öğrencilerim olmuştu. 
İlk kitabımda yer alan şiirlerin neredeyse tümünü orada yazmıştım. 
Onlara şiirlerimi, oralarda yaşanmış hikâyelerimi götürmüştüm. 

Fakat emperyalizm ve onun yerli uşakları, geçen zaman içinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin tasarlanıp temellerinin atıldığı bu güzel orta Anadolu kentini, karadul örümceği gibi sarıp sarmalamış, insani bütün değerlerini yok ederek adeta bitirmişti. 

Bugün Türkiye’nin hemen bütün kurumları emperyalizmle, aşağı yukarı doksan yıl sonra bir daha yüzleşiyor. 
2 Temmuz 1993’ten de önce, 24 Ocak 1993, yani Uğur Mumcu’nun katledilmesi, bu yüzleşme serüveninde önemli kırılma noktaları olarak anılacaktır. 

14 Nisan 2007’de Tandoğan’da başlayan ve 13 Mayıs 2007’de İzmir Gündoğdu Meydanı'nda doruğa çıkan yüzleşme ve mücadele süreci, hiç kuşkusuz cumhuriyetin, demokrasinin ve özgürlüğünün utkusuyla taçlanacaktır. 

Sivas acısı aydınlık bir bilinç edinmenin ve o bilincin gereğini yerine getirmenin tarihi olacaktır.
Ölenler, ulusumuzun aydınlanma sürecinde birer ışık olarak kalacaklardır.

2 Temmuz 2007

 

Geri dön 

 

Ana Sayfa 



Sivas, bir iç kanamadır
 
Aydoğan Yavaşlı
 
Stefan Zweig'in en sevdiğim kitabının adı, "Yıldızın Parladığı Anlar" adını taşır. "Amok Koşucusu" ile "Satranç" ondan aşağı kalır mı? Bilmem. 
Ama "Yıldızın Parladığı Anlar",  anlattıklarının yanı sıra, üslubu ile, kurgusuyla beni uzun süre etkisine alan kitapların başında gelir.

Gerçekten de, imparatorluklar, krallıklar gibi insanların da yıldızının parladığı uzun ya da çok kısa süren belirli bir zaman parçacıkları vardır. 
O zaman parçacıklarında insanlar, hayatlarının hemen bütün "en"lerini yaşarlar: 
En mutlu oldukları dönemdir o zaman aralığı, belki aynı zamanda en mutsuz, en hüzünlü, en zengin, en yoksul, en başarılı, en düşkün, en şu, en bu...

Belki tıpkı imparatorluklar, krallıklar ve diğer iktidar biçimlerinde olduğu gibi insanların da "yıldızının söndüğü anlar" vardır. 
Çirkinliklerin, yanlışların, kötülüklerin el ele verip hep birlikte insanın üstüne çullandığı, oradan oraya savurduğu anlar, o lanet zaman parçacıkları... 

1993 yılı, yani Cumhuriyet'in 70. Yılı Türkiye için yıldızının sönmeye, belki de söndürülmeye başladığı yıldır, ya da yıllardan biridir. 
O yılın Ocak ayında Uğur Mumcu'yu yitirdik. 
Temmuz başında ise Sivas ellerinde 37 güzel insanımızı... 
Bu toprağın en güzel çiçeklerini, en içli seslerini, sazını, sözünü, semahını...

Oradaydım, Madımak Oteli'ndeydim. 
Öldüm, yaralandım, incindim, kırıldım...

Beni öldüren, dünya çapında emperyalizmin yurdumuzun içinde işbirliği yaptığı, kullandığı (evet, kullandığı! Çünkü onlar kullanılır, zavallılar da kullanılırlar.), tarih boyunca her zaman müttefiki olduğu gericilerdi.  
Beni, seni, onu yaralayanlar, kapitalist ağababalar daha çok sömürsünler, kazançlarına daha çok dolar eklesinler diye ülke içindeki vandallarla çıkarlarını uzlaştırmış emperyalistlerdir. 
Bu toprakların has evlatlarını inciten, kıran, görünüşte her ne kadar ağzı salyalı barbarlarsa da, arkalarında bütün ilişkileriyle emperyalizm ve onun yerli işbirlikçileri vardır. 

Peki, bütün bu gerçekler şimdilik şurda dursun, fakat geçen zaman içinde gelinen yer neresidir ve nedendir?
1993'te Sivas'ı yaşamış (yoksa ölmüş mü deseydim?) bir coğrafyada dokuz yıl sonra İslamcı faşistlerin iktidar olmasını nasıl açıklayacağız? 
Yani bu toplum bir tek Sivas'la yetinmemiş, daha fazlasını mı istemiştir? 

Sivas, Türkiye'nin intihar girişimlerinden biridir ve o girişimin iç kanaması hala sürmektedir. Nitekim, Danıştay'a yapılan saldırı bunun en güncel kanıtıdır.
Neden? 
Çünkü
Türkiye, emperyalizmle arasındaki hesabını tam olarak kapamamıştır. 
Kesin hesap görmemiştir. 
Ulusal Kurtuluş Savaşımızın arkasından başlatılan devrimci girişimler,
Mustafa Kemal'in ölümünden sonra işbaşına gelen 'iktidarlar'ca tersine çevrilmeye çalışılmış, bunda da epeyce yl alınmıştır. 

Yalnız Sivas değil, Maraş, Çorum, Van...

Bütün 'sorun'ların çözümü, emperyalizmle cepheden mücadele etmek, özgürlük ve bağımsızlığı karakter edinerek hesaplaşmaktır. 
Bu hesaplaşmadan kaçındıkça, Sivas'lara yeni Sivas'lar eklenecek, Türkiye ortaçağın kahpe karanlıklarında emperyalizmin oyuncağı haline getirilecektir.

1920'ler, Türkiye'nin devrimci atılımları sayesinde yıldızının parladığı yıllardı. 
Çünkü emperyalistlere karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını başlatmış ve kazanmıştı.
Bugünse, iktidar sahipleri AB ve ABD üzerinden ülkeyi emperyalistlere pazarlamaktadırlar. 
Kullanılmaktadırlar.

İşte olup biten bu!...

2 Temmuz 2006

 

Geri dön 

 

Ana Sayfa 



Sizin hiç babanız öldü mü?

 
 
Aydoğan Yavaşlı
 

Cemal Süreya, Üvercinka’sında yer alan bir şiirinde sorar bizlere bunu:

“Sizin hiç babanız öldü mü?
Benim bir kere öldü kör oldum
Yıkadılar aldılar götürdüler
Babamdan ummazdım bunu kör oldum…”

Tam bir yıl önce bugün, 26 Ağustos 2007’de öldü babam. 
Ben de o tarihten sonra kör oldum. 
Koskoca evrende sanki yapayalnız, bir tek ben kaldım. 
Yalnızlık kör edicidir çünkü ve ben kör oldum. 
Kasap Ethem’in oğlu Muammer Yavaşlı, nam-ı diğer “Aşçı Muammer”, 26 Ağustos 2007 Pazar günü ikindi sıralarında 77 yaşında hayata gözlerini yumdu. 

1 Mart 2005’te annemin ölümünden sonra onu en çok 22 Temmuz seçim sonuçları üzmüş, kahretmişti. 

Hayat, artık taşınması giderek güç bir yük halini almıştı yorgun yüreğinde. 
46 yıl, dile kolay tam 46 yıl aşçılık yapmıştı. 
Çalışkan bir esnaf olmasıyla özellikle Manisa-Muradiye’de nam salmıştı. 
Oralarda onu kime sorsanız, “Çok ekmeğini yedik, iyiliğini gördük” diyeceklerdir size. 
Gerçekten de öyleydi: 
Kiminin meslek sahibi olmasına, kiminin düğün dernek yapmasına, kiminin dükkân açmasına yardım etmiş biriydi. 

O şimdi tam bir yıldır Manisa’nın Muradiye beldesi mezarlığında, babasıyla birlikte yatıyor. 
Öyle istemişti. 
Ölümünden birkaç ay önce, birlikte yaptığımız bir mezarlık ziyaretinde, babasının, yani dedemin mezarının yanı başında, “Öldüğümde beni de buraya, babamın üstüne gömün,” dedi. 
Vasiyetini yerine getirdik biz de…

Başlarda yazıp çizmeme pek kulak asmamıştı rahmetli. 
Ancak sonraları, özellikle "Ben Mustafa Kemal" adlı kitabımın çok tanınıp bilinmesi karşısında yazarlığımın bir işe yaradığını görmüş, bundan gurur duyduğunu birkaç kez -yarım ağızla da olsa- dile getirmişti. 

Adı bazı kitaplarımda geçiyor, “Aşçı Muammer usta” diyerek… 

Tanrım, bazı babalar ne çok şey öğretirler çocuklarına! 
İnsan ilişkilerini, para kazanmayı, eve ekmek götürmeyi, verdiği sözleri tutmayı, dostu düşmanı doğru tasnif etmeyi… 
Okullar öğretmez bunları; ne ilkokul ne lise, ne de üniversite! 

Can Yücel de bir şiirinde “Hayatta ben en çok babamı sevdim” der, hatırlayanınız olacaktır. Hayatta en çok babasını sever, çünkü hayata dair hemen hemen ne varsa hep ondan öğrenmiştir. 

Şiir sanatımızın en güzel örneklerinden biri olan o şiirin son bölümü şöyledir:
“…En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim,
Hayatta ben en çok babamı sevdim.”

 * * *

Aşçı Muammer gözümüzdeydi, gönlümüze düştü. 
Orda, dünyanın en güzel, en verimli ovasının topraklarında, sevdikleriyle birlikte yatıyor artık. 
Bize anıları kaldı. Hayata dair devrettiği deneyimleri kaldı. 
“Hayatın doğru bir yerinde durup doğru yaşamak, açık sözlü olmak, dürüst davranmak” düsturu kaldı. 

Sen çok yaşa Aşçı Muammer, çok yaşa!

26 Ağustos 2008

 
Geri dön 

Ana Sayfa




0 Yorum - Yorum Yaz
 
Aydoğan Yavaşlı'nın bazı kitapları
Arkadaş Hikâyeleri
Arkadaş Hikâyeleri, arkadaşlığın, dostluğun, sıcacık merhabaların, içtenliğin hikâyeleri.. Dostluğun bir yeşil yaprak olduğunu bilenlerin, o yaprağa su verenlerin kısacası bakımını yapabilenlerin hikâyeleri... Aydoğan Yavaşlı, çocuk ve ilkgençlik edebiyatımızın en verimli yazarlarından biri. Bu kuşağı çok iyi tanıyor; hüzünlerine, sevinçlerine, o güzel telaşlarına hiç yabancı değil.
 
Atatürk'ün Yurttaşlık Bilgileri
Gazi Mustafa Kemal, 18 Eylül 1931 tarihli mektubunda Başbakan İsmet İnönü’ye bu kitap için, “…yazılırken ve yazıldıktan sonra bizzat alakadar oldum…” demektedir.

“Atatürk’ün Yurttaşlık Bilgileri”; Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün çağdaş uygarlık düzeyi ile neyi amaçladığını, Ulus, Türk Dili, Ahlak, Ulusal Duygu, Devlet, Devlet Biçimleri, Cumhuriyet gibi kavramları nasıl algıladığını Aydoğan Yavaşlı’nın günümüzün diliyle gençlerimiz için anlattığı yararlı bir çalışma....
 
Ben Hasan Tahsin
"Ben Hasan Tahsin", tarihin yeniden ama nesnelliğine alabildiğine dayanılarak üretildiği bir roman.
Yayınlarımız arasında çıkan "Ben Mustafa Kemal"den sonra ulusal bağımsızlık için işgalci ve sömürücülere ilk kurşunu atan "Ben Hasan Tahsin"i de yazmak, yurdunu ve ulusunu seven, bunu kalemiyle kanıtlayan Aydoğan Yavaşlı için bir zorunluluktu....
 
Ben Mustafa Kemal
BEN MUSTAFA KEMAL'i okudum. Çok heyecanlandım.
Gerçekten de hepimiz birer Atatürk olmalıyız.'
Onur Çalışkan
(Anadolu Lisesi, 7.Sınıf)

'Yaşamöyküsünü kendinden dinlemek gibi bir şey.
Karşılıklı oturup konuşmuşuz sanki. Harika bir kitap!'
Pınar Yıldız
(İlköğretim 5.Sınıf)

'Atatürk'ün başından neler geçmiş, neler!'
Berkay Anar
(İlköğretim 3.Sınıf)

'BEN MUSTAFA KEMAL'i sınıfça okuduk. Yazarı Aydoğan Yavaşlı'yı kutluyoruz. İlginç bir roman yazmış.'
Özlem Doğan
(İlköğretim 4.Sınıf)

'Biz çok şanslı insanlarız. Başka kimin Mustafa Kemal'i var ki. O, çağının ve gelecek çağların en büyük devrimcisi.'
Ekin Vatansever
(İlköğretim 6.Sınıf)

Bazı kitaplar okunduktan sonra kitaplığımızdaki yerini alır.
BEN MUSTAFA KEMAL'i ise dönüp dönüp okuyorum.'
Mustafa Kalecik
(Lise 2.Sınıf Öğrencisi)
 
Ben Öğretmen Kubilay
"Ben Mustafa Kemal"... "Ben Hasan Tahsin"... Şimdi de Cumhuriyet devrimlerinin bekçisi "Ben Öğretmen Kubilay"... Üçünün de ortak özelliği, "dünyayı ele geçirmek isteyen emperyalizme ve her türden gericiliğe" karşı savaşmaları... Yurt ve ulus sevgileri... Dünya'da ve Türkiye'de birçok şeyin yeniden şekillendirilmek istendiği, emperyalizmin "küreselleşme" söylemleriyle Dünyanın her yerini yeniden paylaşmaya başladığı, çıkarları için hak hukuk tanımadığı böyle bir zamanda, yurdunun bağımsızlığı ve ulusunun onuru, namusu için savaşan kahramanların yaşam öyküleri daha büyük önem taşıyor. Aydoğan Yavaşlı, ulusal kültür savaşını kendi cephesinden sürdüren, edebiyatımızın en verimli yazarlarından biridir. Bir roman yapısı içinde kaleme aldığı bu kitabı da diğerleri gibi çok okunacak, hakkında çok konuşulacak, çok yazılacaktır....
 
Bir Küçük Deniz (El Yazısı)
Bir Küçük Deniz, okuma ve yazmayı henüz sökmüş Deniz'in ailesi ve okul çevresiyle yaşadıklarını konu edinen beş kitaplık bir seridir. Yaşadıklarından bir şeyler öğrenen Deniz, öğrendiklerini kendi hayatına da uyguluyor. Böylece hayatını daha yaşanılır, daha renkli ve anlamlı kılıyor.
Bulut Yayınları, yaşadıklarına anlam katma uğraşındaki çocuklarımıza Bir Küçük Deniz'i kazandırmakla gelecek kuşakların aydınlığına ortak olmak istiyor.
Bütün çabamız, bu!  (Tanıtım Bülteninden)
 
Bir Sokağın Hikayesi
Kentlerden bir kent... O kentin onlarca semtlerinden biri... Orda bir sokak... Yan yana evler, dükkanlar ve birbirine karışan sesler...'13»Ercan böylesi bir sokakta yaşıyor; ailesiyle, komşularıyla, okul çevresiyle... Onun çocukça gözlemlerine masum ilişki...
 
Bir Yürekte Bin Özlem
Bu kitap, küçücük yüreğinde çok büyük özlemler yaşatan bir çocuğun romanıdır. 1955 Manisa doğumlu Aydoğan Yavaşlı, çocuk ve ilk gençlik romanlarında ustalaşmış bir yazar olarak roman kahramanı Alper'in kişiliğinde hepimizin özlemlerini yaşatıyor; yurt, a...
 
Deniz Hasta Oldu (Düz Yazı)
Bir Küçük Deniz, okuma ve yazmayı henüz sökmüş Deniz'in ailesi ve okul çevresiyle yaşadıklarını konu edinen beş kitaplık bir seridir. Yaşadıklarından bir şeyler öğrenen Deniz, öğrendiklerini kendi hayatına da uyguluyor. Böylece hayatını daha yaşanılır, daha renkli ve anlamlı kılıyor.
Bulut Yayınları, yaşadıklarına anlam katma uğraşındaki çocuklarımıza Bir Küçük Deniz'i kazandırmakla gelecek kuşakların aydınlığına ortak olmak istiyor.
Bütün çabamız, bu! (Tanıtım Bülteninden)
 
Deniz Piknikte (Düz Yazı)
Bir Küçük Deniz, okuma ve yazmayı henüz sökmüş Deniz'in ailesi ve okul çevresiyle yaşadıklarını konu edinen beş kitaplık bir seridir. Yaşadıklarından bir şeyler öğrenen Deniz, öğrendiklerini kendi hayatına da uyguluyor. Böylece hayatını daha yaşanılır, daha renkli ve anlamlı kılıyor.
Bulut Yayınları, yaşadıklarına anlam katma uğraşındaki çocuklarımıza Bir Küçük Deniz'i kazandırmakla gelecek kuşakların aydınlığına ortak olmak istiyor.
Bütün çabamız, bu!  (Tanıtım Bülteninden)
 
Deniz'in Köpeği Linda (El Yazısı)
Bir Küçük Deniz, okuma ve yazmayı henüz sökmüş Deniz'in ailesi ve okul çevresiyle yaşadıklarını konu edinen beş kitaplık bir seridir. Yaşadıklarından bir şeyler öğrenen Deniz, öğrendiklerini kendi hayatına da uyguluyor. Böylece hayatını daha yaşanılır, daha renkli ve anlamlı kılıyor.
Bulut Yayınları, yaşadıklarına anlam katma uğraşındaki çocuklarımıza Bir Küçük Deniz'i kazandırmakla gelecek kuşakların aydınlığına ortak olmak istiyor.
Bütün çabamız, bu!  (Tanıtım Bülteninden)
 
Ercan ile Dodo Serüvenden Serüvene
Dodo bu kez Ercan'ı Tarzan'la, Robin Hood'la, Kaptan Spock'la tanıştırır. '13»Çöl sıcağında yanan bir Amerikan kasabasında kötülerle mücadele eder. Ercan kasabanın Şerifi'nin yardımcısıdır artık.'13»Bu kitap size macera dolu, bir solukta okuyacağınız gizem dolu günler sunuyor....
 
Ercan İle Dodo'nun Serüvenleri
Her şey Ercan'a babasının bir bilgisayar almasıyla başlar. «13»Gizemli güçlere sahip Bilgisayar'ın adı Dodo'dur. Ercan ile Dodo dizinin ilk serüveninde zaman ötesine yolculuk yaparlar. Dodo Ercan'ı 1920'li yıllara, Kurtuluş Savaşı zamanına götürür. Ercan, Ulusal Kurtuluş Savaşı'mızda düşmana karşı Mehmetçiklerimizle aynı saflarda savaşır. Kağnılarla cepheye mermi taşır. Gizem dolu bir yolculuk. Macera yüklü, bir solukta okuyacağınız eşsiz bir öykü kitabı.
 
Eşekler Karaborsa
"İroni, belirtisini tanıyabilen toplumlarda dilin zaferi haline gelebilir."
Aydoğan Yavaşlı, yazdığı türü önemseyen, önemsediğini üslubuyla, titizliğiyle, "dil tadı"yla kanıtlayan bir yazar. Yayınlarımız arasında çıkan diğer kitapları, bu iddianın en somut kanıtlarıdır. Bu kitapta yer alan hikayelerde hemen her okurun hemen farkına varacağı, şudur:
İroni, bir dil şöleni haline getirildiğinde gerçekten etkili oluyor. İnsanı hayatın sunulan değil, gerçek yüzüyle karşı karşıya getiriyor....
 
Gece Defteri
Canan, lisenin son sınıfına devam eden genç bir kız. Adını "Gece Defteri"^koyduğu bir deftere yaşadıklarını, ailesini, okul ve arkadaş çevresini, bunlarla ilişkilerini yazıyor. Kendini zaman zaman çok yalnız hissetse de yaşama olan inancı onu daima güçlü kılıyor. Gece Defteri, bildiğiniz türden bir ilkgençlik romanı değil.
Şimdi karşınızda dolu dolu, taşan bir yaşam örneği var. Canan'ın insani serüveni hüzünlerle, sevinçlerle öyle sarmaş dolaş ki, herkes kendinden bir şeyler bulabilir. Bu yüzden işte, okuyun Canan'ın serüvenini... O, belki biraz siz, belki bir yakınınız, belki bir dostunuz...
 
Işık Hızıyla Mars'a Yolculuk
Deniz ile Cansu sınıf arkadaşıdır ve aynı sokakta oturmaktadırlar. bir gün sokağa Bilim bey adında bir uzay araştırmacısı taşınır. Cansu ile Deniz'in merakları, onları Mars'a yolcu etmeye yetecektir. Bilim beyin asistanı olarak Mars'a yaptıkları yolculuk soncunda evrenin birçok gizini de çözme fırsatını yakalarlar. Fakat bu gizleri çözmenin bir bedeli vardır: Heyecan!...
 
Kırık Melek Heykelleri
Kırk yedi yaşında yirmi yedi kitaba imza attığını vurgulayan öyküleştiriyor. Kişi, başkalarının yaşamını yazarken alabildiğine özgür hisseder kendini; ama sıra kendi yaşamını yazmaya gelince, kalemini özgürce kullanmaktan kaçınabilir. Yazar, kendi yaşamını yazarken de içtenlikten uzaklaşmamalıdır. Ne kadar içtenseniz o kadar inandırıcı olursunuz. Aydoğan Yavaşlı bu yazma kuralını bildiği için, kendi öyküsünü de tüm içtenliğiyle kaleme almış. Onun anlattıklarını severek okuyacağınıza inanıyor ve mutlaka okunmasını öneriyoruz. Çünkü, okur olarak bir yazarın yaşamına tanıklık etmek de azımsanmayacak bir ayrıcalıktır....
 
Kolej Günlüğü
Aydasu Doğan hayatın eşiğinde kolejli bir genç kız. Yaşadıkları, onu hayatla çok çabuk yüzleştiriyor. Bir yanda kendisiyle boğuşuyor. Öte yanda çevresini saran sorunlarla boğuşuyor.
Aydoğan Yavaşlı, günlük tarzında yazının kendini kanıtlamış bir yazarı... Bu bakımdan Kolej Günlüğü dil tadının, üslup ve kurgu ustalığının doruklarında bir kitap.
 
Linda
Linda, bildiğiniz, sıradan bir köpek değil.. Ailesi, kemikleri ve düşleri var. Bir kamera titizliğinde tarıyor çevreyi. Yaşadıklarından bir anlam çıkarıyor. Ona en anlamlı gelen ise, sevgi... Ne yapıyorsa sevgiye, sevginin sıcaklığına ulaşmak için yapıyor.
Ailesine sımsıkı bağlı. Onları gayet iyi anlıyor. Ancak sevgilerin en güzelini bulunca, yüzünü o yana çevirmekten de alıkoymuyor kendini....
 
Maceralar Beklenmez
Hayat müthiş bir macera, müthiş bir icattır. Yazlıklarında can sıkıntısından patlayacak duruma gelen kahramanlarımız Alper, Ece ve Mert'e denizin ortasındaki gizemli ada öyle bir macera sunuyor ki, buracıkta anlatacak gibi değil. Tıpkı hayat gibi...
Aydoğan Yavaşlı, artık çocuk ve ilkgençlik edebiyatında kendini kanıtlamış, adından sıklıkla söz ettiren bir yazar. Okurlarının nasıl bir hayat istediğini ve hangi maceraları sevdiğini, neleri yaşamaktan tat aldığını çok iyi biliyor. Ama onun bir başka özelliği de, akışkan dili ve insanı bir anda sarıp sarmalayan üslubu...
 
Ne Alâka - Mizah Hikayeleri
Ne Alaka, A. Yavaşlı' nın üçüncü mizah kitabı. Yavaşlı, şekere buladığı mermileri gene hayatın gülünesi, bir anlamda da düşünülesi yanlarına gönderiyor. Bu, kimi zaman bir sanatçının yaşadığı trajikomik öykü oluyor, kimi zaman da sıradan insanların gündelik kaygılarının, sevinçlerinin pek açığa çıkmayan dili... Umberto Eco'nun "ironi, belirtisini taşıyabilen bir toplumda dilin zaferi haline gelebilir" özdeyişine uyan Yavaşlı, mizahı dil, kurgu, mesaj şölenine dönüştürmeyi -doğrusu başarıyor. Ne Alaka, şiddetin bir dil haline getirilmek istendiği ülkemizde, ülkemiz insanına zekice bir gülücük çiçeği sunuyor. Bu çaba, olsa olsa kutlanır! (Arka Kapak)
 
Sevgi Hikayeleri
"Sevgi Hikayeleri", en yalın haliyle sevginin, sevgilerin kitabı…
Kim ki insanları, kentini, yurdunu ve dünyayı sever, sevginin bu geniş evreninde onun da yeri vardır. Çocukların yüreklerine en çok yaraşan duygunun adıdır sevgi. Onları büyüten, sevgidir, sevginin zengin evrenidir.
Çocuk ve ilkgençlik edebiyatımızın en verimli kalemlerinden biri olan Aydoğan Yavaşlı, kısa fakat insanı yüreğinden yakalayan vurucu hikayeleriyle gene okurlarını sevindirecek.
Bulut Yayınları olarak bize düşen, bu güzel sevinçleri ilköğretim çağındaki okurlara iletmekti. "Sevgi Hikayeleri"yle bunu yaptığımıza inanıyoruz....
 
Sıkıyönetim İneği
Sert bakışlı, keskin gözlemci, kaleminden kan damlayan bir güldürü yazarı: Aydoğan Yavaşlı. Doğrusunu söylemek gerekirse, yaptığı 'mizah' kimselerin 'mizahı'ına benzemiyor. Üslubu da öyle. Kelimeleri seçerken gösterdiği titizliğe siz de tanık olacaksınız.
Yavaşlı'da sıradan kelimeler, birden yapısal değişikliğe uğrayarak güldürünün o eşsiz büyüsüne giriyor, başka anlamlar kazanıyorlar. Yavaşlı'nın bir başka özelliği de sanatımızın her türünü ve her türün sanatçısını kimi zaman 'topa tutup' kimi zaman da 'ti'ye alarak güldürü sahnesine çıkarması ve sergilemesi....
 
Sitedeki Labirent
Çocuklara öykü anlatmanın ustalığını elinde tutan Aydoğan Yavaşlı, bu yeni yapıtında da aynı beceriyi sürdürüyor. Kahramanı içimizden biri: Bir sitede yaşıyor, annesi çalıştığı için evde yalnız. Neyse ki, sevimli bir köpeği var. Ama onun da dili yok, konuşmuyor; yalnızca kuyruk sallıyor ve havlıyor. Kahramanımızınsa can sıkıntıdan kurtulması gerekiyor. İşte bu sırada, sitenin bir gizini keşfediyor: Labirenti... Hemen ekibini kuruyor ve... Heyecan dolu serüven başlıyor!
"Sitedeki Labirent" belki de sizi anlatıyor; okuyun, kendiniz karar verin....
 
Talan Yorgunları
"Son yıllarda tantıştığımız öykücüleirn biçim arayışlarıyla dolu, gitgide uzayan cümlelerle kurulu, kapalı anlatımlardan epeyce farklı bir anlatım diline sahip Talan Yorgunları." "...yapıtın dili, kolay okunan, okuyucuyu zorlamayan, zahmete sokmayan bir özelliğe sahip. Ancak bu anlatımın kimi zaman popüler kültür diline çokça yakınlaşmış biçimi, bir edebiyatsever olarak alabileceğimiz tatları tehlikeye düşürüyor. Talan Yorgunları'nın bu nedenle çok ince bir çizgide dengede durmaya çalışıyormuş gibi." Özellikle mi seçilmiş bilemdiyoruz ama toplumsal bir çeşitlemeyi korumak ister gibi her kesimden insanın öyküsü var Talan Yorgunları'nda. Gündelik yaşamlar, paylaşılan sırlar, yükselen değerlerin önlenemez egemenliği, umutsuz aşklar, masum çocuklar oyunları Yavaşlı'nın okuyucuya tuttuğu çok renkli bir ayna gibi bir bir ve yeniden yansıyor. Şaşırmadığınız, kendinizden ya da yakın çevrenizden bildiğiniz görüntüler. Her gün içinde kayığ gittiğimiz insan seli içinde birbirimize değdiğimiz ölçüde ortaklaşa bildiğimiz anlar, olaylar ve onların yansmaları. Kısacası yaşam yorgunu insanların öyküleriyle oluşmuş bir dünya." 
-Füsun Öztürk Baysan- İnkılap kitabevi, sizi üretken bir yazarla tanıştırmak için "iyi bir fırsat" yaratıyor, Talan Yorgunları'nın ikinci basımını gururla yayımlıyor. "Aydoğan Yavaşlı'nın tuttuğu çok renkli aynada biz de var mıyız?" diye merak edenler için... (Arka Kapak)
 
Tatil Günlüğü
"Tatil, insanın hiçbir işe yaramadan boş boş oturması, denize girip serinlemesi ya da bilinçsizce gezip tozması demek değildir. Kafası ve yüreğiyle yaşayanlar için tatil, yeni şeyler yaşamak, bilgi ve görgüyü arttırmak, kültürel besinden payına düşeni al...
 
Tatiller Çabuk Biter
Yoğun geçen bir öğretim yılından sonra, tatile çıkan bir ailenin romanı. Çocukları Alper ve Doğu tatil süresince maceradan maceraya koşarlar. Yakın arkadaşları Senem ile birlikte bir tarihi eser kaçakçılığını ortaya çıkarırlar.Heyecanın doruklarda gezdiği, soluk soluğa okuyacağınız bir kitap.
 
Yazlar Da Geçer
Son romanı Yazlar Da Geçer eserinde Çaldağı mücadelesi de konu ediliyor.
Sevginin ancak emek verilerek yaratılıp yaşatabileceği ve istenilirse her koşulda sürdürebileceği anlatılan kitabın sonunda, romanın kahramanı Gözde, İstanbul’dan tekrar Turgutlu’ya dönme kararı veren Kerim’e şöyle diyor: "Hani şu Çal Dağı var ya, yabancılara verilen… Çal Dağı’nın sülüklere peşkeş çekilmesine karşı durmanı istiyorum. Sana yakışan budur bence. Bunu yaparsan, dostluğumuz sürüyor demektir. O güzel topraklara sahip çıkmalısın. Çıkanların yanında olmalısın. Öyle yapacağını da biliyorum. Çünkü bütün bunları bana zaten sen öğretmiştin. Sana teşekkür ederim, bana verdiklerin, öğrettiğin her şey için..."
 


İŞTE GERÇEKLER

Nikel ve nikel bileşimlerinin kesinlikle
kanser yapıcı etkileri olduğu saptandı!

 

 Çaldağı’nda uygulanacak sülfürik asitle liç yöntemi nedeniyle 
topraklarımızı
‘çevre felaketi’, insanlarımızı ‘kanser tehdidi’ bekliyor!

Bugüne kadar sadece sülfürik asitle nikel madeni çıkarmanın çevre felaketi yaratacağını biliyorduk. Ancak ulaştığımız yeni bilgiler ve elde ettiğimiz rapora göre; nikel ve nikel bileşimlerinin insan sağlığı için kanserojen etkisine sahip olduğu ortaya çıktı.

Ulaştığımız bilgi ve elde ettiğimiz belgeler, Turgutlu’nun durumunun Bergama’dan da daha vahim olduğunu ortaya koyuyor. Çünkü, siyanür bir süre sonra etkisini kaybedebiliyor ama, nikel ve nikel bileşimlerinin doğadaki varlığı ve zararlı etkileri yüzyıllar sürebiliyor. Nikel tozları ve nikel bileşimlerinin toksit ve kanserojen etkisi nedeniyle, bir bebek daha anne karnındayken bile etkilenerek, kanser ve diğer sağlık sorunlarına maruz kalabiliyor.”

ABD’nin “İnsan Sağlığı ve Hizmetleri Dairesi Halk Sağlığı Servisi-Toksit Maddeler Hastalık Kayıt Merkezi” tarafından 2005 yılında yayımlanan “Halk Sağlığı Bildirisi”, insanları bekleyen korkunç tehlikeyi ortaya koyuyor. Amerika Çevre Koruma Dairesinin talebiyle hazırlanan raporda, insanlarda nikele maruz kalmanın kanser riski taşıdığı vurgulanıyor.

 

Gerçekleri ne kadar saklayabilecekler?

 
 İşte 2005 yılında ABD’de yayımlanan Halk Sağlığı Bildirisi
 

ABD’nin “İnsan Sağlığı ve Hizmetleri Dairesi Halk Sağlığı Servisi-Toksit Maddeler Hastalık Kayıt Merkezi” tarafından 2005 yılında yayımlanan “Halk Sağlığı Bildirisi”nde nikel tozu ve nikel bileşimlerine maruz kalan insanları bekleyen tehlikelerin neler olduğu konusunda şu bilgiler yer alıyor:

Bu “Halk Sağlığı Bildirisi” nikel ve nikele maruz kalma konusunda bilgi vermek için hazırlanmıştır. Amerika Çevre Koruma Dairesi, Amerika’daki en ciddi şekilde tehlikeli atık sahalarını belirleyen bir araştırma yapmıştır. Bu sahalar öncelikli toksik sahalar listesine konmuştur. Güncel ve geçmişteki toksik 1662 sahanın en az 882'sinde nikel bulunmuştur.

Nikelin toksik yaptığı sahaların gerçek sayısı bilinmemekle beraber, gelecekte incelenecek sahalarda bu sayının artacağı ihtimali vardır. 

Bu bilgi çok önemlidir. Çünkü bu sahalar sizin gelecekte nikele maruz kalmanızın sebebi olabilir. Nikel, atmosfere nikel madeninin çıkarılması, zenginleştirilmesi veya kullanılması sırasında bu işleri yapan endüstriler tarafından salınmaktadır. Bu endüstriler tarafından nikel bazen toz şeklinde havaya ve toprağa, bazen de atık su, yerüstü ve yeraltı sularına karışmaktadır.

 

NİKEL ÇEVREYE GİRİNCE NE OLUR?
Çevreye giren nikelin çoğu toprağa bağlanır.
Asitli şartlarda (Çaldağı gibi), nikel daha seyyardır ve kolaylıkla yer altı sularına da sızar
.

NİKELE NASIL MARUZ KALIRIZ?
 Nefes alırken, bir şey yer veya içerken nikel veya nikel bileşimlerine maruz kalabilirsiniz.
 Toprakla deri teması, banyo veya duş alırken,
 Doğmamış çocuklar anne karnında iken ve anne kanından,
 Küçük çocuklar anne sütünden nikel ve nikel bileşimlerine maruz kalabilirler.

Biz çoğunlukla nikelin hangi formuna maruz kaldığımızı bilemeyiz. 
Amerika’da şehirlerde ve köylerde avaraj nikel konsantrasyonu 7 ile 12 nanogram arasında değişir. Buna rağmen eğer Amerika’da nikel process eden endüstrilere yakın yaşıyorsanız, bundan daha fazla nikel konsantrasyonuna maruz kalabilirsiniz. Amerika’da nikel madenciliği yapılan yerlerdeki içme sularında, şehirdekilerden 10 misli kadar daha  çok nikel bulunmuştur. Toprak genellikle milyonda 4 ile 8 nikel ihtiva eder. Buna rağmen Amerika’da nikel madeni çıkaran ve işleyen endüstrilere yakın yerlerdeki topraklarda,  bunun 1000 misli fazla nikel bulunmuştur.

NİKEL SAĞLIĞIMIZI NASIL ETKİLER?
Nikel proses işletmelerinde, nikel bileşimlerinin tozuna maruz kalanlarda aşağıdaki ciddi rahatsızlıklar görülmüştür:
 Kronik bronşit
 Akciğer yetersizliği
 Akciğer kanseri
 Burun ve sinüs kanserleri


Milletlerarası Kanser Araştırma Kurumu, bazı nikel bileşimlerinin kanserojen (kanser yapıcı) olduğu konusunda kesin karara varmıştır. Aynı kurum, metalik nikelin de büyük bir ihtimalle kanser yapıcı olduğunu bildirmiştir. Bu kararlar, laboratuar hayvanları üzerinde yapılan deneyler ve nikele maruz kalan insanlarda ortaya çıkan hastalıkların tespiti sonucunda verilmiştir.

KEL ÇOCUKLARI NASIL ETKİLER
Bu kısım da ana karnına düşmeyle 18 yaş arası çocuklar ele alınmıştır.
Nikelin zararlı etkilerinin yetişkinlerle çocuklar arasında farklı olup olmadığını bilmiyoruz.
Ana karnındaki çocuklarla ilgili çalışmalarda kesin neticeler alınamadı. Ancak laboratuar hayvanları üzerinde yapılan denemeler, yeni doğan yavruların ölüm oranlarının arttığını gösteriyor.

NİKELE MARUZ KALINDIĞINI GÖSTEREN TIBBİ BİR TEST VAR MIDIR?
Evet vardır. Ama maalesef bu testler nikele maruz kalmanın yaratacağı sıhhi zararları kesin olarak önceden tahmin etmemize faydası olmuyor.

NİKELİN ÜREMEYE ETKİLERİ NELERDİR?
Laboratuar hayvanlarına ağız yolu ile nikel verilerek birçok deney yapılmıştır. Bu deneylerden nikelin testislere zarar verebileceği, sperm sayısının azaldığı ve anormalliklerinin çoğaldığı öne sürülebilir. İnsanlar için bunun doğru olmayacağı görüşleri de vardır. Şu anda bu konuda kesin bir şey söylemek mümkün değildir.

Raporun orijinaline ulaşmak için   Web Site adresi: http://www.atsdr.cdc.gov   

  Haberin link adresi: http://www.atsdr.cdc.gov/toxprofiles/tp15-c1-b.pdf   

Sonraki sayfa:    Sülfürik asit nasıl bir tehdit?  

 
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

                          

Sivas'ta yakılan 37 can 

 

 

 

37 caη, 37 gül 
Kavrulmuşlar susuzluktaη 
SİVAS'ıη içiηde. 
Döηe döηe 
Semah yapaηlar tutuştu öηce, 
Soηra türküler, soηra da şiir 
Çığlıksız düştü 
Türküleriη yaηı başıηa...

Zaman yangın yeri, zaman dilsiz, zaman karanlık... Artık ağlamak değil, susmak daha beter... Gecenin sağırlığına isyan ediyor ışık... Demlenişi günlerin, sesin doğumunu bekler... Kapı aralığından süzülmeye başladı ışık... Fısıltı, dilsiz bir şair oldu karanlığa... Kör bir kemancı zaman, serenat okumakta güneşe... 

          ASIM BEZiRCi: 66 yaşında araştırmacı, yazar.  1928'de demiryolu işçisi Hamdi Bey'le ev kadını Refika Hanım'ın tek çocuğu olarak dünyaya gelen Asım Bezirci,üniversite yıllarinda sosyalizmle tanışır. Türkiye Sosyalist Partisi'ne girer. Bezirci, 67 yıllık yaşamına, bir insan ömrüne esit uzunlukta 70 kitap sığdırdı. 
          BEHCET AYSAN:
 44 yaşında, şair. Toplumsal gerçekleri kırık ve duygulu bir tonla okuyucusuna ulaştıran Behçet Aysan, 1946 yılında Ankara'da dogdu. 1979'dan bu yana cesitli dergilerde siirleri yayinlanan Aysan'in siir kitaplarindan "Sesler ve Kuller" “Nadir Nadi” ödülü, "Karsi Gece" ve "Eylul" Ceyhun Atif Kansu Siir ödülü, "Deniz Feneri" Abdi Ipekci Dostluk ve Baris ödülü'nü aldı. Behçet Aysan, yaşamı boyunca katıldığı demokrasi mücadelesinin güçlüklerini bilinçle göğüsleyen bir şairdi. Yaşamının son döneminde Nükleer Savaşın önlenmesi için Hekimler Demeği'nde (NÜSHED) Yönetim Kurulu üyeliği yapan Aysan, Ankara Tabip Odası ilc Genel Sağlık - Iş Sendikası üyesiydi. Ayrica Edebiyatçılar Derneği'nin kuruluşuna da katılarak Genel Yönetim Kurulu'nda yer aldı. 
        METiN ALTIOK: 52 yaşında, şair, yazar. Kendini şiire adamıştı. Şair olmanın günün tehlikesini bir sis çanı gibi duyurmak olduğunu vurgulayan bir şair Altiok  13 Ocak 1991 tarihinde “Cemal Süreya Şiir Ödülünü” aldığı gün, "Ben hayatla tam anlamiyla karsi karsiyayim. Aydın olmak muhalif olmayi gerektirir. Aydın karsi koyan insandır, kafa sallayan insan degildir," diyordu.. 
          HASRET GÜLTEKiN: 22 yaşında şair, sanatçı, şelpe tekniğinin önderi. 1 Mayis 1971 yılında Sivas'ta dogdu. Alti yasinda saz calmaya basladı. 11-12 sahnede saz calan kucuk bir oznadı artik. Kadıkoy Anadolu Lisesi mezunu sanatci, 1980'li yillardan itibaren muzikle kendi uslubuyla agirlikli olarak yer aldı. Arif Sag, Muhlis Akarsu, Yavuz Top ve Musa Eroglu'na olan hayranlığıni gizlemiyor ve baglamasini onlar kadar ustaca kullaniyordu. "Nevroz" isimli Kürtce bir kasette yapti. Kürtce ezgileri enstrümantal olarak yorumlayan ender sanatcilardan biridir. Bu kasette 3 telli sazla gelistirilmis "celpe" ismini verdiği yeni bir yöntem gelistirmisti.
          NESiMi CiMEN: 67 yaşında, şair, sanatçı üç telli curanın son ustası. 1931 yılında Adana’nın Saimbeyli Kazası`nın Fatmakuylu Köyü’nde doğdu. 1941 yılında on yaşındayken ailesiyle birlikte Kayseri’nin Sarız kasabasına bağlı İncemağara Köyü’ne göçtü. Oniki yaşında heveslenerek cura çalmaya başladı. Bulunduğu ortamda Alevi deyişlerini öğrendi ve çevresinde, kendine özgü yorumlarıyla ilgi gördü. O günden ölümüne kadar curasını elinden bırakmadı, Cimen,Curasıyla birlikte iki Temmuz 1993’te Sivas’ta yandı. Yoksul bir Kürt aileden gelen Cimen. daha çocuk yaşta hayatını çalışarak kazanmaya başlar.Daha sonralari yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi ile tanıştı ve bu partiye üye oldu. TİP’in düzenlediği bir çok  gecede kendi demelerini ve Alevi deyişlerini çalıp söyledi. 1984’ten 1987 yılına kadar İsveç’te yaşadıktan sonra, orada oturma hakkı olmasına rağmen ülkesine döndü.Türkiye’de eserlerini yayınlamak isteyen Cimen, "acılarımı dile getireyim“ dediği eserleri zaman geçmeden yayınlanır. Nesimi Cimen eserleriyle sevenlerine ulaşır. 
          MUHLiS AKARSU: 45 yaşında, sanatçı.  1948 yılında Sivas'ta doğdu. 1980'li yıllarda türkülerinden dolayı üç yıl cezaevinde yattı. Bektâşî ve Cem Cemaatlerinde yörenin Dede'lerden ve ozanlarından etkilendi. Akarsu, bağlamaya küçük yaşlarda başlar. Şiirler, deyişler ve nefesler kurarak yaşadığı toplumun kültürüne zenginlik kattı. 1960'lıi yıllarda dönemin etkili ozanları Ali İzzet, Mahzûnî Şerif, İIhsânî'lerin içerisinde yer aldı.
1980'li yılların başlarında Alevî Dedeleri'ni, çaldığı kısa kollu bağlamayı gündeme getiren halk müziğinin niteliğini yükselten Muhabbet Gurubu'nun (Arif Sağ, Muhlis Akarsu, Yavuz Top, Musa Eroğlu) oluşum fikri Akarsu'dan çıkmıstır. Muhlis Akarsu, her yıl yapılan Hacı Bektaşi, Abdal Musa, Veli Baba, Pir Sultan vb. Alevî toplumunun kültürel etkinliklerine katılırdı. Akarsu `nun TRT repetuarlarında ellinin üstünde eseri vardır. Yüzden fazla 45'lik plak, 4 uzunçalar, 20 kadar ses kaseti bulunmaktadır. 
          MUHiBE AKARSU : 35 yaşında, Muhlis Akarsu'nun eşi 
          GÜLENDAR AKCA : 25 yaşında. Divriği`nin Şahin Köyü`nden Ankara'ya uzanan,2 Temmuz 1993 tarihinde Sivas'ta Madımak Otelinde sona eren 25 yıllık bir hayat Gülender Akça'nıin hayatı. Gülender Akça'nın toplumsal kimliğini en iyi anlatan sözler de Ağabeyinin sözleri olmalı: " Herşeyden önce insana insanca muamele edilmeyen, hak ettiği değeri verilmeyen baskının, zulmün, işkencenin, irticanın yoğun olduğu bir dönemde yaşadı. Bu nedenle haksızlığa, zulme, irticaya karşı insan haklarından, demokrasiden, laik düşünceden yana tavıir koydu. Bu anlamda duyarlı bir toplum yaratma çabasında kardeşçe, insanca yaşamak için, insan olmanın onuru ile yaşamak isteyen milyonlarca insandan biri olmak için çaba sarfetti..."  
          AHMET ALAN: 22 yaşında 
          MEHMET ATAY: 25 yaşında, gazeteci. 1968 baharında, Divriği'nin gönderen Köyünde dünyaya gelen Mehmet Atay,üniversite yıllarından itibaren fotoğraf sanatına büyük bir tutkuyla bağlanır. Yaşamını, çektiği fotoğraf kareleriyle güzelleştirmeye calisiyordu..  
          SEHERGÜL ATES: 30 yaşında. 1963 Ankara doğumlu olan Sehergül, Açık Öğretim Fakültesi öğrencisiydi...  
          ERDAL AYRANCI: 35 yaşında.  Şair Erdal Ayrancı,1978 ODTÜ girişli. 12 Eylül askeri darbesi pek çok insan gibi Erdal Ayrancı'yı da etkiler. Erdal Ayrancı, 1980-1983 yılları arasında Mamak, Ankara Kapalı, Niğde, Bor-Niğde cezaevleri'nde yatar. "Hatçe". Mahpusluk günlerindeki ilk şiiri 2.7.1981 tarihinde Mamak'ta son şiirini 20.03.1983'te Topçam'da yazar. Erdal Ayrancının 29.05.1982 tarihinde Nigde cezaevi'nde yazdığı şiirde Hatice'yi, Zeynep'i ve Sivas'taki akrepleri anlatır. 
          BELKIZ ÇAKIR: 18 yaşında. 1975 yılında Ankara doğumlu Belkız Çakır, umutlu olarak girdiği 1993 yılı Üniversite sınavlarında İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü'nü kazandığını öğrenemedi. 
          SERPiL CANiK: 19 yaşında. 1974 Ankara doğumlu olan Serpil Canik, Pir Sultan Abdal Semah Ekibi`nin en gençleri arasında yer alıyordu. 
          MUAMMER CiCEK: 26 yaşında, aktör.  1967 yılında Tokat'ın Zile ilçesinde doğdu.1992 yılında Gazi Üniversitesi Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi Çehir ve Bölge Planlama Bölümünü bitirerek Şehir Planlamacısı olarak görev aldı. 
          CARINA CUANNA: 23 yaşında, Hollandalı gazeteci 
          SERKAN DOGAN: 19 yaşında 
          OZAN TÜRKYILMAZ: 20 yaşında,araştırmacı tarihci ve düşünür (Hasret Gültekin'in öğrencisi) 
          MURAT GÜNES: 22 yaşında
          MURAT GÜNDÜZ: 22 yaşında.  Ankara Üniversitesi, Fen Fakültesi, Fizik Bölümü üçüncü sınıf öğrencisi olan Murat, Pir Sultan Abdal Derneği'nin gençlik komisyonlarinda görev alıyordu.. 
          GÜLSÜN KARABABA: 25 yaşında. Pir Sultan Abdal Kültür etkinliklerinde, Divriği Kültür Derneği adına katılan dört genç kızdan biri de Gülsün Karababa.
          UGUR KAYNAR: 37 yaşında, şair 
           ASAF KOCAK: 35 yaşında, karikatürist 
          KORAY KAYA: 12 yaşında. Yeşim Özkan, Yasemin, Asuman Sivri gibi Madımak'ta yakılan kardeşlerden.  
          MENEKSE KAYA: 17 yaşında 
          HANDAN METiN: 20 yaşında. 1973 Divriği doğumlu, 1992 yılında, ODTÜ Eğitim Fakültesi Biyoloji Bölümü'ne girer.  
          SAiT METiN: 23 yaşında. Çankırı Meslek Yüksek Okulu mezunu. 
          HURiYE ÖZKAN: 22 yaşında. Başarılı bir öğrencilikten sonra, Deneme Lisesi'ni birincilikle bitirir. Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi'ne arkadaşı İnci Türk ile birlikte girer, birlikte bitirirler
          YESiM ÖZKAN: 20 yaşında 
          AHMET ÖZYURT: 21 yaşında 
          NURCAN ŞAHiN: 18 yaşında,  ÖZLEM ŞAHiN: 17 yaşında. Amca çocukları 
          ASUMAN SiVRi: 16 yaşında,   YASEMiN SiVRi: 19 yaşında. Bu iki kardeş 1991 yılı ortalarinda, Pir Sultan Abdal Derneği'nin kültürel çalıişmalarina katılıyor ve kısa sürede semah topluluğuna girerler. Asuman Sivri, özverili çalıişmasının karşılığını alarak, Semah hocalığına yükseliyor.Asuman Sivri , 1992 yıilıinda Hacettepe Üniversitesi Felsefe Bölümü'ne girer. 
          EDiBE SULARi: 40 yaşında, sanatçı.  Davut Sulari Baba'nıin en büyük çocuğuydu. Tarihi Seyyitlerden, Seyyit Mahmut Hayrani'nin torunlarindandı.Bassel'de yaşadığı halde Türkiye'de yapılan bütün Bektaşi Kültür etkinlikleri ve Ehli-beyt Cemleri`ne, konferanslarina katılmayı ihmal etmezdi.. 
          İNCi TÜRK: 22 yaşında. 1992  Gazi Üniversitesi Eczacılık Fakültesi mezunu olan Inci,. Altındağ Kültür Merkezi ile  Pir Sultan Abdal Kültür Merkezi`nde tiyatro çalışmalari içerisinde yer alıyordu.. 
           KENAN YILMAZ: 21 yaşında
 

 

               Yaralananlar:
               Aziz Nesin,
Lütfiye Aydın, Cafer Can Aydın, Aydoğan Yavaşlı, Melahat Yavaşlı, Kamber Çakır, Lütfi Kaleli, Serdar Doğan, Gülay Şahin, Makbule Çimen, Nuray Özkan, Bülent Daylaşlı.

               Yara almadan kurtulanlar:
               Arif Sağ, Yıldız Sağ, Murtaza Demir, Ali Çağan, Haydar Ünal, Yüksel Yıldırım, Ali Balkız, Ali Baştuğ, Ali Doğan, Ayben Kop, Ali Yüce, Nimet Yüce, Celal Yıldız, Nurhan Metin, Cem Celasun, Zerrin Taşpınar, Mehtap Yücel, Hülya Kaderoğlu, Battal Pehlivan, Türkan Pehlivan, Tuncay Yılmaz, Elif Dumanlı, İclal Karakuş, Ali Rıza Koçyiğit, Rıza Aydoğmuş, Deniz Hunar, Cevat Geray, Olgun Şensoy, Cevat Üstün, Cem Erseven, Neval Oğan, Demet Işık, Murat Kılıç, Ertan Kartal, Mustafa Türkan, Mehmet Aydoğmuş, Ferhun Ateş, Gülsen Geray, Nuray Özkan, Hidayet Karakuş.

 

 Geri Dön 

 Ana Sayfa

  


Sivas'ın külleri

Yeşil Amerikan tohumları

Anadolu toprağına ekilen yeşil Amerikan tohumları

Emperyalizmin "yeşil kuşak" projesi 1980'li yıllarda Türkiye'de de etki kurma çabası içine girdi. Bir taraftan da 24 Ocak kararları ile IMF tarafından ekonomik bir kıskaca alınmaya çalışılan Türkiye'de, böylece emperyalizm tarafından hem politik, hem de ekonomik kuşatma sürecine hız verilmişti. 12 Eylül darbesinin yapılışını General George'nin ağzından "Bizim çocuklar başardı!" şeklinde ABD Başkanına verilen bir müjdeyle kutlayan Amerika, "Amerikan yanlısı" bu darbenin ardından da darbeci generallerle ülkedeki anti-emperyalist muhalefeti sindirme, toplumun iç dinamiklerini iyice köreltmeye yönelik uygulamaların gerçekleştirilmesini sağlayacaktı. 

Daha sonraki sivil dönemde ise, bu kez Özal Hükümeti döneminde, "yeşil kuşak projesi"nin uygulanabilmesinin önü tam anlamıyla açılmıştı. IMF ile yapılan "stand by" anlaşması ve 24 Ocak kararlarının nihayet çıkartılmasıyla ekonominin kontrolü tam anlamıyla ele geçirilirken, Anadolu topraklarına da böylece yeşil Amerikan tohumları ekilircesine, "Türk-İslam sentezi" felsefesi ile de "yeşil kuşak projesi"nin ikinci aşamasına geçildi.

Bunun anlamı; dinci gurupların, tarikatların, laik cumhuriyet ile derin çelişkisi olan çevrelerin, kısacası karşı devrimci gurupların emperyalist güçlerce kollanıp daha da palazlanması ve güçlendirilmesinin sağlanmasıydı. Çünkü emperyalizmin asıl hedefine ulaşabilmek için doğası gereği işbirliği yapacağı en temel potansiyel, daima en gerici ve faşist çevrelerdir...

 
Yeni emperyalist kuşatma: "Küreselleşme"

"Soğuk savaş" yıllarında, karşısında alternatif güç olan sosyalist blokun varlığı nedeniyle "dünyanın tek hakimi" veya bir başka deyişle "dünyadaki tek egemen güç" olma hayalini bir türlü gerçekleştiremeyen emperyalizm, karşısında bir tehdit olan sosyalist sistemi kuşatıp zayıflatabilmek için uygulamaya koyduğu bir dizi proje içinde, "yeşil kuşak projesi"ni her zaman 'diri tutma' çabası içinde oldu. 

Sosyalist blok ülkelerindeki büyük ekonomik krizin ardından buralarda bir dizi ve zamandaş karşı devrimci ayaklanmaların yaşanmasının gerisinde de yine CIA eliyle yürütülen derin bir emperyalist girişim yer almaktadır. Sosyalist blokun dağılması ve çözülmesinin ardından da,  "yeşil kuşak projesi" bu kez "bir ara proje" olarak varlığını korudu. Çünkü, sosyalist blokun dağılması ve bir çok sosyalist ülkenin bunalımının alternatifi imiş gibi kapitalizmin canlandırılmasına yönelmesi, dünyayı tek kutuplu bir hale getirirken, sermaye düzeni veya vahşi kapitalizm de sanki "seçeneksiz, tek dünya düzeni" imiş gibi bir zafer kazandığını ilan etmeye hazırlanıyordu. 

Dolayısıyla, alternatifsiz kalan emperyalizm açısından, 1990'lı yılların başlarında böylece "sermaye düzeni ve vahşi kapitalizmi" tüm yeryüzüne hakim olacak şekilde "alternatifsiz tek sistem" diye dayatmak amacıyla adım atacağı sürece gelinmişti. Emperyalzm eliyle "yeni dünya düzeni" diye dayatılmak istenen politika, bu nedenle dünya uluslarına ve ezilen halklara "küreselleşme" adı altında yutturulmaya, dayatılmaya ve işbirlikçi iktidarlar aracılığıyla bu ad altında bir dizi ekonomik ve politik düzeyde "yeni yöntem ve projeler" denenmeye ve uygulatılmaya başlandı...

Sosyal ve toplumsal boyuttaki bir sonraki adım ise, ekilen yeşil tohumlarla filizlenmiş, kollanıp geliştirilmiş olan karşı devrimcilerin, daha da güçlendirilip iktidara kadar taşınmasının sağlanacağı koşulların geliştirilmesi ve yaratılmasıydı...

20. yüzyıl sona ermiş ve "milenyum" da denilen 21. yüzyıla işte böyle adım atmıştı dünya.
Bu yeni yüzyıla girerken, emperyalizm tarafından da "yeni dünya düzeni" adı altında, dünyadaki dengelerin yeniden, emperyalizmin amaç ve hedeflerine uygun bir şekilde düzenlenmesi süreci başlatılıyordu. Çünkü dünya artık tek kutuplu bir hale getirilmiş ve emperyalist sistem karşısındaki alternatif gücün dağılması nedeniyle kendisini daha engelsiz ve daha güçlü görmeye başlamış, her zamanki hayali olan "dünyanın tek egemen gücü" ve "dünyanın tek hakimi olma" hayalini gerçekleştirebileceği süreci geliştirebileceği koşullar yaratmanın önü açılmıştı.

 
Cumhuriyetin 70. Yılı ve karşı devrim için yakılan kıvılcım

İşte bu aşamada, önce 12 Eylül darbesi sayesinde anti-emperyalist muhalefetin slindir gibi ezilip, iç dinamikleri iyice köreltilen, ardından da Özal Hükümeti eliyle ekilen yeşil Amerikan tohumlarının iyice palazlandığı  Anadolu topraklarında, şeriatçı guruplar tarafından gerçekleştirilen katliamlar ve bir dizi suikastlar filizlenmeye ve akıl almaz gelişmeler yaşanmaya başladı. Özellikle de Cumhuriyetin 70 yılı olan 1993 yılı karşı devrimci güçlerin cumhuriyete yönelik saldırılarının arttığı bir yıl olacaktı. 

Bunun ilk işareti 1993 yılının daha ilk günlerinde, 24 Ocak günü Uğur Mumcu'nun bombalı bir suikast sonucu öldürülmesi oldu. Bu suikast, gelecekte daha büyük, ciddi ve korkunç olayların yaşanacağının sanki ilk habercisi, karşı devrimi harekete geçiren bir işaret fişeği imiş gibi hemen ardından giderek yeni cinayetleri getirdi. Bir çok aydın gazeteci, yazar, bilim adamı peşpeşe gelen suikastlerle yaşamını yitirdi. 

Ardından da, aynı yılın Temmuz ayında, 2 Temmuz'da karşı devrimci güçler Sivas'ta, düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında, içinde 150 aydın ve sanatçının bulunduğu Madımak Oteli yakarak 37 kişinin ölümüyle sonuçlanan korkunç bir katliamı gerçekleştirdi. 

Bu katliam, tahrik edilmiş, kışkırtılmış kitleler tarafından gerçekleştirildi. 
Ancak asla kendini bilmeyen, kendini kaybetmiş bir avuç yobazın gerçekleştirdiği bir cinayet olarak tanımlanamaz. Çünkü her yönüyle, gerek olayın gerçekleşmesi öncesi gelişmeler ve gerekse gerçekleştiği an ve sonrasındaki gelişmelerle birlikte irdelendiğinde,
Sivas Katliamı'nin tam anlamıyla ve her açıdan iyice planlanmış ve hazırlanmış bir senaryonun ürünü olarak gerçekleştirildiği görülecektir.

Madımak Oteli
'nin etrafını kuşatan ve sayıları 15 bini bulan tahrik edilmiş ve kışkırtılmış kalabalığın attığı sloganlar ise gerçek niyetleri ve amaçlarını açıkça ortaya koymaktaydı: "Cumhuriyet Sivas'ta kuruldu Sivas'ta yıkılacak, "Kemalizm gidecek şeriat gelecek", "Kahrolsun kemalistler yaşasın şeriat", "Kemalistlere ölüm", Kahrolsun laiklik yaşasın şeriat" gibi sloganlar, katliamı gerçekleştirenlerce atılan sloganlardan sadece bir kaçı...

Sonuçta 150 aydın ve sanatçının bulunduğu Madımak Oteli'nin yakılması olayı, sadece kendini bilmez gerici, yobaz ve karşı devrimci grubun yarattığı bir katliam değil,
tam ve gerçek anlamıyla "cumhuriyetin kundaklanması" olayıdır.

2 Temmuz
günü yaşanan bu katliamı, 5 Temmuz günü ise bu kez Başbağlar Köyü'nde 33 kişinin öldürüldüğü bir başka katliam daha izledi. Ama bu katliam, doğal olarak bu kez senaryoya uygun şekilde (belki de geçmişteki Maraş ve Çorum katliamlarındaki gibi gelişmeleri tetiklemesi amaçlandığı için) Madımak Oteli yakan guruplarla karşıt görüşte olan bir başka yasadışı sol bir örgütün üzerine yıkıldı...

 
Tarihin kara utancı: Asla unutulmayacak bir katliam... 
Asla unutulmayacak roller ve unutulmayacak sözler...

2 Temmuz'da Sivas'ta Madımak Oteli'nin yakılmasıyla gerçekleştirilen katliamla ilgili tüm gerçekler ve ayrıntılar, sadece bir tek şeyi göstermekte ve kanıtlamaktadır: 
Bu yangını başlatan kıvılcım, karşı devrimci bir senaryoyu harekete geçiren kıvılcımdır ve planlı, programlı şekilde hazırlanmış bir senaryonun ürünüdür. 

Yangını başlatan kıvılcım, "yeşil kuşak projesi" içinde parlatılan, Sivas'ın kendine özgü koşullarından yararlanılarak çakılan ve cumhuriyetin kundaklanması amacına yönelik,  karşı devrimci bir prova için alevlendirilen bir kıvılcımdır.

Ortada böyle bir senaryo varsa, doğal olarak her oyuncuya da senaryo gereği uygun roller düşmüştür. Dönem, cumhuriyet tarihimizde Demirel'in cumhurbaşkanı ve onun "manevi kızı" olarak tanımlanan Tansu Çiller'in de başbakan olarak Demirel'in partisinin başında iktidar olduğu "Çiller Hükümeti" veya "DYP İktidarı" dönemidir. Bu dönem, bir başka emperyalist ekonomik kuşatma, IMF dayatmasıyla "5 Nisan" kararlarının gerçekleştirildiği emperyalist ekonomik kuşatma dönemidir.

İşte "tarihin kara utancı" diye tanımlanacak ve tarihimizde her zaman "kara bir leke" olarak kalacak, asla unutulmaması gereken "Sivas Katliamı"nın gerçekleştirildiği bu dönemde, asla unutulmayacak düzeyde ve derecede sorumluluk sahibi olanlar ve asla unutulmayacak roller, asla unutulmayacak sözler:

Süleyman Demirel (Dönemin Cumhurbaşkanı) :
"Güvenlik güçleri ile halkı karşı karşıya getirmem..." 
Bu sözüyle Madımak Oteli yakan gurubu "kışkırtılmış, tahrik edilmiş taşkın bir kalabalık" veya "bir terörist  gurup" olarak değil "halk" olarak tanımlarken, öte yandan da olaylara asker ve polisin müdahele etmesini engellemiştir. Böylece katliamın da gerçekleştirilmesinin ortamı oluşmuştur.

Tansu Çiller (Dönemin Başbakanı, Demirel'in manevi kızı ve DYP Genel Başkanı) :
Madımak Oteli'nin yakılması ve 37 kişinin ölümünden sonra söylediği "Çok şükür, otel dışındaki halkımızın burnu dahi kanamamış ve zarar görmemişlerdir" şeklindeki insanın kanını donduran sözleri hâlâ hafızalarda ve unutulmadı!...

Temel Karamollaoğlu (Dönemin RP'li Sivas Belediye Başkanı):
Olaylarda daima ön planda olan Sivas'taki yerel yönetici. Madımak Oteli'ni kuşatan gözü dönmüş kalabalığı yatıştırıp dağıtması beklenirken, "Şunların ruhuna fatiha okuyalım" sözleriyle kışkırtıcılık yaptı. Olayların bitmesinden sonra ise, katliamı gerçekleştirenlerin dağıtılması ve sakinleştirilmesi işini "Gazanız mübarek olsun!" sözleriyle yaptı. 

Madımak Oteli
yangınından önce otel çevresinde bizzat belediye tarafından başlatılmış olan Fen işleri çalışmalarının, burada bir katliam yapılabilmesine hizmet edecek türden çalışmalar olduğu ve bir katliamın alt yapısının hazırlanması niteliğinde otel çevresinin adeta ablukaya alındığı, oteldekilerin böyle bir olay sırasında rahatlıkla kaçıp kurtulamayacakları bir ortamın bu çalışmalar sayesinde yaratıldığı bugün net bir şekilde biliniyor.

Sivas'ın o dönemde RP'den Belediye Başkanı olan Karamollaoğlu, daha sonra ise RP'den milletvekili olarak TBMM'ye girdi ve dokunulmazlık kazandı. Ve sanık olarak da hiç yargılanmadı.

Şevket Kazan (RP Genel Başkan Yardımcısı ve sonraki hükümette Adalet Bakanı):
Erbakan'dan sonra RP'nin 2 numaralı adamı. Hükümet ortağı olan RP'nin Genel Başkan yardımcılarından biri olarak, Sivas Katliamı sonrası katliamı gerçekleştiren güçleri ve Sivas Belediye Başkanı Karamollaoğlu'nu en çok savunan isim oldu. 

Katliamı gerçekleştirenleri sadece "tahriklere kapılmış bir gurup" olarak tanımlayıp, olayların çıkmasına neden olan ve halkı tahrik eden kişi olarak Aziz Nesin'i hedef göstererek, olaydaki asıl gerçekleri ve suçluları saklamaya, olay hakkında kamuoyunun kafasını bulandırmaya çalıştı. 
Sivas olaylarının ardından gelen ve Erbakan'ın başbakan, Çiller'in de başbakan yardımcısı olarak yer aldığı hükümette, Adalet Bakanı oldu. Adalet Bakanı iken, "Bunlar bizim çocuklarımız" diyerek, Sivas Davası sanıklarının ücretsiz ve gönüllü avukatlığını yaptı, Bakanlık makam aracıyla kendilerini cezaevinde ziyarete gitti, dava aşamasında sanıkları sürekli olarak kolladı, korudu, pek çoğunun ailelerinin bulunduğu yerlerdeki cezaevlerine sevkedilmesine sağladı. (Bu aynı dönemde ise bazı cezaevlerinde sol ve devrimci tutuklulara yönelik baskılar ve sindirme operasyonları yürütülüyordu. Pek çok sol ve devrimci tutuklu bu operasyonlarda, bir çoğu da ölüm oruçlarında yaşamını yitirdi...)

Cafer Erçakmak (Sivas RP'li Belediye Meclis Üyesi):
Sivas Katliamı'nda başrollerden birini oynayan ve davada 1 numaralı sanık olarak yer alan Cafer Erçakmak, olayın hemen ardından ortadan kayboldu ve bugüne kadar hiç bir şekilde bulunamadı. Aslında Erçakmak'ın yakalanması ve bulunması için de hiç bir hukuki işlem yapılmadı. Davanın sadece ilk iddianamesinde yer aldı. Hakkında hiç bir zaman etkin bir araştırma ve soruşturma yapılmadı. 

Şimdi ise davadaki 1 numaralı sanık Erçakmak, bu olaydan kurtarılmak isteniyor.
Madımak Oteli'ndeki yangın sırasında baş tahrikçi olan, İtfaiyenin merdivenlerinden dışarıya çıkarılarak kurtarılmak istenen Aziz Nesin'in dışarı çıkmasına engel olmaya çalışan ve gözü dönmüş kalabalığa dönüp "asıl öldürülmesi gereken kişinin Aziz Nesin olduğu"nu söyleyen, olay sonrası bütün gazetelerde ve olayı kamerayla yansıtan tüm görüntülerde görünen Cafer Erçakmak, ne hikmetse 15 yıldır bulunamadığı gibi, şimdi de AKP iktidarı döneminde yeni bir safhaya giren Sivas Katliamı Davası'ndan, zaman aşımına uğratılarak kurtarılmaya ve dava dosyasından çıkarılmaya çalışılıyor...
 

Önceki yazı:  Bir yanımız var ki öldüremezsiniz!  

 
 


Efsaneler ölmez

Sadece şekil değiştirir

 
     "Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum, asarsa
İşte hançer,
işte kellem, keserse
Dönen dönsün, ben dönmezem yolumdan."

Pir Sultan Abdal, başkaldırısından dolayı pişmanlık gösterip padişahtan af dilemesini isteyenlere karşı böyle sesleniyordu. Cezasının idam olacağını söyleyen ve  pişman olduğunu söyleyip af dilemesi için ısrar eden Hızır Paşa'ya da yanıtı şöyle oluyordu:
"Yürü bre Hızır Paşa, senin de çarkın kırılır,
Güvendiğin
padişahın, o da bir gün devrilir..."

Şiirinde ayrıca şu sözler de geçer:
"Üçüncü ölmem bu hain, Pir Sultan ölür dirilir..."

Pir Sultan Abdal,
yaşamda böyle bir davranış biçimi seçmişti kendine. Bu yüzden efsaneleştirilmiş, şiirleri ve öyküleriyle ve de türkülerle hala  bir efsane olarak yaşatılmaktadır. 2 Temmuz 1993'teki Sivas katliamı, adına düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında meydana geldi. Bu nedenle de yazıma Pir Sultan'ın karakterini yansıtan bir deyişiyle başladım. 

Yazının bütünü içinde de, bu katliamın nedenlerinin daha iyi anlaşılabilmesi için, bu karakter kendisini hissettirecek.

 

Efsaneden gerçeğe

Her konuda olduğu gibi, bu konuda da mutlaka çok farklı bakış açıları vardır.
Hepimiz de dünyayı ve hayatı sadece kendi penceremizden izliyoruz. Hayata sadece kendi gözlerimizle bakıyoruz. Keşke hayata birbirimizin gözüyle de bakabilmeyi başarabilsek! O zaman herşey çok daha net, çok daha anlaşılır bir hale gelebilirdi...
Bunu başaramayınca da, hayatı sanki bir film izlermiş gibi izleme durumunda kalıyoruz. Ya da hayatı kimi zaman sanki bir "yap-boz oyunu" imiş gibi algılama durumunda oluyoruz.
"Yap-boz oyunu" nedir bilirsiniz. Elinizdeki parçaları yerli yerine doğru bir şekilde oturtabildiğinizde net bir resim, net bir manzara elde edebilirsiniz... 

Bu farklı bakış açıları Pir Sultan Abdal için, onun niteliği ve tarihimizde bir karakter olarak kimliğini değerlendirme konusunda da geçerli. 
Örneğin edebiyatçılara göre; Pir Sultan Abdal, büyük bir halk ozanı, büyük bir şairdir.
Alevilere göre; Pir Sultan Abdal, halifeye başkaldıran bir alevi şeyhidir.
Ama...
Pir Sultan Abdal'ı 20. yüzyılın değer yargılarıyla birlikte tarihteki oynadığı rol ve sergilediği duruş açısından irdelersek, Pir Sultan Abdal, mazlum halk adına feodal devlet düzenine ve zalimlere başkaldıran bir lider, bir önder kişiliktir. İşte onu efsaneleştiren asıl özelliği budur.

Bilindiği gibi, Pir Sultan Abdal, efsaneleştirilmiş bir karakterdir, bir de efsanesi vardır:
İdam edildikten bir süre sonra, Pir Sultan Abdal, kavgasını sürdürmek için bu kez bir başka yerde tekrar ortaya çıkar. Tekrar yakalanır, tekrar öldürülür. Ama aradan geçen bir kaç yıl sonra, bu kez bir başka yerde yeniden ortaya çıkar. Tekrar yakalanır, tekrar öldürülür. Dirilir, öldürülür... Dirilir öldürülür... Efsaneye göre, tam 3 kez dirilmiş Pir Sultan Abdal, üç kez öldürülmüş... Yani,
halkın gözünde ölümsüz biri, bir efsanedir Pir Sultan...

Bir şiirinde geçen "Pir Sultan ölür, dirilir" sözü de, işte bu konuya bir vurgu niteliği taşır. (Ama bunun sonradan halk tarafından kendisi için yakıştırılan bir deyiş olduğu, bu şiirin kendisine ait olmadığı... gibi iddialar da vardır.).  

 

Bir röportaj

Sivas'taki Pir Sultan Abdal Şenlikleri sırasında Asım Bezirci ile bir röportaj yapılır. 
Bilindiği gibi, Asım Bezirci araştırmacı bir yazardır. Yunus Emre hakkındaki araştırmasını sanırım yeni tamamlamıştır, büyük olasılıkla da o günlerde Pir Sultan ile ilgili bir çalışmasını sürdürmektedir. Röportaj sırasında, bu efsane de hatırlatılarak, Asım Bezirci'ye bir soru sorulur:
"Peki, 20 yüzyılda Pir Sultan kimdi?"
Asım Bezirci, bu soruya hiç duraksamadan yanıt verir: 
"Elbette ki
Deniz Gezmiş'ti..."

Sivas katliamının işte bu röportaj nedeniyle gerçekleştirildiğini iddia edenler de vardır... 
Yani... Konuya efsaneye göre devam edersek,
Pir Sultan 4. kez öldürülmek istendi!
Yani 
öyle bir ruhtu orada asıl yok edilmek istenen!
Ama
bu kez, 68 kuşağının ruhuydu Pir Sultan! 
Ya da benim temsil ettiğim, kimi zaman "yitik kuşak" ve "kayıp kuşak" diye de söz edilen, gerçekten de "yok edilmeye çalışılan" 78 kuşağı
nın ruhuydu...

 

Koyun Beni Hak Aşkına Yanayım
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan
Yolumdan Dönüp Mahrum Mu Kalayım
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Benim Pirim Gayet Ulu Kişidir
Yediler Ulusu, Kırklar Esidir
On İki İmamın Server Başıdır
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Kadılar Müftüler Fetva Yazarsa
İşte Kemend, İste Boynum Asarsa
İşte Hançer, İste Kellem Keserse
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Ulu Mahşer Günü Olur Divan Kurulur
Suçlu, Suçsuz Gelir Anda Derilir
Piri Olmayanlar Anda Bilinir
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

Pir Sultan'ım Arsa Çıkar Ünümüz
O Da Bizim Ulumuzdur Pirimiz
Hakka Teslim Olsun Garip Canımız
Dönen Dönsün Ben Dönmezem Yolumdan

 
 

Sivas'taki katliamın başlatılması için işaret veren el kimin elidir, nasıl bir eldir?
Madımak Oteli yakan o alev nasıl bir alevdir, bu alevi tutuşturan o kıvılcım hangi kıvılcımdır?

Sivas Katliamını ve bu katliamın niçin, ne amaçla gerçekleştirildiğini ve katliamın ardındaki asıl nedenleri anlayabilmek açısından asıl yanıt aranması gereken sorular işte bu niteliktedir.

Sivas Katliamının gerçekleştirilmesinin ardındaki asıl gerçekleri net bir şekilde algılayabilmek için, o dönemin, yani 20. yüzyılın öznel ve nesnel koşullarını, hangi tarihi süreçten geçildiğini de irdelemekte yarar var. Sivas katliamı 20. yüzyılın sonlarına doğru, 21. yüzyıla girilirken meydana gelen, dolayısıyla 20. yüzyılın öznel ve nesnel koşullarının yaratmış olduğu ve "soğuk savaş" diye tanımlanan bir sürecin henuz yaşanmakta olduğu günlerde gelişmiştir. Ama özellikle Sivas olayının yaşandığı 90'lı yıllar, tüm dünya genelinde ABD'nin başını çektiği emperyalist güçler tarafından tüm dünya genelinde karşı-devrim rüzgarlarının esmeye başlaması için düğmeye basıldığı günlere denk düşmektedir. Bu bakımdan, öncelikle 20. yüzyılın toplumları etkileyen yönleriyle nasıl bir yüzyıl olduğunu irdelemek gerekiyor.

20. yüzyılda çağa damgasını vuran en önemli olgu, 20 yüzyılın bir devrimler çağı olmasıydı. Ama 20. yüzyılın sonuna doğru, 21. yüzyıla adım atılırken, emperyalizm tarafından bir karşı devrim rüzgarı esmeye başlanınca, 21. yüzyıla dünya karşı-devrimlerle birlikte girilmiş oldu...

Tıklayınız:  20. Yüzyıl: Devrimler çağı  

 


Şarkılar öksüz kaldı


ugur mumcu

“Hani o bırakıp giderken seni
Bu öksüz tavrını takmayacaktın
Alnına koyarken veda buseni
Yüzüne bu türlü bakmayacaktın.”

Ünlü şair Orhan Seyfi Orhon‘un yazdığı ‘Veda Busesi’ adlı şiir, bir çok ünlü sanatçının seslendirdiği, dinlemeye doyulamayan şarkılardan biri olmuştu. Hele “sanat güneşi” olarak kabul edilen Zeki Müren’den dinlemek, başlı başına bir keyif olurdu… Ama yürek yakan bir hayata veda busesi de oldu, nağmeleri hüzün içinde de dinlenmeye başlandı, şarkının bestekârı bu kez veda busesini adına ölüm denen ebedi bir ayrılık için gönderince…

Ünlü bestekar Yusuf Nalkesen bir yıldız gibi kayıp giderken, besteleri ve sözleriyle can verdiği pek çok şeyi de öksüz bıraktı sanki. Turgutlu‘nun Laletepe’sindeki o ağaç, adına şarkı bestelediği, sayesinde milyonlarca müzikseverin dilindeki bir şarkının öznesi olmuş o ağaç da belki…

Laletepe’deki o ağaç…

Yusuf Nalkesen’le ilk tanışmamız 1993 yılına rastlar. Düzenlediğim bir şiir dinletisine davet etmiştim. Gelememişti ama, gelemediği için özür dileyecek kadar da nezaket kurallarına değer veren biriydi. Tam bir doğa aşığıydı da. İlhamını doğadan aldığını tüm gerçek sanatçılar gibi ifade etmeyi bilirdi. Sonraki yıllarda, radyo müdürlüğü yaparken 1997 yılında kendisi ile bir söyleşi yapma fırsatım oldu. Bu söyleşi sırasında öğrenmiştim…

“O ağacın altını şimdi anıyor musun?” adlı o ünlü ve çok sevilen şarkısına özne yaptığı ağaç, çocukluk ve gençlik yıllarını yaşadığı Turgutlu‘da, Laletepe olarak bilinen ve bir zamanlar mesire yerlerinden biri olarak kullanılan yerde gördüğü bir ağaçtı. Bir kaç arkadaşı ile bahar günlerinin okul kaçamağı yaptıkları bir gün gittiklerinde gördüğü, bir kalp içinde sevgili isimlerinin baş harfleri ile birlikte gövdesine kazınmış olduğu bir ağaç. Şarkı sözlerini yazarken bu ağacı anımsamış, ilham kaynağı olmuştu…

1990’lı yılların başından itibaren başlayan imarlaşma nedeniyle bugün ne o mesire yeri kalmıştı, ne de o ağaç. Ama o ağaç, ‘yüzyılın bestekarı Yusuf Nalkesen‘in notalar ve sözlerle kendisine armağan ettiği bir hayatla, bizimle birlikte hâlâ yaşamını sürdüren bir ağaç. Ve iklim krizi, küresel ısınma, kuraklık tehdidi ve pandemi ile Dünyamızdaki yaşam sınanırken, günümüzün bu gerçekliğinde ne kadar da derin anlam kazanan bir sevgi… Böyle bir sevgiyi de ancak bir sanatçı ölümsüzleştirebiliyor. Kendisi ardında bıraktığı eserleriyle yaşamaya devam ederken, aynı zamanda yaşatıyor da…

O ağacın altını şimdi anıyor musun? / Zeki Müren / Bestekar: Yusuf Nalkesen


Genel bir klasiğimizdir, büyük ve değerli sanatçılarımızı genellikle gücendirir, küstürürüz. Yusuf Nalkesen için de böyle olmuştu. Büyüdüğü, gençlik yıllarını yaşadığı Turgutlu’ya küsmüştü. Nedenini ise; kızı Ebru’nun nüfusu ile ilgili işlemler sırasında, kendisine inanılmaz zorluklar yaşatılması olarak açıklamıştı.

1970 yılında öğretmenlikten emekli olan Nalkesen, bu tarihten sonra sanatçı sendikalarında daha aktif bir rol oynamaya başlamıştı. Bu yüzden TRT yönetimiyle de arası bozulmuş ve 13 Ağustos 1973 tarihinde bir genel müdürlük yazısıyla görevine son verilmiş. 23 yıl hizmet ettiği TRT’ye tazminat davası açan sanatçı, bu davayı kazanmıştı. Maddi hak ve kıdem tazminatını kazanmasına rağmen kırgın olduğu TRT’ye bir daha dönmedi. Hatta yıllarca TRT’nin Fuar binasına ve sonradan taşındığı Kahramanlar binasına da gitmemişti. Yıllarca emek verdiği, hizmeti dokunduğu TRT’ye gücenmesinin bir başka nedeni de, bazı eserlerinin denetimden geçirilmeyerek yayınlamamasıydı. Vasiyetindeki, “Cenazemi TRT’nin önünden bile geçirmeyin” sözleri bu acı gerçekleri yansıtır.

Kültürel erozyon, yozlaşma ve düzeysizlik…

Söyleşimizde konu kültürel yozlaşma ve sanat anlayışına geldiğinde, bu konularda da söyleyecek çok sözü vardı. Günümüzde her şeyin para ile ölçüldüğünü, sanatın da sanatçının da bu anlayışla yozlaştırıldığını savunmuştu. Değer yargılarındaki bu değişimle birlikte başlayan kültürel erozyon ve düzeysizlik, giderek sanatta da yozlaşmaya neden olmuştu…

Son yıllarda magazin basınındaki “pop müzikte patlama var” şeklinde yer alan yorumlar için ne diyeceğine ilişkin soruma ise, “Ben söyleyeyim sana patlayanın ne olduğunu” diye başladığı yanıtında, “Sanatta ve sanatçılıkta düzeysizlik ve yozlaşma patladı” sözleri ile sürdürmüştü söyleşiyi. Yapılan bazı şarkı sözlerini de bu durumun bir yansıması olarak nitelendiren Nalkesen, “Bandır bandır ye beni, doyamazsın tadıma”, “Bi yakalarsam, muck”, “Gömleğini pek sevdim, çıkar onu bebeğim, hadi bize gidelim”, “Sırf cici babanın inadına sevişeceğim seninle” vs. gibi sözlerin bir şarkıya asla söz olamayacağını savunmuş, nerelere yakışabileceğini de tarif etmişti. “Eğer müzik ruhun gıdası ise, o zaman bu sözlerle beslenen ruhların nasıl olacağı kimin umurunda?” diye de sormuştu ardından. 

90’lı yıllarda plak-kaset piyasasındaki endüstrileşme ile birlikte başlayan, şirketlerce piyasaya her gün yeni bir kaset sürebilme ve kâr ihtirası nedeniyle her gün bir yenisi daha piyasaya sürülen, hayatımıza sürüsüyle sokulan pek çok yeni şarkıcı için de ilginç ifadeler kullanmıştı. Nalkesen’e göre, plak-kaset şirketlerince hayatımıza böylece adeta zorla sokulanlar yüzünden sanat zevkimiz de tacize uğramaktaydı.

Söyleşimiz sırasında, kendisinin ‘sanat güneşi’nden başka ayrıca ‘bir nezaket timsali’ diye de tanımladığı, dilimizi ve sanatın dilini sahnede en iyi icra eden kişi olarak gösterdiği Zeki Müren’in neden çok uzun zaman (öldüğü güne kadar) TV’lerin bu şekilde adeta işgal edilmiş ekranlarına çıkmamak için ayak dirediğini de iyi anlayabilmiştim…

Türk sanat müziği çevrelerinde gerek Zeki Müren, Emel Sayın, Müzeyyen Senar gibi duayen sanatçılar ve gerekse diğer bestekarlarca “yüzyılın bestekârı” diye de tanımlanan Nalkesen, bestelerini sözcüklerle adeta dans edercesine yapıyordu. Güftelerini yazarken de her sözcük üzerinde kılı kırk yararcasına duruyor, dizelerinde yer alan sözcüklerin birbiriyle bir duygu ritmi yaratabilecek uyum sağlayabilmesine özen gösteriyordu.

Bize armağan şarkılar ve yürek yakan veda busesi…

Turgutlu’nun incirini çok sevdiğini ve özlediğini söylemişti. Birlikte yaptığımız söyleşi sonrasında, yaşadığı İzmir‘in Karşıyaka semtindeki evine yaptığımız programın kasedi ile birlikte gönderdiğim birkaç kilo incire ne kadar çok sevindiğini anımsıyorum…

1998 yılında “devlet sanatçısı” ünvanı da alan Yusuf Nalkesen’in 600 yüze yakın bestesi ve 1000’e yakın da güftesi vardı. 1 Ocak 2003 günü, 79 yaşında hayata yumdu gözlerini. Ardında notalarla can verdiği, güfteleriyle yüreklere ve hafızalara kazınan nice şarkıyı bizlere armağan bırakarak. Bu kez “veda busesi”ni adına “ölüm” denilen ebedi bir ayrılık için göndermişti, ama kulaklarımda kalmıştı hâlâ şarkılarının tadı, avuçlarım ise ellerini birkaç kez sıkmış olmaktan dolayı kıvançlı. Kendisini anarken, yazımı da şarkılarının ilhamı altında bitirmek istedim, şarkı tadında bir yeni yıl dileğiyle:

Yıldızlar yoldaşın olsun büyük usta. Avuçlarımda hala sıcaklığın var inan, kulaklarımda da şarkılarının tadı

Yukarıdaki fotoğrafta: Yusuf Nalkesen, Turgutlu Lisesi'nin düzenlediği eski mezunlar etkinliğinde sınıf arkadaşı Sermet Sümbülcan'ın elinden onur plaketini alırken...




0 Yorum - Yorum Yaz

Son kuşlar


Herkesin kendine göre gazete okuma tarzı var. Kimileri sadece gazetedeki haber başlıklarını okur, kimileri köşe yazılarını. Bazıları önce spor sayfasından başlar, bazıları magazin ya da bulmaca sayfasıyla ilgilidir. Bazıları da ölüm ya da iş ilanlarına kadar her satırı okur. 

Benim de bir tarzım var. Ama spor sayfasına göz atmayı yıllar önce bıraktığımı söyleyebilirim. Köşe yazılarını ise, genellikle (ilgimi çeken olursa) akşama bırakırım, şöyle sindire sindire okuyabilmek için.

Önce orta sayfadaki politika haberlerini okur, ardından bir önceki sayfaya geçerim. Burada ekonomi haberleri vardır çoğunlukla. Sonra dış haberler sayfasına geçerim. Gazetenin 3. sayfası ise en son okuduğum yer olur. 3. sayfa genellikle trajik ve dramatik olayların yer aldığı haberlerle doludur. Cinayet, intihar, fuhuş, uyuşturucu, boşanma, kız kaçırma vs. gibi, toplumun sosyal yaşamında gelişen haberlerdir. Ama toplumsal hayatımızın çok önemli ayrıntılarıdır aslında. 

Politika sayfasında yer alan istikrarsızlık ve kısır çekişmeler, ekonomi sayfasındaki enflasyon, zam, kriz gibi manşetlerin hayatımızın sosyal boyutundaki bir yansıması, politik ve ekonomik durumun sosyal yaşamımızdaki bir izdüşümüdür.
 3. sayfa haberleri, ekonomik ve politik istikrarsızlığın ve bunalımın topluma nasıl bir bunalım yaşattığını yansıtır. Ülkenin ekonomik ve politik bunalımının izdüşümü işte bu 3. sayfalarda görebiliriz. 

Geçen hafta bu 3. sayfa haberlerinden çok etkileyici birini okumuştum. Başkalarının gözünden kaçmış olabilir belki, ama bir izdüşüm olarak hayatımızın ya da gözlerimizin önünde geçen bir dramı yansıtıyordu. Hem de filmlere konu olabilecek nitelikte bir haber. 
 

Birbirlerini delicesine seven ama ailelerinin evlenmelerine izin vermediği 2 genç, artık sonunda kavuşabileceklerine olan umutlarının tükendiği noktada intihar yolunu seçiyordu. Birbirlerine karşı verdikleri söz üzerine, "kim kimin selâsının verildiğini duyarsa, onun ardından o da hemen intihar edecek"ti. Habere göre, önce genç kız canına kıyıyor. Sevdiğinin selâsının camiden okunduğunu duyan delikanlı da, sevgilisine verdiği sözü yerine getirip hemen intihar ediyor!

İşte ekonomik ve politik hayatımızdaki bunalımın toplumumuzun sosyal boyutundaki uzantıları arasında böylesi izdüşümlere sıkça rastlanabiliyor. Ama kavuşamayan sevdalıların izdüşümünün ise intihar olması ne kadar acı! Sevgisizliğin hüküm sürdüğü bir ülkede, hâlâ aşk için ölenlerin olmasına ise ne denir? Sevdaya bulaşmış bedenlerin, daha taptaze bir fidanken böylesine yok edilmesi nasıl anlatılabilir? 
 

Oysa biliyorum, asıl ölmesi gerekenler asla onlar değil. 
Onlar belki de sevgisizliğe yenilmiş bu ülkedeki son Leyla ile Mecnun'lar artık.

Eskiden olsa sevdaları öyküleştirilir, türküye dökülür, ezgiye dönüşür ve böylece ölümsüzleştirilirdi. Ama bugünkü toplumsal gerçekliğimizde, ancak böyle gazetelerin 3. sayfasının sıradan bir haberi olarak, hafızalarda iz bile bırakmayacak şekilde yazılıyor artık. Üstelik TV'lerde aşktan bihaber spikerlerin duygusuz yorumlarına kurban gitmeleri de cabası! Ne kadar yazık!

Bu ülkede sevgi de tükenirse, sonuç toptan yenilgidir! Ya da sevginin bir toplumda yok olmasının bir başka boyuttaki izdüşümü, toplu intihardır! Ya da.... paraya, ihtirasa, yalana, ikiyüzlülüğe zaten çoktan yenilmiş bir ülkenin izdüşümünde böylesi intiharlara rastlanılmasına belki de artık pek fazla şaşmamak gerek.

Çiçekler bile sevgi ile büyür oysa. Sevgisiz bahçeler bile kurur. 
Ama, mezarlıkları çiçekler canlı tutuyor. 
Ama yaşatılan ise sevgisizlik! Ne yaman bir çelişki! 
Bu çarpıcı gerçek bile sanki fark edilemez oldu. 
Bu ülkede belki de herkese sevmeyi öğretebilecek insanlar bu yüzden mi böylesi trajik bir yolculuğa çıkıyor? 
Sanki son kuşlar gibi...

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Bizans ve Anadolu



Bizans ve anlamı


Grek
 eski dilinde “güneşin doğduğu yer” anlamına gelen “Themata Anatolika” diye adlandırılan, adını da bu tanımlamadan alan Anadolu’da, geçmiş tarihte en uzun egemenlik süren (yaklaşık 900 yıl) bir imparatorluk olan BizansM. S. 395’te Büyük Roma İmparatorluğu’nun “Doğu” ve “Batı” diye ikiye ayrılmasıyla kurulmuştu. 
 
Osmanlılardan önce, tarihin yeryüzünde gördüğü en geniş topraklara yayılmış olan Roma İmparatorluğu, en görkemli devrinde, bu ayrılığı bir anlamda egemenliği altındak bütün bu geniş toprakları daha kolay yönetebilmek için bir “zorunluluk” sonucu gerçekleştirmişti. Bu tarihten sonra da, imparatorluğun “Batı” bölümü Batı Roma İmparatorluğu adıyla bulunduğu bölgede egemenliğini sürdürürken, “Doğu” bölümü de ilk zamanlarda Doğu Roma İmparatorluğu adını almıştı. Daha sonra ise, Doğu Roma İmparatorluğu “Bizans” adını aldı. Bir anlamda, Roma İmparatorluğu’nun doğudaki topraklarını korumak zorunluluğundan doğan bir devlet olan Bizans, adını  da Bizantion (İstanbul) kentinden almıştır.   

(Yukarıdaki resimde Bizans döneminden Büyük Constantinus heykeli)

Doğudan gelen tehlikelere karşı, egemenliği altında bulunan toprakları koruyabilmek için, imparatorluğa Roma’dan daha yakın ve daha kolay korunabilir bir siyasi ve askeri merkeze gereksinim duyulunca, İmparator Constantinus, eski Bizantion’un yerine, kendi adını verdiği yeni şehri Constantinapolis’i (Konstantin’in Şehri, yani şimdiki İstanbul) kurdu.   
 
Doğu Roma’nın ilk imparatoru olan ve hükümet merkezini Nikomedia’da (İzmit) kuran Diocletianus’un yerine geçen Büyük Constantinus, ilk olarak hükümet merkezini Bizantion’a taşıdı. 11 Mayıs 330’da törenle başkent ilan edilen ve imparatorluğa ismini veren Bizantion kenti, “Constantinapolis” adını aldı. (Meydan Larousse, Cilt: 10, Sf: 423, 424, 425, 428, 429)

Böylece, Asya ve Avrupa kıtaları arasında “stratejik bir kavşak”ta kurulan bu kent dolayısıyla,Bizans, bu yüzden Anadolu topraklarında en uzun dönem varlığını koruyabilen bir imparatorluk oldu. Aynı zamanda, Batı Roma İmparatorluğu’ndan da daha uzun ömürlü olabildi. 

Ama bu kent, Bizans’ın Anadolu'da ve diğer doğu kesimlerindeki egemenliğini veya varlığını sürdürebilmesine nasıl neden olduysa, Osmanlı Padişahı Fatih Sultan Mehmet döneminde ise bu kentin Osmanlılar tarafından alınması da, aynı nedenle imparatorluğun yıkımına neden oldu...

İstanbul surları


Üçgeni andıran eski İstanbul yarımadasının etrafı surlarla çevrilidir. 22 km’yi bulan surlar 5. yy Roma devrine aittir. Byzantion şehir sitesi, kurulmasından itibaren batı yönüne doğru genişleyerek 4 defa yeni surla çevrilmişti. Yarımada kolay savunulurdu. Balkanlardan öteye az engebeli bölgeler geçilince, kara tarafı devasal surları müthiş bir koruma sağlardı. Marmara Denizi ve Haliç kıyıları da tek sıra, fakat güçlü surlarla çevriliydi. Şehrin akropolisini çevreleyen surlardan, 3. yüzyılda yapılmış, İmparator Septimus Severius ve 320'de Büyük Constantinus tarafından yaptırılan 3. surdan eser yoktur.

Kara surları deniz kıyısından başlayarak tepeleri ve vadileri geçerek Haliç surlarına iner. Değişik devir kitabeleri surlarda yapılan tamiratları belirtir. Kara surları 6492 metre uzunluğundadır. En önde yer alan hendek arkasındaki ilk sıra surlar ve kuleler, bununda gerisinde, daha yüksek 96 kuleli esas sur bulunur. Orijinal kapıların çoğu günümüze gelmiştir. 1980’li yıllarda başlayan ve devam edecek olan koruma ve tamir çabaları neticesinde, surların etrafı temizlenmiş yer, yer tamiratlar yapılmış, parklar etrafı süslemiştir..



Bizans imparatoru Constantin döneminden bir antik Roma sanatı

Rum adının kökeni

Anadolu’nun Türkleşmesi sürecinde, Anadolu topraklarında bulunan ve Hıristiyan olan kimselere, özellikle Osmanlılar döneminde “Rum”, ya da “Rumi” (yani Roma’ya ait) denilmeye başlanmıştı. Genel olarak Batı Anadolu, Trakya, Adalar ve Balkanlar’daki Hıristiyanlar, Osmanlılarca “Rum” olarak nitelendirilir. Bu bakımdan, Rum topluluğunun tümünün de Yunan kökenli olmadığı görülür. Dolayısıyla "Rum" adı, Osmanlılar tarafından verilen bir ad olmuştur...



İlk kavga ve savaş


Orhan Hançerlioğlu, yeryüzündeki ilk kavganın ilk insanla birlikte başladığını söyler. Düşünce Tarihi adlı eserinde, ilk insanın ilk kavgasını, “Mal edinme yüzünden ilk kavga başlıyor. Ve ilk insanla başlıyor.” şeklinde tanımlıyor. ( Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi, Sayfa: 132)

Günler geçip koşullar elverdikçe, insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezilenler... Aynı eserinde, “Kavga bunlar arasında olmaktadır. Nitekim ilk kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en çok sivrildikleri Roma İmparotorluğu topraklarında rastlıyoruz”  diyor Hançerlioğlu

“Şiddet” ve “kavga”, insanın doğasında var çünkü. Ve bir de “egemen olma”güdüsü!... Bu “egemen olma” güdüsü kontrolsüz ve dizginsiz bir halde bulunduğu zamansa, insanoğlunun doğasında zaten var olan şiddet ve kavga, onu bir “zalim” yapabiliyor... Bu güdü, ilk önceleri kabile yaşamında “reislik”, göçebe topluluklarında “beylik” vs. gibi kavga ve savaşlara neden olmuş... 
Ama insanoğlunun yerleşik hayata geçip de “yurt edinme” sürecine girmesiyle birlikte yeni ve farklı boyutlara ulaşmış... Derebeylik, tiranlık vs gibi... Ve daha şiddetli ve kanlı kavgalar da işte bu “yurt edinme” süreci ile birlikte başlamış... 

Önceleri klan ve kabile savaşları varken ve bu savaşlarda göçebe kabileler savaştığından, savaşların niteliği daha çok talan etme ve ganimet sağlama biçimine dönük. Ama yerleşik hayata geçişle birlikte kabile savaşları da nitelik değiştiriyor. Hayvancılıktan tarıma geçiş yapan insanoğlu, yerleşik yaşama geçip de bir kentleşme süreci içine girince “yurt edinme” olayı da başlıyor. Bu süreç de savaşların yeni niteliğini başlatıyor... Kabileler arası savaş, artık daha çokişgal etme biçimine dönüşüyor. Tarıma dayalı yerleşik yaşama geçen kabileler, daha iyi yaşam koşulları arayışı ile giderek daha verimli ve bereketli olan topraklar üzerinde bir egemenlik kurma veya yerleşme zorunluluğu ile karşilaşinca, bu zorunluluk kimi zaman buralarda daha önce yaşayan topluluk veya kabilelerle de bir çatısma veya onları da egemenlikleri altına alma kavgasını yaratıyor...

Bu süreçte de, kimi zaman farklı kültür ve geleneklere sahip toplulukların bir arada yaşamaları zorunluluğu doğuyor. Ne var ki, farklılıkları içine sindiremeyen, kabul edemeyen, farklılıkları doğada ve yaşamdaki bir “zenginlik” olarak değil de, bir “aykırılık” gibi gören topluluklar veya uygarlıklar, bu süreçte başarılı bir sınav veremiyor ve iç çatismalar, başkaldırılar, hesaplaşmalar nedeniyle yıkılıp gidiyor veya parçalanıyorlar.

Ama bunun için eski uygarlıklarda yaşayan insanları suçlayacak olursak haksızlık yapmış olacağız. Çünkü, bu tür bir uygarlık düzeyine ve hoşgörü çizgisine bugün bile hala ulaşamadı insanoğlu. Barış içinde yaşanamıyor hala ve barış hep bir özlem, hep ertelenen bir ideal olarak duruyor. Çünkü; dünyanın kara parçasını bir türlü paylaşamıyor insanoğlu! Yurt edinmekle birlikte nitelik ve boyut da değiştiren kabile savaşları giderek büyüyüp genişliyor ve derebeylikler, krallıklar döneminde de kentler alınıyor, işgal ediliyor, kaleler fethediliyor, köyler, kasabalar yakılıp yıkılıyor... Artık egemenlik güdüsü, gelişen toplum yapısıyla birlikte büyüme ve gelişme hedefini de kapsayınca, başka toprakların da egemenlik altına alınması, kendi topraklarına başka toprakları da katma ihtirasını geliştiriyor.

Yinelemek gerekirse; dünyanın kara parçasını paylaşamıyor insanoğlu!
İşte bu “paylaşım savaşı”, tarihin ilerleyen uygarlıkları süresince de devam ediyor ve bugün de hala dünyadaki dengelerin korunması, düzenlenmesi veya değiştirilmesi amacıyla bu savaşlar bir “dünya klasiği” olarak varlığını sürdürüyor...
 
İnsanlığın kavgasını, ilk kavgadan bugünkü biçimine kadar sürdüregelen nedenler hiç eksik olmadı çünkü. Yurt edinme, egemen olma, hak ve adalet arama, özgürlük, bağımsızlık gibi insani duygular nedeniyle yapılan onurlu ve haklı savaşları da ortaya koyduğumuzda, uygarlık tarihi boyunca yalnızca 10 yılını hiç savaşsız geçirmiş dünyamız... Mazlum halklar ve ezilen uluslar doğmuş en sonunda da...      
 
İşte egemen olma ihtirasının çok eski bir-iki örneği: 
İnsanlığın Tarihi adlı eserinde, Fransız tarihçi Andre RibardMezopotamya’daki uygarlıklar sürecinde en kanlı ve barbar krallık olan Asur Krallığı’nın, tüm Anadolu’yu kendi ellerine geçirme ve işgal etme hedeflerini bir “açgözlülük” olarak tanımlıyor.  Andre Ribard, M.Ö. 190’da ise, Roma İmparatorluğu’nun diğer bütün uygarlıklar üzerine saldırıya geçmesini anlatırken, bunun gelişme sürecini “Moğol tepelerinden Suriye sınırına kadar herşey, doğunun kaderini Roma’nın ellerine bırakmak içindi” şeklinde tanımlar. (Andre Ribard - İnsanlığın Tarihi, Cilt: 1, Sf: 188) (Ünlü bir Fransız tarihçi olan Andre Ribard, tarihin akışının toplumların içindeki çeliskilerden doğduğunu savunur. Bu çeliski ise, pek çok örnekte görüldüğü gibi çatismalar ve kanlı savaşlara da dönüşebiliyor...)
  
Kabile savaşları hiç eksik olmadı. Sadece zaman ve mekana göre de biçim ve boyut değiştirdi. Örnegin Anadolu’da, “Beylikler Dönemi”nde, Türk boyları onyıllarca (hatta yüzyıllarca) birbirleriyle dövüştü, kardeş kanı akıttı. Bu kavgaların altında da egemenlik ve yurt edinme duyguları vardı. Ve boyunduruğa karşı durma, bağımsızlık ve özgürlük duyguları...

Tüm bu kavgalar kimi uygarlıkları çökertti. Ama kimi kavgalar da, aslında hep kendince daha iyiyi ve doğruyu arama çabasinda olan insanoğlunu, süregelen bu yanlışlıktan sıyrılabilmek için doğru olanda birleşip anlaşmaya, farklılıklarla bir arada yaşamayı öğrenmeye, bir hoşgörü ve barış ortamını aramaya götürdü. O zaman da yepyeni uygarlıklar, devletler doğdu.





0 Yorum - Yorum Yaz

İnsanların dünyası 

Tarihi araştırmak; bir bakıma bulmaca çözmeye de benzer. Ya da bir “yap-boz” oyunu. Doğru parçaları yerli yerine oturtamayınca, ortaya net bir manzara, doğru bir resim çıkarabilmenin olanağı yok... Ya da tarihi araştırırken, bir labirentte ilerleniyormuş gibi hissedilir. Bu upuzun ve karanlık bir tüneli andıran labirentten çikip da aydınlığa kavuşabilmek ve yol boyunca ilerlerken yolu iyi görebilmek için ışık sunacak bir meşaleye gereksinim duyulur. İşte bu meşale, o karanlık labirenti aydınlatıp da çikisa götürecek olan araç: bilimdir! Tarih ve bilim, bu bakımdan birbirinden ayrılmaz, bir bütünsellik içindedir. Açıkçası; tarih de bir bilimdir!..

Ne var ki; günümüzde bile hala tarihi bilimselliğin ötesinde algılayanlar var. Ortaçağın feodal kültürünün bir kalıntısı olan felsefeleri ve düşünce tarzlarını aşamayan ve bilimselliğe ulaşamayan pek çok zihniyet, bugün bile tarihi masal, efsane ve hurafelerle özdeslestirmis veya süsleyip püslemiş durumda. Onlara göre tarih; bir efsaneler toplamı. Veya masalsı bir anlatımı olan, mistik esintiler taşiyan ve bol hurafelerle de süslenen bir  “zaman edebiyatı”. Bu yüzden kendi tarihimizi araştırırken bile, “bilinmezliğin” getirdiği “gizem”, kimi araştırmacıları bu “gizem”in büyülü havasına sokup, mistisizmin sisli yoluna ya da mitolojinin masalsı dokusuna saptırıyor… 

Bilimi kılavuz edinip de, geçmişteki uygarlıklarla ilgili araştırmalar yapılırken, kimi zaman günümüzden geriye, başlangıca doğru bir zaman yolculuğu gerçekleştirilir. Bu rota kimi zaman da tam tersine, başlangıçtan günümüze doğru bir yol da izleyebiliyor. Kimi zamansa, çok somut bir belge veya olaydan yola çikilir. Bu belge veya olay, ortalarda bir yerdeyse, bazen bir ileri bir geri yöne doğru koşuşturup durur...

Bir geçmişi olmayan bir toplum, bir devlet düşünülemez. 
“Tarih, halkın ruhudur” der, bir Sovyet düşünür.
A. W. Gulyga’ya göre ise; “Tarih, insanlığın belleğidir.”  
Shakespeare’in deyişiyle de, “Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.”

Tarihi araştırmak ve aydınlatmak, insanlığın belleğini diri tutma amacına da hizmet ediyor.Aynı zamanda, dünyanın seyri içinde ve insanoğlunun yaşam kavgası süresince çesitli uygarlıklar kurmuş, ama tarihin akışı, çaglarin devinimi ve ivmesi düzleminde zamanla ortadan kalkmış ya da unutulmuş topluluk ve halkların ruhunu yaşatmak anlamını da taşıyor...

Prehistorik veya mitolojik çaglar da denilen tarih öncesi en eski çaglardan bu yana pek çok uygarlık gördü dünya. Pek çogu adını tarihe derince kazıdı. Çaglar açtı, çaglar kapattı... Akıp giden zamanın rüzgarıyla, bu uygarlıkların yüzbinlerce yıl sonraki kuşakları farklı kimlikler ve topluluklar olarak varlıklarını sürdürmeyi başarabildiler. Ama pek çok uygarlık, ad olarak da, varlık olarak da yeryüzünden silindi...    

İşte tarih sayesinde, onların yaşamları, uygarlıkları, felsefeleri, kültürleri ve kimlikleri hakkında “bilgi” sahibi olabiliyoruz. Ama doğru bir tarih anlayışıyla...

Kentleşme ve uygarlık

“Medine”, Arapça’da “kent” anlamına geliyor. Türkçesi “uygarlık” demek olan "medeniyet" de bu sözcükten türetilmiş. Yani; “uygarlık”, bir anlamda “kentleşme” demek...

İnsanoğlunun yeryüzündeki uygarlık süreci de “kentleşme” ile birlikte başlıyor. Önceleri klan ya da aile toplulukları halinde mağaralarda yaşayan insanoğlu, sonraları çogalip giderek genişleyince kabile oluşmuş. Bu dönemde sadece avcılık yaparak geçinemez olan insanoğlu, hayvanları eğiterek, hayvancılığı bir uğraş edinmiş, hayvancılık başlamış. Böylelikle de hayvanların beslenebilmesi sorunu ile birlikte, uygun doğa ve iklim koşulları arayışı içine giren insanoğlu için “göçebelik” başlamış... 

Bu tür göçebe topluluklara kimi uygarlıklara göre değişen farklı isimler veriliyor: kabile, boy, oymak, aşiretkavim vs. gibi... Daha da çogaltmak mümkün. Ama gerçek bir toplum ya da halk topluluğu haline geliş de, yerleşik yaşam ile birlikte başlıyor. Yerleşik hayata geçiş de, hayvancılıkla uğraşan insanoğlunun giderek büyüyen ve genişleyen nüfusu nedeniyle, artık sadece hayvancılıkla yetinememesi, sonraları toprağı da işlemeye başlaması, tarıma yönelmek zorunda kalmasıyla birlikte başlıyor. İnsanoğlunun “kentleşme” süreci de böyle, hayvancılıktan tarıma yönelişi ile gelişiyor. Ve böylelikle de; yerleşik yaşama geçiş sürecinin başlamasıyla birlikte de insanoğlunun karşisına bir “yurt edinme” gerçekliği gelip dayanıyor!...

Ancak burada “kentleşme”yi yalnızca yerleşik hayata geçiş anlamında kullanıyorum, bugünkü anlamda bir “uygarlaşma” anlamında özellikle kullanmıyorum. Nedeni ise; “uygarlık”kavramının çok daha geniş bir anlamı kapsadığı, çok daha derin bir anlayışı içerdiği gerçeği... Bugünkü anlamda “uygar insan” tanımı yaparken, nasıl bu tanımı hak edecek bazı temel kriterler ve değer yargıları ile ölçüm yapılıyorsa, toplum ve toplulukları da uygarlık düzeyleri ile aynı şekilde ölçüp elekten geçirebilmek gerekli... Uygar bir toplum veya halktan söz edebilmek için, onların kültürlerini, yaşayışlarını, çagi geliştirme veya yaşanılan çaga uygun olabilecek düzeyde yaptığı atılımları, barışçıl olup olmadıkları, insanı nasıl ele alıp değerlendirdikleri ve felsefeleri vs.nin iyi irdelenmesi gerekiyor. Yoksa yerleşik hayata geçiş ve kentleşmenin başlamasıyla hemen ve birdenbire uygar olunamıyor. Çünkü insanoğlu tarih boyunca, kendi neslinin varlığından itibaren hep daha uygar olabilmek, uygarlıklarını geliştirebilmek ve çagi değiştirebilmek davranışı veya arayışı içinde... Bu davranış biçimi kimi zaman barışçı, kimi zaman da barışçı olmayan yollar izlemiş. Savaş, bu nedenle ilk çaglardan bu yana insanoğlu ile birlikte anılan bir gerçeklik olmuş dünyada!...



Sessiz Gazi


Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşı sırasında şunları söyler: 

“Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha bir büyük amaca ulaşmak için belli başlı bir araçtır. Zafer, bir düşüncenin üretim ve hizmeti anlamında bir değer taşır. Bir düşüncenin üretkenliğine dayanmayan bir zafer, kalıcı olamaz. O boş bir çabadır...”

Her savaşın taşıdığı bir anlam var kuşkusuz. Ama her savaşın anlamı birbirinden farklı. Bazı savaşlar vardır; somut bir anlamı yoktur ya da olsa bile anlamını anlatabilmek ve gerekliliğini açıklayabilmek zordur.

Bu tür savaşların sonucu ise sadece yıkım ve perişanlıktır. Böylesi bir savaşta yenilgi; esaret vekölelik, galibiyet ise çoğu zaman sadece savaşı kazanan bir taraf yaratır. Bu savaşların sonucu, yalnızca kazanan ve kaybeden bir taraf ortaya çıkarır. Bir mağlup taraf olur sadece, ama mutlak galip olmaz. Ama barışın galibi vardır. O da: İnsanlık ve kardeşlik...

Bazı savaşlar vardır; anlamı kutsaldır. 
Sonucu ise gurur ve onur.  
Mazlumların zulme başkaldırışı, zalime karşı yöneldikleri savaştır bu. 
Bazen bu tür bir savaşta mağlup taraf galip bile sayılabilir.
Çünkü kazanan; insanlık onurudur. 

Savaşın ne olduğunu ve savaşların birbirinden farklı ne gibi anlamlar taşıdığını öğrendiğim ilk kişi olmuştu dedem. Hayatının 8 yılını savaşta geçirmiş biri olarak, savaşın ne olduğunu tam anlamıyla anlatabilecek gerçekleri de yaşamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na, ardından da Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı. Dünya savaşı gazisiydi. Bu savaşta İngilizlere esir de düşmüş, 2 yıllık esirlik hayatı da olmuştu. 

Her iki savaş arasındaki farkı, bu yüzden dedem kadar iyi algılayabilen çok az insan vardır sanırım. Türk insanı için bir “şeref” demek olan “gazilik” mertebesini ve 2 yıllık esirlik hayatını gönüllü bir seferberlikle katıldığı 1. Dünya Savaşı’nda yaşamasına ve bu savaş ömür boyu taşıyacağı hem fiziki, hem psikolojik izler bırakmış olmasına karşın, kendisine gazilik şerefi getiren Dünya Savaşı’ndan hiç de şerefli sözlerle söz etmezdi. Kurtuluş Savaşı’nı ise yere göğe sığdıramazdı... 

Çocukluğumda, savaşta yaşadıkları gerçekler dolayısıyla dedemi sanki masallardan çıkıp gelmiş biri gibi düşündüğümü hatırlıyorum. Anlattıkları öylesine inanılmazdı benim için. Oysa onun içinse sadece yaşadığı gerçeklikler, kendi yaşamının birer unutulmaz anısı ve ayrıntılarıydı tüm bunlar.

Osmanlı Devleti’ni 1. Dünya Savaşı’na sokan Enver ve Talat paşalara çok kızıyordu dedem. 
Onur kazanmak için gönüllü olarak kendisi de açılan seferberlikle bu savaşa katılmıştı. Ama savaşın içinde, bu savaşa katılmanın yalnızca kendileri için bir intihar anlamına geldiğini görmüştü. Sonrasında ise, koca bir cihan imparatorluğunun yok oluşu gelmişti zaten. 

Dedem Emin Efe, o yıllarda Osmanlı topraklarında korkunç bir yoksulluk, yokluk ve kıtlık yaşandığını anlatırdı. Bütün bunlarda da uzun yıllar boyunca yapılan savaşların etkisi çoktu. Halk alabildiğine yoksulken, ödenmesi istenen vergiler ise bu koşullarda adeta bir zulüm anlamına gelecek kadar ağırdı. Öte yandan ordunun durumu da perişan bir haldeydi. İşte bu koşullardayken, Talat ve Enver paşaların kararıyla 1. Dünya Savaşı’na katılmıştı Osmanlı Devleti. 

Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı ordusunu anlatırken şöyle derdi: 
“Bir çoğumuzun ayağında giyecek uygun bir şey bile yoktu. Ayağımızda çizme vs. yokken savaştığımız çok oldu. Doğru dürüst kıyafetimiz bile yoktu. Üstümüz başımız kir ve pasak içindeydi. Zaten bizi bu halde görenler Türk askeri olduğumuzu hemen anlıyordu. Traş bile olamıyorduk. Hepimizin yüzünde bir karış sakal, saç-sakal birbirine karışmış bir haldeydik...”   

Osmanlı ordusunun sefaleti, dedemin anlattıklarına göre, sadece kılık kıyafet açısından değil,  silah ve mühimmat yönünden de aynı dramatik tabloyu yansıtıyordu. Şu anlattıklarını hiç unutamam: 

“Bizim alayda bir tek topumuz vardı. 24 saat içinde sadece bir defa top atışı yapılıyordu. Emir böyleydi. Çünkü cephanemiz çok kısıtlıydı... Bir de bizim iki tane uçağımız vardı. Birinin kanadı ise kırıktı. Askerler arasında ona “kırık kanat” derdik. Sağlam olan uçağımızın bir gün düşürüldüğünü duymuştum. “Kırık kanat” ise tek uçak olarak kalmıştı. Ama işte o “kırık kanat” düşmana kan kusturdu...”

Yiyecek yönünden de acınacak bir durumdaydı Osmanlı ordusu. Bazen cephede günde tek öğünle yetinmek zorunda kaldıklarını söylerdi dedem. Askerler arasında ev ev dolaşıp halktan yiyecek toplayanlar da olurmuş. Sonra bütün toplananlar askere pay edilecek şekilde alay karargâhında biriktirilirmiş.

"Bir gün yiyecek toplamak için görevlendirilenler arasında ben de vardım. Kapısını çaldığımız bir köylü, boynunu büktü ve evinde çocuklarına bile yiyecek bir şeyler olmadığını söyledi. İçeri gitti ve biraz sonra elinde bir fincanla geri döndü. Getirdiği bir fincan arpaydı sadece. Köylü, hayvanlarının rızkından alıp da getirdiğini söyledi bize. O an gözlerimden yaş boşandığını hatırlıyorum...”

Askerin cephedeki yiyecek durumunu böyle anlatırdı dedem. 
Ama anılarında çok önemli yer tutan Ali İhsan Paşa’dan söz ederken, “Asker bir tek o alaya geldiği zaman yemek yüzü görürdü. Ali İhsan Paşa ne zaman alaya gelse karnımıza doğru dürüst bir şeyler gelirdi. Eğer önümüze yiyecek doğru dürüst bir şeyler çıkarsa, hemen anlardık ki, o gün alaya Ali İhsan Paşa gelmiş...”

Ali İhsan Paşa’ya bu yüzden askerler arasında çok değer verildiğini anlatırdı. Dedemin gözünde gerçek bir kahramandı Ali İhsan Paşa. İngilizlere esir düştüğünü anlatırken, söze hep “Ben Ali İhsan Paşa ile beraber esir düştüm” diye başlardı.  

Çanakkale’de de savaşmıştı dedem. Çanakkale gazisiydi. 
Türk tarihinde bugün bir destan olarak anlatılan o ünlü Çanakkale Savaşı'nda yaralanmıştı.





Çanakkale’de de savaşmıştı dedem. Çanakkale gazisiydi. Türk tarihinde bugün bir destanolarak anlatılan o ünlü Çanakkale Savaşı'nda yaralanmıştı. 

Bu olayı ise şöyle anlatırdı: 
“Bir gün siperde yanı başımda bir patlama duydum. Ama patlamayla aynı anda etrafımın birdenbire bembeyaz bir ışığa kestiğini gördüm. Işıktan gözlerimin kamaştığını sandım. Gözlerimi kapatmak istiyordum. Sonradan ise her şey kapkaranlık oldu. Kör olduğumu sandım...”  

Bulunduğu sipere İngiliz topçusunun açtığı bir ateş sonucu düşen şarapnelin hemen yanı başında patlamasıyla yaralanmıştı dedem. Aynı siperdeki arkadaşlarından bazıları burada hayatını kaybederken, Emin Efe ise onlardan şanslı çıkıyordu. Patlayan şarapnel parçalarından biri alnına, biri de eline isabet etmişti.

“Gözlerimi açtığımda ise hala aynı yerde ve aynı anda olduğumu sanıyordum. Ama kendimi bir hastane odasında ve yatakta buldum...”
 diye devam ediyordu.  “Ne kadar zamandır burada olduğumu, aradan kaç gün geçtiğini bilmiyordum. Birkaç gün sonra ise etrafımı fark etmeye başladım. Gelip gidenler arasında hiç Türk subayı göremiyordum. Hep İngiliz subayları vardı. Birkaç gün sonra öğrendim ki meğer bulunduğum yer bir İngiliz hastanesiymiş. Ben sadece yaralı değil, aynı zamanda da esirmişim... Orada tanıdığım birkaç asker daha vardı. Onlardan öğrendim durumu...”

İyileştikten sonra ise, esirlik hayatı başlar Emin Efe için. İngilizler tarafından savaş sırasında esir kampı olarak kullanılan Malta Adası’na götürülür. Tam 2 yıl sürecek bir esirliktir bu. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle dedemin de esirliği sona erer. Karşılıklı esir değiş tokuşu sonucunda dedem de özgürlüğüne kavuşur. Bu değiş-tokuş hakkında da “İngilizler bir İngiliz esire karşı 10 Türk askeri veriyordu” diye anlatırdı. 

Anılarında çok değer verdiği bir komutan olan Ali İhsan Paşa’nın da İngilizlerin eline esir düştüğünü, Malta’da bulunduğu esir kampındayken duymuştu. “Adadaki İngiliz askerleri adeta büyük zafer kazanmış gibi bayram yapıyorlardı. Bize sizin komutanı da getirdik diyorlar, kendi aralarında konuşurken de ’Öyle bir adam geldi ki buraya, adeta bir canavar’ diye anlatıyorlardı...” 

Ali İhsan Paşa
’yı dedemin gözünde tam bir kahraman yapan olay ise, onun esirlikten kaçış öyküsüydü. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun yenik sayılmasından sonra, esirler arasında tam bir umutsuzluk hakim olmaya başlamış ve bir çoğu tek umutlarının adadan kaçış olduğu konusunu düşünmeye başlamış. Bunun için de en uygun zamanın ve ortamın kollanmaya başladığını, birkaç girişimde bulunulduğunu anlatan dedem, “Oradan kaçmayı bir tek Ali İhsan Paşa başardı...” diye anlatırdı. Söylediğine göre, Ali İhsan Paşa, bir gemiyle, şarap fıçıları içine saklanarak İngilizlerin elinden kaçıp kurtulmuştu. Bu olay nedeniyle, dedemin gözünde hep büyük bir kahramandı Ali İhsan Paşa. 


1921 yıllarında, dedem bu kez de Başkomutan Mustafa Kemal’in emrinde kurtuluş savaşı verenUlusal Kurtuluş Ordusu saflarındayken, bir gün cephede Ali İhsan Paşa’nın da  Kuşadası’na çıkarak Ulusal Orduya katıldığını duyduğunu anlatmış ve onun bir süre sonra da Batı Cephesi’ne 1. Ordu Komutanı olarak atandığını duyunca da, “Habere çok sevinmiştim. Ali İhsan Paşa’nın emrinde savaşacağım hayaliyle büyük mutluluk duymuştum. Ama sonradan Başkomutan tarafından bu görevden alındığını duyunca da çok üzüldüm.  Öyle bir adamın bu görevden alınmasına hiçbir anlam veremedim. Neden görevden alındığını da hiç öğrenemedim”demişti.  

Kahramanı Ali İhsan Paşa'nın Büyük Taarruza başlandığı sırada en önemli cephe olan Batı Cephesi’ndeki 1. Ordu Komutanlığı’ndan neden alındığını, görevden alınış öyküsüyle ilgili gerçekleri hiçbir zaman öğrenememişti dedem. Bu konudaki öyküye ve gerçeklere ulaşmak ise bana kısmet oldu. Birkaç yıl öncesinde bu konuda ulaştığım kaynaklar ise, dedem hayatta olsaydı eğer, kendisini hem bir hayli şaşırtacak, hem de üzecek bazı çarpıcı gerçekleri yansıtıyor. Gördüm ki, Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve Başkomutan Mustafa Kemal, Ali İhsan Paşa’yı bu görevden almakla Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayacak son derece hayati bir karar da vermiş. Tıklayınız:  Ali İhsan Paşa

“Emin Dayı” ya da “Emin Efe” diye seslenirdi ona herkes. Dünya savaşı gazisi olmasına karşın, “Gazi Emin” diye seslenildiğini hiç anımsamam. Kendisi de bu yönünü hiçbir zaman ön plana çıkarmamıştı. Bir zamanlar bunu bir alçakgönüllülük sanırdım. Tabii ki, dedemin anlattıklarının gerçek anlamını kavrayıncaya kadar... 

Yaşadığı gerçeklikler ve yaşamındaki dramlar, onda derin bir iz bırakmış, içine kapanık bir kişilik geliştirmişti. Genellikle sessiz, sakin biri olarak tanınırdı dedem. İsmine eklenen “dayı” ya da “efe” lakapları da çevresindekilerin bir saygısını ifade ediyordu sadece, yoksa etrafına efelenip, dayılanmasından değil. Efelikle de bir ilgisi yoktu zaten. Ama yumuşak görünümüne karşın, aslında sert mizaçlı biriydi de. Yine de, ardından gelen nesle “miras” diye bıraktığı tek şey olan “Sert” soyadını ona gerçekten yakıştırmak haksızca bir değerlendirme olur...  

Yörüklerin eski bir sözü vardır: “Yumuşak atın tekmesi sert olur” derler. İnsan için de geçerli olan bu deyiş, bana dedemin mizacını anımsatır. Bu kadar sessiz ve sakin bir insanın kendinden hiç umulmadık sert tepkiler göstermesi ise, yaşamındaki bazı gerçekliklerin onun üzerinde yarattığı etkilerle açıklanabilir ancak. 

Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini her fırsatta tekrarlardı dedem. Bunu vurgulamak, onun için hayatında hep önemli bir ayrıntı gibiydi. Atalarının “Sancaklı Aşireti” mensubu olduğunu anlatır, “Benim atalarım gittikleri her yere Fatih’in (Fatih Sultan Mehmet) sancağıyla gider, Fatih’in sancağını taşırmış” diye de övünürdü. Tıklayınız:  Sancaklı aşireti 

Bu ayrıntı dışında kalan yaşamı, onun için yine gurur verici olsa da, kendi deyimiyle şanşsızlıklar ve dramlarla doluydu sadece. Annesinin yüzünü bile hatırlayamazdı. Henüz 2 yaşındayken amansız bir hastalıktan annesinin öldüğünü biliyordu sadece. Babasını ise 5–6 yaşlarındayken yine bir hastalık sonucunda kaybedince, birden bire hayatın acımasız koşulları karşısında öksüz bir çocuk olarak yapayalnız kalıvermişti. Zengin ve soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine karşın, öksüz kalışı yaşamını hep bir yokluk ve yoksulluk içinde sürdürmek zorunda kalışının da bir nedeni gibi olmuştu sanki. Bu noktada kaderi, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra hayatını birleştirdiği tek insan olan ninemle aynıydı sanki. Tıpkı ninem gibi dedemin de babasının tüm mal varlığı, henüz hakkını savunabilecek bir yaşta olmadığından, bazı hısımları tarafından kendisinin dışlanması şeklinde aralarında hemen paylaşılmış, kendisini bu yönden de yapayalnız hissetmişti. 

Çevresindekilere küsmüştü bu yüzden. 
Bundan sonra da yalnızlık duygusu onun yakasına sanki bir etiket gibi yapışıp kalmıştı. 

Henüz bıyıkları yeni yeni terlediği, delikanlılığa geçiş yapma yıllarında, Enver ve Talat paşaların komplolarla Osmanlı Devletini de 1. Dünya Savaşı’na sokmaları ve tüm Osmanlı topraklarındaki herkes için ilan edilen seferberlik, dedem için kaderinden de bir kaçış fırsatı olmuştu aynı zamanda. Dünya savaşı için ilan edilen seferberliğe hemen gönüllü olarak yazılmıştı...

Sonrasında ise kendisine onur getirmesini beklediği “gazilik” ve “esirlik”le de bu savaş sırasında tanışmıştı. Ama beklediğini bulamamıştı. Onun kazanmayı beklediği onur, Dünya Savaşı’nın sonunda, kaybedilen bir değer olmuştu. Çünkü, koca Osmanlı İmparatorluğu onurunu kaybetmişti. Koca bir ulus, bu savaşın kaybedilmesinin ardından esir edilmek istenmiş, bir ulusun onuru yaralanmıştı. Onun bu savaşta gazi olması ve esir düşmesinin ne önemi vardı ki? 

Esirlik hayatı sona ermiş, özgürlüğüne kavuşmuştu ama, bu kez de yurdunu elleri bağlı ve halkını esir alınmış görmüştü. Dünya Savaşı’nın sonrasında kendisine gelen özgürlük, halkına gelen ise tutsaklık olmuştu. 
Kendisi kurtulmuştu. Ama ya halkının kurtuluşu? Bu yüzden de, esirlik hayatından kurtulur kurtulmaz, hemen Kurtuluş Savaşı’nın içinde yerini almıştı, “Ben böyle özgürlüğü ne yaparım?” diyerek... 

Savaştan sonra ise yurdu işgalden kurtulmuştu, halkı özgürlüğüne kavuşmuştu. Ama halkın gerçek kurtuluşu sağlanamamıştı hala. Anadolu halkını bekleyen bir başka tehdit daha vardı bu kez. 10 yıldan fazla bir zamandır süren o savaş yıllarının getirdiği yıkım ve perişanlığın yarattığı olağanüstü yoksulluk... Anadolu halkı, bu kez de yokluk ve yoksulluğun esiri olacaktı.. 

Emin Dayı da acımasız yaşam koşullarının esiri olmaktan hiç kurtulamadığını fark edecekti böylece. Kendisine onur getireceğini sandığı savaşın sonunun sadece yıkım ve perişanlık olduğunu görmüştü Dünya Savaşı’nda. Gaziliği ve 2 yıllık esirlik yaşamı bir onur belgesi gibiydi onun için. Ama sonrasında yurdunun işgal, halkının esir edildiğini görmek, kendisi için onur peşinde koşan Emin’i, bu kez de halkının onurunu, yurdunun bağımsızlığını kurtarabilmek için bir kez daha, ama bu kez daha anlamlı ve onurlu bir savaşın içine taşımıştı. Bu, kendisi için savaş içinde geçen 8 yıl demekti. Koca 8 yıl. 

Kendi onuru için katıldığı Dünya savaşı, ardından halkının onuru için yer aldığı Ulusal Kurtuluş savaşı ile hayatının tam 8 yılını savaş içinde geçirmiş biri ve savaşın anlamlarını çok iyi kavramış bir savaşçı olarak, bu kez yeni bir düşmana, yoksulluğa karşı da yılmaz bir savaşçının onur kavgasını vermeye başladı... 

Ama bu kez düştüğü esirlik, onun için bir ömür boyu sürecekti.
 

Anadolu insanının yazgısı gibi.

Savaş sona erdiğinde görünen manzara, kendisinin yapayalnızlığı ürkütmüştü dedemi. 

Kasaba yakılıp yıkılmış, bir kül yığınına dönmüştü. Böyle bir manzara ortasındaki yapayalnızlığı ise savaşlar içinde geçen ömrünün 8 yılında yaşadığı her şeyden daha beter canını yakmıştı. Bir de yokluk ve yoksulluğun esiri olmak gerçeği ile yüz yüzeydi şimdi. 

Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldikten sonra, Anadolu’daki tarihsel yaşam çizgisi, şimdi kendisini koca yeryüzünde yapayalnız ve hiçbir şeysiz bırakıvermişti. Oysa malk mülk değil, onur peşinde koşmuştu her zaman. Ama Anadolu halkının savaş içinde geçen son 10 yılının yarattığı acımasız yaşam koşulları onu da birden bire yoksulluğun esiri haline getirince, her zaman atalarının soyluluğu ile övünen, onur kazanmak için çok genç yaşta savaşın içine kendini atan Emin, bundan sonraki hayatına sıfırın da altından başlamak zorunda kaldığı gerçeğiyle yüz yüze gelecekti. Soylu bir ana babanın çocuğu olarak dünyaya gelmek, artık sadece bir teselliydi onun için. Hayatını sıradan ve yoksul biri olarak sürdürmek ise, yaşam tarafından kendisine dayatılan, kabul etmek zorunda olduğu gerçekti. Ama hiçbir zaman içine sindiremediği bir gerçek...

Savaş sonrası başlayan yeni hayatına alışabilmek pek de kolay olmamıştı. Önce sivil yaşama uyum sağlamanın uğraşını verdi. Sonra da ekmek parası kazanmanın. Bu savaşı da kazanmak zorunda hissediyordu kendisini. Kazanmak zorundaydı. Bunun için de, bir gün amelelerin mesken tuttuğu bir sabahçı kahvesinde oturup, dikkat çekip de birilerinin kendisini de çağırmalarını beklemeye başladı... 

Hayatını artık bir amele olarak sürdürüyordu Emin. Böyle bir ortamda tanıştığı Gülsün’e de hemen kanı kaynadı. Yazgısı tıpkı kendisininkine benziyordu çünkü. Ve bu yüzden de Gülsün, yürekten bağlandığı tek insan oldu hayatında. Onunla evlendi. Gülsün’ün ninesinden kalma evini onardı, böylece bir eve de kavuştu. Bu kerpiç evde 3’ü kız, biri erkek 4 çocuk babası olarak ve Emin Dayı, Emin Efe diye anılarak sürdürdü tüm ömrünü. Tıklayınız:   'Adını Gülsün koyalım'

Efe 
ve dayı lakapları, kendisini tanıyanların bir saygı ifadesi olarak kendisine bir hitap tarzı oldu. Ama o hep bir amele olarak yaşamını sürdürmeye, eşi ve çocukları ile birlikte en amansız düşman olan yoksullukla savaşmaya yılmadan devam etmekteydi yine. Yıllar sonra, kendisine gerçekten değer veren biri çıktı. Ve bu kez bir çiftlikte kâhya olarak çalışmaya başladı. Emin Dayı, artık kasabada Alaşehir’deki "Katırlı çiftliğinin kâhyası" olarak tanınmaya başlamıştı. 


Bir çiftliğe kâhya olmak bir ödül gibi gelmişti dedeme. Sonradan bir teselli diye nitelendirse de. Çünkü böylece, sıradan bir insan olmadığının fark edildiğini düşünerek teselli olabiliyordu. 

Gerçekten de sıradan biri değil, o günün koşullarında sıra dışı diye tanımlanabilecek biriydi dedem. Bir kere okuma yazma biliyordu. Öksüz kaldığında, hısımlarının yaptığı tek iyilik, okumasını sağlamaları olmuştu. Sonra zeki biriydi de. Hem eski yazıyla, hem de yeni yazıyla okuma yazmayı biliyordu. Birazcık da İngilizcesi vardı. Dünya Savaşı’nda İngilizlere esir düştüğünde, esirlik içinde geçen 2 yıllık süre boyunca derdini anlatabilecek kadar İngilizce öğrenmeyi de başarmıştı. Bu ayrıntı da onu o günün koşullarında sıra dışı biri yapıyordu. 

Çocukluk yıllarımda kendisini evde hep bir köşede sessiz bir şekilde kendi dünyasına gömülmüş bulduğum zamanlar, çoğunluk elinde bir kalem ve minik bir cep defterinin üzerinde bir şeyler karalarken görürdüm dedemi. Kopya kalemi denilen kalemin ucunu tükürükleyip tükürükleyip defterine özenle bir şeyler yazar dururdu. Bazen eski yazıyla da yazdığından yazdıklarından bir şey anlayamazdım.

Dünya Savaşı sırasında, cephede yanı başında patlayan bir İngiliz topuna ait şarapnel parçasın alnında bıraktığı derin yara izi de, artık onun için kâhyalığının yanında aksesuar olarak onurla taşıdığı bir nişandı. Ayrıca sağ elinin iki parmağı da aynı yaralanma olayı dolayısıyla hafif sakat kalmıştı. Ama ben, dedemin bir nişan diye hep diğer gazilerin yaptığı gibi yakasında bir madalya taşımasını isterdim.

Dedeminse madalyası yoktu. Bunun nedenini sormuştum bir gün. 

İlkokul öğretmenimin ilgisini çekmiş, Çanakkale gazisi olduğunu bildiği dedemin neden “gazi madalyası” almadığını ve bazı savaş anılarını da öğrenmemi istemişti. 

Anlamlı anlamlı gülerek,
— Benim madalyam var, demişti.
Bu yanıt karşısında çok şaşırdığımı anımsıyorum. 
O zamana kadar hiç madalya taşıdığını görmemiştim çünkü. Yanıtına sevinerek,
— Hani nerede, göstersene bana, demiştim. 
Hemen kasketini çıkarıp, başındaki yara izini göstermiş ve
— İşte benim madalyam bu... demişti ardından da.  
Çocukça bir saflıkla;   
— Ama bu madalya değil, sadece bir yara. Madalya gibi taşınmaz ki...  demiştim bense. 
O zaman dedemin sert ve öfkeli bir ses tonuyla şunları söylediğini anımsıyorum:
— Hayır, taşınır. Ben bu madalyayı her zaman kendimle birlikte taşıyorum. Öteki madalyalar istendiğinde çıkarılıp bir yana konulur. Ama bu madalyayı ben istesem de çıkaramam. O savaşta aldığım yaranın acısı geçti ama izi kaldı. Benim madalyam bu. Ben bu madalyayı mezarımda da kendimle birlikte taşıyacağım. Hem de alnımda...

Öteki dünyada da yine bu madalyası ile birlikte yaşayacağına inanırdı dedem. Kendisine haksızlık yapan, hakkını yiyenlerin karşısına ruhunda da taşıdığı bu madalya ile birlikte dikilip onlardan hesap soracağını söylemişti birkaç kez de... 

Gazilik madalyası verilmesi için diğer gaziler gibi niçin kendisinin de gidip başvuru yapmadığını bilemiyorum. Ya da bunun nedenini söylemişse bile bunu şimdi anımsayamıyorum. Belki de onu anlayabilecek yaşta olmadığımdan, söyledikleri tam olarak aklımda kalmamış olabilir. Sanırım böyle bir başvuruda bulunmamıştı.

Ama bildiğim bir şey var ki, o da dedemin dünya nimetlerinde hiç gözünün olmadığıydı. Maddi şeylere hiç değer vermezdi dedem. İçtiği sigara hep Üçüncü sigarası olurdu. Mal mülk edinme gibi bir ihtirası da hiçbir zaman olmamıştı. Mal anlamında hayatı boyunca sahip olduğu tek şey, bir eşekti. Benim çocukluğumda kasabamızda sadece iki eşek arabası vardı. Bunlardan biri dedemindi. O arabayı da, ihtiyarlığı sırasında ninemle birlikte ovaya daha rahat gidip gelsinler diye babam almıştı. O eşek arabasıyla ancak yaşlılığı döneminde artık kendi bağlarına gidip gelmeye başlamışlardı öksüz Emin ile öksüz Gülsün. Oğullarının dişinden tırnağından arttırıp da satın aldığı birkaç dönümlük bağ, onların yaşlılıklarında özenle baktıkları bir hazine gibiydi sanki...


En küçük kızı Nafiye ve torunları ile bir hastahane ziyareti sırasında

Bugünse, dedemi çok iyi anlayabildiğimi sanıyorum. O, hiçbir zaman bir madalya ya da öyle bir ödül istemiyordu. Sadece, doğuştan kendisine ait olan, ama kendisinden zorla çalınan onurunun, kırılan ve incitilen gururunun iadesini istiyordu.

Ünlü düşünür Jean-Jacques Rousseau’nun bir sözü vardır: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”  

Dedem de bu gerçek nedeniyle öfkeli bir insandı. 
Soylu ve zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldikten sonra, kendisine bir yazgı imiş gibi dayatılan gerçekler, sonuçta onu sıradan bir amele, sonra da bir kahya yapmıştı. Ve o, sadece Dünya savaşı sırasında İngilizlerin elinde geçirdiği 2 yıllık esirlik hayatı süresince değil, tüm hayatı boyunca zincire vurulmuş gibi hissetmişti kendini. 

Savaşta düşmanın, savaş sonrasında ise yoksulluğun esiri olmuş, savaşta düşmanın ellerine vurduğu, kendi topraklarında ise bazı hısımlarının ayaklarına yapıştırdığı prangalarla yaşamıştı hep. Her iki pranga da aynı amaçla vurulmuştu hem de. Ve bunu da hep “alın yazısı” diye kabul etmesi öğütlenmişti kendisine. 

Dedem hayata karşı biraz da bundan öfkeliydi işte. 
Kader denilen şeye bir başkaldırıydı onun öfkesi. 
Çünkü yaşadıklarının bir kader değil, haksızlık ve sömürü olduğunun farkındaydı...

Ve bir gün, ecel denilen şey yakasına yapıştığında, yakasında değil, o ak alnında taşıdığı madalyasıyla birlikte bu dünyadan ayrıldı. Geride bir miras olarak bıraktığı tek şey, her zaman onurla taşıdığı “soyadı” olmuştu...




0 Yorum - Yorum Yaz

Aşıkların tanığı, bembeyaz bir güzellik

Papatya


daisy

Hep özlemle beklenen, yalnızca insanların değil, doğadaki tüm canlıların da sevgilisi olan bir mevsimdir bahar. Doğanın yeniden dirilişi, kendini yenilemesi yaşanır her baharda. Bu yüzden aylardır toprağın altında sabırla bekleyen minik tohumun bu mevsimde yemyeşil bir sevinç çigligi olarak yeryüzüne fışkırması gibi, mutluluk rüzgarının dalgası sarar tüm gönülleri.
Çünkü bir sevda mevsimidir
 de bahar... 

Doğanın bütün güzelliklerini en cömert bir biçimde sunduğu yerdir doğduğum kasaba. Doğanın tüm cömertliği ile Anadolu’nun cennet bir köşesine çevirdigi topraklar buradadır. Burası,“vadedilmiş topraklar”“Vadedilmiş” ya da “bağışlanmış topraklar” deyiminin bir karşilığı da “cennet”tir. Evet, çağristirdigi anlama uygun şekilde, tam anlamıyla bir cennet gibidir bu yöre. Cömert ve verimi bol olan bereketli topraklara sahip bu yörenin insanı da çok sevmiştir toprağı. 

O toprak ki; bire bin veren bereketiyle hep yüzünü güldürmüştür kendisine sevdalanan insanının. Verimi, bekeketi bol olan, cömertliği ile çaglari doyuran şu toprak. Yaşama kucak açtığı gibi, ölümlerde de kucak açan, bağrına basan şefkatli bir ana gibi olan toprak. Ya da 
Toprak Ana. Ya da Aşık Veysel’in dediği gibi, "insanın en sadık yari kara toprak”...

İnsanlar rengarenk giysileriyle, hayvanlar henüz yeni doğmuş yavrularıyla, tüm ağaç ve bitkiler de, kendi tavırlarınca, rengarenk bir çiçek çaglayaniyla hazırlanır bahara. Ağaçlar, yemyeşil dallarıyla baharı karşilamaya çoktan hazırlanmış. Ve yaz günlerinde serinlemek umuduyla kendilerine sığınacak insanlara gölgeler sunmaya da daha şimdiden gönüllüler...

Yeryüzündeki herhangi bir prensten bile daha soyludur her bir ağaç. Sanki kendileri de bunun bilincindeymişçesine, doğanın mağrur askerleri gibi dört bir yandan dimdik kuşatmışlardır kasabayı... Bir de, doğanın mağrur askerleri olmanın yanı sıra, her bahar mevsiminde yaşanan pek çok sevdanın da dilsiz ve sessiz tanıkları gibidirler. Ama yine de, gövdelerine kazınmış isimler yüzünden ele verirler sevdalıları...

Ama aşikların bu mevsimde bir başka tanığı daha var ağaçlardan başka. Hem de minicik bir tanık. Üstelik ele vermez hiç bir sevdalıyı. Hatta, sevdalıların suç ortağı bile denilebilir onun için, sevdalanmak suç ise eğer... Minicikliğine karşin kimseyi ele vermez ama, asla yalan da söylemez!

Küçücük bir çiçektir bu tanık. Üstelik arsızdır da. Hem de öylesine arsızdır ki, nerede hafif bir nem ve yeşillik bulsa, orada bitiverir hemen. Her bahar öncesinde ilk önce o selamlar insanları, bembeyaz taç yapraklarıyla, sanki kendi gizemli tanıklığına da hazırlanmış gibi. 

Ve insanlar ilk önce ondan alır baharın haberini. Çünkü asla yalan söylemez bu çiçek... Doğayı taçlandıran bir umut çiçeğidir o... Bembeyaz taç yapraklarıyla doğayı süslerken, tüm sevdalılara hem ortaklık, hem de tanıklık eden bu minik ve arsız çiçeğin adı ise: Papatya!.


Kasabamın cömert ve bereketli toprağında en bol ve sıkça bitiveren çiçektir 
papatyaGüneşin ışıklarını doğaya cömertçe sunmaya başlayıp, daha fazla ısıtmaya yöneldiği daha ilk günlerde, sadece kırlarda, dağlarda, bayırlarda, bağlarda değil, sokaklarda, bir evin hafif nemli bir köşesinde ya da bir kaldırım dibinde bile hemen ve arsızca, bembeyaz bir sevinç yumağı olup selamlar insanları... 

Ve en sevilen kır çiçegidir papatya. Küçükler annelerine, ögretmenlerine kucak kucak taşir, genç kızlar demet demet örüp saçlarına taç yaparlar. Sevdalılar da fal bakarlar... 
Çünkü asla yalan söylemez papatyalar...

Toprağı süslediği kadar, insanları ve sevdalıları da taçlandırır bu umut çiçegi. Kiminin karşilık aradığı aşkına umut, kiminin bulup da kaybetmek istemediği sevgisine güvence olur. 
Değdiği her ele adeta sihirli bir güç veren, saflığın, temizliğin sembolüdür papatya... Üzerinde belki de gözle görülmeyen binlerce minicik canlının yürüyüp, hayat iksirini içtiği papatyalar, bazen nazlı bir can elinden toprağa da sevgi aşilar. Bomboş kırları süslerken, yüreklere de sevda ve umut döker papatyalar...  


O arsız papatya ki; bembeyaz yapraklarının yüreklere saldığı duygularla nice fallar için sevdalılara sunar kendini: “Seviyor... Sevmiyor... Seviyor... Sevmiyor...Seviyor... Sevmiyor...” Sanki nice “seviyor-sevmiyor”lara açılmıştır bu arsız çiçegin taç yaprakları.    

Sevgililer, “en çok sevdiğim çiçek” derler, bu bembeyaz güzellik için. Doğanın toprağa bembeyaz bir armağan diye sunduğu bu çiçek, aşklara ve aşiklara da doğadan bir armağan diye sunulmuş gibidir. Aşiklar da, doğanın kendilerine sunduğu bu armağanı, belki renginin simgelediği saflığından dolayı, duygularına ortak, aşklarına tanık edivermişler hemen. 
Çünkü papatyalar yalan söylemez asla. 
Yalan söylemek doğasında yoktur onun. 
papatya ki; saflığın da simgesi. 
Ve bu yüzden tüm aşkların da tanığı...

"Seviyor, sevmiyor” denkleminin hep birincisini müjdeler papatya. 
Olmazsa, “sevmiyor-seviyor” diye başlanır. 
O zaman yine aşklara olumlu karşilık verir, aşiklara umut olur papatya. 
Doğallığın ve zerafetin de simgesidir papatya. 
Mevsimin belki de en güzel süsü. 
Çogunluk baharın ilk müjdesini de ondan alır insanlar. 
Arsız bir çiçektir çünkü, nerede hafif bir nem bulsa hemen orada bitiverir. 

Acelesi mi? 
Belki de aşıklara tanık olmayı çok sevmesinden...




TBMM'ne mektup

TBMM KOMİSYONU'NA YAZILAN, AMA GECE YARISI ADETA JET HIZIYLA KOMİSYONDAN GEÇİRİLEN 'YENİ MADENCİLİK YASASI'NIN GEÇİRİLİŞ HIZINA YETİŞEMEYEN MEKTUP

Yeni Madencilik Yasası'nın TBMM'de görüşülmeye başlanılması sırasında alınan bilgiler;  görüşmelerin 2 gün süreceği şeklindeydi. Bu nedenle TURÇEP tarafından hazırlanan bir yazı ile sürece müdahele edip, hem AP'nin siyanür hakkındaki kararını TBMM'nin gündemine sokmak, hem de aynı kararın sülfürik asit için de geçerli olması gerektiği, ayrıca yeni yasanın çevre felaketlerini daha da büyüteceği konularında yasaya ilişkin uyarıda bulunulmuş olunacaktı. Ama hep yaptıkları gibi yine gece yarısı yeni madencilik yasasını da geçiriverdiler ve bu yazı da dolayısıyla gündeme gelemedi. Aşağıda TBMM Madencilik Komisyonu Başkanı'na ve aracılığıyla TBMM'deki yeni madencilik yasası görüşmeleri sırasında oluşan yasa komisyonuna yazılmış yazı yer alıyor.

TBMM Madencilik Komisyonuna,

1- Dünyanın en kaliteli yedi tarım havzasından biri olan Gediz Havzası, Manisa’nın Turgutlu ilçesinde bulunan Çaldağı’ndaki nikel madeni çalışmaları nedeniyle çok ciddi ve büyük bir çevre felaketi ile karşı karşıya bırakılmış durumdadır. Bunun nedeni ise, İngiliz Sardes Şirketi tarafından uygulanacak olan proje dolayısıyladır. Açılımı “sülfürik asit liç yöntemi ile açık maden işletmesi” olan bu projenin tüm Gediz Havzasını çok büyük bir çevre felaketine götüreceği tüm bilim adamları tarafından hazırlanan raporlarda bilimsel olarak ortaya konulmuştur. Bu projeye dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmediği, projenin sahibi olan Sardes şirketinin bağlı olduğu İngiliz European Nickel  PLC şirketinin de daha önce bu projeyi uygulamak istediği ülkelerden çevreye verdiği zararlar nedeniyle bizzat hükümet yetkililerince kovulduğu da bilinmektedir. Ne acıdır ki, dünyanın hiçbir yerinde uygulanmasına izin verilmeyen bu projeye sadece Türkiye’de izin verilmiş durumdadır.  Bunun nedeni ise, İngiliz şirketi tarafından yürütülen lobi faaliyetleri, İngiliz büyükelçiliği ve İngiliz hükümetince Türk hükümeti üzerinde yapılan baskılar, ayrıca bu nedenlere bağlı olarak söz konusu proje için hükümet yetkililerince hiçbir yeterli araştırma ve inceleme yapılmamasıdır.

Dünyada sadece Sardes şirketi ve bağlı bulunduğu European Nickel şirketi tarafından kullanılan bu proje, dünyada ilk defa Turgutlu’da denenecek ve uygulanacaktır. Ancak tüm bilim adamlarının ve çevresel kuruluşların yaptıkları bilimsel araştırmalar, böyle bir projenin tüm Gediz Havzasını çok büyük bir çevre felaketine götüreceğini göstermektedir. ÇED raporunun doğru olabileceği varsayımına göre bu şirkete çalışma izni ve projeye de onay verilmesi, yukarıda sıraladığımız nedenler dolayısıyla da dünyada ilktir. Bu durum da hükümet yetkililerini çok büyük bir vebal altında bırakacak ve vicdanları yaralayacaktır.

Öte yandan, Avrupa Parlamentosu tarafından 05 Mayıs 2010 tarihinde alınan bir kararla, madencilik sektöründe özellikle son yıllarda çok yaygın bir yöntem haline gelen “siyanür” hakkında “yasaklanması” kararı alınmış durumdadır. Avrupa Parlamentosu’nun bu kararı, “siyanürün çevre ve insan sağlığına verdiği telafisi zor zararlar nedeniyle madencilik sektöründe bir yöntem olarak kullanılması 2011 yılından itibaren AB’ye üye tüm ülkelerde yasaklanması” şeklindedir. AP’nin bu kararı siyanürün madencilik sektöründe kullanılmasını tüm dünya genelinde yasaklamaktadır.

Avrupa Parlamentosu’nun kararı doğrultusunda, “siyanür” gibi dünya genelinde çok yaygın bir yöntem haline gelen çevreye ve insan sağlığına zararlı bir yöntemin yasaklanması, siyanürden daha da tehlikeli ve zararlı bir kimyasal madde olan “sülfürik asit”in de yasaklanmasına bir emsal teşkil etmektedir. Avrupa Parlamentosu’nun madencilik sektöründe çevreye zararlı kimyasal maddelerden sadece siyanür hakkında karar vermesi, sülfürik asitin bu kararın dışında bırakılması anlamına gelmemektedir. Bunun anlamı sülfürik asitin AP’nin gündemine gelmeyişi, AP tarafından bu yöntemin zaten “kullanılamaz” bir yöntem olarak görüşmüş olmasıdır. Çünkü sülfürik asit liç yöntemi dünyada sadece Türkiye’de ve Turgutlu Çaldağı’nda uygulanacaktır. Bunun nedeni ise maalesef hükümetimiz tarafından onay verilmiş olmasıdır.

Dünya genelinde madencilik sektöründe siyanürün yasaklandığı bir ortamda, siyanürden daha tehlikeli ve zararlı, dünyada hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen sülfürik asit projesine sadece Türkiye’de izin verilmiş olması hem insanlık, hem de tarih karşısında hükümetinizi çok ağır bir vebal altında bırakacaktır. Tüm bilim adamlarının ortaya koyduğu araştırmalar göstermektedir ki, siyanürün etkisi bir süre sonra kaybolsa bile, sülfürik asitin zararlı etkileri yüzyıllarca sürebilmektedir. Bu projenin yaratacağı çevre felaketinin boyutlarının ne kadar korkunç olabileceğinin kesin olarak bilinememesi, endişeleri daha da büyütmektedir. Çünkü dünyada bu projenin uygulanmasına izin verilmediğinden herhangi bir kıyaslama yapma imkânı da bulunmamaktadır.

AP’nin siyanürlü altın gibi maden şirketlerince dünya genelinde çok yaygın bir hale getirilen bir yöntemi yasaklama kararı alması doğrultusunda, ülkemizin Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda çaba sarf eden ve uyum yasaları ile bu yolda ilerlemeye çalışan hükümetimize düşen görev de, sülfürik asit gibi dünyanın hiçbir ülkesinde uygulanmasına izin verilmeyen, (bir anlamda zaten adı resmi olarak konulmadan yasaklanmış olan) bir proje ile ilgili yasaklama kararı çıkartmak olacaktır. Bu karar öncelikle Türkiye’ye, dolayısıyla hükümetimize düşmektedir. Çünkü sülfürik asitin dünyada uygulanmasının sadece Türkiye’de yapılması söz konusudur.

Bizler, ilçemizde bulunan tüm sivil toplum örgütleri, dernekler, esnaf odaları, sendikalar ve ilçemizde bulunan tüm siyasi partilerin bileşimi olan TURÇEP, TEMA Temsilciliği ve EGEÇEP olarak, 3 yıldan fazla bir zamandır Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen bu projeye ve maden şirketine karşı büyük bir mücadele vermekteyiz. Bu mücadelemiz söz konusu projenin yasaklanmasına kadar da devam edecektir. 

2- Bizler madencilik karşıtı bir anlayış içinde değiliz. Yanlış madencilik yasaları ve uygulamalarının karşısındayız. TBMM’nin gündemine gelen “Yeni Madencilik Yasa Tasarısı” da AP tarafından getirilen ve dünya genelinde uygulanması istenen madencilik anlayışının çok gerisinde kalan ve sadece maden şirketlerinin isteklerini ve taleplerini göz önüne alan niteliktedir. AB’ne uyum yasaları çıkararak, Türkiye’yi AB üyesi bir ülke yapmaya çalıştığını ileri süren hükümetimiz, böyle bir madencilik yasasıyla ne yazık ki ülkemizi çağdaş madencilik anlayışı dışında bırakacaktır. Söz konusu yasa tasarısı, sadece maden lobilerinin çıkarınadır, halkımızın ve ülkemizin çıkarına değildir. İnsan ve çevre sağlığını hiçe sayan, biyoçeşitliği ve ekosistemi mahveden, yeraltı zenginliklerimizi şirketlerin talanına açan nitelikte düzenlemeler içermektedir.

Bizler, mevcut madencilik yasasını bugün zaten yaşanmakta olan pek çok çevre felaketinin kaynağı halinde olması nedeniyle “vahşi madencilik” olarak tanımlamaktayız. Ancak, yeni madencilik yasa tasarısının yasalaşması halinde, madencilik uygulamaları daha ciddi çevre felaketleri yaşanmasının önündeki tüm engelleri de kaldırmış olacağından  “vahşi madencilik” tanımı bile zayıf kalacaktır. Bu madencilik yasası anlayışı nedeniyle de toplum ve tarih karşısında da çok ağır bir vebal altında kalınacaktır. Maden yasası bu haliyle çıkarsa, sadece maden şirketlerinin istekleri yapılmış olacak, ama tarihin ve toplumun vicdanı kanatılacaktır.

SONUÇ OLARAK;
A-      Ekte bilgilerinize sunduğumuz Avrupa Parlamentosu’nun 5 Mayıs 2010 tarihli “madencilik sektöründe siyanürün kullanılmasının yasaklanmasının gerekçeli kararı”nın emsal alınarak, tüm dünya genelinde uyulması istenilen bu anlayışın, hükümetimizce AB’ye uyum çerçevesinde değerlendirilerek,  ülkemizde de madencilik sektöründe geçerli bir karar haline getirilmesi,
B-      Dünyada sadece Türkiye’de ve Turgutlu’da uygulanması söz konusu olan, AP’nin yasakladığı siyanürden de daha tehlikeli olan sülfürik asitin madencilik sektöründe yasaklanması,
C-      Sadece maden şirketlerinin çıkarına ve maden şirketlerinin önlerindeki hukuksal engellerin kaldırılmasına yarayacak olan “yeni maden yasa tasarısı”ndan vaz geçilmesi,
D-      Madencilikle ilgili yasaların, sadece maden şirketleri temsilcilerinin değil, çevreci kuruluşların da görüş ve önerilerinin alınarak, “çevreye ve insana saygılı, doğal güzelliklerimiz ve tarihi zenginliğimizi koruyan bir madencilik” anlayışının geliştirilmesi şeklinde düzenlenmesi,
özetle sunmak istediğimiz taleplerimizdir.

Çalışmalarınızda başarılar dileyerek, gereğini bilgilerinize arz ederiz.

TURÇEP  (Turgutlu Çevre Platformu)

Haziran 2010

TURÇEP Bileşenleri: TEMA Temsilciliği, Turgutlu Esnaf Odaları Temsilciliği, Turgutlu Esnaf Kefalet Koop.,  Turgutlu Ticaret Borsası, Turgutlu Ticaret Odası, Turgutlu Ziraat Odası, TARİŞ, Turgutlu Tarım Kredi Koop., Turgutlu Mimarlar Odası, Turgutlu Şoförler Odası, Turgutlu Tabipler Odası, Turgutlu Sulama Birliği, Turgutlu Çiftçi Malları Koruma Bşk., Dağcılık Kulübü, Turgutlu Sarraflar-Kuyumcular Derneği, Turgutlu Makine Müh. Odası, K. S. S. Koop. Bşk, Turgutlu İşçi Dayanışma Derneği, Turgutlu Toplumsal Dayanışma ve Kültür Merkezi, Turgutlu İnşaat Müh. Odası, Turgutlu Engelliler Derneği, Turgutlu Baro Temsilciliği, Turgutlu Avcılar Kulübü, Eğitim-Sen, Eğitim-İş, Eğitim Bir Sen, Türk Eğitim-Sen, Emekli-Sen, Atatürkçü Düşünce Derneği, CHP Belediye Şehir Meclisi Üyeleri, MHP CHP Belediye Şehir Meclisi Üyeleri, BBP, BDP, BTP, CHP, DP, DSP, MHP, SP, YP.

EKİ:
1- Avrupa Parlamentosu'nun 05 05 2010 tarihli madencilik sektöründe siyanürün kullanılmasını yasakladığı haberi
2- Avrupa Parlamentosu'nun 05 05 2010 tarihli madencilik sektöründe siyanürün kullanılmasının yasaklanmasının gerekçeli kararı
3- İTÜ Kimya Metalürji Fakültesi Öğretim Üyesi, Metalürji Yüksek Mühendisi ve TEMA Bilim Kurulu Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman’ın Çaldağı hakkında hazırladığı rapor,
4- TMMOB Ziraat Mühendisleri Odası İzmir Şubesi’nin Raporu



0 Yorum - Yorum Yaz

TEMA: 'Turgutlu'da neler oluyor?'

 

Turgutlu'da neler oluyor?

Turgutlu Çaldağı’nda faaliyette bulunacak SARDES Nikel Maden İşletmeciliği; tarım arazilerini tahrip ederek, ürettikleriyle tüm Türkiye’yi besleyen Turgutlu halkını işsiz, aşsız, susuz, topraksız ve de ormansız bırakmak üzere!

Burada işletilecek olan maden yatağı; çelik, madeni para, mıknatıs gibi endüstriyel ürünlerin yapımında kullanılan NİKEL’in yanında, zehir olan ARSENİK içeriyor. En büyük kanserojenlerden olan Arsenik, doğa ve insan sağlığına en zararlı kimyasallardan birisi olarak biliniyor.

İşte bu nikel madeni faaliyete geçtiğinde, tüm Turgutlu tarım arazilerini öldürecek kadar Arsenik, toprağa karışacak ve bir zamanlar hayat veren bu topraklar, artık sadece ölüm kusar hale gelecek.

 
Nikel madeni faaliyete geçtiğinde:
• 15 yıllık işletme sonunda 15-18 milyon ton sülfürik asit kullanılmış olacak. Yani Marmara Gölü’nün yarısı kadar sülfürik asit, Turgutlu toprağına, havasına, suyuna karışacak. Yıllardır en kaliteli üzümü, pamuğu, domatesi yetiştiren Turgutlu, bu ürünleri artık dışarıdan satın almak zorunda kalacak.

• Günde 153 ton kükürt, sis ve buhar olarak havaya karışacak. Suyla, nemle karşılaştığı her yerde aside dönüşecek. Oluşacak asit yağmurları nedeniyle tüm Gediz Havzası ve tüm canlı varlıklar gelecekte büyük bir çevresel facia ile tanışacak.

• Madenin atık suları; derelere ve toprağa döküleceğinden, yüzey suları ve yer altı suları kirlenecek. Tarlasını sulamak isteyen Turgutlu çiftçisi, normalde doğal kaynaklardan karşıladığı su ihtiyacını, tankerlerle gidermek zorunda kalıp, fazladan para harcamak zorunda kalacak.

• Maden, günde 12.000 ton su tüketecek. Bu su, Gediz Nehri’nden ve sondaj çalışmalarıyla da yeraltından çekilecek ve bunun sonucu olarak Kuzey Çaldağı eteklerindeki yer altı suyu düzeyi düşecektir. Madenin drenaj hendekleriyle de yamaca düşen yağış, toprak tarafından emilmeden, bölgeden uzaklaşacak, toprağın beslenme / boşalma dengesi tamamen bozulacak.

• Tarım, Turgutlu’nun başlıca geçim kaynağı. Dünya çekirdeksiz kuru üzüm merkezi halinde olan ve domates, kiraz, erik, şeftali, incir, zeytin, pamuk üretilen bu bereketli topraklar, bölge ekonomisine can verdiği gibi, Türkiye ve dünyanın bir çok bölgesini besliyor. Madenin neden olacağı asit bulutlarının ve diğer kimyasal atıkların, bu ürünlerin üzerinde birikmesi, ürünlerin kalitesini olumsuz yönde etkileyecek, daha da kötüsü, bir çok ürün insan sağlığına son derece zararlı ağır metaller ve zehirli maddelerle kirlenmiş olacak.

• Madenin atıkları ve neden olduğu kirlilik; hayvancılığı da doğal olarak vuracak. Sulara ve toprağa karışan atıklar, hayvanların sağlığını ve verimliliğini yok ederek, geçimini hayvancılıktan sağlayanların ekmeğini elinden alacak.

• Madenin doğal hayata verdiği zararlar, bölgede tarıma dayalı sanayi yapan fabrikaların da kaynaklarını olumsuz yönde etkileyeceğinden, fabrikalarda çalışan bölge halkını da işsiz kalma riskiyle baş başa bırakacaktır.

• Maden yerleşkesi için kesilen ağaçlar ve oyulan araziler, erozyonu hızlandırmanın yanında, heyelan riskine yol açacak ve zaten deprem bölgesi olan yörede deprem riskini daha da arttıracaktır.

• Maden işletmesi aktif olduğu sürece, havaya salınacak olan 3-6 mikron boyutundaki asit sisi, boyutlarından ötürü haftalarca havada asılı kalıp, çok geniş bir alana yayılacak. Yayıldığı her yerde de bitkilere ve toprağa konup zarar verecek. İşletme çevresinde kesim yapılmamış, orman örtüsü en yakın ve zayıf kurban olacak. Yatağan Termik Santrali’nin çevresindeki 50 km çaplı alandaki orman örtüsünün zarar görmesine neden olan süreç, aynen Turgutlu’da da yaşanacak. Kesilenden çok daha fazla sayıda ağaç ve onunla etkileşimli öteki canlılar zarar görecek, güdükleşecek, üreyemeyecek ve gelişemeyecek.

 

TEMA Vakfı, Turgutlu halkı başta olmak üzere, tüm Türkiye’yi işine, ekmeğine ve toprağına, en önemlisi ülkesine sahip çıkmaya davet ediyor.

Kurtuluş Savaşı ile aldığımız, Gediz’i ve “büyüğü”nden “küçüğü”ne Menderes’i ile beslediğimiz bu verimli topraklar, yabancı şirketlerin maden çöplüğü olamaz…

 

TEMA Vakfı
Türkiye çöl olmasın!

TEMA
Ayrıntılı bilgi için tıklayınız:  Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?          EGEÇEP

4 Şubat 2010

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Adını 'Gülsün' koyalım


Soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş ninem. Kendisinden birkaç yaş büyük bir ağabeyi vardır yalnızca. 

— Öyle güzel bir bebekmişim ki, annem-babam yüzüme bakıp, “Adını Gülsün koyalım. Hayatta mutlu olsun. Bahtı da kendisi gibi güzel olsun!” demişler... 

Dünyaya geliş öyküsü işte bu cümleyle birlikte başlamış ninemin: “Adını Gülsün koyalım!” 

Ama çocukluk öyküsü ise, ninemin kendi ağzından tek bir cümleyle tamamlanıyor:
— Ama kaderim beni çocukluğumda hiç güldürmedi yavrum!...”

Onun “kaderim” diye tanımladığı acılı yaşam öyküsü ise, Balkan Savaşı sırasında babasını, birkaç yıl sonra ise amansız bir hastalıktan annesini kaybederek öksüz kalmasıyla birlikte başlar... 

Ağabeyi ile birlikte ayrı ayrı yerlere büyütülmeleri için verilirler. Öksüz kaldığında küçük Gülsün, sonradan kendisinden hep “nine” diye söz edeceği yaşlı bir kadının yanına verilir...

— Ninem de çok sevdi beni, ne yalan söyleyeyim. Hep üstüme titrerdi... Ama ana-baba sevgisi, onların şefkati bir başkadır yavrum... Ninemin sevgisi hiç onların yerini tutar mı? Ben anne-baba şefkatini hiç yaşayamadan büyüdüm yavrum...

Komşularının ise, hep Rumlardan oluştuğunu, sokakta birlikte oynadığı çocukluk arkadaşları arasında da bir çok Rum çocuğu olduğunu anlatırdı. Aralarında hiçbir zaman farklı ırktan olmaları dolayısıyla anlaşmazlık veya kavga çıktığını hatırlamazdı. Ufak tefek bazı kavgalar ve anlaşmazlıklar olsa da, bunlar, yine kendi deyimiyle, “çocukça şeyler”di.  

İşgal dönemini ise, 15-16 yaşlarında yaşamış ninem. O karanlık günlere ilişkin sohbetler olduğunda, yerli Rumların adeta avukatı gibi konuşurdu: 

— Bizim komşularımız çok iyiydi. Gavurdular ama, çok iyiydiler. Bana onlar sahip çıktılar, Yunandan onlar beni korudular...  

Birlikte evimizde toplanıp da işgal günlerini anan komşularla yaptığı her sohbette, ninemi yerli Rumların adeta avukatlığını yaparken görürdüm. Onun gerçeği böyleydi çünkü.

Rum komşularına sadece iyi bir komşu oldukları için basit bir komşuluk sevgisi değil, minnetle doluydu ninem. Korumacılığına sığındığı Rum komşuları sayesinde hem sağ, hem de temiz kalabilme şansına sahip olabilen aynı yaşlardaki pek az Kasabalı kızdan biri olabilmişti.  

— Bir gün ninem telaşla geldi yanıma. Hemen birkaç elbisemle öte berimi bir çıkın içine doldurdu. Çıkını koltuğumun altına verdi. Sonra elimden tuttuğu gibi, birkaç ev ilerdeki Urum (Rum) komşularımızın evine götürdü... Eve geldiğimde komşularımız anlattı: Yunanlılar iyice azmışlar, herkese saldırmaya başlamışlar. Zulüm yapıyorlarmış. Genç kız ve kadınların da namusunu kirletiyorlarmış. Urum komşularımız “Aman sen de pek güzel bir kızcağızsın Gülsün kız. Senin de başına bir hal gelmesin” diye beni evlerinde saklayacaklarını söylediler. Evin benim yaşımdaki küçük kızı da arkadaşım olurdu. Beni bir akrabalarının kızı olarak tanıtacaklardı...”   
 
Burada tam olarak ne kadar zaman kaldığını hatırlayamıyordu ninem. Ama kesin olarak bildiği şey; Rum komşuları sayesinde, Yunan zulmüne,  çirkin emelli saldırılarına maruz kalmamıştı. Hele namusuna zarar gelmeden işgal günlerini geçirmiş olmasını büyük bir şans olarak değerlendirir, bu şansı kendisine sunan Rum komşularını minnetle anardı:  

— Ben komşularıma laf söyletmem. Onlar çok iyiydi. Gavurdular, ama çok iyiydiler. Benim kimim kimsem yoktu, kim koruyacaktı ki beni? Urum komşular olmasa başıma neler gelirdi, orasını artık Allah bilir...

İşgali yaşamıştı ninem. 
Acılı çocukluk yaşamını daha da katmerli bir biçimde kendisine yaşatan bir Anadolu gerçeği olarak. Hem de işgalin en acımasız günlerini bir Rum evinde sığıntı olarak yaşayarak. O günün koşullarında sığınacak başka hiçbir kapı bulamamıştı. Hem kendisinin, hem de “nine” diye söz ettiği, kendisini büyütmesi için yanına verilen o yaşlı kadının sağ kalmasını da, kendi deyimiyle Rum komşularına borçluydular..     

Kurtuluş gününü de yaşamıştı ninem... 
Tüm Kasabalılar gibi, Türk askerinin Kasaba’ya geldiği o kurtuluş gününü, herkes gibi büyük bir coşkuyla yaşamıştı. Ama bir zaman sonra, kurtuluş sevincini biraz da buruk bir sevinçle yaşadığını fark ediyordu. Yunan işgalciler, Kasaba’yı terk edip kaçarlarken, ninesinin evi de ya-kılıp kül edilen evler arasında kalmıştı. Öksüz Gülsün’ün elinde, bir tek “ninem” diye sarıldığı yaşlı kadın kalmıştı yalnızca. 

Yaşadığı bir başka burukluk ise, Rum komşularından ayrılmak zorunda kaldığı gerçeğiydi. İşgalci Yunanlılar, Kasaba’da öylesine zulüm yapmışlardı ki, işgal öncesinde Kasaba halkına teslim olmalarını öğütleyen yerli Rumları da, Türklerin öfkesinden kendilerini koruyabilmeleri için, önce İzmir’e, oradan da Yunanistan ve Girit’e beraberlerinde götürmek zorunda kalmışlardı.

Ama ninem hep aynı şeyi söylerdi:     
— Ben komşularıma laf söyletmem. Urumdular ama, iyiydiler...
Ona göre; Rumlar arasında Yunan işgalcilerle işbirliği yapanlar, işsiz güçsüz takımı, çapulcu ve serseri gruplardı sadece...  

Kasaba’nın kurtuluşunu yaşamıştı ninem. 
Ama ya kendisinin gerçek kurtuluşu? Onun kurtuluşu ne zaman başlamıştı? 
Hayatını devam ettirmek ve geçinebilmek için amelelik  yapmaya başladı önce.
Pek çok Anadolu kadınınınki gibi, evlilik, onun için de “tek kurtuluş” gibiydi. 

Bu  nedenle, kendi deyimiyle yazgısı tıpkı kendisininkine benzeyen biri ile hayatını birleştirirken, kendi kurtuluşuna doğru da bir adım atmış gibi hissetmişti. İlk zamanlar, 3’ü kız, 1’i erkek 4 çocuk annesi olmak, acılı yaşam öyküsü içinde doğanın kendisine sunmuş olduğu en büyük armağan gibi gelmişti. Tıklayınız:  Sessiz gazi


Ama bir süre sonra bir başka mücadele başlıyordu. 
Savaş sonrası, tüm Anadolu insanının ortak kaderi, onun acılı ve talihsiz yaşam çizgisinin temel yazgısı gibi yakasına yapışacaktı. 

Hem de bu savaşacağı şey, ömür boyu yakasından hiç düşmeyecek gibiydi. 
Eşi ve çocuklarıyla birlikte, şimdi daha yaman bir düşmanla savaş içindeydi: 
Yoksulluk!...
 

1990 yılında ölüm haberini almıştım ninemin. 
Yaşamı ve ömrü tam bir asır sürmüştü. Öldüğünde 103 yaşındaydı sanırım. 
Acılar ve yoklukla, yoksullukla geçen bir asırlık koca bir ömür... 

Ve öksüz Gülsün, kendisini ilk kez kucağına alan anne ve babasının o an yüzüne bakıp da,“Adını Gülsün koyalım, bahtı da yüzü gibi güzel olsun” sözleriyle kendisi için diledikleri o güzel ve mutlu hayatı ne kadar yaşayabilmişti? Ninemin, “Kaderim beni çocukluğumda hiç güldürmedi yavrum” sözleri ise, onun acılı yaşam öyküsünün sadece çocukluk bölümünü kapsayan cümlelerdi.

Haberi duyduğum o anda daldığım düşünceleri ve ninemin ölüm haberinin bende oluşturduğu duyguyu çok canlı bir şekilde anımsıyorum. Ölüm haberini aldığımda, 
— Bu dünyadan bir Gülsün geçti, diye düşünmüştüm, 
— Ama hiç gülemeden...

Hem de koca bir asır boyunca süren ömrüne rağmen,  acımasız yaşamın karşısına dayattığı koşullar dolayısıyla, soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişken, zayıf ve silik bir kişi, önemsiz biri gibi kalmıştı hayatın içinde. Ve önemsizmiş gibi, sanki hiç yaşamamış gibi gelip geçmişti dünyamızdan... 

Ama onun yaşadığı ve başından geçen her şeyin, onu sıradan ve önemsiz biri olmaktan çıkardığının da farkındaydım. Mustafa Kemal ve arkadaşları sayesinde bizim yaşamak zorunda kalmadığımız geçmişteki o karanlık ve acılı dönemin “adsız kahramanları”ndan biriydi o da. Yaşadığı ve başından geçen bir çok şey, çok “sıradışı”ydı çünkü.  Yaşadıkları, ninemi sıradan biri olmaktan çıkarıyor ve “sıradışı” biri yapıyordu.

Bu yüzden, doğanın kendisine 4 çocuk anası olma gibi bir armağan sunmasından sonra, ben de torunu olarak, bu yazımda gerçek yaşam öyküsünü aktarmakla, “öksüz Gülsün”e  “sıradışılık” sıfatını armağan etmeye karar verdim... Işıklar içinde yatsın...
     

 


Hayat yutan çukurlar!


Tarım dışı veya yanlış amaçlarla toprak kullanımının yarattığı "toprak talanları", gerçekten hiç de küçümsenmeyecek ve asla gözardı edilemeyecek kadar ciddidir.

1996 yılı Temmuz ayında yazmış olduğum ve bir yazı dizisi olarak yayımlanan yukarıdaki bölümde, sadece tarım alanlarındaki toprak talanından söz ettim. Oysa günümüzde sorun sadece bununla bitmiyor. Bu tür yanlışlıklar ve çevre dramları bizzat kent merkezlerinde, kent yerleşimi içinde de yaşanıyor ve yaşanmakta. Bunu bir-iki acı örnekle somutlaştıralım.

10 Temmuz 1998 tarihinde Nadir Güler adında 15 yaşında bir çocuk, Turgutlu'da blok fabrikaları tarafından kent merkezi sınırları içinde toprak almak için açılmış ve sorumsuzca, vurdumduymazca terk edilmiş olan ve yağan yağmurlarla bir gölet haline gelen bu çukurlardan birinde hayatını kaybediyordu. Aşırı sıcaklar dolayısıyla serinlemek için, yağan yağmurlarla gölet halini almış yere giren çocuk, bataklığa saplanarak arkadaşlarının gözü önünde boğularak can veriyordu. 


Ne yazık ki Nadir Güler'in bu acı sonu, bu örneklerin de sonu olmadı! 14 Haziran 2001 tarihinde, bu kez yine kent içindeki bir başka yerde, aynı yaşlarda bu kez 2 çocuk birden aynı şekilde hayatını kaybediyor, blok fabrikalarının kent içinde toprak almak için sorumsuzca açtığı ve sorumsuzca terk ettiği o derin çukurlardan biri daha, Ümit Uzun ve Ramazan Aykut'un, 2 çocuğun daha mezarı oluyordu. 

Hiç kimsenin "serinlemek amacıyla gölete girdiği için hayatını kaybetti" diye küçük bir çocuğu suçlamaya hakkı yoktu. Çünkü çocuğun girdiği ve boğulduğu yer zaten bir gölet değil. Bu hale gelmesi ilçedeki blok fabrikalarının sorumsuzluğu ve vurdumduymazlığıydı. Çünkü toprak almak için açılan ve derinliği 7-8 metreyi bulan bu çukurlar, işleri bittikten sonra üzeri örtülmeyip sorumsuzca terk edilince, sadece bir gölet değil, aynı zamanda bu 2 acı örneğin öğrettiği gibi, birer mezara da dönüşebiliyorlardı. Yapılan araştırmalarda ne yazık ki daha pek çok çocuğu yutmak için bekleyen böyle sayısız mezar olduğu da ortaya çıkmıştı. Oysa blok fabrikalarının toprak alımı için sadece belirli ve sınırlandırılmış bir bölgede faaliyet göstermesi gerekiyor. Ama Turgutlu, deyim tam yerinde, delik-deşikti!

Sorun sadece bununla da bitse iyi! Bu işletmelerin toprak alımı yapabilmeleri için ayrıca izin ve ruhsat almaları da zorunluluğu var. Bu ruhsat veya iznin verilmesi de bazı koşullara bağlı üstelik. Ruhsat verilirken, açılan çukurların işletme sahipleri tarafından mutlaka doldurulması koşulu getiriliyor. Ayrıca yerleşim yerlerinden toprak alınması da engelleniyor. Sıralanan koşullar sadece bu kadar da değil. Bir de Sağlık Ocakları tarafından getirilen koşul var ki bu da, açılan çukurlara su birikintilerinin oluşumu halinde burasının mutlaka dezenfekte edilmesi gerekliliği şeklinde açıklanıyor...

Ruhsat ve izin konusunda sayılabilecek örneklerden bir kaçı bunlar. Ama ortaya çıkan olaylar gösterdi ki, ruhsat ve izin konusunda fabrika patronlarına asla ve hiç bir şekilde zorluk çıkartılmamış. Bu işletmeler de açtıkları ve hiç bir zaman denetlenmeyen bu çukurları, canları istediği zaman sorumsuzca ve üstlerini bile örtme gereği duymadan, bir gün birileri için mezar olabileceğini düşünmeden terk edip gitmişler. Hatta açılan bu çukurların yakınında ve etrafına bir uyarı levhası bile asmaya gerek duymamışlar hem de.

Ancak burada bir kişinin hakkını özellikle teslim etmek ve duyarlılığına, bu sorunun çözümü için gösterdiği çabalara da teşekkür etmek istiyorum. Bu kişi de adı "Çevreci Kaymakam"a çıkan, bu nedenle ve ayrıca çalışkanlığı nedeniyle Cumhurbaşkanlığı'ndan "yılın kaymakamı" ödülünü alan, o dönemde Turgutlu Kaymakamı olarak görev yapmakta olan Sayın Orhan Işın'dır.

Kendisi, dile getirilen sorunlar ve sunulan önerilere sadece ilgili görünmemiş, aynı zamanda takipçisi de olmuş, blok fabrikalarının denetlenmesinden, verilen ruhsat ve izinlerin geçerli olup olmadığından, bu tür çukurların denetlenmesine kadar gerçekten çok ciddi ve etkin çalışmalar yapmış, sorunun önemli ölçüde bir hizaya çekilmesini sağlamıştır. Kendisine gerçekten de teşekkür borçluyuz.

Gerek ilçe kaymakamlığı sırasında, gerekse de daha sonra Manisa Valisi olarak görev yaptığı süreç içinde sadece Turgutlu'nun değil tüm Manisa genelinde halkın da kalbinde bir yer edinen Sayın Orhan Işın, ne yaziktir ki, AKP Hükümeti tarafından AKP'li Belediye Başkanı Bülent Kar'ın başını çektiği 
"Sümerbank Pamuklu Mensucat vurgunu"na engel olmasın diye görev başındayken Manisa'dan alınıp merkeze kaydırılarak sürgün edilmiştir. 

Önceki ilgili yazılar için tıklayınız:
Tarım dışı amaçlarla toprak kullanımı (Toprak talanı)
Toprak yutan canavarlar: Kum ocakları




0 Yorum - Yorum Yaz

Toprak yutan canavarlar:
Kum ocakları!

1 cm kalınlığında bir toprak tabakası, ancak bir kaç yüzyılda oluşabiliyor. Bu süre bazen değişik etmenler dolayısıyla binlerce yılı da bulabiliyor. Bu olgu, karşı karşıya bulunulan felaketin ne denli ciddi olduğunu da anlatıyor. Ama bereketli topraklarımızın tarım dışı amaçlarla talan edilmesi, burasya kadar sıraladığımız örneklerle sınırlı değil. Toprak talanı konusunda çok daha korkunç bir tehdit var: Kum ocakları!

Erezyonla meydana gelen toprak kayıplarına göre, kum ocaklarının yarattığı tahribat ve bu işletmeler aracılığıyla verimli tarım topraklarının talan edilişi, çok daha önemli ve ciddi bir sorun olarak duruyor. Çünkü sadece kâr amacıyla kurulan ve işletilen bu ocaklar, adeta toprak yiyen birer canavar rolündeler. Sadece toprak yiyip, para kusuyorlar. Verimli tarım topraklarının geri dönüşü imkansız bir şekilde kaybolmasına da neden oluyorlar. Erezyonu ağaçlandırma ve orman çalışmalarıyla önleyebilmek mümkün. Ama bu tür işletmelere karşı çok ciddi ve tutarlı tavır gerekiyor. Çünkü bu işletmeler üzerinde herhangi bir denetim mekanizması kurulamadığında, tek kelimeyle "toprak yiyen canavar"a dönüşüyorlar. Üstelik bu işletmelerin pek çoğu yasalardaki boşluklardan yararlanarak açılıp işletiliyorlar.

1993 yılında Manisa yöresindeki incelemelerde ve yetkililerle yapılan görüşmelerde, resmi olarak sadece 3 tane kum ocağının işletildiği belirtilmişti. Ama gerçek rakamın ise bu resmi rakammın 100 katından bile fazla olduğu biliniyor. Çünkü bu işletmeler üzerinde mutlak bir denetim mekanizması sağlanmadığından, ruhsatsız olarak açılıp işletilebilen pek çok kum ocağı olabiliyor. Bunun yanı sıra, bu işletmelerin pek çoğunun "maden arama ruhsatı" ile veya "tarla balıkçılığı" adı altında gülünç denebilecek kimliklerle ruhsat alarak açıldığı da biliniyor. Bu nedenler dolayısıyla da bu işletmeler üzerinde kesin bir kontrol mekanizması da uygulanamıyor ya da uygulanmıyor. Sonuç olarak da bu tür işletmeler verimli tarım topraklarının geri dönüşü olmayacak şekilde yok olmasına neden oluyor.  

Tarım alanlarında açılan kum ocaklarında yürütülen kum alımları, ayrıca komşu tarlaların bir bölümünün sınırlarına kadar yapıldığından, bu tarlaların bir bölümünün kaybolması durumu ortaya çıkıyor. Ayrıca terk edilen eski kum ocaklarında oluşan kontrolsüz göçmeler de bu toprak kaybını hızlandırıcı bir başka etken. Ve bu eski kum ocaklarının hiç bir düzenleme ve iyileştirme çalışması yapılmadan terk edildiği de gözleniyor. Öte yandan nehir yatağından alınan kumlar dolayısıyla açılan çukurlar da nehir yatağında akış yönünün değişmesine neden oluyor.

Akış yönünün değişmesi de nehir kenarlarında göçmeler ve kütle halinde toprak kayıplarına yol açıyor. Bundan başka, allüvial alanlardan toprak alınması sonucu açılan çukurların suyla dolması nedeniyle de verimli tarım arazileri kısmen ya da tamamen elden çıkıyor. Jeoloji uzmanları ve çevre bilimcilerin araştırmasına göre, yeryüzünde 80 cm.lik bir toprak tabakasının oluşması için en az 5 bin yılın geçmesi gerekiyor. bu tür işletmelerin açtığı büyüklükleri 8-10 dekara, derinlikleri 8-10 metreye varan çukurlardaki kaybelilen ya da daha doğru deyişle yok edilen toprağın yeniden oluşabilmesi için kaç 5 bin yılın geçmesi gerektiğini hesaplamak ise bir hayli zor. 

Jeoloji uzmanları ve çevre bilimcilerin araştırmasına göre, yeryüzünde 80 cm.lik bir toprak tabakasının oluşması için en az 5 bin yılın geçmesi gerekiyor. bu tür işletmelerin açtığı büyüklükleri 8-10 dekara, derinlikleri 8-10 metreye varan çukurlardaki kaybelilen ya da daha doğru deyişle yok edilen toprağın yeniden oluşabilmesi için kaç 5 bin yılın geçmesi gerektiğini hesaplamak ise bir hayli zor. 

Özellikle yukarıdaki örneklerini verdiğim kum ocaklarının ardındaki rantiye, aç gözlü bir şekilde adeta toprak yiyerek çevre talanı yapmaktadır. Ama bu durumu engellemek içni özel ve yeni yasalar çıkarmaya da gerek yok. Sadece söz konusu olan, mevcut yasaların uygulanabilmesi. Yani zaten var olan yasalarla düzeltebilmek ve engelleyebilmek bile mümkün. Buradaki asıl sorun, mevcut yasaların uygulanmayışından kaynaklanıyor. 

Ama ilginç olan, bu alandaki mafyalaşmadır. Örneğin, 1996 yılında kum ocaklarındaki bu başıboşluğa yasalar doğrultusunda bir neşter vurmak isteyen Salihli kaymakamının başı kum ocaklarındaki rantiye ile derde giriyor ve Salihli'den ayrılmak zorunda kalıyordu. Üstelik o dönemin Çevre Bakanı Rıza Akçalı tarafından Salihli'den başka yere alındığına ilişkin bazı söylentiler de yer alıyordu. Bu söylentinin doğru olup olmadığı bilinmez ama,  bilinen gerçek, ortada konkunç bir çevre dramı yaşanmasına neden olan bir faktör yer alıyor!
 
Sonuçta izlenen politikalar ve yasal boşluklar ya da zaten var olan yasaların uygulanmaması nedeniyle verimli tarım alanlarının ve arazilerinin tarım dışı amaçlarla kullanılmasını etkileyen durumlar hala varlığını koruyor. Ve ülkemizin en verimli topraklarının başında yer alan ve sulak alan olarak değerlendirilen verimli Gediz Havzası bilinçsizce ve cahilce talan ediliyor.

Peki bu konudaki öneriler ve çözümler neler olabilir? İşin bu kısmı daha çok yasa koyuculkarın doğaya bakışını, çevre sorunlarına duyarlılığını yansıtan, doğayı ve çevreyi yasayla koruma altına almalarını gerektirecek özellikler içeriyor. Yukarıda da vurguladığım gibi, aslında tüm sorun, zaten var olan yasaların doğamızı ve verimli tarım alanlarını kamu yararına korumak adına uygulanması.

Gerekli önlemler için öyle pek de yeni yasalar çıkarılmasına bile gerek yok yani. Çünkü çvre ve tarım alanlarının korunmasına yönelik çok sayıda hukuki düzenleme zaten bulunuyor. konu, bu yasaların uygulanmaması veya birilerine birşeylerin peşkeş çekilmesi adına var olan yasaların görmezlikten gelinmesi. Bu yasalar da şöyle: 

2872 Sayılı Çevre Kanunu, 3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün Teşkilat ve Görevleri Hakkkındaki Kanun, 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine İlişkin Tarım Reformu Kanunu, 1580 sayılı Belediyeler Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunu ve 2965 sayılı Toplu Konut Kanunu.

Tüm bu yasaların uygulanması bile tarım topraklarının tarım amaçlı kullanılması ve korunmasına yönelik hükümler içerdiğinden yeterli çözümler getirebilir. Ama tüm bu hükümlerin birarada kullanılmaması nedeniyle tarım topraklarının tarım dışı alanlarda kullanılması sağlanmış oluyor. Bu yasalar dışında sunulabilecek öneriler de şöyle olabilir:

1- Sanayileşmenin düz allüvial alanlardan eğilimli alanlara kaydırılması
2- Sanayi bölgelerinin seçiminde ve yerleşiminde verimli tarım alanları dışında eğimli alanların tercih edilmesi
3- Havzada, özellikle verimli tarım arazilerinin üzerindeki yerleşimin gelişiminin önlenmesi
4- Nehir yatağından taş, kum ve toprak alımının engellenmesi
5- Havzadaki verimli tarım arazilerinden tuğla ve kiremit imalatında kullanılmak üzere toprak alımı durdurulmalı veya sınırlandırılmalı
6- Toprak ve su korunumu önlemlerinin çiftçimize öğretilmesi sağlanmalı
7- Tarımsal potansiyeli yüksek alanların havza çapında sınırları çizilerek, yerleşim ve sanayi dışında bırakılmalı
8- Bölgede toprak kaybının önlenmesi amacıyla ağaçlandırma ve orman çalışmasına başlanmalı..

Bu türdeki önerileri daha da çoğaltmak mümkün kuşkusuz. 
Ben ilk etapta akla gelebilecek en önemli olan konuların altını çizmek istedim.

Sonraki yazı: Hayat yutan çukurlar

 

 
 

Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!

 
 


   



0 Yorum - Yorum Yaz

Gediz vadisindeki verimli tarım topraklarını nasıl kullanıyoruz?


ÇaldağıToprak nasıl talan ediliyor?


Günde 22 milyon ton çöp üreten bir ülke olan Türkiye, her gün 30 milyon tabut dolusu toprağını da kaybediyor. Ağaç ve orman katliamları, orman yangınları, bunun sonucunda ortaya çıkan erezyon ve amaç dışı toprak kullanımı sonucunda, Türkiye'de Afrika'dan 22 kat daha fazla toprak kaybının yaşandığı belirtiliyor. Kendisini dünyanın en vatansever toplumu olarak tamınlayan insanlarımızın, "vatan" dediği kendi toprağına nasıl baktığı ve ona nasıl davrandığı bu manzarada görünüyor işte. 

Peki ya dünyanın en verimli ve 1. sınıf tarım topraklarından oluşan Gediz Havzası
Gediz Havzası'ndaki verimli tarım topraklarını nasıl kullanıyoruz?
Gelin, birlikte bir göz atalım. Önce çarpık sanayileşmeyi basitçe bir resmini çizerek görelim.

Hızlı endüstrileşme sürecine giren ülkemizde, yaşanılan veya yaşatılan çevre sorunların başlıca nedenlerinden biri olarak sıklıkla çarpık sanayileşme çıkıyor her yerde karşımıza. Sanayi kuruluşlarının yer aldığı alanların seçimi çoğunlukla kolaylık ve kârlılık düşüncesi temel alınarak belirleniyor. Bu durum da önlem alınmadığı taktirde geriye dönüşü bir daha mümkün olmayacak sorunların başlangıcını oluşturuyor. 

Sadece kârlılık ilkeleri gözönüne alınarak kurulan sanayi kuruluşlarının ulaşım, su, enerji ve yerleşim yerlerine yakın olması, girişimciler tarafından aranan ve istenilen özellik. Bu tesislerin kurulması bakımından, alt yapı tesisleri ve özellikle yollar, en gerekli unsurlar. Böylesi özelliklere sahip yerlerde tesis kurmak, girişimci için hem daha masrafsız ve ucuz olan ve dolayısıyla kârlı bir yatırım. Çünkü böylelikle yapması gerekli ve hatta gerekli olan yatırımları yapmaktan kurtulduğu için, yatırım çok daha ucuza geliyor. Öte yandan, yolların da maliyet hesaplarının daha ucuza ve düşük masraflara getirilmek istenmesi, tarım alanlarını tahrip eden bir başka neden oluyor. Maliyet hesapları gereği, yolların düz ovalardan geçirilmesi tercihi sonucu, ana yollar böylece tarım alanlarına kadar sokuluyor. Sonra da bu yolların her iki yanında birer ikişer sanayi kuruluşları gelişmeye başlamış ve milyarlarca lira yatırım yapılarak kurulan sulama şebekeleri ve verimli tarım toprakları üzerinde sanayi kuruluşları hızla yayılmaya başlamıştır. 

İzmir Bornova-Turgutlu yolunun açılmasıyla, sanayi kuruluşları bu yol güzergahı boyunca iki yana dizili olarak yayılmaya başladı. Önceleri hiç bir sanayi kuruluşunun yer almadığı Kemalpaşa-Armutlu ovası bile, Bornova-Turgutlu yolunun açılması ile birlikte bu manzaradan etkilenerek fabrikaların istilasına uğradı. Belkahve'den 2. Nif Köprüsü'ne kadar olan 25 km.lik bölüm fabrikalarla dolmuş durumda. Ve yolun iki tarafının dolmasıyla birlikte ovadaki tarım alanları da önemli ölçüde azalmış durumda.

Öte yandan, Manisa yolu kavşağından Turgutlu girişine kadar olan 5-10 km.lik uzaklık da, yine fabrikalar tarafından (özellikle tuğla-blok fabrikaları) kaplanmış, Bu imalat sektörü, aynı şekilde Ankara istikametine doğru, Ankara-İzmir karayolu güzergahı boyunca Turgutlu'dan Salihli'ye doğru aynı şekilde devam ediyor. Ama en önemlisi de bu yanlış ve çarpık yayılmanın son yıllarda Gediz Ovası'na kadar kayabilmiş olması. İlginçtir, bu güzergahlar üzerinde bulunan hafif eğimli alanlarda ise fabrikalar yer almıyor. Bu da tezimizi, yani sasdece karlılık ve kolaylık nedeniyle fabrikaların böyle hemen yerleşiverdiğini doğrulayan bir başka manzara.

Sanayileşmedeki yerleşim yerlerinin yanlış seçimi, aynı zamanda plansız, programsız ve çarpık kentleşme ile de birlikte düşünüldüğünde, verimli tarım topraklarını adeta yutan ve yok eden bir etken oluveriyor. Karlılık ve kolaylılık düşünceleri, sanayi kuruluşlarını yerleşim alanlarına, hatta tarım alanlarına kurulmaya kadar  getirince, tam bir kirlenme ve çevre dramı da yaşanmaya başlanıyor. Doğadaki en önemli 3 hayat kaynağı olan toprak-hava-su, işte bu manzarada görülen çarpık sanayileşme ve çarpık kentleşmenin yarattığı sorunlarla kirlenmeye başlamıştır.

Sorun sadece bu kadarıyla kalsa, yine de geç de kalınsa, uzun vadeli çözüm getirebilmenin mümkün olacağı düşünülebilir. Ama ne yazık ki sorun sadece sanayi kuruluşlarının tarım alanlarına kadar sokulmasıyla kalmıyor. Sırada bir de verimli tarım topraklarının talan edilmesi anlamına gelen toprakların amaç dışı kullanımı var! Bu sorun ise öncekinden çok daha korkunç. Çünkü burada verimli tarım toprakları bir daha asla yerine konulamayacak ve geri getirilemeyecek şekilde yok edilmektedir! Bu yöre toprağının tarım için verimli bir toprak olması yanında aynı zamanda sanayi için de bir hammadde olarak kullanılabilir olması özelliği taşıması, denetimsizlik nedeniyle tam anlamıyla verimli tarım topraklarının talan edilmesi sonucunu doğurmuştur.

Söz gelimi bu sanayiler, verimli tarım topraklarını büyüklükleri 8-10 dekara, derinlikleri de 7-8 metreye varan çukurlar açarak tahrip etmişlerdir. Tarım alanları, sanayinin böylesi çarpık gelişimi ve yerel yöneticilerin sanayicilere çıkar karşılığı ayrıcalıklı yaklaşımı nedeniyle denetim uygulanmayışı sonucunda hep bir talana uğrayarak, giderek daralmaya başlamıştır.

Sonraki yazı: Toprak yutan canavarlar: Kum ocakları




0 Yorum - Yorum Yaz
Saygılar Sana Yeşilin Atası
 

AHMET BEDEVİ
KENDİSİNİ ANLATIYOR

  
 

"Yaşayışım gayet basittir. Yaz kış Topkale'deki kulübemde ve mağaramda yaşarım. Evim meyve ağaçlarıyla, çiçeklerle çevrilmiş cennet gibidir. Yazın yaş, kışın kuru meyveler yerim. Günde üç kez buz gibi suyla yıkanırım. Vücudumu korumak için, kendi yaptığım bitkisel yağı sürünürüm. Eski ve yeni yazıyı bilirim. Türk müziğine hayranım. Sinemanın tutkunuyum. Zaten, dertle gamı bunlarla unutuyorum. Gazete, dergi elimden düşmez, hepsini alır okurum."

    
Manisa Tarzanı Ahmed Bedevi
 

"Eşsiz bir sanatçıydı O! Manisa'da yeşilin her tonunu canıyla, kanıyla yarattı. Eşsiz özverisi ile doğayla içiçe yaşamayı tüm insanlara öğretti. Zamanın gençliğine örnek oldu..." Manisalı yazar Bedriye Aksakal böyle anlatıyor Tarzanımızı.

Mitolojide "Tanrıların Dağı" diye de bilinen Spil dağında doğa ile bütünleşen, Manisa'nın yeşillendirilmesinde önderlik eden, daha doğrusu Manisa'yı yeşillendiren ve kentin sevgilisi olmuş bir Tarzanımız var. Adı Ahmet Bedevi. Yeşilin atası! Ve o, hâlâ yaşıyor!

31 Mayıs, Tarzan'ın aramızdan ayrıldığı gün! Tam 34 yıl önce bugün, doğayı katledenlere kızıp, "evlatlarım" dediği ağaçların katledilmesine yüreği dayanamayıp da, bir daha dönmemek üzere çekip gitmişti aramızdan. Çünkü küsmüştü doğa düşmanlarına. Ama gerçekten de öldü mü? Sanmıyorum...

Manisa'yı ve Spil'i süsleyen ağaçların tümüne hatır sormaya kalksanız, alacağınız yanıt, Bedriye Aksakal'ın da dediği gibi, "beni yetiştiren Manisa Tarzanı'dır" olacaktır.

Binlerce ağaca imzasını atmış, doğayla içiçe olabilmek ve binlerce ağaç ailesinin yaşadığı ormanı koruyabilmek için dağları kendisine mesken edinmiştir.

Kenti yeşillendiren bütün ulu ağaçların hepsini de O dikmiş, Manisa'yı hep yeşil tutmuştur Tarzan. Ağaç kesen yöneticilerin karşısına çıkmıştır.

Ama acımasız yöneticiler ağaç yerine beton ormanları kurmak için O'nun bir baba sevgisi ve korumacılığı ile kendi elleriyle severek, okşayarak yetiştirdiği ağaçları kesince... Tarzan'ın doğa ve yeşil sevgisiyle dolu yüreği bir başka canavarlık olan korkunç ağaç katliamını görünce daha fazla dayanamadı! 31 Mayıs 1963'te kalp krizi geçirerek aramızdan ayrıldı...

Bense O'nun öldüğüne inanmayanlardanım.

İnsanlar, arkalarında bıraktıkları eserlerle yaşarlar aramızda. Manisa Tarzanı da ağaç ve yeşil sevgisi yaşadıkça yaşayacak! Ve ardında öyle çok ulu eserler bıraktı ki...

Tanrıların Dağı Spil'e gidin, bakın. Oradaki ulu ağaçlar, yeşilin atası Tarzan'ın yaşadığına tanıklık etmektedirler, dimdik gövdeleriyle.

Çünkü O, yeşilin atası, ağaç sevgisinin sembolüdür. Ve Manisa'daki her ağaç da O'nun evladı!

   

 
Evlatları, Tarzan'ın hala yaşadığının en mağrur tanıklarıdır bugün, doğanın mağrur askerleri gibi dimdik gövdeleriyle. Hışırdayan yaprakları ise, bir türkü mırıldanır gibidir, soylu bir semahla dönerken Tarzan'ın ölümsüz ruhu: "Armut ağacı, başımın tacı / Kalksın semah eylesin anayla bacı."
 
Tarzan ise şöyle sesleniyor:
"Ahmet Bedevi bir çıplak, garip adamdır. Amma ölünce, ağaç sevgisinin sembolü olacak, hangi idareci ağaç kestirirse rüyasına girecek, boğazına sarılacağım. Bu memleketin yeşile, yeşilliğe, ağaca, çiçeğe ihtiyacı var. Bu sevgiyi yaşatın ne olur!"

31 Mayıs 1997

Hayatı hakkında daha fazla bilgi için tıklayınız:   Manisa Tarzanı
 
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  






Su çürüdü, toprak küstü

Doğadaki en önemli hayat kaynakları: 
Toprak, hava ve su.
Doğamızdaki yaşamın temel değerleri her biri de.
Ya da yaşamın saçayağı

Toprak yüzünden insanlık tarihi boyunca nice savaşlar yapılmış, nice canlar feda olmuş, ne çok kanlar akmış çağlardır. Ama insanoğlu kendi ürettiği o korkunç silahları yine kendi ürettiği o dev çöp yığınlarına atabilecek bir barış çizgisini yakalayamadı hala. Geçtiğimiz 20. yüzyıl, bu nedenle dünya barışı açısından ziyan edilen bir yüzyıl oldu. Peki ya içinde bulunduğumuz 21. yüzyıla nasıl adım attı dünya? Gerçekler, hiç de içaçıcı değil. Hazırlanan raporlar savaşların ve savaş tehdidinin daha da yeryüzünden uzun yıllar kalkmayacağını söylüyor. Hem de sudan nedenlerle. Yani geçmişte toprak nedeniyle yaratılan savaşlar çağa damga vurmuşken, bu kez de su savaşları damga vurabilir!

İnsanların artık savaşı ve silahı bırakıp, birbirlerini suyla ıslatıp, böyle su savaşı yapacaklarını sanmayın sakın. Keşke olabilse böyle bir şey. Hazırlanan raporlar, insanların bırakın birbirini ıslatıp su şakaları yapmasını, içecek suyu bile bu gidişle ileride bulamayacağı alarmını veriyor. Dünyadaki su kaynaklarının tehlikeli bir şekilde azaldığı ve geçen yüzyılda toprak için savaşan devletlerin bu yüzyılda ise su için savaşabilecekleri belirtiliyor.

Kısacası, su kaynakları bakımından dünyamızın geleceği bugünkü manzarada pek parlak değil. Doğanın bozulan dengesi, ağaç ve orman katliamları, kimyasal ve evsel atıklar yüzünden yaratılan kirlilik, kısaca insanoğlunun çevreye karşı bilinç ve duyarsız tavrı yüzünden yakın gelecekte doğal su kaynakları yok olma düzeyine kadar düşecek! Dünyanın geleceği için kafa yoranlara göre; bu varılan noktada insanlık yakın gelecekte su için savaşabilir, su savaşları çağa damgasını vuran biricik savaş olabilir!

Çünkü su, hayat demek. Su olmazsa yaşam da olmaz! Suyun yaşam için taşıdığı anlam; atasözlerine, efsanelere, masallara, şarkılara, türkülere bile konu oldu. Ama korkarım böyle giderse, bundan sonra şarkı ve türkü yerine su için ağıt yakılabilir sadece. Bundan sonra kimseye "su gibi uzun ömrün olsun" diyememek de ne acı olur!

Su, en çok tüketilen doğal kaynak olduğu halde dünyanın en kıt kaynaklarından biri. Türkiye de aslında su zengini bir ülke değil. Su zengini bir ülke olabilmek için kişi başına 7 bin metreküp su potansiyeline sahip olmak gerekiyor. Ülkemizde ise, kişi başına düşen su miktarı ancak 3.340 metreküp olarak saptanmış. Ve 2050 yılında da Türkiye'nin bu gidişle su fakiri bir ülke olacağı vurgulanıyor. Dolayısıyla, doğal su kaynaklarımızı ne denli çılgınca ve korkunç bir şekilde talan ettiğimiz gerçeğiyle yüzleşmek zorundayız.


Bunun için de çok uzağa bakmayıp, sadece kendi yaşadığımız çevreye, bulunduğunuz yerlerde doğal su kaynaklarının ne halde olduğuna, nasıl tehditlerle karşı karşıya olduğuna bakalım. İşte Ege Bölgesi’nin en büyük akarsularından olan Gediz Nehri can çekişir halde bugün! Her geçen gün biraz daha ölüyor! Çağlardır besleyerek, dünyanın en harika 7 tarım cennetinden biri haline getirdiği Gediz Havzası’nda yaşayan insanların duyarsızlığına, evsel ve kimyasal atıklarla kirletilmesine isyan edercesine bazen de kapkara akıyor. Suyunun kapkara rengi, bizim kara utancı demek belki de.

Su kaynakları yok olmaya yüz tuttukça, toprak da buna neden olan insanlığa küsüyor sanki. Eskisi gibi cömertçe bir verim sunmamaya başlıyor. Verimi ve bereketini eskisine göre giderek esirgemeye başlıyor bizden. Yani su çürüyünce, sonra toprak da küsüyor. Kendisini besleyen yaşam kaynağına yapılan zulme karşı başkaldırırcasına, yaşam kaynağını zehirleyenleri cezalandırırmış gibi.


Çünkü toprak da bir canlı. Bir nehir ve akarsu da işte bu canlıyı besleyen en önemli yaşam kaynağı, daha doğrusu hayat damarı demek. Dünyanın en cennet 7 tarım harikasından biri olarak adlandırılan Gediz Havzası’nın hayat damarı demek olan Gediz Nehri bugün can çekişir hale gelmişse, o zaman bunun anlamı nedir? Ya Gediz simsiyah akıyorsa?

Sonraki yazı: Bu toprağın nabzı





0 Yorum - Yorum Yaz

Su savaşları

Bu başlığa bakıp da insanların artık 21. yüzyılda savaşmayı bırakıp da birbirlerini suyla ıslatarak savaşacağını, su şakaları ya da sulu şakalar yapacaklarını sanmayın! Keşke olabilse böyle bir şey! Keşke insanlığın en kötü icraatı olan savaşlar yeryüzünden böylece tamamen kalka bilse.

Anlaşılması gereken mesaj şu:
Su, bugün için dünyamızın en kıt kaynaklarından biri.
Suyu ekonomik bir biçimde kullanmak, artık geleceğe daha güvenli bakabilmek anlamını taşımaya başlıyor. Kısaca su; artık başlıbaşına hayat demek olacak.


Ama mevcut su kaynakları bakımından dünyanın geleceği pek parlak görünmüyor.
Doğanın bozulan dengesi, bundan kaynaklanan küresel ısınma, bilinçsizce su kaynaklarının yok edilmesi ve ağaç katliamları, yakın gelecekte dünyadaki doğal su kaynaklarını yok olma düzeyine getirecek büyük bir tehlike olarak duruyor insanlığın karşısında. Böylece bu gidişle 21. yüzyılda insanlığın suyun savaşını vereceği, su savaşları yapacağından söz ediliyor.

Dünyanın geleceği için kafa yoranlara göre;
su savaşları çağa damgasını vuracak biricik savaş nedeni olabilir!

Dünya Bankası'nın geçtiğimiz yıl hazırladığı rapora göre; mevcut su kaynaklarının tasarruflu kullanımı için kota, karne gibi uygulamalara geçilmemesi halinde gelecek yüzyılda su yüzünden dünyada savaşlar çıkabileceği belirtilmişti. Yani bu kafalarla gidilirse, bırakın birbirimizi ıslatıp şakalaşmayı, içecek su bile bulabilmek mümkün olmayacak!

Rapora göre; Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde kişi başına düşen su miktarının 2025 yılında ortalama yüzde 80 oranında azalacağı, bu oranın Mısır'da yüzde 30, Nijerya'da yüzde 40, Kenya'da yüzde 50 olacağı belirtiliyor. Bu rakamlar ise, Afrika ülkeleri için felaket demek!

Yine aynı rapora göre; günümüzde sanayileşmiş ülke vatandaşlarının günlük kişisel su tüketimi kişi başına 400 litreye ulaşırken, yoksul ülkeler ise kişi başına 10 litre ile yetiniyor.

Hesaplara göre; 15 bin metreküp su, 100 göçebe ile 450 büyükbaş hayvanın ihtiyacını karşılarken, şehirli 100 aileye ancak 2 yıl yetebiliyor.
15 bin metreküp su, 100 adet lüks oteli ise ancak 55 gün idare edebiliyor.

Yani, Dünya Bankası'nın incelemesi 21. yüzyıldaki savaşların ardında yatabilecek asıl gerekçesini şimdiden ortaya koyuyor:
Su Savaşları! Çok komik belki! Ama bir o kadar da ibret verici!

Kısacası, insanlık doğayı tahrip ederek kendi gelecek neslini de tehlikeye düşürüyor ve yok etme sürecine doğru itiyor. Giderek çölleşen bir dünya ile. Ve de insanlığın kara utancı savaşlarla. İlgisizlik, bilgisizlik ve ağaç katliamlarının, orman yangınlarının yanı sıra, verimli tarım arazilerinin amaç dışı kullanımı ve yağmalanmasıyla, talan edilmesiyle birlikte gelişen doğal dengenin bozulması sonrasında, en önemli hayat kaynağı olan su da, artık insanlığın kendisi için savaş vereceği kadar önem kazanıyor, her gün giderek tükenişi nedeniyle.

Biz akarsularımızı kurutup yok ettikçe, dünya da adım adım savaşa doğru ilerliyor!
Ne demeli buna? Acı ama gerçek, ama sanki bir o kadar da komik ve bir kara mizah gibi. 
Yoksa bu gidişle "su gibi uzun ömrün olsun" da mı diyemeyeceğiz kimseye?

3 Haziran 1997




0 Yorum - Yorum Yaz

AP: 'Siyanürlü altına hayır!

 

Avrupa Parlamentosu siyanürlü altını yasaklıyor

 

Avrupa Parlamentosu'nun siyanürün madencilik sektöründe yasaklanması kararı hakkındaki 05 Mayıs 2010 tarihli basın açıklamasının tercümesi:

 

Avrupa Parlamentosu, su kaynaklarini ve biyolojik cesitliligi korumak amaciyla, Komisyon'un Avrupa Birliği'nde siyanürlü madencilik teknolojilerini 2011 yılının sonuna kadar tamamiyle yasaklamasini istiyor. Ayni zamanda, dogal kaynak cikaran ve atik yönetimiyle ugrasan sirketlerin, bir kaza olasiligina karsi mutlaka sigortali olmalari ve siyanür teknolojilerinin Komisyon'dan ve üye ülkelerden hic bir destek almamasinin gerektigine inaniyorlar.

Parlamento'nun 488 oyla, (48 red oyu ve 57 cekimser) kabul ettigi kararda, bu kesin yasagin "su kaynaklarimizi ve eko sistemimizi siyanür zehirlenmesine karsi korumanin tek yolu olduğu"nu öne sürüyor. Madencilikte daha güvenli, siyanürsüz yöntemlerin gelistirilmesi isteniyor. Avrupa Parlamentosu üyeleri, Komisyon ve üye ülkelerin "yasak yürürlüge girinceye kadar, direkt ve dolayli olarak Avrupa Birliği'nde ve baska ülkelerde, siyanür teknolojisi kullanan hic bir madencilik projesini desteklememelerini" talep ediyor.

Komisyon'dan, siyanür kullanan madenciligin yasaklandigi alanlarin "yeşil" endüstrilerin destegi, yenilebilir enerji ve turizm ile yeniden gelistirilmesi isteniyor. Bu karar, Komisyon'un şu anda gecerli olan yasalarda bir degisiklik yapmasini ve doğal kaynak kullanan endüstrilerin atıklarının yönetiminde bütün şirrketlere sigorta mecburiyeti getirilmesini ve kullanilan alanlarin ekolojik ve kimyasal olarak temizlenerek eski haline getirilme sorumlulugunun bütün masraflarını şirketlerin üstlenmeleri gerektigini eklemesini talep ediyor.

 
AP'nin siyanürlü altın yasağına ilişkin 5 Mayıs 2010 tarihli gerekçeli kararı‏

Avrupa Birliği'nde siyanür madencilik teknolojilerinin kullanımının genel yasağına  ilişkin 5 Mayıs 2010 tarihli Avrupa Parlamentosu Kararı

Avrupa Parlamentosu,
-Avrupa Birliği'nin İşleyişine İlişkin Antlaşmanın 191. Maddesini dikkate alarak,

-Rio de Janeiro’da Haziran 1992'de kabul edilen Çevre ve Kalkınma Rio Deklarasyonu ve Biyolojik Çeşitlilik Sözleşmesinde düzenlenen ihtiyatlılık ilkesini gözönüne alarak,

-23 Ekim 2000 Avrupa Parlamentosu ve Konseyi’nin su politikası alanında Topluluk eylemi için bir çerçeve (‘Su Çerçeve Yönergesi’) oluşturan 2000/60/EC Direktifinin çevresel hedeflerini dikkate alarak,

-15 Mart 2006 Avrupa Parlamentosu ve Konseyi’nin siyanürün madencilik alanında kullanımını dikkate alan ve aynı zamanda izin verilen maksimum siyanür düzeylerini açıklayan endüstriyel atık yönetimi konusunda 2006/21/EC Direktifini gözeterek,

-16 Aralık 2003 Avrupa Parlamentosu ve Konseyi'nin “[...] madencilikte belirli depolama ve işleme faaliyetleri [...]son derece ciddi sonuçlar üretme potansiyeline sahiptir” ibaresinin geçtiği tehlikeli maddeler içeren majör kaza tehlikelerinin kontrolü üzerine 96/82/EC (Seveso II) Konsey Direktifini değiştiren 2003/105/EC Direktifini dikkate alarak,

-21 Nisan 2004 Avrupa Parlamentosu ve Konseyi’nin çevresel yükümlülük üzerine 2004/35/EC Direktifine dayanarak belirli koşulların sağlandığının gösterilebildiği durumlarda üye devletlerin işletmecilerini çevresel hasarların masraflarından bağışık tutabileceklerini dikkate alarak,

- İspanyol, Belçika ve Macar Başkanlıklarının 18 aylık programı ve onun su politikası, biyoçeşitlilik üzerine önceliklerini dikkate alarak,

- 2000 yılında Maden Kanunu No 44/1988’te yapılan bir değişiklik yoluyla siyanür teknolojileri genel yasağı ile ilgili Çek Cumhuriyeti tarafından alınan önlemleri; Macaristan sınırları dâhilinde siyanürlü madencilik teknolojilerine yasak getiren Macar Maden Kanunu 48 /1993’te 2009 yılında yapılan değişikliği ve Almanya’da 2002 yılında geçirilen siyanür liçiyle yapılan madenciliği yasaklayan kararnameyi gözeterek,

-115 (5) Kuralını kendi Prosedür Kuralları olarak tanıyarak,

A. Birleşmiş Milletler’in 2010’u Uluslararası Biyoçeşitlilik Yılı ilan ederek dünyayı yeryüzünde yaşamın çeşitliliğini korumak için harekete geçmeye davet etmesine dayanarak,

B. Altın madencilik sanayinde kullanılan çok zehirli bir kimyasal olan siyanürün, Su Çerçeve Yönergesi Ek VIII altında ana kirletici olarak nitelenmesine ve böylece insan sağlığı, çevre ve dolayısıyla biyoçeşitlilik üzerinde felaket boyutunda geri dönülmez bir etkisinin olabileceğine dayanarak,

C. 25 Mayıs 2007 Prag’da (Çek Cumhuriyeti) toplanan 14. Buluşmada Visegrad Grubu Ülkelerinin (Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya ve Slovakya) Çevre Bakanlarının sürdürülebilir bir madencilik üzerine düzenledikleri Ortak Pozisyon Toplantısında, bölgedeki potansiyel sınır ötesi sonuçları ile önemli çevresel tehlikeler taşıyan mevkilerdeki madencilik faaliyetlerinde kullanılan ve kullanılması planlanan tehlikeli teknolojilerle ilgili dile getirdikleri kaygılara dayanarak,

D. Siyanürün Su Çerçeve Yönergesi kapsamında öncelikli tehlikeli madde ilan edilmesinin yanında, Tuna Nehri'nin Koruma ve Sürdürülebilir Kullanımı için İşbirliği Sofya Sözleşmesi çerçevesinde, Taraflarca ilgili tehlikeli madde olarak da nitelendirildiğine dayanarak,

E. En kötüsünün 10 yıl önce, bir altın madeni rezervuarından siyanürle kirlenmiş 100,000 metreküpten fazla suyun Tisza-Tuna Nehri sistemine salınmasıyla Orta Avrupa tarihinin o zamanki en büyük ekolojik felaketine yol açtığı, Dünya ölçeğinde son 25 yılda 30'dan fazla majör siyanür dökülme kazalarının meydana gelmiş olmasına ve İklim Değişikliği Üzerine Hükümetler Arası Panelin Dördüncü Değerlendirme Raporu’nda yansıtıldığı üzere, ağır ve sık yağış olayları yanında, özellikle aşırı hava koşullarının giderek artan sıklığı da hesaba katıldığında, bu türden kazaların bir daha yinelenmeyeceğinin gerçek bir güvencesinin olmadığına dayanarak,

F. Bazı AB üyesi ülkelerin, hâlâ, insanların yoğun yaşadığı bölgelerde, insan sağlığına ve çevreye daha fazla potansiyel tehdit oluşturabilecek siyanürlü teknolojileri kullanarak büyük ölçekli açık-döküm yeni altın madeni projelerini düşünüyor olmalarına dayanarak,

G. Su Çerçeve Direktifi altında Üye Devletlerin su kaynaklarının ‘iyi statü'sünü korumak ve tehlikeli maddeler ile kirlenmesini önlemek zorunda olmalarına; ancak, iyi statünün de siyanürlü maden teknolojileri kullanan komşu ülkelerde bulunan nehir havzalarındaki su kalitesine bağlı olduğuna dayanarak,

H.Siyanürlü kazaların sınır ötesi etkileri, özellikle büyük akarsu havzaları ve yeraltı kaynaklarının kirlenmesi konusunda, siyanür madenciliğinin yarattığı ciddi çevresel tehdidin bir AB yaklaşımını gerektirdiğine dayanarak,

I. ihtiyati kurallar ve uygun mali teminatın hala eksik ve mevcut mevzuatın siyanür madenciliği üzerine uygulanmasının aynı zamanda her bir Üye Devletin yürütme organlarının becerisine bağlı olduğuna ve böylece insan ihmalinin bir kazaya yol açmasının sadece bir zaman meselesi olduğuna dayanarak,

J. Madencilik Atık Direktifinin bazı Üye Devletlerde henüz tam olarak uygulanmadığına dayanarak,

K. Siyanürlü madencilik yalnızca sekiz-16 yıl boyunca ve oldukça az sayıda istihdam yaratır; oysa maliyeti genellikle kaybolan veya iflasa giden sorumlu işletme şirketleri tarafından değil ama devlet, yani vergi mükellefleri tarafından karşılanan ekolojik hasar büyük sınır ötesi riske yol açarken,

L. İşletmeci şirketlerin gelecekteki bir kaza veya arıza durumunda doğacak maliyetleri kapsayacak uzun vadeli sigortalarının olmadığına dayanarak,

M. İki gram altın üretmek için bir ton düşük tenörlü cevherin işlenmesinin zorunlu olduğu ve nihayetinde ardında altının %25-50’sinin kaldığı büyük atık dağları bırakmasına ek olarak büyük ölçekli siyanür madencilik projelerinin kullandığı birkaç milyon kilogram sodyum siyanürün bir arıza durumunda depolama ve nakliyesinin kendisinin de potansiyel felaket sonuçlar taşıdığına dayanarak,

N. Siyanürlü madenciliğe, siyanür tabanlı teknolojilerin yerini alabilecek seçeneklerin olduğuna dayanarak,

O. Avrupa'da sürmekte olan siyanür madencilik projelerine karşı, sadece bireysel vatandaşları, yerel topluluklar ve (NGO) sivil toplum örgütlerini değil, aynı zamanda devlet kuruluşlarını, hükümetleri ve siyasileri de kapsayan güçlü halk protestolarının organize ediliyor olmasına dayanarak,

1. Su Çerçeve Yönergesi kapsamında AB hedeflerine uyumun, yani su kaynakları için iyi kimyasal statünün elde edilmesi, su kaynaklarının ve biyolojik çeşitliliğin korunmasının, sadece siyanür madencilik teknolojisinin yasaklanarak sağlanabileceğini düşünür;

2. Su kaynaklarımızı ve ekosistemlerimizi madencilik faaliyetlerinden kaynaklanan siyanür kirliliğine karşı korumanın tek güvenli yolu olduğu için, 2011 sonuna kadar Avrupa Birliği’nde siyanür madencilik teknolojilerinin kullanımının tamamen yasaklanmasını önermek ve aynı zamanda rutin bir etki değerlendirmesi yapması için Komisyona çağrıda bulunur;

3. AB ve BM içinde ilgili inisiyatiflere dikkat çeker ve daha güvenli – özellikle de siyanürsüz - madencilik alternatiflerinin geliştirilmesi ve uygulanmasını hararetle teşvik eder;

4.  Genel yasak uygulanıncaya kadar, siyanür teknolojileri içeren herhangi bir madencilik projesini, ne AB içinde ne de üçüncü ülkelerde, doğrudan ya da dolaylı olarak,  desteklememesi için Komisyona ve Üye Devletlere çağrıda bulunur;

5. Siyanürlü madenciliğin yasaklandığı alanlarda alternatif yeşil sanayi, yenilenebilir enerji ve turizme sağlanan uygun mali desteklerle, sanayi reorganizasyonunu teşvik etmek için Komisyona çağrıda bulunur;

5. Mevcut endüstriyel atık yönetimi mevzuatında, bir kaza veya arıza durumunda, özgün ekolojik ve kimyasal durumun geri kazandırılmasında doğabilecek hasarın tazmini ve telafi edici maliyetleri karşılayacak bir sigorta yaptırmasını her işletmeci şirketten talep eden bir değişiklik önermesi için Komisyona çağrıda bulunur;

6. Başkanını bu kararı Konsey, Komisyon ve parlamentolar ve Üye Devletlerin hükümetlerine iletmesi için görevlendirir.

Not: Orijinal metinde de 5. Maddeden sonra 6 ile devam etmesi gerekirken bir sonraki karar yine 5 ile devam etmiş, çeviride orijinale uyulmuştur..

 
Haberin linki : http://www.europarl.europa.eu/news/expert/infopress_page/064-74150-125-05-19-911-20100505IPR74149-05-05-2010-2010-false/default_en.htm

Web adresi: European Parliament  
www.europarl.europa.eu

 

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Bor madenlerimiz de peşkeş çekildi!

 
  

Avustralya ile yapılan Türkiye-Avustralya Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması Taslağı'nın 10. maddesi, Başbakan Erdoğan'ın "gizli" pazarlığını ortaya koyuyor. Başbakan Erdoğan, dünyanın bir ucu Avustralya'da "gizlice" bor madenlerimizi peşkeş çekmiş! Bu gizli pazarlık sonucu, ABD sermayeli ve dünyanın en büyük emperyalist maden şirketi Rio Tinto'nun kontrolündeki Avustralyalı madencilik tekeli BHP-Billiton bor madenlerimizin sahibi olacak.

Rio Tinto ya da US Borax uzun süredir Türkiye'deki bor madenlerin peşinde. 
Şirket, Avustralyalı uzantısı sayesinde bu amacına ulaşmış olacak. Başbakan Erdoğan da Avustralya'da "Etibank'ın özelleştirileceğine" ilişkin açıklamalar yapmıştı. Avustralyalı madencilik şirketi BHP-Billiton'un, aynı zamanda Turgutlu Çaldağı'ndaki nikel madeni arama ve çıkarma çalışmaları için yatırımları olan şirket olması hem ilginç, hem de oldukça anlamlı bir rastlantı. BHP-Billton'un adı ilk kez Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'in 2005 yılı Haziran ayında Başbakan Erdoğan'la birlikte gerçekleştirdiği Avustralya gezisinde geçmişti.

16 Haziran 2005 tarihinde, Avustralya'da BHP-Billiton Grubu yöneticileri ile görüşen Bakan Kürşat Tüzmen,  BHP-Billiton'un "Türkiye'nin bor madenlerinin zenginleştirilmesine talip olduğunu, Türkiye'de bu amaçla yatırım yapmak istediğini" söylemişti. Billiton'un destek vereceklerini de belirtmiş, madencilik sektörüne yabancı sermayeyi çekmek istediklerini yine açıkça söylemiş ve Dış Ticaret Müsteşarlığı'nın da bu işin takipçisi olacağını belirtmişti. 

Tüzmen'in, BHP-Billiton'u "dünyadaki operasyonlarıyla Avustralya'nın Gayrı Safi Milli Hasılasına katkıda bulunan bir firma" olarak tanıtması ise duyarlı çevrelerin dikkatinden kaçmamıştı. Örneğin; BHP-Billiton'un bağlı olduğu asıl perde arkasındaki emperyalist şirket Rio Tinto, bu tür operasyonlarda yer alan bir isim ve Şili'de Allende rejiminin devrilmesinde de önemli bir rol oynadığı biliniyor.

 

 
'Gizli anlaşma' 15 yıl bağlayıcı 

Türkiye-Avustralya Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması'nın 10. maddesi de, Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen'in açıklamalarını doğrular özellikte. Bu anlaşma taslağı, Başbakan Erdoğan'ın tam da Avustralya'da olduğu günlere denk gelmesi bakımından da anlamlı ve ilginç. Bu söz konusu şirketle Başbakan Erdoğan'ın da özel olarak görüştüğü biliniyor. Ama Erdoğan her zaman yaptığı ve de alışık olduğumuz gibi bu görüşmeyi de inkar edecektir. 

Anlaşmanın 10. maddesi, bu şirketin dünyanın bor rezervlerinin yüzde 70'ine sahip bir ülke olan Türkiye'nin borlarını işletmek istediğini içeriyor. Bu madde, "Avustralya'nın anlaşmayı imzalamasının nedeni" olarak yer alıyor. 15 yıllık bir süreci kaysayan anlaşmada, Avustralyalı şirketlere çeşitli imtiyazlar sağlanacağı da özel olarak belirtiliyor.

 
  
İşte 10. madde 

Anlaşmanın, "Avustralya Hükümeti'nin anlaşmayı imzalamasının nedenleri" başlıklı bölümünde yer alan 10. maddede şöyle deniliyor: "BHP-Billiton'un, Türkiye'de potansiyel bir yatırımcı olup, dünya rezervlerinin yüzde 70'ini elinde bulunduran Türkiye'nin bor madenlerinin işletilmesi ve pazarlaması konusunda uzun dönemli planları bulunmaktadır. White Mining Şirketi de Türkiye'deki kömür madenciliği projeleri ile ilgilenmektedir. Türkiye'deki yeni maden kanunu ve yabancı yatırım kanunu, Türkiye'yi Avustralyalı yatırımcılar için daha çekici bir hale getirmiştir." 

 
  
Geceyarısı operasyonu 

Maden Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Torun, bu gelişmeler karşısında yaptığı açıkamasında, genel olarak madenciliğimiz ve özel olarak da bor madenlerimiz konusunda "Türkiye'yi bekleyen büyük tehlike"ye dikkat çekmişti. Mehmet Torun, BHP-Billiton'un isteklerinin yerine getirilmesi için 2840 sayılı Bor Tuzları, Trona ve Asfaltit Madenleri ile Nükleer Enerji Hammaddelerinin İşletilmesini, Linyit ve Demir Sahalarının Bazılarının İadesini Düzenleyen Kanun'un ve 3213 sayılı Maden Kanunu'nda değişiklik gerektiğini ifade etmişti.

Torun,
madenlerimizi yabancılara peşkeş etmek için kolları sıvamaya başlayan hükümetin böyle bir çalışmaya başlamasını da olası gördüklerini dile getirirken, "Böyle bir girişime şiddetle karşı çıkacağımızı ve mücadele edeceğmizi şimdiden duyuruyoruz" şeklinde konuşmuştu. Tüm madenler önemli iken, bor madenlerinin dünyanın geleceği açısından çok daha büyük öneme sahip olduğunu beirten Maden Mühendisleri Odası Başkanı Mehmet Torun, ABD'de bordan enerji üretilmesine yönelik çalışmalar yapıldığına da dikkat çekerek, şöyle diyordu: "Etibank'ın özerkleştirileceği" söylemlerinin de ucu açık, tam tanımı yapılmadan nasıl işletileceğinin belirtilmemesi bir tehlikeyi işaret ediyor. Hükümetin her zaman yaptığı gibi, her an bir geceyarısı operasyonuyla bu tasarı gerçekleşebilir demektir."

 
  
BHP-Billiton ve Rio Tinto İlişkisi 

Devlet Bakanı Tüzmen'in "dünyadaki operasyonları"na dikkat çektiği BHP-Billiton, 90 milyar dolarlık mal varlığına sahip. İnşaat ve petrol gibi enerji alanlarında da dünya devlerinden olan bu firmanın, yıllık 25 milyar dolar karı var. Billiton'un Türkiye'nin çeşitli yerlerinde madencilik yapmak isteyen Rio Tinto isimli emperyalist firma ile ilişkili olduğu ve bu firma tarafından perde arkasından kontrol edildiğine ilişkin kesin kanıtlar ve iddialar var.

BHP-Billiton
'un bağlı olduğu asıl perde arkasındaki emperyalist şirket Rio Tinto, bu tür operasyonlarda yer alan bir isim ve Şili'de Allende rejiminin devrilmesinde de önemli bir rol oynadığı biliniyor. ABD sermayeli Rothschild Ailesi'nin Rio Tinto isimli firması, tek başına dünya madn üretiminde yüzde 12,5'lik (27 milyar dolarlık) pay ile birinci sırada yer alıyor. İkinci sırada yüzde 11'lik pay ile, yine İngiltere merkezli Anglo American Corp. (ACC), üçüncü sırada d yüzde 8'lik pay ile BHP-Billiton geliyor.

Bu rakamlar, Türkiye'nin maden üretiminin payının 10 katı civarında seyrediyor. BHP-Billiton firmasının, çeşitli alım-satım anlaşmaları yaptığı, kanıtlanmış petrol ve doğalgaz skandalları nedeniyle ödediği tazminatlarla da tanınan dünyanın üçüncü petrol şirketi Royal Deutch Shell'e ait olduğu iddiaları da yer almaktadır. Bunu takip eden bir başka iddia ise, Shell'in, Rio Tinto'nun sahibi Rothschild Ailesi'nin kontrolünde olduğu şeklinde. Ayrıca Rothschild Ailesi'nin, Oppenheimer Ailesi'ne ait ACC'de de yüzde 34'ü ACC'e ait olan De Beers aracılığıyla ortak olduğu biliniyor.

 
  
Rio Tinto'nun bor tutkusu 

1865 yılında bir Fransız firmasına devredildikten sonra yabancı sermaye arasında el değiştiren bor madenleri, cumhuriyetin ilanından ve ekonomik bağımsızlık politikasının uygulanmaya geçilmesinden itibaren ulusal bağımsızlık politikasının vaz geçilmez parçalarından biri olmaya başladı. 1968 yılından itibaren de Etibank'a devredilmesiyle devletin kontrolü ve tekelinde. 

Emperyalist maden şirketi Rio Tinto'nun Türkiye'deki bor rezervleri ile ilgisi ise 1889 yılına dayanıyor. Etibank'a devredilene kadar, her türlü imtiyazdan yararlanarak bor madenlerini elinde tutan, o zamanki adı ile Borax Consolidated LTD ile bugünkü Rio Tinto ve gruba dahil olan US Borax aslında aynı şirket. Son yıllarda bora ilişkin tüm yasal düzenlemelerin ve tartışmaların içinde de hep bu Rio Tinto'nun adının geçtiği de çok iyi biliniyor.

Türkiye bor madenleri için en büyük tehlikenin ise, Eti Bor A. Ş.'nin halka açılması adı altında yapılacak bir operasyonla özerlleştirilmesi veya özerkleştirilmesi olacağı görülüyor. ABD'deki ana bor yatağında 130 yıldır işletilen rezervleri tükenmek üzere olan Rio Tinto'nun, bu nedenle dünyanın bor rezervinin yüzde 70'ine sahip olan Türkiye'ye gözünü diktiğini ve yukarıda tanımladığım gibi bir düzenlemeyle bor madenlerini kolayca yönetebileceği de ifade ediliyor.

 
  
 Petrol yerine geçebilir 

Peki, bor madenine bunca ilgi, bu büyük tutku niye?
Bor, bilim adamları tarafından "21. yüzyılın petrolü" olarak tanımlanıyor. 
Uzay teknolojisiden, bilişim sektörüne, nükleer teknolojiden savaş sanayiine kadar pek çok alanda vaz geçilmez bir hammadde niteliğinde bor. Bu nedenle borun işlenmesi ile söz konusu bütün bu alanlarda bugün elde edilenin 150 katı kadar gelir kazanılabilecek. Çünkü bor, hem petrolden daha ucuza mal oluyor, hem de söz konusu tüm diğer alanlarda kullanabilme özellikleri nedeniyle çok zengin özellikleri olan bir maden niteliğinde. Örneğin; borun, otomotiv sektöründe petrol yerine enerji olarak kullanılması halinda Antalya-Ankara arasında bir otomobilin yaklaşık 2 kg bor ile (tahmini 2 YTL) gidiş-dönüş yapabileceği belirtiliyor.

 

15 Mayıs 2007

 
  
   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Turgutlu Çaldağı gerçeği ışığında

Madenlerimiz üzerinde kara bulutlar

 

Çevre korumacılık ve doğa sevgisi üzerine kalıplaşmış bazı sözler yerine, daha kapsamlı ve özel bir vurgu yapmaya ne dersiniz? Böylece doğa ve çevre düşmanlığının kökeninde yatan cehaletin, aslında kimlere ve nasıl hizmet ettiğini de derinlemesine irdeleyebilmiş oluruz. Örneğin; bir süredir Turgutlu'nun gündeminde önemli bir yer tutan Çaldağı'ndaki nikel madeni işletmesinin yaratacağı "çevre katliamı" konusu, aslında başlı başına emperyalist bir talan ve yağma olayı. Yaşanılması beklenen çevre dramı ise, bu yağma ve talan olayının doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olacaktır.

Madenler, bir ülkenin gelişmişliğinin ölçütü sayılan sanayi ve enerji üretiminin temel hammaddeleri. Doğrudan yarattıkları fayda yanı sıra, istihdam ve katma değer yönüyle de ülke kalkınmasında yeraltı kaynaklarının çok önemli, hatta kimi zaman belirleyici rolleri var. Ancak her alanda olduğu gibi, bu alanda da üğretim ilişkileri belirleyici durumda. Ama, doğası gereği tüm toplumun, halkın malı olması gereken bu zenginlikler, genelde mülkiyet ilişkileri nedeniyle, egemen sınıfların ya da işbirliği içinde oldukları ulus ötesi (çok uluslu) şirketlerin hizmetinde ya da kontrolü altında.

Sanayi hammaddeleri talanı, emperyalizmin klasik sömürü alanlarından biri. 
Bu alanda iki yönlü bir sömürü söz konusu hatta: Yerli işbirlikçileri aracılığıyla sömürge veya yarı-sömürge ülkelerden çok ucuza temin edilen hammaddeler işlenerek, kendi konrollerindeki piyasa mekanizmalarında belirlenen fiyatlarla yine aynı ülkelere mamul madde olarak satılmakta. Bu sistem, emperyalizm tarafından bugün yine acımasız bir şekilde sürdürülüyor. Değişen ise sadece bu maddelerden yapılan üretimin dünya yüzündeki coğrafyası. Bunda, bu ülkelerde yoğun hammadde ve enerji tüketen sanayilerin yarattığı çevre kirliliklerine karşı kamuoylarının özellikle 1980 yılından itibaren yoğunlaşan baskıların etkisi olduğu gibi, asıl belirleyici olan faktör ulus ötesi şirketlerin azalan kar payları nedeniyle kapitalizmin süregelen bunalımlarını ertelemek zorunda olmalarıdır. 

1980’lerle birlikte dünya kapitalist sistemi, içine düştüğü yapısal krizden çıkmak ve azalan kar paylarını artırmak için hızla “globalizm”, “küreselleşme” ve “yeni dünya düzeni” adları altında bir dizi uygulamayı başlattı. Geliştirdikleri bu ideoloji gereği, yerli işbirlikçileri vasıtasıyla bir çıkmaz içine düşürülmemiz sonucu, yoğun propagandalarla toplumumuzun da gündemine sokulan özelleştirme uygulamaları; yoksullardan varsıllara, emekçilerden sermayeye, az gelişmiş ülkelerden ulus ötesi emperyalist tekellere yeni bir kaynak aktarımı anlamına gelmektedir. Kapsamlı bir yeniden yapılandırma programı olan bu politikaların Türkiye’de uygulanmasına Amerikancı 12 Eylül Darbesi'nin yapılmasının bir başka nedeni olan 24 Ocak kararları ile başlanmış, 12 Eylül sonrası bu programın uygulanma garantilerinin toplumsal koşulları oluşturuldu. 

Ülkemizin jeolojik yapısı, küçük-orta rezervli ancak çok çeşitli maden yataklarının varlığına olanak tanımaktadır. Ayrıca ülkemizde başta dünyada söz sahibi olduğumuz bor ve kromit olmak üzere önemli miktarda ekonomik olarak işletilebilir mermer, trona, zeolit, ponza, sölestin ve toryum rezervleri olduğu biliniyor. 

Yaklaşık 8000 yıllık madencilik geçmişi olan ve uzun süre mostra madenciliğinin hakim olduğu Anadolu’da, özellikle 18. yüzyılın başından itibaren zamanla hızlanan bir oranda kolaylıkla çıkarılan kaynaklarımız yağmalanmış olduğundan, bugün artık maden aranması, bulunması ve işletilmesi büyük maliyetlere yol açmakta, yeraltı işletmeciliğini zorunlu kılmakta. Hiçbir zenginleştirme ve mamul madde üretimi sürecine sokulmadan Anadolu’nun damarlarından koparılıp, gemilerle yangından mal kaçırırcasına yıllarca “Batı” ya sevk edilen bu zenginliklerimizden ne yazık ki artık bahsedilemiyor. Bu anlamda madencilik çalışmaları daha fazla bilgi, yatırım, teknoloji, koordinasyon gerektiriyor ve yatırım riski taşıyor. Bu durum, madenlerin işletilmesinde karı azamileştirmek için işin kolayına kaçan “özel girişimci”ler yerine, “ülke çıkarları”nı gözeten “kamu girişimciliği”ni rasyonel kılmaktadır. 

3 Kasım seçimi ile iktidara gelen Ak Parti İktidarı ise, son yıllarda artık alenen sürdürülen IMF ve Dünya Bankası güdümlü esaret ve bağımlılık politikaları sürdüreceğini, gerek Acil Eylem Planı gerekse "Hükümet Programları"nda yer alan madencilik ile ilgili şu ifadeleri ile açıkça deklere etmiştir: “Madencilik sektöründe; arama faaliyetlerine ağırlık verilerek ekonomik olarak işletilebilir maden rezervlerimizin artırılması, sanayi ve enerji sektörlerinin hammadde taleplerinin ucuz ve güvenli bir şekilde sağlanması ve işlenmiş mal ihracatımızın artırılması sağlanacaktır. Altı ay içinde ise Bor İşletmesi özerk bir yapıya kavuşturulacaktır. İlk bir yıl içinde madencilikte özelleştirme çalışmaları sonuçlandırılacaktır. Ayrıca, kamuya ait ruhsatlı maden alanları tedricen özel sektöre devredilecektir.”

Bor, küreselleşme ideolojisinin madencilik alanındaki uygulamalarının yumuşak karnı olarak da tanımlanmaktadır. 150 yıldır üzerinde mücadele edilen bu yeraltı zenginliğimiz için, 1978 yılında kazanılan mevzi kaybedilmek üzere. Çünkü mevcut sistem sürdüğü müddetçe yeraltı kaynaklarımızdan yaratılacak değer, işletmeler ister devlet, ister özel mülkiyette olsun “son aşamada” egemen sınıflara ya da işbirliği içerisinde oldukları ulus ötesi şirketlere aktarılmaya çalışılacaktır.
 

 
Bor madenlerimiz de peşkeş çekildi!

Bor madenlerimiz nerede, ne zaman ve nasıl "gizlice" pazarlandı?
Başbakan Erdoğan,
dünyanın bir ucu Avustralya'da bor madenlerimizi "gizlice" pazarladı! 2005 yılı Haziranında Avustralya ile yapılan "Türkiye-Avustralya Yatırımların Karşılıklı Teşviki ve Korunması Anlaşması"nın 10ncu maddesi Erdoğan'ın gizli pazarlığını ortaya koyuyor. Gizli anlaşmadaki maddeye göre; ABD sermayeli Rio Tinto'nun kontrolündeki Avustralyalı madencilik tekeli BHP-Billiton, bor madenlerimize sahip olacak.    Yazının tamamını okumak için tıklayınız

Gerçek sahibi halkımız olan ve yenilenemezlik özelliğinden dolayı gelecek nesillerimizin de hak sahibi olduğu madenlerimiz kamu eliyle işletilmeli, bu alanda faaliyet gösteren kamu kuruluşlarının "arpalık" olarak kullanılması nedeniyle, özelleştirmelere gerekçe olarak sunulmasına yönelik, yıllardır bilinçli olarak uygulanan politikalara karşı ulusal güçlerle oluşturulacak organizasyonlarla direnilmelidir.

Turgutlu Çal Dağı'ndaki nikel madeni araştırmalarına da işte bir de asıl bu nedenle karşı çıkılmalıdır. Sorunu sadece çevreci bir yaşlaşımla, çevre kirlenmesine bir tepki şeklinde yansıtıp böylesi bir dar kalıba sıkıştırmak ciddi bir hata olur. Çünkü, burada aslolan "emperyalist talan" olayıdır
 

15 Temmuz 2007

 

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Sülfürik asit nasıl bir tehdit?

 

 Sülfürik Asit de Kanser Yapan Bir Maddedir

 
Avrupa Birliği İş Sağlığı ve Emniyeti Haberleri
Avrupa Birliği Haberleri-Aralık 1998
 

Milletlerarası Kanser Araştırma Örgütü (IARC), Avrupa’da bulunan çok saygı değer bir milletlerarası bilim kuruluşudur. Bu kuruluş sülfürik asit dumanlarının insanlarda kanser yaptığı kararına varmıştır. Bu karar sülfürik asit dumanlarına çeşitli endüstrilerde maruz kalmış işçilerle ilgili araştırmalar sonucunda verilmiştir.

Sülfürik asitle ilgili işler yapan işçilerde akciğer ve burun kanserlerinin arttığı görülmüştür.
Springer Berlin tarafından Heidelberg'de yayınlanan İş ve Çevre Sağlığı dergisinde 1988 yılında bile Sülfürik asit fabrikalarında çalışan işçilerde görülen kanser hastalıkları ve ölümleri konusunda yazılar yazılmaktaydı.

Yıl 2007... Turgutlu gibi halkımızın yoğun olduğu, bağlık bahçelik bir tarım bölgesinde emsali az görülecek büyüklükte bir sülfürik asit fabrikası kurulmaya çalışılıyor, hem de Çinliler tarafından, ÇED raporu dahil hiçbir yerde hiçbir kimse yukarda bahsedilen tehlikelerden söz etmiyor.

Cüretkârlık ve halkımıza saygısızlık bununla da kalmıyor.YASED tarafından şubat ayında düzenlenen "Fırsatlar Ülkesi Türkiye" konferansına katılan European Nickel'in yöneticilerinden, eski İngiliz büyük elçilisi Sir David Logan, verilen akşam yemeği sırasında yarım yamalak Türkçesi ile Devlet Bakanı Ali Babacan'a bir mektup uzatıp Başbakan Tayyib Erdoğan’dan bir randevu almayı başarıyor.

Bunu takiben European Nickel'in sorumlu yöneticisi Simon Purkiss, "Çevreye zararı olmayan temiz bir teknoloji kullanacağız" diyerek Başbakan Erdoğan’dan destek istiyor. Büyük bir ihtimalle bu destek, şu anda bu katliamı durdurulan son engel olan Devlet Ormanı’ndaki 2 milyona yakın ağacın kesilmesi ile ilgilidir.

 

TURGUTLU'DA NASIL BİR SÜLFÜRİK ASİT FABRİKASI TESİSİ DÜŞÜNÜLÜYOR?

 
 Şaibeli olarak verildiği şüpheleri içeren ÇED raporuna göre, Turgutlu’daki günde 3000 tonluk kapasiteye sahip bir asit tesisi kurulacak. Bu da 10 tonluk 300 kamyon dolu asit eder. 15 yıl boyunca her gün bu kadar asit inşa edilecek liç sahasına yığılı cevherin üzerine serpilecek.

Yılda 1 milyon ton asit üretecek bu tesis, tek başına Türkiye’de şu anda asit üreten bütün fabrikaların toplam üretiminden çok asit üretecek. Dünyada bu kapasitede asit üreten çok az fabrika vardır. O zaman daha açık bir deyimle şunu söyleyebiliriz: Dünyanın en büyük asit fabrikalarından biri Turgutlu Çaldağı'na kurulacaktır! Bu da bir başka korkunç gerçeği yansıtıyor: Çünkü bu büyüklükte, dünyanın en büyük asit fabrikası olabilecek kapasitede üretim yapma potansiyeline sahip asit fabrikaları, uluslararası standartlara göre ancak çöllük arazilerde kurulabilir, Gediz havzası gibi bereketli tarım bölgesinin göbeğine kurulamaz. Hayal gücünüzü harekete geçirelim: Düşünebiliyor musunuz, dünyanın en büyük asit fabrikalarından ikincisi, dünyanın en verimli tarım bölgelerinden Gediz havzasının göbeğine kurulacak? Peki, dünyanın en büyük diğer asit fabrikası nerede? Arizona'da, ama orası da bir çöllük arazi... 

 
KÜKÜRTDİOKSİT NELER YAPAR?

Sülfürik asidi elde etmek için her gün yaklaşık 100 tane 10 tonluk kamyon dolusu kükürt yakılacak. Kükürt yakılınca kükürt dioksit diye bir gaz çıkar.

 
KÜKÜRTDİOKSİT ÇEVREYİ VE INSAN SAĞLIĞINI NASIL ETKİLER?
 

Kükürt dioksitin çevreye ve insana sağlığına zararları son 50 yıldır bilinmektedir. 
Prof. Dr. Nusret Fişek'in bir yazısında konusu geçen Londra olayı eskilerden bir örnektir.
Londra olayı, 1952 Aralık ayında olmuştur. Haftalık beklenen ölüm sayısı 887 iken aşırı kirlenmeyi izleyen haftada ölüm sayısı 2484’e yükselmiştir. Ölüm nedeni havada sülfür dioksit yoğunluğunun artmasıdır. Bu tip hava kirlenmesinden özellikle bronşit, amfizem gibi kronik obstrüktif akciğer hastalıkları olanlar fazla etkilenmektedir.
Kükürt oksitlerin en önemli çevre zararı yarattıkları ASİT YAĞMURU şeklinde olmaktadır.

 
ASİT YAĞMURU: GÜNÜMÜZÜN DÜNYA FELAKETİ
 

Çaldağı'nda 1 milyona yakınağaç kesilip madene yer açılırsa, geri kalan ağaçları da ormanın ortasında inşa edilecek olan sülfürik asit fabrikasının yaratacağı asit yağmuru öldürür.
1989’a değin Almanya’daki ormanların yüzde 52’sinin Asit yağmuru sebebiyle hasta olduğu belirlenmişti.

 
ASİT YAĞMURU NEDİR?
 

Asit yağmuru esas olarak sülfürik asit fabrikası gibi sanayi tesislerinden ve konutların kükürtlü yakıtlarla ısıtılmasından kaynaklanan; kükürt ve azot oksitleri içeren asit çökelmesidir. 2 ile 7 gün arasında havada asılı kalabilen bu kirleticiler atmosferde çeşitli kimyasal reaksiyonlara uğrayarak zamanla çok uzaklara taşınabilmektedir.

Bu kirleticiler, atmosferdeki su damlaları ve diğer bilişenlerle tepkimeye girerek sülfürik asit (H2SO4) ve nitrik asit (HNO3) oluşumuna neden olmaktadır. Kükürdün yanması sonucu havaya karışan kükürt dioksit gibi  gazlar atmosferde asit oluşumuna neden olmakta ve bunların yeryüzüne ulaşması ile asit yağmurları oluşturmaktadır. Bunların yeryüzüne dönüşleri kuru ve yaş asit depolanması sonucu oluşur.

Hava kirleticilerinin en yaygın olanı kükürt dioksittir. Her yıl tonlarca SO2 çeşitli kaynaklardan yayılarak atmosfere karışmaktadır. Bu emisyonların en önemli bölümünü sülfürik asit fabrikaları ve elektrik üretmek amacıyla çok büyük miktarlarda katı ve sıvı yakıtlar yakan termik santrallerden oluşmaktadır.
 

 
ASİT YAĞMURUNUN OLUŞUMU
 

Havaya karışan, kükürt dioksit, azot oksit gibi kirleticiler, atmosferde çeşitli kimyasal reaksiyonlara uğrayarak zamanla çok uzaklara taşınabilmektedir. Bu kirleticiler, atmosferdeki su partikülleri ve diğer bilişenlerle tepkimeye girerek sülfüroz asit (HSO), sülfürik asit (H2SO4) ve nitrik asit (HNO3) oluşumuna neden olmaktadır.

Bu maddeler yağmur suyuna karışarak asit yağmurunu oluştururlar.

 
ASİT YAĞMURUNUN İNSANA ETKİLERİ NELER?
 

Yaş ve kuru çökelme sonucunda atmosferden yeryüzüne geçen sülfat, nitrat gibi toksik metallerin, kırsal bölgelerde toprağın ve göllerin asitleşmesine neden olan ve kentlerde ise insan sağlığını doğrudan etkileyebilecek düzeylere erişmelerinin yanında, toprağa çökelmeleri sonucunda da insanların, özellikle çocukların sağlığını dolaylı olarak etkilediği bugün artık bilinmektedir.
     
Özellikle çocuklarda solunum yolu enfeksiyonu başta olmak üzere çeşitli  iltihaplanmalar ve bağışıklık sisteminin zayıflaması gibi sağlık sorunlarına sebep olmaktadır. Hava kirliliği olmayan yerlerle karşılaştırıldığında, hava kirliliği olan bir yerde iki kat daha fazla insan kronik bronşitten  şikayet  etmektedir.

 
ASİT YAĞMURUNUN DOĞAYA ETKİLERİ NELER?
 

Sülfürik asit tesisleri de bolca ortaya çıkan kükürt dioksitin yarattığı asit yağmuru özellikle bitki örtüsüne zarar veriyor. Asit yağmuru,başka etmenlerin yanı sıra ormanların ölmesine de neden oluyor. İsveç’te ise asit yağmuru nedeniyle 18 bin göl zarar görmüştür, 4 bin göl ise artık ölü sayılmaktadır.

Asit yağmurunun tarıma, dolayısıyla da yiyecek maddesi üretimine yapacağı etkinin felaket düzeyinde olacağı açıktır. Bu durum, Turgutlu'da bugünkü tarım alanlarının daha baska bölgelere kaymasına da yol açabilir.
 

 
ASİT YAĞMURUNA YAKINDAN BİR ÖRNEK
 

Muğla'nın Yatağan ilçesinde termik santralden kaynaklanan hava kirliliği sürerken, ilçe halkı Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı'na dilekçe göndererek, "Ölüyoruz, bu çevre cinayetine son verin" çağrısında bulundu.

YAÇEV Komitesi, bakanlığa gönderdiği yazıda yaklaşık 50 bin kişinin, asit yağmurları altında kaldığını belirterek, "Hangi üstün kamu yararı ilkesi 23 yıl boyunca 50 bin kişinin, asit yağmuru, partikül madde, toz, radyoaktivite ve gaz kirliliğine maruz kalmasını haklı gösterebilir?" diye sordu.

Bakanlar Kurulu'nun kapatma kararını uygulamadığına da dikkat çeken Komite, "Yöre halkı kansere yakalanacağı günü bekliyor. İlçemizde hemen her evden kanserden ölen ve kanser hastalığından tedavi görenler var. Üst solunum yolları hastalıklarına yakalanmayan yok denilecek kadar az. Ölüyoruz" ifadelerini kullandı. 

Santrali işleten şirkete para cezası 20 Aralık 2006'da havaya salınan kükürtdioksit oranlarının Çevre ve Orman Bakanlığı'nca belirlenen limitlerin üzerine çıkması üzerine, Yatağan Termik Santrali'ni işleten şirkete 288 bin YTL ceza uygulanmıştı. 30 Aralık'ta da Yatağan'da kükürtdioksit oranının kritik değerlere ulaşması nedeniyle Yatağan Termik Santrali'nin iki ünitesi devre dışı bırakılmıştı. Yatağan'daki kükürtdioksit gazı kömürün içide az miktarda olan kükürtün yanmasıyla ortaya çıkıyor. Yine de yaptığı tahribat ortada.

Turgutlu'da inşaası düşünülen sülfürik asit fabrikasında madenin ömrü boyunca yakılacak milyonlarca ton saf kükürtün yanmasıyla ortaya çıkabilecek zarar her türlü tahminin üzerinde olacaktır. 

Bu konularda çeşitli devlet kuruluşlarımızın bazı fikirleri aşağıda verilmiştir.

 

T.C Çevre ve Orman Bakanlığı Çevre Atlası Sayfa 182

Asit Yağmurları
1970’li yıllarda birçok sanayileşmiş ülkede kentsel sınaî hava kirleticilerin kontrolüne ilişkin tedbirlerin alınmasıyla, hava kirlenmesi azaltılmış olmakla birlikte, yüksek bacalar veya tedbir alınmamış kirleticilerin ayrıca sınır ötesinde etkiler yaratmasına sebep olmuştur. Bu kirlilikler çok uzun mesafelere atmosferik şartlara bağlı olarak taşınmakta göllere, topraklara, bitki ve hayvan topluluklarına zarar vermektedir.

Böylelikle kirlilik sınır ötesi bir hal almaktadır. Neticede oluşan kirleticiler sülfürik ve nitrik asitler, amonyum tuzlarıdır. Bu maddeler ayrıca metalik yüzeyleri, binaları, taşıt araçlarını da etkilemektedir.

Topraktaki asitleşme ile birlikte havadan gelen asitleşme etkisi bitki örtüsünü olumsuz olarak etkilemekte ve bazı bitki türlerinin tamamen yok olmasına sebep olmaktadır.


Kentsel Hava Kirliliği
1960’lı yılların başından itibaren dünyanın her tarafında görülen hızlı nüfus artışı, kentleşme ve sanayileşme, ısınma, trafik, sınaî faaliyetler ve buna bağlı elektrik üretimi için artan bir yakıt tüketimini de beraberinde getirmiştir.

Fosil yakıt emisyonları arasında Sülfür oksitler, NOx, CO2 ve çeşitli organik bileşikler, kurum ve partikül maddeler sayılabilir.


T.C. Başbakanlık Diyanet İşleri Başkanlığının Diyanet Dergisi-Sayı 126

Hava Kirliliği
 
Hava, dünyayı canlıların yaşamasına uygun hale getiren, dünyayı çevreleyen atmosferdir. Canlıların yaşamını sürdürebilmesi için gerekli olan solunum, sindirim, fotosentez gibi süreçlerin temel kaynağı havadır. Hızlı nüfus artışı, kentleşme ve sanayileşme sonucunda atmosfere bırakılan kirleticiler, zaman içinde belli oranlara ulaşmakta ve havanın doğal yapısını değiştirmekte, yani havayı kirletmektedir. Hava içindeki zararlı maddelerin yoğunlaşması ile hava, insan ve insanın doğal ve yapay çevresi üzerinde olumsuz etkiler yapmaya başlamaktadır. Belli bir kaynaktan atmosfere bırakılan kirleticilerin, havanın doğal bileşimini bozarak, onu canlılara ve eşyaya zarar verecek bir yapıya dönüştürmesine hava kirliliği denmektedir. Hava kirleticileri, havanın doğal bileşimini değiştiren is, duman, toz, gaz, buhar ve aerosol durumundaki kimyasal maddelerdir. Bunların havadaki miktarlarının belirli ölçülerin üstüne çıkması, hava kirliliğine yol açmaktadır. 

Doğaya Etkileri
Hava kirliliğiyle değişime uğrayan atmosfer şartları, iklimi etkilemektedir. Kentlerin üzerinde oluşan kirli hava katmanı, morötesi (ultraviole) ışınlarının kaybına, dolayısıyla gün ışığının azalmasına neden olmaktadır. Bu tür olumsuz gelişmeler, hava kirliliğinin doğal iklim dengesi üzerinde oluşturduğu bozulmaları göstermektedir. 

Hava kirliliği, hayvan türleri üzerinde de olumsuz etkilerde bulunmaktadır. İnsanlarda solunum yoluna bağlı olarak ortaya çıkan zararlı etkilerin pek çoğuna hayvanlarda da rastlanmaktadır. Hava kirleticilerin bitki ve ağaçlar üzerine olan zararlı etkileri genelde yapraklar üzerinde olmaktadır. Asit Yağmuru biçiminde toprağa ulaşan kirleticiler, bitki dokusunu bozmakta, toprağın verimliliğini azaltmakta, tarımsal üretimin düşmesine yol açmaktadır. 

Hava kirliliği, yapıların taş ve metal kısımlarına ve makinelere da zarar vermektedir. Kükürt içerikli yakıtların yakılması sonucunda oluşan ya da kimyasal endüstri kuruluşlarından yayılan kükürt oksitler atmosferdeki nem ile birleşerek sülfürik aside dönüşmekte ve eşyanın bozulmasına, ömrünün kısalmasına sebep olmaktadır.(14)
 

T.C Çevre ve Orman Bakanlığı ÇED ve Planlama Genel Müdürlüğü

ÇED Rehberi-Termik Enerji Santralleri

İşletme Aşamasındaki Olası Etkiler

İşletme aşamasındaki olası çevresel etkiler esas itibariyle kullanılan yakıta ve enerji üretim sistemine bağlıdır. Ülkemizin sahip olduğu en bol fosil yakıt, düşük-kaliteli ve yüksek derecede kirlenmeye yol açan linyittir. Bu tür kömürün kullanımı çok yüksek miktarlarda kükürt dioksit), azot oksitler (NO), karbon monoksit (CO), ozon, hidrokarbonlar, partikül madde (PM) ve kül oluşturmaktadır.

Kükürt dioksit ve NOx gazları asit yağmurlarının oluşumundan birinci derecede sorumludurlar. Bacalardan atılan kükürt ve azot oksitler, hakim rüzgârlarla ortalama 2–7 gün içerisinde atmosfere taşınırlar. Bu süre içinde bu kirleticiler, atmosferdeki su partikülleri ve diğer bileşenlerle tepkimeye girerek sülfürik asit ve nitrik asit oluştururlar.

 

  Mutlaka okuyun: Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?

 
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Türkiye'de madenlerimiz üzerindeki kara bulutlar 

İŞTE GERÇEKLER 

 
Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor? 

Sülfürik asit liç yöntemi ve tehlikeleri

 

Turgutlu Çaldağı’nda yapılacak olan sülfürik asit liç metoduyla nikel madeni çıkarmanın sakıncalarına, insana ve çevreye vereceği zararlara bir kez daha dikkat çekerek, bu maden işletmesinin neden mutlaka engellenmesi ve işletme ruhsatı verilmemesi gerektiği konusunda bir kez daha uyarıda bulunmakta yarar var. Özellikle edinilen yeni bilgiler ve veriler konunun sanılandan daha vahim ve korkunç olduğu gerçeğini gösteriyor.

 

Öncelikle bilinmesi gereken çok önemli şey şudur:
Dünyanın hiçbir yerinde ve köşesinde sülfürik asit liç yöntemiyle Turgutlu’dakine benzer bir proje uygulanmamaktadır. 

Dünyanın en geri ülkelerinde bile bu tip bir nikel işletmeye şimdiye kadar izin verilmemişken, neden ilk defa Turgutlu’da böyle bir proje gerçekleştirilmek isteniyor? Bu proje için Turgutlu Çaldağı’nın seçilmesinin nedeni sülfürik asit liçinde yatıyor ve basit bir uygulama olması, maden şirketi için çok ucuza gelecek bir yatırım olması nedenine dayanıyor. 

Bu bölümde sıralayacağımız bazı bilgiler, bunun sonucunda karşı karşıya kaldığımız felaketin sanılandan daha vahim olduğunu gösteriyor. Eğer bu tip bir nikel işletme engellenemezse, tüm Gediz Havzası’nı bekleyen çevre felaketinin yanı sıra, insanlarımızı bekleyen kanser tehdidi için de davetiye çıkarılmış olacak.

 
 Turgutlu Çaldağı’nda neler yapılacak?
 

Bosphorus Nickel A. Ş. Genel Müdürü Simon Purkiss, 2007 yılı başlarında YASED tarafından Ankara’da düzenlenen “Fırsatlar Ülkesi Türkiye” konulu konferansta, Başbakan Erdoğan’a Çaldağı’nda yapacakları çalışma hakkında “çevreye zararı olmayan, temiz bir teknoloji” tanımlamasında bulunmuştu. Ancak, elimizdeki bilgiler ve belgeler bu tanımlamanın doğru olmadığı, gerçekleri yansıtmadığını göstermektedir. Çünkü Çaldağı’nda yapılacak nikel zenginleştirme çalışması tamamen basit ve ilkel yöntemlerle, şirket için en ucuza getirilen yatırımla yürütülecektir.

Görünen gerçek şudur ki: Turgutlu Çaldağı'nda kurulmakta olan nikel madeni, şimdiye dek emsali hiç görülmemiş bir çevre ve insan sağlığı faciasına sebep olabilir. Çünkü son 50 yıldır sülfürik asit liç metodu ile maden zenginleştirmenin mümkün olduğu bilinmekte, ama aynı zamanda en ucuz ve çevreye-insana en zararlı yöntem olduğu da bilinmektedir. Bu yöntemin çevreye vereceği zararlar bilindiği için, hiçbir ciddi ve büyük maden şirketi, adına leke sürmemek ve imajını lekelememek için bu projeye sıcak bakmamakta ve kullanmamaktadır. "Sülfürik asit liç projesi"ni uygulamak isteyen dünyadaki tek şirket, yeterli maddi gücü olmayan European Nickel PLC  şirketidir.

Tamamen açık bir maden işletmesi olarak sürdürülecek bu çalışmalarda, 15 yıl boyunca günde 8000 ton civarında nikel cevheri açık ocak işletmesinde delerek, patlatarak, kazarak çıkartılacaktır. Bu ise saatte 333 ton ediyor. 15 yıl boyunca, yaklaşık her gün, 24 saat boyunca ve her 3 dakikada bir 15 tonluk bir kamyon dolusu cevher madenden tesise gönderilecek. Tesiste bu kadar büyük miktarda cevher, devamlı olarak kırılarak, elenerek yığın liçi işlemine uygun hale getirilecek. Aynı zamanda bu 15 yıl boyunca açık ocak maden işletmesinden çıkarılacak yaklaşık 100 milyon metreküp, içinde hala nikel olan ama ekonomik olmayan kaya da yaklaşık 1600 dönüm sahaya depo edilecek.

Bu depolama alanı; yaklaşık olarak eni boyu 1 kilometreden, yüksekliği de 50 metreden uzun bir tepeye eşdeğerlidir. Böyle bir tepeyi yaratmak için yaklaşık olarak her gün, 24 saat boyunca, dakikada bir 15 tonluk kamyon dolusundan fazla kayanın madenden depolama sahasına gönderilmesi söz konusu. Bütün bu işlemler sırasında ortaya çıkabilecek toz miktarını madencilikle hiç ilgisi olmayanların bile tahmin edebilmesi zor değil. 

Hepimiz tozlu yollar, taş ocakları ve yol yapımları görmüşüzdür. 
Ama burada önemli bir fark var: Nikel madeni bunlarla kıyaslanamayacak kadar büyük ve bu nikel madeni tozlarının bazı kısımlarında kanser yapan nikel olacaktır!

 
 Peki, bu toz ne olacak?
 

Bosphorus şirketi yetkilileri, bu tozun su ile bastırılacağını söylüyor. 
Buna bizim dilimizde “taşıma suyla değirmen döndürmek” derler.
Diyelim ki, tozun bir kısmı suda toplandı. Peki, bu sudaki nikel nereye gidecek?
Bu suyun bir kısmının yeraltı ve yer üstü sularına karışmayacağına kimse garanti veremez. Ne yapılırsa yapılsın, tozun bir kısmı da havaya karışacak, hava akımı ve rüzgârla çevreye dağılacak. Bu tozun içinde olabilecek nikelin bir kısmı da çeşitli şekillerde doğa ile temas halindeki insan vücuduna girebilir. İnsan vücudunun günde tolere edebileceği nikel miktarı ise bir toz zerresinden daha küçük. Dolayısıyla, böyle bir maden işletmesinin çevre ve insan sağlığı açısından yayacağı zararları tahmin etmek hiç de zor değildir.

 
 Sorun bununla da bitmiyor!
 

Ama sorun sadece bununla da bitmiyor. 
Çünkü, nikel kırılıp elendikten sonra da liç sahalarına yığılıyor. Yaklaşık olarak gece gündüz, her 2 dakikada bir 15 tonluk kamyon liç sahasına cevher boşaltıyor. Bu cevherin üzerine sülfürik asit çözeltisi cevherin içindeki nikel ve diğer metaller asit içinde eriyor, ortaya içi nikel ve diğer tehlikeli maddelerle dolu bir sıvı çıkıyor. Bu sıvı ile toprak arasında 1,5 mm kalınlığında bir plastik örtü ve 30 cm kalınlığında kil ve toprak bulunuyor. Bu plastik örtünün eni ve boyunun kilometrelerce olabileceği de ortada.

ÇED Raporu’nda yaklaşık 1500 metreye 500 metre olarak verilmiş. Bu da 750 bin metrekare eder. Bu alan ise, 10 bin tane ev alanı yapar. Ama 10 bin tane bile eviniz olsa, yağmur yağdığı zaman evinizin damı aksa bunu fark eder ve gerekli tedbiri alabilirsiniz. Ama liç yığınında bunu fark edebilmek çok uzun yıllar alabilir. Liç yığını, içi su dolu bir süngere benzer. Alttan sızan asit ve erimiş nikel alınıp üstten dökülüyor. Bu süngerde milyonlarca metreküp bu sıvıdan birikecek. Cevher çıkartılması bittikten sonra da bu sıvının dibe sızarak boşalması uzun yıllar alabilir.

 Çaldağı'nda YALAN, TALAN ve KATLİAM var!

Çaldağı’nda uygulanmak istenen yönteme bilim adamları “madencilik” bile demiyor. Yapılmak istenen şey sadece “canavarlık” olarak tanımlanabilir. Açılımı “sülfürik asit liç usulü ile açık maden işletmesi” olan bu projeye bugüne dek dünyanın hiç bir ülkesinde izin verilmemesinin asıl nedeni de işte burada yatıyor. Çünkü bilim adamlarının hazırladıkları raporlara göre;

- Bu projenin uygulanması durumunda tüm Gediz vadisini etkileyecek büyük bir çevre felâketi, insanlarımızı da ciddi bir kanser tehdidi bekliyor olacak.
- Çaldağı’nda uygulanacak bu madencilik projesi ile Gediz vadisi açık bir kimya laboratuarı haline dönüştürülmüş olacak.
- Uygulanacak olan sülfürik asit liç usulu ile açık maden işletmesi projesinin süreceği 15 yıl boyunca oluşacak asit buharlaşmaları ve ardından da asit yağmurları nedeniyle Eşme’den Çeşme’ye kadar çok büyük bir alan ciddi çevre felaketi ile tanışmış olacak.
- Dünyanın en büyük asit fabrikalarından birisi, dünyanın en cennet vadilerinden Gediz vadisinin göbeğine kurulacak. Oysa böyle bir asit fabrikası dünya standartlarına göre ancak çöllük arazilerde kurulabiliyor. Sadece bu bile başlı başına bir çevre felaketi anlamına geliyor.
- 15 yıl boyunca 20 milyon ton civarında asit kullanılarak yapılacak bu çalışmalarda dünyanın en cennet toprakları asitle yıkanacak. Geriye ise sadece çölleşmiş bir arazi bırakılmış olacak.
- İlk etapta 300 binin üzerinde ağaç kesimi ile başlayacak Çaldağı’ndaki orman katliamı, 15 yıl sürecek çalışmalarla 2 milyona yaklaşan korkunç bir ağaç katliamına dönüşecek. Bunun ardından da erozyon tehlikesini önleyebilmek imkansız hale gelmiş olacak.
- Yeraltı ve yerüstü su kaynaklarımız maden şirketinin faaliyetleri için tüketilmiş olacak, çiftçi arazisi ve hayvanları için sulama, yurttaşlar da içme suyu bulamaz duruma getirilecek.
- 15-20 yıl boyunca sürecek bu madencilik faaliyeti ile havaya, toprağa, suya karışan nikel tozları da insanlarımızı bekleyen kanser tehlikesinin bir diğer boyutunu oluşturacak.

 Sit alanları yok sayılıp, tarih de talan ediliyor!

- Ayrıca bu maden şirketi tarafından yapılan çalışmalar süresinde Çaldağı ve civarında tarih de talan edilmekte, sit alanı ilan edilmiş bölgeler bile maden sahası içinde gösterilmeye çalışılarak tarihi eser ve kalıntılar yok edilmektedir.

 Vahşi madenciliğe hayır!

Bu durumda bu tip bir maden işletmesi ve uygulamak istediği projenin dünyanın hiç bir ülkesinde izin verilmeyen bir proje olduğu bir kez daha göz önünde tutulursa, söylenecek tek bir şey var: Çaldağı’nda bir katliam var! Çünkü buna madencilik değil, vahşi madencilik denilebilir. Dolayısıyla bu maden şirketi derhal kapatılmalı, verilen izinler de iptal edilmelidir.

Sonraki sayfa:    İşte gerçekler  

 
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Nasıl bir çevre felaketi bekliyor?

 

"Talan" ve "yalan"

 

 2007 yılının Şubat ayında Ankara'da YASED tarafından düzenlenen yemekte, Devlet Bakanı Ali Babacan'ın masasında yer alan European Nickel PLC şirketinin Yönetim Kurulu Üyesi Sir David Logan, Babacan'a verdiği kapalı zarf içindeki mektup konusunda gazetecilerin ısrarlı sorularına herhangi bir yanıt vermekten kaçınır ve herhangi bir açıklamada bulunmazken,  şirketin Genel Müdürü Simon Purkiss ise, onun yerine "Manisa Turgutlu'da 300 milyon dolarlık nikel yatırımı yapıyoruz" yanıtı ile gazetecilerin sorularını geçiştirmeye çalışıyordu. Gazetecilerin mektubun içeriğini açıklaması için "Belli ki bir sorununuz var, o yüzden Babacan'a mektup verdiniz" şeklindeki ısrarlı soruları devam ederken, Purkiss sorunları açıklamak yerine "Bizimki Türkiye'deki ikinci büyük İngiliz yatırımı olacak" demekle yetiniyordu. 

 Ertesi gün de Sir David Logan ve Simon Purkiss, yine YASED tarafından düzenlenen "Fırsatlar Ülkesi Türkiye" konulu konferansta Başbakan Erdoğan'la görüşüyordu. Purkiss, Erdoğan'la olan görüşmesinde de Çaldağı'nda uygulayacakları teknoloji için "Bu teknoloji dünyada ilk kez Türkiye'de uygulanacak. Çevreye kesinlikle zararı olmayan son derece temiz bir teknoloji" tanımını kullanıyordu.

 

Purkiss'in gerek yemekte gazetecilere söylediği "çok büyük yatırım yapacakları" konusu, gerekse "ilk kez Türkiye'de uygulanacak" olan bu tekniğin "çevreye zararı olmayan son derece temiz bir teknoloji olduğu" konusu gerçekleri kesinlikle yansıtmıyor, hatta tek kelimeyle tanımlamak gerekirse "yalan söylüyor". Öncelikle "Türkiye'nin maden endüstrisindeki en büyük yatırımın Turgutlu'da yapıldığı" şeklindeki söylem, sadece göz boyamaya yönelik şirketin kendi reklamını anlatıyor. 

Peki, şirket tarafından bu sözlerle örtülmeye çalışılan gerçekler nelerdir?
İşta bazı yanıtlar:
 Türkiye, bir İngiliz sömürgesi değildir. Ama Turgutlu Çaldağı'ndaki maden işletmesinin hedefi, tam anlamıyla bir emperyalist talan olayıdır.
 Bu zengin yeraltı kaynağımızın İngiliz şirketince talan edilmesi sonucunda ise; topraklarımız ve insanlarımız korkunç bir çevre felaketi ile karşı karşıya bırakılmış olacaktır.

 

"Ne tür bir çevre felaketi bizleri bekliyor" sorusunun yanıtı ise, Purkiss'in "Dünyada ilk kez Turgutlu'da kullanılacak, çevreye zararı olmayan son derece temiz bir teknoloji" sözleriyle açıkladığı, bu şirket tarafından nikel madeni elde etmekte kullanılanacak yöntemle ilgilidir. 

Çaldağı maden işletmesinde sülfürik asit liç yöntemiyle bir proje uygulanacak. Bu proje, Purkiss'in dediği gibi, bugüne dek dünyanın hiç bir yerinde uygulanmadı ve ilk kez Turgutlu'da uygulanacak. Bu bakımdan Purkiss'in dediği doğrudur, yani bu yöntem ilk kez Turgutlu'da uygulanacak. Ama bunun asıl nedeni, bu projenin uygulanmasına dünyanın hiç bir yerinde izin verilmemiş olmasıdır. 

Yoksa Purkiss'in Başbakan Erdoğan'la görüşmesinde açıkladığı gibi, bu proje "çevreye hiç zarar vermeyen son derece temiz bir teknoloji" olsaydı, o zaman başka ülkelerde de uygulanabilir ve bu projenin uygulanması engellenmezdi. Asıl gerçek ise; bu yöntemle nikel madeni işletilmesine dünyanın hiç bir yerinde izin verilmedi!

 

Şirket tarafından bu tür bir teknolojinin, yani sülfürik asit liç yönteminin tercih edilmesinin nedeni ise, son derece ucuz bir yatırım olması dolayısıyla kendilerine çok ucuza mal olacak olması. Yani burada aslolan, son derece düşük bir yatırım yaparak, elde edilecek olan kârın da çok yüksek düzeyde olmasını sağlamak. Bu da "Maden endüstrisindeki en büyük yatırımın yapılacağı" ifadesinin doğruyu yansıtmadığını kanıtlıyor. Yapılmak istenen, yeraltı kaynaklarımızın yok pahasına soyulması şeklindeki bir emperyalist girişimdir.

 
Aşırı kâr elde etmek için planlanan bu emperyalist proje sonucunda, topraklarımızı ve insanlarımızı nasıl bir tehlike bekliyor?
 
 

İşte bazı sorular ve yanıtları:
 Şirket neler götürecek?
 Bugünkü piyasa değeri ile 25 milyar dolarlık tek nikel ve kobalt maden yatağımız elden gidecek.
 
287.000 adet ağaçtan oluşan bir ormanlık alan yok edilecek.
 Yalnızca Çaldağı'nda yetişen ve başka bölgelerde yetişmeyen 20 bitki türü yok olacak.
 Çevredeki tarımsal yaşamın zenginliği ve verimliliği yok olacak.

 15 yıl boyunca şirket tarafından yeraltı suları sadece şirketin işleri için çekilecek ve tüm Turgutlu'nun içme suyu tükenecek, çiftçi toprağını sulayacak su bulamayacak.

 İnsan ve diğer canlıların sağlığı elden gidecek.
 

 Geriye neler kalacak?
 
Dev bir çukur.
 İki adet büyük, zehirli atık dağı.
 900 bin metrekareye yayılmış, 40 metre yüksekliğinde, sülfürik asitle yıkanmış ve içinde en az 4 milyon 500 bin ton kükürt bulunan atık yığınları.
 10 milyon ton kükürt oksitleriyle kirlenmiş bir doğa.
 Kurulacak olan kalitesiz Çin malı ucuz bir asit fabrikasının üreteceği asit nedeniyle 15 yıl boyunca yağdırılacak tonlarca asit yüzünden tamamen çöle döndürülerek yok edilmiş olan 1. sınıf tarım arazisi.
 Etrafa zehir saçan asit fabrikasının enkazı.
 15 yıl boyunca sürdürülecek bu proje sırasında toprağa, suya ve doğaya karışan nikel tozları nedeniyle insanlarımızı bekleyen kanser tehlikesi...

 

  Şimdi de şu soruların yanıtını arayalım:
Çaldağı'nda uygulanacak olan proje nasıl bir projedir? 
Sülfürik asit liç yöntemi nedir? 
Böyle bir projenin yaratacağı tehdit ne kadar büyüktür?

 

 Sonraki sayfa: Sülfürik asit liç yöntemi ve tehlikeleri  

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

VAHŞİ MADENCİLİĞE HAYIR!

Vahşi madenciliğe karşı mücadele geliştirilmeli

Çaldağı’ndaki İngiliz Sardes şirketi için Çevre ve Orman Bakanlığı’nca verilen “orman tahsis izninin iptali”ne ilişkin Manisa İdare Mahkemesi’nin vermiş olduğu karar, oldukça sağlam temellere dayalı olarak verilen bir karar. Ayrıca diğer benzer sorunları yaşayan bölgeler için de bir örnek ve emsal oluşturabilecek nitelikte. Bu nedenle bu sonuç diğer bölgelerdeki çevrecilerin mücadelesine de katkı sunabilir. ahkemenin verdiği bu karar, özellikle şu aşamada hem moral açısından, hem de çevreci mücadelenin hukuksal dayanaklarının daha da sağlamlaşması açısından çok anlamlı bir gelişme oldu. Katkısı olan ve emeği geçen herkes bu nedenle çok mutlu…

Ancak bu karar daha her şeyin bittiği anlamına gelmiyor.
Bu sonucu sadece “mücadelede kazanılan bir mevzi” olarak tanımlamak daha doğru.
Çünkü AKP tarafından hazırlanan “yeni madencilik yasa tasarısı” eğer kabul edilirse, bu her şeyin yeniden başlaması anlamına da gelebilir.

Yeni madencilik yasa tasarısı, Anayasa Mahkemesi’nce bazı maddeleri iptal edilen madencilik ile ilgili önceki yasayı bile mumla aratacak özellikte. Yeni Madencilik Yasası, bu tür mahkeme kararlarını bile by-pass edecek hükümler içeriyor ve zaten maden şirketlerinin önündeki hukuksal engelleri ortadan kaldırmak gibi bir amaca hizmet ediyor. Dolayısıyla, İdare Mahkemesinin Çaldağı’ndaki orman tahsis izninin iptaline ilişkin verdiği bu karar bir yandan çevrecilerin mücadelesinde bir moral ve hukuksal destek anlamına gelirken, diğer yandan da çevrecilerin “yeni madencilik yasa tasarısı”nın yasalaşmaması için vermeleri gereken mücadelenin diğer boyutu da halen varlığını koruyor.

 Öte yandan, AKP'nin Anayasa tasarısı eğer referandumda evet alırsa, bu da herşeyin yeniden başlayacağı anlamına gelebilir. Çünkü AKP, hazırladığı anayasa tasarısının bir bütün olarak halka sunulması amacında. Dolayısıyla bu mücadele hem yeni madencilik yasasına, hem de AKP anayasasına karşı bir boyut ve derinlik de kazanmak zorunda.

Görünen o ki; ülkemizde “insana ve çevreye saygılı, doğal varlıklarımızı ve güzelliklerimizi koruyan bir madencilik” anlayışını içeren bir madencilik yasası çıkarılana kadar, çevrecilerin mücadelesi kesintisiz ve sürekli bir mücadele olmak durumunda. Bu nedenle, vahşi madenciliğe karşı mücadele, Manisa İdare Mahkemesi’nin Çaldağı için verdiği bu karardan alınan moral ve hukuksal destekle daha da geliştirilmeli…

'Soygun yasası'ndan 'yağma yasası'na

Bizim gibi ülkelerdeki  madencilik yasalarının anlam olarak açılımını yaparsak şöyle yapmak gerekli: Bizim gibi ülkelerde madencilik yasaları; genellikle yabancı devletlerin ve emperyalist şirketlerin yeraltı zenginliklerimizi soyup sömürmesinin yasal hale getirilmesi şeklinde düzenlenmiştir. Dolayısıyla mevcut madencilik yasasını "soygun yasası" diye tanımlayabilmek mümkün. 

Maden şirketlerinin büyük umutla bekledikleri "Yeni Madencilik Yasası" ise, önlerindeki tüm hukuksal engellerin de kaldırılmasını ve tüm mahkeme kararlarını by-pass etmeyi amaçlayan bir tasarı olarak tanımlanırsa,  mevcut madencilik yasasını bile mumla aratacak bir "yağma yasası" diye nitelendirmek gerekebilir. Kısacası, bu yeni madencilik yasası her haliyle "emperyalizmin yeraltı zenginliklerimizi yağmalamasını yasallaştıran bir düzenleme" diye tanımlanabilir. Bu yağmalama da, çevresel kaygılarla tanımlandığında tam bir "çevre talanı" anlamına geliyor ve daha vahim hale gelebilecek büyük çevre katliamlarına korkunç bir vize de veriliyor. 

Bu durumda Manisa İdare Mahkemesi'nin Çaldağı'ndaki orman tahsis izninin iptali kararını, mücadelede bir "kazanım değeri" olarak görüp, bu kararın getirdiği moral ve hukuksal desteği de yeni madencilik yasasına karşı mücadele sürecinde bu anlamda yararlanabilecek ve mücadeleyi bir üst aşamaya taşıyacak bir "basamak" olarak değerlendirmek daha doğru bir yaklaşım olarak görünüyor. Yani, "Yeni Madencilik Yasa Tasarısı" gibi maden şirketlerinin büyük umut bağladığı bir yasa tasarısı varken, bu mücadele uzun soluklu bir mücadele olarak görülmek durumunda.

Çaldağı Türkiye'dir!
Çünkü Çaldağı'nın başına gelenler, Türkiye'nin başına gelenleri anlatıyor!

Okumak için tıklayınız:  Bir duruşmanın ardından      İlk meşale Çaldağı'nda yakıldı

 

Bir kitap: Çaldağı Benimdir!

Aslen Turgutlulu olan emekli tarih profesörü Salih Özbaran, Çaldağı mücadelesi içinde bir bilim insanının tavrını takınarak sergilediği duruşla özel bir yer edindi. Yazdığı çeşitli makeleler yanı sıra, en son geçtiğimiz 2011 yılı Mart ayında yazdığı, İzmir Büyükşehir Belediyesi'nin katkılarıyla bastırılan kitapçık ile de katkılarını daha da üst aşamalara taşımaya devam ediyor.

Kitabının önsözünde şöyle diyor Prof. Özbaran: "Çaldağı sorununa bu denli kayıtsız yaşamış olmanın ezikliğini duyumsadım, okumuş, mürekkep yalamış hemşehrilerimin vurdumduymazlığına tanık oldum. Şimdi de kentimi kuşatmış sermayenin gelecekte yaratabileceği doğa tahribatının ürküntüsünü yaşamaktayım. Ancak Turgutlu'nun Çaldağı, bilginlerin uyarıları paniğe sevkediyor beni..."

 

 
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

   



0 Yorum - Yorum Yaz

  Çal Dağı Türkiye'dir 

 

Vahşi madenciliğe karşı mücadele geliştirilmeli

Çaldağı'ndaki madencilik faaliyetine karşı mücadele için oluşturulan Turgutlu Çevre Platformu (TURÇEP) tarafından 3 Şubat akşamı düzenlenen bilgilendirme toplantısı her yönüyle anlamlı ve verimli bir toplantı oldu. Bilgilendirme toplantısında kayda değer önemli mesajlar vardı. Bu mesajların en önemlisi ise, Çaldağı sorununun sadece Turgutlu’nun değil, Türkiye’nin sorunu olarak görülmesi gerektiği.

Peki niçin sadece Turgutlu’nun sorunu olarak kalmamalı? Bunun yanıtı için toplantıda verilen mesajlar ile toplantıdaki konuşmacıların anlattıklarının kısa bir özetini bir sentez olarak aktarmak gerekiyor. Toplantıda verilen mesajları önemine göre sıralayalım.

 
Çal Dağı, Türkiye'dir!

Çal Dağı neden sadece Turgutlu’nun sorunu olarak görülmemeli?
Çünkü Çal Dağı’nda maden şirketi tarafından maden aramak için dünyada ilk kez uygulacak bir proje olan sülfürik asit liç yöntemi ile açık maden işletmesi ve yaratacağı çevre felaketi, Bergama’dan da, Kazdağlarından da, Kışladağ’dan ve diğer benzer yerlerden daha vahim ve buralarla kıyaslanamayacak kadar büyük ve daha tehlikeli. Bu nedenle Çal Dağı sorununu sadece Turgutlu’nun değil, Türkiye’nin sorunu olarak görmek, bu konunun bu nitelikte ciddi bir konu olduğunun da en geniş kesimlere anlatabilmek, sorunun ciddiliğine dikkat çekmek gerekiyor.

 
Çal Dağı sit alanı olmalıdır!

Türkiye’deki madencilik faaliyetleri sırasında neden bu tür çevresel sorunlar yaşanıyor?

Toplantıda verilen mesaj, bu sorunun cevabını yeterince açıklayacak nitelikte.
Çünkü Türkiye’de bugünkü madencilikle ilgili yasalar yanlış.
Madencilik yasaları, tam anlamıyla çevre felaketine neden olacak şekilde, madencilik uygulamalarının önündeki engelleri kaldıran, yasal hale getiren bir düzenleme haline dönüşmüş. Bu nedenle, mevcut madencilikle ilgili yasaların değişmesi, bugünkü anlayışın yerine “çevreye ve insana saygılı, kendi doğal zenginliklerimizi koruyan bir madencilik” anlayışı getirilmeli.

Toplantıda verilen mesajlardan biri ise, özellikle bugün kamuoyunun hala kafasını karıştıran bir soruyu giderecek nitelikte. Bunu da şöyle tanımlayabilmek mümkün: “Bizler Türkiye’de madencilik yapılsın mı, yapılmasın mı gibi bir konuyu tartışmıyoruz. Asıl konu, dünyada ilk kez Turgutlu’da uygulanacak olan “sülfürik asit liç yöntemi ile açık maden işletmesi” konusudur. Bizler, çevreye ve insana saygılı olmayan, doğal güzelliklerimizi ve tarihi zenginliğimizi talan eden vahşi madenciliğin karşısındayız.”

 
Madencilik yasası mı, talan yasası mı?

Türkiye’de madencilik faaliyetlerinin pek çoğunun bugün çevre felaketlerine yol açmasının asıl nedenlerini, bugünkü madencilik yasasında aramak gerekiyor. Çünkü madencilik yasası öyle bir hale getirilmiş ki, ülkemizin yeraltı zenginliklerinin, doğal kaynaklarının talan edilmesi ve doğal güzelliklerinin yok edilircesine tahrip edilmesinin başlıca nedeni ve kaynağı olmuş.
Türkiye’deki madencilik ile ilgili yasaları bu nedenle “talan ve soygun yasası” diye tanımlamak gerekiyor.

İşte bu nedenler dolayısıyla, Çal Dağı sorunu eğer sadece Turgutlu’nun değil, Türkiye’nin sorunu olarak algılanır ve ülke genelinde TUPÇEP tarafından böylesi bir mücadele zeminine yayılırsa, Çal Dağı konusu, Türkiye’deki madencilik ile ilgili mevcut yasaların değiştirilerek, “çevreye ve insana saygılı, doğal zenginlikleri ve güzellikleri koruyan bir madencilik” anlayışının yerleşmesine önemli katkılar sunabilir ve hatta madencilik anlayışının böylesi bir zeminde çözülmesi gerektiği konusuna önderlik bile edilebilir.

Dolayısıyla, Çal Dağı sorununun bu nitelikte bir sorun olduğunun bilinciyle hareket edilmeli. Bu nitelikte bir bilinçlenme de, doğal olarak TURÇEP’in sorumluluk ve görev anlayışını daha da genişletiyor ve geliştiriyor. Tabii toplumun da daha duyarlı ve sorumlu bir davranış çizgisine çekilmesinin zorunluluğu bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu tür bilgilendirme toplantılarının sıklıkla ve toplumun daha geniş kesimlerine ulaşabilecek şekilde düzenlenmesinin yararı büyük.

Çaldağı’ndaki maden arama çalışmaları derhal durdurulmalı, maden şirketi de kapatılmalıdır!
Çaldağı’ndaki vahşi madenciliğe hayır!
Çal Dağı sit alanı olmalıdır!
Çaldağı, Türkiye'dir.
Çünkü Çaldağı'nın başına gelenler, Türkiye'nin başına gelenleri anlatıyor.

 
Ayrıntılı bilgi için tıklayınız:  Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?          EGEÇEP

4 Şubat 2010

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  




Turgutlu Çaldağ orman tahsis izniyle ilgili dava tamamlandı

Turgutlu Çaldağı nikel madeni işletmesi için Çevre ve Orman Bakanlığı tarafından verilen “Orman Tahsis İzni”’nin iptali istemiyle, bazı vatandaşların açtığı davanın duruşması 28 Nisan 2010 Çarşamba günü Manisa Bölge İdare Mahkemesi'nde yapıldı. Saat 13.30'da başlayan duruşma 17.00'de bitti. Karar daha sonra açıklanacak.

* Aynı içerikle TEMA VAKFI da bir dava açtı ve o dava da ayrıca görülecek.
* Vatandaşların açtığı bu ilk davanın duruşması kalabalık bir grup tarafından izlendi. Duruşmaya katılan grupta Turgutlu’dan TURÇEP temsilcileri ve bazı vatandaşların yanında destek için İzmir ve Manisa Tema Vakfı üyeleri ve EGEÇEP üyeleri de katıldı.
* Eski Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe: “Bu izin verilirse çok büyük bir zarar gerçekleşeceğini düşündüm ve 70 milyonun hakkı olduğu için orman iznini imzalamadım…”
* TEMA Kurucusu ve Onursal Başkanı Hayrettin Karaca, "Çaldağı projesi uluslararası sermayenin ülkemizi işgalinin bir parçası. Aynı kurtuluş savaşında olduğu gibi, halkımız milli direnişe başlayacaktır..."
* Orman idaresi yetkilisi: "Maden ruhsat alanında toplam 4 milyon ağaç bulunuyor."


YAPILACAK ORMAN KATLİAMI TÜYLER ÜRPERTİCİ!
167 bin ağaç, sadece ilk anda kesilecek olan miktar

TURÇEP (Turgutlu Çevre Platformu) ormanın tüm ülkenin ortak malı olduğunu savunarak, orman tahsis izninin iptalini istiyor. Bu taleple şirkete karşı Turgutlu halkı adına açılan davanın son duruşması 28 Nisan 2010 Çarşamba günü gerçekleşti.

Duruşmada kesilecek ağaç sayısı polemik konusu oldu. Davacıların avukatları Av. Hasan Namak ve Av. Arif Ali Cangı, İzmir Orman Mühendisleri Odası’nın raporuna dayanarak işletme sürecinde kesilecek toplam ağaç sayısının, ağaç ve fidanlarla birlikte milyonlarla ifade edileceğini ileri sürdü. Bakanlık ise 167 bin ağacın kesileceğini belirtti. Bu tartışmalar üzerine Mahkeme Başkanı, Bakanlık temsilcisine, proje ruhsat sahasında toplam kaç ağaç olduğunu sorması üzerine verilen cevapta, maden ruhsat alanında toplam 4 milyon ağaç olduğu belirtildi. 167 bin ağacın, sadece şu an davaya konu ruhsat alanı için ve ilk aşamada kesilecek ağaç sayısı olduğu, boyu 1.30’un altında ve çapı 8 cm. den küçük olan ağaççık ve fidanların bu sayımın dışında olduğu da ortaya çıktı.

Nikel madeni sahasında bulunan 4 milyon ağaç kesilebilir

Sardes Nikel Maden Şirketi'ne karşı açılan davanın taraflarından avukat Hasan Namak, "Çapı 8, boyu da 30 cm.nin altında olanlar ağaçtan sayılmıyor. Bunları da hesaba kattığımızda Çaldağı'nda 2 milyona yakın ağacın kesilmesi söz konusu olabilir. Bu savımız Orman Mühendisleri Odası tarafından da doğrulandı" dedi. Böylece Turgutlu'da İngiliz Sardes şirketi tarafından işletilmek istenen nikel madeni sahasında 4 milyon ağacın bulunduğu mahkeme kayıtlarına girdi. Orman Mühendisleri Odası'nın raporuna göre; madenin tam kapasiteyle işletmeye açılması durumunda, 2 milyona yakın ağacın kesilmesi öngörülüyor.

Manisa Bölge İdare Mahkemesi''ndeki duruşmada, mahkeme başkanının Manisa'da görevli memura "Maden sahasının tümünde kaç ağaç var?" sorusuna, memur "4 milyon ağaç" cevabını verdi. Böylece nikel madeni sahasında 4 milyon ağaç bulunduğu mahkeme kayıtlarına da girdi. Bu durum da ÇED Raporu'nun gerçekçi olmadığı ve Sardes şirketi tarafından kesilecek ağaç sayısı konusunda verilen rakamların gerçek olmadığına kanıt niteliğinde görülüyor.

DSİ Raporu: Çampınar köyünde yaşanan çamurlu su baskınının nedeni maden şirketinin çalışmalarıdır!


Nisan ayı başlarında yoğun yağışlarda maden işletme sahasının hemen altındaki Çampınar Köyü’nde yaşanan çamurlu su baskını ve sel görüntülerini de videoda sunan davacıların avukatları, konu hakkında DSİ Müdürlüğü'nden gelen yazıyı mahkemeye sundular. DSİ yazısında sel ve çamur baskınının, madenin Domuz Ocağı'ndan çıkardığı pasaların yığıldığı yerden kayarak, Domuz Deresi’ni kapatması nedeniyle gerçekleştiği tespit edilmişti.

İNGİLİZ MİSYONUNUN BASKISI HAKKINDA VİDEOLAR

Duruşmada davacı avukatları video sunumları yaptı. Videolarda eski Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe’nin, NTV Televizyon Kanalı'nda yaptığı bir röportajda, İngiliz misyonunun bütün gücüyle baskı yaptığını, ama kendisinin direndiğini, bu izin verilirse büyük zararlar gerçekleşeceğini düşündüğü ve 70 milyonun hakkı olduğu için orman iznini imzalamadığını söylediği görüntüler de sunuldu.

Eski Bakan Osman Pepe'nin söylediklerini izlemek için aşağıdaki linki tıklayınız:
Eski Bakan Pepe'nin açıklamaları

Duruşmada ayrıca, AKP'li Turgutlu Belediye Başkanı Serhat Orhan’ın Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu’na atfen yaptığı orman izninin İngiliz hükümetinin, İngiliz Büyülelçisi’nin ve İngiliz şirketinin baskıları sonucunda verildiğini söylediği görüntüler de sunuldu. Turgutlu Belediye Başkanı Serhat Orhan, yeniden Belediye Başkanı seçildiği 29 Mart yerel seçimlerinden 1 ay sonra, 27 Nisan 2009 tarihinde, Turgutlu Ticaret ve Sanayi Odası (TUTSO) Meclis toplantısında, İngiliz baskısı sonucu izinlerin verildiğini Çevre Bakanı'nın ağzından açıklıyordu.

Bu konuşma büyük tepkilere neden oldu, Belediye Başkanının konuşması sanki şirket temsilcisi biri konuşuyormuş gibi değerlendirildi ve maden şirketi ile işbirliği içinde olmakla suçlandı.

İşte yerel seçimden 1 ay sonra 27 Nisan 2009'da yapılan o şok edici konuşmadan kısa bir bölüm aşağıdaki videoda.
Serhat Orhan'ın açıklamaları




0 Yorum - Yorum Yaz

İlk meşale Çaldağı'nda yakıldı

"Vahşi madencilik" ve AKP'nin "Madencilik Yasa Tasarısı"na karşı mücadelenin ilk meşalesi Turgutlu Çaldağı'nda yakıldı

 
15 Nisan 2010 günü Turgutlu'da TURÇEP (Turgutlu Çevre Platformu) tarafından düzenlenen ve TEMA Bilim Kurulu profösörlerinin yer aldığı bilgilendirme toplantısı yapıldı.

Yapılan bilgilendirme toplantısında "Çaldağı sorunu" ve ayrıca AKP Hükümeti'nce çıkarılmak istenen  "madencilikle ilgili yeni yasa tasarısı" üzerinde değerlendirmeler de yapıldı. Panelde yer alan konuşmacıların TEMA’nın Bilim Kurulu üyelerinden oluşması, AKP’nin yeni madencilik yasa tasarısının yasalaşmaması için TEMA ve TURÇEP ile birlikte bir kampanyanın başlatılması anlamını da taşıyordu. 

 15 Nisan 2010 Paneli

Yaklaşık 5 saat süren panelle birlikte "vahşi madenciliğe ve yeni madencilik yasa tasarısına" karşı TEMA tarafından başlatılan mücadelenin ilk meşalesi de Çaldağı'nda yakılmış oldu.

 

"Yeraltı Varlıklarımız ve Sürdürülebilir Yaşam" konulu bilgilendirme toplantısında, TEMA Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Lütfü Baş, TEMA Vakfı Genel Müdürü Prof. Dr. Orhan Doğan da yer alırken, diğer bilim kurulu üyelerinden İTÜ Kimya Metalurji Fakültesi Metalurji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. İsmail Duman "Madencilik, İnsan ve Üretim Üzerine Etkileri", Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi Toprak Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yusuf Kurucu "Madencilik, Toprak, Bitki ve Su Üzerinde Etkileri", 9 Eylül Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yaşar Uysal "Turgutlu'nun Tarımsal Potansiyeli ve Geleceği", Jeoloji Yüksek Mühendisi Tahir Öngür de "Madencilik Uygulama ve Yöntemleri" konularında izlemeye gelen konuklara bilgiler sundular.

200 kişiyi aşkın izleyicinin katıldığı panelde, konuşmacılar tarafından Çaldağı'nda İngiliz Sardes şirketi tarafından uygulanmak istenen ve dünyada ilk kez Turgutlu Çaldağı'nda denenecek olan ve açılımı "sülfürik asit liç yöntemiyle açık maden işletmesi" olan proje hakkında "Tüm Gediz Vadisi'ni kesinlikle büyük bir çevre felaketiyle yüzyüze getirecek doğa katliamcısı bir proje" değerlendirilmesi yapıldı. TEMA Bilim Kurulu tarafından halka bu projeye ve projeyi uygulamak isteyen maden şirketine karşı çıkmaları çağrısında bulunuldu.

 
Hayrettin Karaca
 
 Hayrettin Karaca 
     Paneldeki diğer gündem konusu olan AKP'nin çıkarmak istediği yeni madencilik yasası ile ilgili tasarı da sert bir dille eleştirilerek, "dünyanın en kötü örneklerinden biri" olarak nitelendirildi. Bu madencilik yasasıyla Türkiye'nin doğal güzellikleri yok edilmiş, yeraltı kaynakları yağmalanmış bir halde yabancı maden şirketlerinin maden çöplüğü haline getirileceği ileri sürüldü. AKP Hükümeti'nce çıkarılmak istenen yeni madencilik yasa tasarısının yasalaştırılmaması için ciddi ve kararlı bir mücadelenin yapılması gerektiği vurgulandı ve doğadaki yaşamın korunması adına bu "yeni madencilik yasa tasarısına karşı mücadele" çağrısı yapıldı.
Turgutlu'daki bilgilendirme toplantısında "onur konuğu" olarak bulunan, halkın "Toprak Dede" olarak sevdiği, TEMA'nın Kurucusu ve Onursal Başkanı Hayrettin Karaca, programın son bölümünde kendisinin kürsüye davet edilmesi ile yaptığı konuşmada, vahşi madencilik ve yeni maden yasa tasarısına karşı mücadele için "ilk toplumsal hareketi Turgutlu'dan başlatalım" çağrısında bulundu. 
 
TEMA'nın panelle ilgili açıklamasını okumak için tıklayınız:  15 Nisan Sonuç Bildirgesi

Prof. Dr. Ahmet Ercan: “Ulusal direnişin Çal Dağı'ndan başladığını büyük mutlulukla görüyorum"

Prof. Dr. Ahmet Ercan   

23 Nisan 2010 Cuma günü Çaldağı'nda bir inceleme yapmak üzere gelen Prof. Dr. Ahmet Ercan da şöyle konuştu: "Sermaye ve emperyalist güçler, ülkemizi silahsız olarak işgal etmektedirler. Bankalarımızı, basınımızı büyük ölçüde ele geçirdiler. Önce limanlarımızı ele geçirmek istediler, HES’ler ile de sularımızı ele geçirmek üzereler.

2004 yılında çıkarılan Maden Yasası ile Batı Anadolu’daki madenlerimizin büyük bölümünü ellerine geçirdiler. Tüm yeraltı ve yerüstü zenginliklerimizi sömürüp gidecekler. Hiçbir işgal yerli işbirlikçiler olmadan gerçekleştirilemez. Buna karşı halkımız ulusal direniş için harekete geçmeye başladı." 

Profesör Dr. Ahmet Ercan sözlerini şöyle tamamladı: "Ben bu ulusal direnişin Çaldağı'ndan başladığını mutlulukla görüyorum. Turgutlu’ya gelip "Çaldağı projesi"ni inceleyen, bütün bilgi ve vicdan sahibi insanlar birbirinden bağımsız olarak aynı sonuçlara ulaşmaktadırlar. Bu davamız da işte bu halk direnişinin kıvılcımlarından biridir. Biz yargımıza güveniyoruz. "ÇED Raporu'nun iptali" davasının da Danıştay’dan yaşam ve ülke çıkarları doğrultusunda lehimize geleceğini ve bu davayı da kazanacağımıza inanıyoruz.”

Kaynak: Yankı Gazetesi 

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Eski Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe:
Çevre ve insana saygılı olmadığı için ben izin vermedim!

Çevre ve Orman eski Bakanı Osman Pepe, Manisa Turgutlu'da ormanlık alanı tehdit eden İngiliz Sardes Nickel maden şirketiyle ilgili NTV’ye konuştu. Eski Bakan, kendisinin izin vermediği madenin onay almasını ilginç ifade ve iddialarla değerlendirdi. Çevre ve Orman eski Bakanı Pepe, kendi döneminde izin vermediği Manisa'nın Turgutlu ilçesindeki nikel madeni işletmesine daha sonra izin verilmesini şirketin güçlü olmasıyla açıkladı.

NTV’ye konuşan Osman Pepe, şunları söyledi:
“Açık yüreklilikle bazı şeyleri ortaya koymak lazım. Bu şirket bölgede ‘dediğim dedik çaldığım düdük’ anlayışıyla hareket ediyor. Çok güçlü bir firma ve siyasi gücünün de farkında. Büyük devlet imkanını da arkasına almış, uluslararası bütün mekanizmaları kullanan, herkese yukarıdan bakan..."

Eski Bakan Pepe"Siz, ‘bu projeyi şöyle yaparsanız, insan ve çevre açısından’ deseniz, çok esnek olmadıklarını rahatlıkla söyleyebilirim. Birileri Türkiyeyi çiftliği haline dönüştürmeye çalışırken ‘beyler bu ülke sizin çiftliğiniz değil. Bu ülke 75 milyonun hakkı hukukudur’ dedim ve inanarak bunun mücadelesini verdim” şeklinde konuştu.

Eski Bakan Pepe, kendisinden sonraki bakan Veysel Eroğlu’nun, geçtiğimiz nisan ayında 3 milyon metrekarelik orman alanında nikel madeni çıkarılmasına, tesis kurulmasına ve 143 bin ağacın kesilmesine izin vermesini de şöyle değerlendirdi:  Biz buradan ne kadar ağaç kesersek o kadar dikeceğiz’ şeklinde bir palavra da var ortada. Kesilmesi gerektiği zaman ağaç kesilir, Orman Müdürlüğü yüzbinlerce ağaç keser satar ama şimdi siz, 50 yaşında ağaç keseceksiniz 2-3-5- yaşında fidan dikeceksiniz...” ifadelerini kullandı ve kendisinin bu şirkete kesinlikle izin vermediğini bir kez daha vurguladı.

Tavrını net olarak ortaya koyan Pepe, “Maden işletmesine evet. Madenciliğe destek vermemiz lazım. Türkiye’nin bu kaynaklarını süratli bir şekilde ekonomiye kazandırması lazım ama bir kayıt ve şartla o da insana ve çevreye saygı” dedi.

Eski Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe‘Bu projenin sizin önünüze geldiği haliyle çevreye ve insana saygılı olmadığını mı düşünüyordunuz?’ sorusuna da, “Saygılı olduğunu görseydim imza atardım ve biterdi ama atmadım” cevabını verdi.

NOT: Çevre ve Orman eski bakanı Pepe'nin "çok güçlü bir firma" derken kastettiği şirketin mali gücü değildir. Buradaki "güçlülük" kavramı, daha çok European Nickel şirketinin yürütmüş olduğu bazı lobi faaliyetleri ve bazı diplomatik ilişkilerinden kaynaklanan ve ayrıca AKP Hükümeti üzerinde baskı kuracak kadar İngiliz kraliyet ailesinden bazı isimleri bile devreye  sokmaya çalışmasından kaynaklanmaktadır. 

Konuyu daha iyi anlamak için tıklayınız: Esrarengiz mektup
Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

  Bir nikâh ve bir söz

Söğüt’teki Kayı Aşireti'nin başinda bulunan Osman Bey’in, gerçekleşmesini dilediği iki büyük düşü vardı: Biri; büyük aşkı Mal Hatun’a kavuşabilmek. Diğeri de; başında bulunduğu aşiretinin bir gün büyüyüp güçlü bir beylik haline gelmesi...

İlk düşü gerçekleşir Osman Bey’in. Büyük aşkı mutlu sona ulaşir, muradına erer, Mal Hatun ile evlenir. Ve bu mutlu sona, bir büyük aşkın nikahla tamamlanıp murada ermesine de kayınpederi ünlü bilgin
Şeyh Edebalinin yakın arkadaşı (kimi kaynaklara göre ise en güvendiği müridi) olan  Tur’ud adındaki derviş aracılık ve tanıklık eder...

O zamanlar bu tür soylu kimselerin nikahları herkes tarafından kıyılamazdı. Çünkü bu tür nikahların İslam geleneklerine ve kurallarına göre yapılması zorunluydu. Bu nedenle, bu tür soyluların nikahları ancak yine soylu kimseler tarafından ya da derin ve engin bilgileri olan bilge kimseler, şeyh ya da dervişler tarafından kıyılabilirdi. Ve Osman Bey’in Mal Hatun’la olan nikahını da, yine Müslüman geleneklerine göre, Şeyh Tur’ud kıydı. (Alphonse de Lamartine-Osmanlı Tarihi, Cilt: 1, Sf: 38)

Alphonse de Lamartine, eserinde, Osman Bey’in Mal Hatun ile olan nikahını şöyle anlatır:  “Genç çiftin nikahı, Müslüman geleneklerine göre, Edebali’nin arkadaşı olan Şeyh Tourout (Burada Tur'ud, Fransızca olarak telaffuz edilmektedir) adlı bir derviş tarafından kıyıldı. Osman Bey, Şeyh Tourout’a ödül olarak, düşü gerçekleştiği taktirde, küçük bir vadi kenarında bir cami ve bir ev yeri bağışlayacağına dair söz verdi... Güçlendiği zaman, Osman Bey verdiği sözü unutmadı, yerine getirdi. Konya’da bir yer satın alarak onlara verdi... Ondan sonra gelen hükümdarlar, dedelerinin bu borçlarını, Saruhan Sancağı’ndan (Manisa yöresi kastediliyor) da yer vererek, kat kat ödediler...” (Historie de la Ottoman, Cilt: 1, Sf: 38)

Ünlü Fransız Alphonse de Lamartine, Osmanlı Tarihi adlı eserinde bu nikah olayına ve Osman Bey'in verdiği söze değinirken, Şeyh Tur’ud'a verilen bu sözün, daha sonra Şeyh Tur’ud aşireti'nin Saruhan Sancağı'na bağlı bulunan yöremize yerleştirilmesi şeklinde gerçekleştirildiğine de değinir. Lamartine'in “Historie de L’Ottoman” (Osmanlı Tarihi) adını taşiyan bir kaç ciltlik eseri gerçekten önemli bir kaynak. Yabancı bir kaynak olması; konuyu “tarafsızlık” boyutuna indirgemesi ve duygusallığın ötesinde bir “gerçeklik” haline getirmesi, aynı zamanda konuya daha genel bir çerçeve çizmesi bakımından önemli kanımca. Bu kitabın neden bu kadar önemli ve anlamlı bir eser olduğu gerçeği ise, Alphonse de Lamartine'in hayat hikayesine ve Osmanlılarla ilgisine dayanıyor. 

img211/1299/bullet182bf1.gif Alphonse de Lamartine'in hayatını ve kitabının öyküsünü okumak için tıklayınız

İlk ve en büyük düşü gerçekleşen Osman Bey, bu nikahı kıyarak sevgilisi Mal Hatun’a kavuşmasını sağlayan kayınpederi Şeyh Edebalinin arkadaşi da olan Tur’ud’a bu nedenle büyük bir minnet ve teşekkür borcu ile, saygı ile bağlandı. Bu muradına ermesini sağlayan Şeyh Tur’ud’a, yapmış olduğu bu büyük hizmeti karşilığında minnet borcunu ödeyebilmek için, diğer düşü gerçekleştiği takdirde, "bir vadi kenarında bir yer bağışlama" sözü verdi. 

Osman Bey, böyle bir söz verirken, o dönemde Moğol
akınlarından kaçarak Anadolu’ya sığınan, varlıklarını ve soylarını devam ettirebilmek için bir yurt arayışı içinde olan Oğuz Türkmenlerinden bir aşiretin varlığının devam edebilmesini de sağlamış oluyordu. Ama bu sözünün gerçekleşmesi; ikinci düşünün de gerçekleşmesine bağlıydı bir bakıma. Kimi kaynaklara göre, Osman Bey, verdiği sözünü tam anlamıyla olmasa da o günün şartlarına göre ve ileride daha da iyileştirilmesi vaadiyle, kısmen yerine getirdi. Çünkü, ikinci düşü de gerçekleşti...

Başinda bulunduğu Kayı Aşiretinin güçlü bir beylik haline gelmesini sağlayarak, 1299 yılında da
kendi adıyla anılan bir devlet ilan eden Osman Bey, bundan sonra da dost olduğu Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti Konya’da dere kenarında bir yer satın alarak buraya bir ev ve cami yaptırdı ve Şeyh Tur’uda armağan etti. Osman Bey’in bu hareketi, bu bakımdan büyük bir anlam da taşiyordu: Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey, ilk etapta Şeyh Tur’ud ve aşiretini Anadolu Selçuklu Devleti’nin başkenti olan Konya’ya yerleştirerek, bu aşireti korumuş da oluyordu.

   

  Bir şehrin hikâyesi

   

Ama “aşk”ın büyüklüğü ve bu değerden kaynaklanarak verilen sözün taşıdığı büyük anlam, doğal olarak “vadedilen topraklar”ın değeri ve bereketini de büyütüyor. Zaten bir süre sonra, Anadolu Selçuklu Devletinin yıkılıp dağılması sonucunda, Konya da Karamanoğulları Beyliği’nın egemenliği altına girdi. Karamanoğullarının 15. yüzyıl ortalarına kadar Anadolu’da Osmanlılar’a karşi en büyük rakip olarak çikmasi, sürekli baş ağrıtan en büyük belalısı haline gelmesi, Şeyh Tur’ud ve aşireti için verilen bu sözü, taşidığı anlamın dışına çikardi.

Osman Bey’den sonra daha da büyüyüp Anadolu’da etkin ve seçkin bir devlet haline gelen Osmanlı Devletinin başinda bulunan torunları, Karamanoğulları’nı önemli bir yenilgiye uğrattıkları dönemde, bu vaadi gerçek anlamına kavuşturacak girişimde bulundular. Bu dönemde Osmanlı Padişahı olan Sultan 2. Murat, dedesi Osman Bey’in sözünü hatırlayarak, bu vaadi gerçek anlamıyla buluşturacak şekilde, dedesinin ilk etapta Konya’ya yerleştirdiği Şeyh Tur’ud aşiretinin o dönemki kuşaklarından bir kısmını, istekleri üzerine, 1442 yılında yöremize yerleştirdi...

Yerleştirmelerde soyluluğa da önem veren Osmanlılar için bu aşiretin yerleştirileceği yerin de, hem vaadin anlamına, hem de aşiretin soyluluğuna uygun düşecek değerde olması gerekliydi. Yöremiz de bereketiyle dillere destan ve Seba Melikesi Belkıs Efsanesi gibi efsanelere konu olmuş bereketli topraklara sahip bir yer. Böylelikle, bir büyük aşkın ve düşün gerçeğe dönüşmesiyle birlikte, "verilen sözlerin mutlaka yerine getirilmesi" gibi bir devlet geleneği doğrultusunda, bir büyük aşkın mutlu bir sonla buluşmasına aracılık eden Şeyh Tur’ud aşiretinin kalan kuşaklarının “vadedilmiş topraklar”a yerleştirilmesi sağlandı....

Yani... 
Aşk ile başladı bu şehrin hikayesi... Doğadaki yaşamın, hayatın özü ve ruhun da erdemi olan “aşk”ın bir serüveni ve “bir aşk hikayesi” ile...

Önceki sayfa:   Bir aşk ve bir şehrin hikâyesi

 




0 Yorum - Yorum Yaz

  Bir aşk ve bir şehrin hikâyesi

Aslolan “aşk”tır! 
Herşeyin temeli, ruhun da erdemi. Doğadaki yaşamın, hayatın özüdür “aşk”!
Kimine göre tanrısal, kimine göre doğaya ait ya da salt sevgiliye beslenen duygu.

Ama hiç tartışmasız, evrendeki en güçlü duygudur “aşk”. 
Kimilerine göre ise, dinden bile daha büyük...
 

“Aşk”
ile, bir “aşk hikayesi”nin mutlu sonla bitmesiyle
Turgutlu’nun kuruluş hikayesi başladı...
Tüm diğer benzer hikayelerde de olduğu gibi...
Doğadaki herşeyin başlangıcı gibi...
Keşke, sonlar da başlangıç gibi hep mutlu bitse!
“Aşk”la başlayan yine “aşk”la sonuçlansa!...

Evet, aslolan “aşk”tır. 
Herşeyin temelidir
“aşk”
Doğadaki yaşamın, hayatın asıl özüdür...
“Aşk”la başladı bir şehrin kuruluş öyküsü...

 

O zaman şimdi gelin, tarihte bir yerleşimin kurulmasına neden olacak kadar büyük bir anlam taşıyan bir "büyük aşk"ın hikayesini inceleyelim...

Bir aşk hikâyesi

Anadolu Selçuklu Sultanı Alaaddin Keykubat tarafından Söğüt kasabasına yerleştirilen Kayı Aşiretinin başindaki Ertuğrul Gazinin 3 oğlu vardır: Sarıbatı, Gündüz ve Osman Bey. Bunlardan Osman Bey, en zeki ve çaliskan olanıdır, ayrıca yöneticilik niteliği taşiyan bir yeteneğe sahiptir. Bu yüzden de babası Ertuğrul Gazi’den sonra da Kayı Aşireti’nin başina Osman Bey geçer. İleride Osmanlı Devletinin kurucusu olacak ve bir aşiretten cihangirane bir devlet yaratılmasının da ilk temellerini atacak olan Osman Bey, sofrasını devamlı herkese açık tutar. (Öldüğü zaman ise, terekesi bir kaç at ve bir iki yüz koyundan ibarettir. Altın ve gümüş gibi değerli eşyası çikmaz) 

Osman Bey’in iki karısı vardır. Bunlardan biri; Ömer Bey’in kızı Bala Hatun (Şehzade Alaaddin’in annesi), diğeri de Şeyh Edebali'nin kızı Mal Hatun’dur. (Mal Hatun’dan da kendisinden sonra beyliğinin başina geçecek olan Orhan adında bir oğlu olmuştur.)

 

Osman Bey’in bir başka özelligi de; “bilgi”ye çok değer vermesiydi. Ve bu da onu sonunda “aşk” ile de tanıştırdı... Osman Bey, kıvrak zekası, atak ve girişken kişiliği ile “lider” kimliği taşiyan bir karakterdeydi. Daha delikanlılık çaginda kardeşleri arasında bu yönüyle sivrilerek, Ertuğrul Gaziden sonra Kayı Aşireti'nin başina geçecek “halef” olarak görülmeye başlanmış, herkesin gönlünde böyle bir yer edinmişti. 

Devamı için tıklayınız:   Bir aşk ve bir şehrin hikâyesi         




Müzikleri


Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir...
Tatanka - Manantial

Kızılderililerin kullandıkları diller incelendiğinde batının "sanat" anlayışını ifade eden eş anlamlı bir kelime bulunamaz. Kızılderililer için sanatın amacı, sadece töresel inançlarını devam ettirmek, atalarına ve diğer kabile üyelerine saygı göstererek onların ruhlarını ve kendi ruhlarını tatmin etmektir. Topraklarına, atalarına ve inançlarına çok bağlı oldukları için bu özelliklerini sanata da yansıtmaktadırlar. Ancak, bu konu farklı bir bakış açısından değerlendirilmelidir.

Eski inançların korunarak yeni nesillere aktarılmasını sağlayan etkinlikler arasında "Pow-wow" adı verilen, genelde bir hafta ya da daha uzun süren toplu kutlamalarda geleneksel kıyafetler eşliğinde şarkı söyleyip dans etmek yer alır. "Pow-wow" terimini incelediğimizde; 'o hayal ediyor, o rüya görüyor' anlamı ile karşılaşırız. İsminden de anlaşıldığı gibi bu törenler esnasında ruhlarla iletişim ve ruhların diyarına doğru bir yakınlaşma söz konusu olur. Müzik ise bunu başarmada en önemli etkendir.

Kuzey Amerika'da Kızılderili müziği genel anlamda fonksiyoneldir, halen günlük yaşamın vazgeçilmez bir parçasıdır ve genelde dini amaçlı kullanılır. Müziğin sihir gücü, onun estetik yapısından daha önemlidir. Genelde beyazların müziğe bakış açısı estetik düzeyde kaldığı için, Amerikan yerli halkı müziği, yıllarca, tıpkı Kızılderililer gibi, beyaz ırk tarafınca hor görülmüş, az ve yanlış tanındığı için küçümsenmiş ve "barbar" insanların garip ve anlaşılması güç ürünleri olarak lanse edilmiştir. Bu tavırlardan dolayı pek çok insan, onların dünyaya bakış açılarını anlayamamış, müziğin dindeki önemini ve günlük yaşamdaki yerini kavramakta zorlanmıştır.

Yerliler müziği sosyal danslara eşlik etmede, oyunlarda, törenlerde kısacası hayatın her evresinde kullanmaktadır. Doğum, evlilik, ölüm ve gömme törenlerinde müzik daima vardır.

Kızılderili için müzik sanat değildir, fakat hayatı ifade etmektir. Bir yerli, kendi kabiliyetini göstermek için şarkı söyleyip dans etmez. Dinleyenleri ve seyredenleri eğlendirmek gibi bir amacı da yoktur. Müziği ve dansı, onun inançlarını ve umutlarını temsil etmektedir. Şarkıların esas amacı, trans haline geçip, ruhların garip diyarına biraz olsun yaklaşabilmektir.

Amerikan yerlileri kendi iç benliklerinden çıkan şarkılara inanırlar ve bunlara itaat ederler. Genellikle halüsinasyon görürken özel bir sebeple şarkılar yaratılır. Rüya şarkıları veya halüsinasyon şarkıları "jimson" otu ve "peyote" kaktüs sularının kullanılmasıyla yaratılır. "Teonanacatl" adını taşıyan bir mantar türü ve "ololiuqui" olarak anılan tohumların kullanımı da yaygındır. "Coca" yaprakları da çiğnenmektedir. Bu bitkiler ve etkileri sayesinde yaratılan şarkılar kişisel hazine gibi algılanır. Şarkıların başkaları tarafından öğrenilmesi istenmez; böyle bir olayın şarkının gücünü azaltacağı düşünülür. Ancak şarkının sahibi ölürken, kabile üyelerinin önünde şarkısını söyleyebilir ve özel bir bağ olarak kalması için şarkısını diğerlerine miras bırakabilir.

Kuzeyde şarkıların söz olarak pek anlamı yoktur ama güneybatıda şiirsel güzellik taşır, doğayı ve onun sonsuz güzelliğini anlatır. Şarkılar kişisel veya kabileye ait olabilir. Şarkılar başkalarına aktarıldığında ise inanca bağlı olarak satılmalı veya alınmalıdır. Satın alınan şarkılar avcının iyi avlanmasını sağlar ve onu yüreklendirmede büyük rol oynar.

Kuzey Amerika yerlilerin müziği vokal ağırlıklıdır. Uzun notalarda Asya'ya özgü duraksamalara rastlanır. En çok rastladığımız ses stili "sert ve titrek" olanıdır. Bu stil, şarkıya renk katmak için kullanılmaktadır. Şarkı söyleme tekniği değişkendir. Yaşanılan bölgeye ve kabileye göre farklılık gösterebilir. Yerliler yüksek sesle şarkı söylemeyi severler. Genellikle beyazlar bu seslerin kulak tırmaladığını ve rahatsız edici olduğunu düşünür. Bazı şarkılar sadece seslerden meydana gelmiştir ve kelime olarak hiçbir anlam taşımazlar. Bazı şarkılar oldukça kısadır ve birçok kere tekrar edilir. Sözler veya heceler, yüksek sesle ve "ciğerden atılırcasına" kuvvetli bir şekilde tekrarlanır. Tam şarkının sona erdiğini düşündüğünüzde, örneğin Kiowa Yuvarlak Dans şarkıları veya Taos Pueblo Dans şarkılarında olduğu gibi, aynı sertlikle şarkının devamı gelir ve dinleyicileri şaşırtabilir. Araştırmalara göre Sioux Kızılderilileri, en yüksek sesle şarkı söyleyenlerdir. Navaho'lar da onlara benzer. Apache ve Pueblo'lar ise normal sayılabilecek tonda fakat Avrupa stilinden çok farklı biçimde şarkı söylerler. Pueblo Kızılderililerinin müzikleri diğer kabilelerle kıyaslandığında fazlaca çeşitlilik göstermektedir. Coğrafi farklılık şarkılara dolaylı olarak yansımaktadır.

Genelde, profesyonel anlamda müzik uzmanları yoktur. Ancak şamanlar müziğe olan katkıları ve yatkınlıkları ile bilinmektedirler. Yerli halka göre, bu kişilerin doğaüstü güçleri müzik ile özdeştir. Şamanların hayatın gizemini çözmede ve hastalıkları iyileştirmede yardımcı oldukları düşünülür. Ayrıca "kurtlar" olarak çağırılan erkek savaşçıların savaş şarkıları büyük önem taşır. Savaşçılar ve onların sevgililerinin birbirleri için söyledikleri bu şarkılar cesareti ön plana çıkarmak için kullanılır. Kadınlar şarkılarını erkekleri için söylerler, onları yüreklendirmek ve destek vermek için mizah yüklü şarkılar yaratırlar. Ayrıca dünyanın her yerinde olduğu gibi anneler bebeklerine ninni söylerler. Şarkıya katılmaları istendiğinde erkeklerden bir oktav daha yüksek sesle söylerler.

 

  

     
Ana SayfaEnstrumanlarıMüzik videoları


Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir...

Tarihleri


Kolomb döneminde Kuzey ve Güney Amerika nüfusunun yaklaşık 40 milyon olduğu söyleniyor. Bunun otuz sekiz milyonu Güney, iki milyonu da Kuzey Amerika'da yaşıyormuş. Ancak bu sayılar, üzerinde anlaşmaya varılmış sayılar değil. O zamanki nüfusun çok daha fazla olduğu iddiaları da var. Kuzey Amerika'daki Kızılderili nüfusunun en az olduğu dönem, yalnızca 530,000 Kızılderilinin yaşadığı 1900 yılları. Beyazların gelişinden sonraki birkaç yüzyıl içinde Kızılderili nüfusunun en az yüzde 50, hatta yüzde 90'a varan bölümünün Eski Dünya Hastalıkları yüzünden öldüğü söyleniyor. 

Bugün Kuzey Amerika'daki Kızılderililerin sayısı yaklaşık üç-dört milyon ve nüfuslarının artma oranı da oldukça yüksek. Yine tahminlere göre, Kolomb döneminde Kuzey ve Güney Amerika'da neredeyse 2000 farklı dil konuşuluyormuş. Kuzey Amerika'da konuşulan yaklaşık 550 dilin 300 kadarı hala konuşuluyor. Kuzey Amerika Kızılderilileri, birbirlerinden oldukça farklı yaşam biçimlerine sahipti. Bilim adamları, Kuzey Amerika kıtasını tam sekiz kültür bölgesine ayırıyorlar. Bu bölgeler, birbirlerine hem kültürel, hem de coğrafi olarak yakın kabilelerden oluşuyor.

Bölgeler ve bazı kabile isimleri: 

Güneydoğu: Cherokee, Chickasaw, Catawba, Caddo, Choctaw, Creek, Natchez

Güneybatı: Navajo, Hopi, Mohave, Apache, Zuni, Pima, Yuma
Batı: Nez Perce, Klamath, Yurok, Pomo, Modoc, Shoshone, Miwok, Paiute, Ute, Chumash, Gabrielino
Kuzeydoğu: Ojibwa (Chippewa), Algonquin, Micmac, Abenaki, Huron, Massachusett, Pequot, Mohawk, Oneida, Onondaga, Cayuga, Seneca, Tuscarora, Delaware, Shawnee, Sac, Fox
Kuzeybatı: Tlingit, Haida, Tsimshian, Bella Bella, Bella Coola, Kwakiutl, Nootka, Makah, Chinook
Ovalar: Blackfoot, Gros Ventre, Hidatsa, Mandan, Crow, Sioux, Cheyenne, Pawnee, Oto, Arapaho, Kiowa, Comanche, Wichita
 
Kutupaltı: Cree, Naskapi, Montagnais, Beaver, Slave, Koyukon, Kutchin, Yellowknife, Chipewyan Kutup: Inuit (Sibirya, Alaska, Kutup, Grönland, Copper, Southampton, Labrador), Aleut
 

Apaçiler

Apaçi adı, bir Zuni kelimesi olan "apachu"dan gelmektedir ve anlamı "düşman"dır. Kendi aralarındaki adları N'de ya da Dineh'tir, "insanlar" anlamına gelir. 1500'li yılların başlarında Athapascan halkından bir grup, anavatanları batı Kanada'yı terkedip şimdi Arizona, New Mexico ve dört köşe bölgesi olarak bilinen yerlere indiler. Buralarda Lipan, Jicarilla (İspanyolca'da derin içecek kaplarına istinaden söylenmiş bir kelimedir ve anlamı "küçük sepet"tir), Chiricahua, Tonto, Mescalero ve Beyaz Dağ Apaçileri olarak küçük kabile ve gruplara ayrıldılar.

 
Apaçiler, göçebe insanlardı ve konik biçimde yapılmış, dört ayakla tepeye desteklenen çadırlarda (wicki-up) yaşarlardı. Avlanır ve yabani bitkiler toplarlardı; çok sonraları mısır ve kabak da ekmeye başladılar.

 

Genellikle geyik derisi elbiseler giyerler, saçlarını uzatır ve açık bırakırlar, başlarına bir bant takarlardı. Erkekler de uzun, uçuşan, edep yerlerini örten, kalça etrafıyla bacak arsına sarılan örtü giyerlerdi. Yumuşak, hassas deri çarıkları kayalık, dikenli ve engebeli arazilerde çok önemliydi. Çünkü binicilikten önce inanılmaz uzun mesafelerde iyi koşuculardı. (Buna rağmen atı ehlileştirmeyi kısa sürede öğrenmiş ve mükemmel biner hale gelmişlerdi.) Temel silahları yaydı ve ateşli silahları aldıktan sonra bile uzun süre bunu kullandılar. 

Apaçi kadınları özellikle gösterişili sepetler örerlerdi, bazıları lifleri arasından bir iğnenin bile geçemeyeceği kadar sıkı dokunurdu. Bebeklerini sırtlarında taşırlardı. Kadınlar aile yaşamında önemli rol oynarlardı; tüm ihtiyaçlarını kendileri karşılayabilir, gerektiğinde büyücü hekimlik yapabilirlerdi. 

Lipan Apaçileri, önceleri beyazlarla barış içindeydiler. 16. yüzyılda onlarla savaşmaya başladılar. Haşin göçebe istilacılar olarak Lipanlar, batı Teksas ve Rio Grande'nin doğusunda kalan New Mexico'nun büyük bölümünü ele geçirmiş ve özellikle Meksika'da madenci veya göçmen haline gelmişlerdir. Cochise, Mangus Colorado ve Goyathlay, "Esneyen Adam" (Gerenimo olarak tanınır) gibi ünlü şefleri vardı. Apaçilerin beyazlara yaptıkları saldırılar planlı değildi. Bu kabilelerin çoğu beyaz Amerikalı ve Meksikalı'ların hilelerine, anlaşmaları bozmalarına ve katliamlarına kurban gitmişlerdir. 1880'lere kadar yine de boyun eğmemişlerdir. Şimdilerde sayıları ancak 1500-2000 civarında olan Jicarillalar, New Mexico'nun kuzeyindeki yüksek dağlarda yaşamaktadırlar. White Mountain (Beyaz Dağ) Apaçileri Arizona'da ve New Mexico'da yaşarlar. 1905'de sadece 25 Lipan Apaçisi kurtulabilmişti ve bunlar Mescalero Apaçi Rezervasyonu'na yerleştirildiler.


Karaayak (Blackfoot)

Karaayaklar, Algonquian kabilelerine bağlı üç gruptur: Siksikalar ya da Karaayaklar, Bloodlar ve Pieganlar. Siksikalar, "karaayaklı insanlar" anlamına gelmektedir ve bir zamanlar siyah deri çarıklar giymiş olabilirler. Bloodlar ise muhtemelen isimlerini yüzlerine sürdükleri vermilyon (kırmızının bir tonu) rengi boyalardan almışlardır. Piegan'ın anlamı ise "az ya da kötü giysi giymiş insanlar"dır. Bu kabileler Kanada'dan yola çıkıp Kootenay ve Shoshoni'yi geçerek Montana'ya inmişlerdir. Kunduz aramak için av sahalarına giren tüm beyazları öldürdüklerinden, beyazlar ve kürk avcıları onlardan çok korkarlardı. Bizon sahasının kuzey sınrında yaşamalarına rağmen, Karaayaklar da diğer ova Kızılderilileri gibi çadırlarda yaşamış ve bizon avlamışlardır. Pieagan'ların en temel törenleri güneş dansı ve savaşçı toplulukları tarafından düzenlenen Tüm Dostlar Festivali'ydi.


Cheyenne

Cheyenne adının anlamı Fransızca chien, "köpek" kelimesinden gelmektedir. Bunun nedeni ise köpek yeme ayinleridir. Cheyenne'ler kendilerini Tis-Tsis-Tas (insanlar) adıyla çağırırlar. İki ya da üç asır kadar önce Büyük Göller Bölgesi'nden büyük çayırlıklara gelen bir Algonquian kabilesidir. Çadırlarda yaşayan bizon avcıları, usta biniciler ve cesur savaşçılardı. Batıdaki Sioux kabileleriyle çok yakındılar ve Küçük Boynuz'da Custer'a karşı birlikte savaştılar. Son savaşlardan sonra Kör Bıçak ve Küçük Kurt komutasındaki bir grup, eski av toprakları olan Montana'daki Topal Geyik Rezervasyonu'na doğru efsanevi bir yürüyüş yaptı. Diğer bir grup olan güneyli Cheyenne'ler ise Oklahoma'da kaldılar.


Cherokee

Cherokee adı büyük olasılıkla bir Choktaw kelimesi olan ve "mağara insanları" anlamına gelen "chiluk-ki"den gelmektedir. Cherokee'ler 1876'daki Kızılderili Bürosu'nun raporlarına göre "en uygar" beş kabileden biridir. Bu kabileler Birleşik Devletler'i örnek alan anayasal hükümetlere ve komün fonlarına sahiptirler. Ayrıca beyaz komşularının yöntemlerine benzer biçimde çiftçilik yapmaktadırlar. En zengin ve bereketli topraklar Cherokee'lerindi. Andrew Jackson ve Van Buren'in "Kızılderililer'i temizleme politikası" doğrultusunda General Winfield Scott tarafından yönetilen birlikler, beyazların bu topraklara yerleşebilmeleri için Kızılderililer'i sürdüler. Missisipi'nin batısındaki sözde Kızılderili Bölgesi'ne sürülmeleri sırasında üçte biri telef olan Kızılderililer, bunu "Gözyaşı Sürgünü" olarak anarlar.

 
Gözyaşı Sürgünü

Hayatta kalmayı başaran az sayıda Cherokee'nin büyük çoğunluğu bugün Oklahoma'da yaşamaktadırlar. Kuzey Carolina'daki Cherokee Rezervasyonu'nda yaşayan Cherokee'lerin sayısı 7000'e yükselmiştir.   Ayrıntılı bilgi için tıklayınız: Gözyaşı Yolu

Resim: "Gözyaşı sürgünü"

Navajolar

Navajolar, 1300'lü yıllarda kuzeybatı Kanada'dan güneybatıya inen bir Athapascan kabilesidir. Kendilerine Dineh, yani "insan" derler. Haşin, deri yüzücü, göçmen istilacılar olarak, güneybatıdaki çiftçi kabilelerin korkulu rüyasıydılar. Pueblo'lar onlara "düşman yabancılar" anlamına gelen apachu derlerdi. Bundan Tewa ve İspanyolca karışım olan "Apaches de Nabahu" adı türemiş ve zaman içinde Navajo halini almıştır.
Navajolar, Pueblo komşularından gördükleri maskeli dans, sepetçilik ve seramikçilik gibi birçok kültürel uygulamayı benimsemişlerdir. Pueblolar'dan dokumayı, İspanyollar'dan da gümüş işini öğrenmişlerdir. Ondokuzuncu yüzyılın ortalarında mücevhercilik ve dokumacılığa başlamışlardır. Basit şef battaniyeleri bugün ünlü Navajo dokumalarına dönüşmüştür. 
130.000'lik nüfusuyla Navajolar, Birleşmiş Milletler'deki en kalabalık kabiledir. Rezervasyonları Gallup'dan Büyük Kanyon'a kadar New Mexico ve Arizona üzerinde 200 millik bir alana yayılır. Bu alan içinde Heykel Vadisi, Canyon de Chelly gibi doğa harikaları, kömür ve petrol kaynakları bulunmaktadır. Navajolar oldukça zengin bir kabiledir; tarım ve hayvancılıkta ilerlemişlerdir. Kadınları hala geleneksel kıyafetlerini giyerler; kadife bluzlar, bilek seviyesine inen etekler ve gümüş ya da turkuvaz gerdanlıklar.

Harita, Amerika'nın gerçek sahibi Kızılderili kabilelerinin asıl yerleşim yerlerini gösteriyor

  

     
Ana Sayfa Sonraki sayfa
 


Torak talanları


Toprak da bir canlı


Doğada yaşamın varlığını ve devamını sağlayan 3 temel ve ana unsur var: 
Toprak, hava ve su... Yaşamın saçayağını oluşturan, doğadaki üç hayat kaynağından biridir toprak.

Belli iklim, bitki örtüsü ve topografya koşullarının etkisi altında uzun zaman sürecinde kayaların, minerallerin ve organik materyallerin farklı düzeydeki ayrışma ve parçalanma ürünü olan toprak, dünyamızın kara yüzeyini değişik kalıklıklarda örter, içinde ve üstünde geniş bir canlılar topluluğuna hayat sunarak onları bağrına basar, barındırır. Tüm canlılara besin ve yaşama kaynağı, cansızlara ise dayanma yüzeyi oluşturur. Değişen oranlarda su ve hava içerir. Birbirinden farklı katmanlarda kurulu üç boyutlu, dinamik, gözenekli bir sistem, bir doğal canlı varlıktır toprak...

Toprak da hastalanır!

Verimli tarım topraklarının yeterli drenajı yapılmadan, bir yandan bilinçsiz ve aşırı sulamayla tuzlanıp alkailleşmesi, diğer yandan arıtılmamış evsel ve endüstriyel atıklarla kirletilmesi, uzmanlarca önde gelen toprak hastalıkları olarak kabul ediliyor. Bu durumda yüksek verim potansiyeline sahip olan toprağın, arazide var olduğu bir gerçek. Ama hastalandırıldığı için, ıslah edilinceye kadar ürün verebilme gücünü yitiriyor. Uzmanlar, bu şekilde çoraklaşmış toprakların ıslahının mümkün olabildiğini söylüyor. Ama bu çok pahalı ve uzun süreli bir işlem olarak kabul ediliyor. Kaldı ki, toprağı eski orijinal ve sağlıklı durumuna tekrar döndürebilmek de pek o kadar kolay değil. 

Toprak da ölür!

Bu da bize felsefi ve teknik bir değerlendirme ile her toprağın doğadaki diğer canlı varlıklar gibi bir yaşının olduğunu gösterir. İyi nitelikli, üstün verimli bir tarım toprağı yaşam evresini nasıl tamamlar? Sonuçta toprak da ölür mü? Nasıl yenilenebilir?

Doğal koşullar altında bu olaylar ekolojik denge içinde hiç farkedilemeyecek bir hızda, kesintisiz olarak sürer. Ancak insanın toprağa müdahelesiyle birlikte, toprak hastalanmaları ve ölümlerinin de sıkça ve açıkça görülebilir olduğu belirtiliyor. Hızlandırılmış erozyon ve özellikle de amaç dışı kullanımlarıyla tarım toprakları doğadaki işlevini yitiriyor. Yani bizzat insan tarafından yok ediliyor! Daha geniş anlamıyla, bu, bir canlı varlığın öldürülmesinden, ölümünden başka bir şey değil! Çünkü geri getirilemeyecek bir şekilde elden çıkmaktadır.

Doğadaki bilinen en büyük üretken olan toprak, şefkatle bağrına bastığı tüm canlıları içinde ve üzerinde barındırıp, bire bin veren inanılmaz bir cömertlik sunarak beslemesiyle, çağlardan beri bir"ana" olarak kabul edilmiş, "toprak ana" diye tanımlanmış. Ya da Aşık Veysel'in tanımıyla, "en sadık yâr!" Yersiz yurtsuzlara yer vermiş, açlara besin. Uygarlıklara mekan olmuş, uluslara da vatan. Çağlardır bu "ana" ve "yâr" için nice kanlar akmış, akıtılmış, ne tahtlar, ne krallar devrilmiş ve asırlar değiştirilmiş... İnsanın varlığı ve yaşamdaki canlılığın devamı için vaz geçilmezliğini hala korumakta ve sonsuza dek de koruyacak gibi görünüyor toprak. 

Toprak ananın çağlardır doyurduğu dünyamızda, yeni yüzyıla daha da kalabalık bir nüfusla girilirken, huzursuzlukların en büyük nedeninin ise toprak ve tarım ürünleri ile tatlı su kaynaklarının oluşturduğu gözlemleniyor. 


TEMA Vakfı Onursal Başkanı Hayrettin Karaca"Gelecek yüzyılın en stratejik maddeleri su ve verimli tarım toprakları olacaktır" derken, bunları kaybedenlerin veya bunlara sahip olamayanların bağımsızlıklarını da kaybetmeye mahkum kalacaklarını ileri sürüyor.

Tarım topraklarının önemi, sadece insan beslenmesini sağlayan bitkisel ve hayvansal ürünlerin üretilmesi için mutlak gerekliğilini belirtmekle yeterince vurgulanmış olamaz. Dünyada kalmınmış ülkelerin sanayide olduğu kadar tarımda da ileri düzeyde oldukları görülüyor. O halde, sanayileşmenin temelini de tarım, dolayısıyla toprak potansiyeli oluşturuyor.  Çünkü uygarlığın yerleşik yaşama geçişle birlikte başladığı ve bunun başlangıcının da tarıma yönelişle olduğunun, sanayileşmenin ise bundan çok daha sonra geliştiğini biliyoruz. 

Ama sanayileşme, çarpık bir gelişim gösterdiği yerlerde her zaman bir toprak katliamcısı olmuştur. Toprak talan edilmiş, hasta edilmiş, öldürülmüş ya da ölüme terk edilmiştir. Sanayileşmenin ne kadar çarpık şekilde geliştiğinin yaygın örnekleri ile doludur ülkemiz. Bu nedenle çarpık sanayileşmenin neden olduğu her türden çevre sorunları ülkemizde öylesine yaygin bir halde ki, toprak talanlarının örneklerini herkesin yaşadığı kendi çevresinde görebilmesi mümkün. Ama en büyük toprak talanı ise, verimli tarım topraklarının amaç dışı kullanılması ve yağmalanması şeklinde onyıllardır sürüyor. Ama Gediz Havzası, ülkemizdeki toprak talanlarının onyıllardır en vahşi bir şekilde yaşandığı bir yerdir!

Bunun bir nedeni, bu bölge toprağının tarımsal verimliliğinin yanında taşıdığı çok yönlü bereketi, bir sanayi hammaddesi olarak da kullanılabilme özelliği taşımasıdır. Dolayısıyla çarpık sanayileşmenin yarattığı anlayışların neden olduğu toprak talanlarının en fazla yaşandığı bir bölgedir Gediz Havzası... 

Tıklayınız: Gediz Havzası'ndaki verimli topraklar nasıl talan ediliyor? 


 

 
 Gediz Vadisinin yok edilmesine izin vermeyin!

 
 


   



0 Yorum - Yorum Yaz

"Muhterem"in muhteşem dönüşü!

 

Duydum ki; geri dönüyormuş bizim “muhterem”
Yaşı 78 imiş… Ama daha işi bitmemiş…
Türkiye’yi ve halkı kurtaracakmış bütün taklitçilerden…
Eskiden “Batı taklitçileri”nden kurtarmaya soyunmuştu.
Ama bu kez işi daha da büyümüş. Çünkü, bu kez bir de “kendi taklitlerinden” de kurtaracakmış memleketi….

Haberi duyar duymaz efkarlanıverdim birden!
“Muhterem” geri dönüyormuş yine. 
Yine çıkacakmış meydanlara.

Bir zamanlar “mucit” diye çıkmıştı ortalığa… 
Sonra, ses benzerliğinin yaptığı çağrışımdan mı, “Abooov, bunların hepisi de batı taklitçisi” diyerek siyasete dalıverişinden mi, “mucit” iken “mücahit”e çıkarılıvermişti ünvanı. 
Bir rivayete göre de, bu memlekette iki kez onun yüzünden darbe filan yapıldığı da anlatılır. Ben her ne kadar buna inanmasam da...

 
 

Gerçi 28 Şubat olayı onun Başbakanlığı döneminde tarikat liderlerinin onuruna Başbakanlık Konutu’nda verdiği iftar yemeğinin sonrasına rastlar ama… Olsun! Demek ki, Türkiye’de  laikliğin kurtuluşu için bu “muhterem şahıs”ın yeniden siyaset sahnesine dönmesine ihtiyaç varmış.

Eski  talebesi şimdi Başbakan oldu ve devletin tepesinde.
O “muhterem”in  kendisine ise böyle “tek başına bir iktidar” hiç nasip olmamıştı.
Şimdi ise, emanetini talebesinden geri almak üzere, yeniden meydanlara çıkacakmış bizim “muhterem”. Hem de bu kez, sadece batı taklitçilerine değil, kendi taklitçilerine karşı da vatandaşı uyaracakmış… Yaşı yetmişi geçmiş bizim muhteremin, ama daha işi bitmemiş.

Hatırlarsınız, iki ay önce bir kısım taraftarı tarafından “peygamber” bile ilan edildi bizim muhterem şahıs! Dolayısıyla, bu kezki dönüşü daha muhteşem olacak. 

Bu memlekette dini ilk kez siyasete sokan şahıs kendisiydi.
Hatta “takiyye ustası” olarak da bilinir kendileri. Hani hep “Çocuğa aspirini çukulatanın içine saklayıp da vereceksiniz” diye öğüt verirdi ya. Şimdiki “takiyyecilere” de bu yüzden hep kızıp duruyormuş. Bu yüzden yeniden meydanlara dönmeye karar vermiş bizim “muhterem”. Hem artık sadece “mucit” veya “mücahit” olarak da değil, kimilerinin gözünde bir “peygamber”dir de artık.

Yeniden siyasetin içine giriyor işte.
Bir “kurtarıcı” sıfatıyla hem de.
“Bu memleketi AKP’nin elinden ancak ben kurtarabilirim” diyerek.
Bu kez sadece “batı taklitçileri”ne karşı değil, “kendi taklitlerine”, AKP’ye karşı da uyaracakmış milleti, “Benim taklitlerimden sakının ha” diye...

Bu kez “kurtarıcı” olarak sahneye çıkıyormuş Erbakan.
Halkımızı sefaletten, memleketi esaretten, devleti de takiyyecilerden o kurtaracakmış…

Haberi duyduğumda birdenbire tuhaf bir efkar bastı.
Pek yakında yeniden siyasete dönüyormuş ya “muhterem”.
Laikliği kurtarmak artık Erbakan’a kalmış ya!...

Tıpkı Demirel’in de yeniden meydanlara döneceğini duyduğum günkü gibi, müthiş bir efkar bastı gönlümü…
Bu akşam oturup Türkiye’nin haline ağlayacağım...

Nisan 2009

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Eyvah! Efsane geri dönüyor (mu?)

 

Bugün bunalıma girmeye karar verdim.
Hayır! Bunun nedeni bugünkü köşemde yazacak bir konu bulma sıkıntısı çekmem değil.
Köşeyazarlarının yazacak konu bulamadıklarında strese ve bunalıma girdiklerini duymuşluğum var. Ama bizim gibi kriz manyağı olunan bir ülkede, ard arda patlayan skandallar, zincirleme yaşanan krizler, peşpeşe ortaya çıkan yolsuzluk olayları varken, yazılacak bir konu bulabilmek o denli zor bir şey olmadığı için, Türkiye'deki köşe yazarlarının konu bulma açısından çok şanslı olduklarına inanıyorum.

 

Hayır! Konu ekonomik de değil.
Ekonomik olarak yıllardır asgari yaşam sınırları içinde yaşamayı başarabilen bir çoğunluğun bireyi olduğumdan ve zaten kemer sıkmaktan başka yaptığımız bir şey olmadığından böyle bir problem bile beni bunalıma sokmuyor.

Ama ben bugün bunalıma girmeye karar verdim.
Hayır! Bunun nedeni bazı politikacıların çevirdiği dolaplar, soyguncu ve talancılarla, çetecilerle kolkola girip ensemizde boza pişirdiği icraatları da değil. Zaten yıllarca ekonomideki talanı, politikadaki yalanı, enflasyon ve trafik canavarını, çevre katliamlarını, hükümetlerin halkı köleleştiren dışa bağımlı icraatlarını, ince ayar yapılmış tezgahlarını içine sindiremeyen bireylerden biri olarak, tıpkı sizler gibi dişleri sıkılı yaşamaya alıştım.

Ama yine de ben bugün bunalıma girmeye karar verdim.
Hayır! Bunun nedeni yeni zamlar da değil.
Tek neden, bugünkü gazetelerde okuduğum bir haber!
Çünkü yine geri dönüyormuş!
Yine meydanlara çıkacakmış.

Biz tam "artık gitti" diye düşünürken, o, yine geri dönmeye karar vermiş!
Ülkedeki siyasi ve ekonomik istikrarsızlığın sembol ismi...
Politikadaki tutarsızlık, ilkesizlik ve felsefesizliğin, günübirlik politikaların mühendisi...
"Dün dündür, bugün bugündür" söylemiyle siyasetimizde ilkesizliği bir felsefe haline dönüştüren, "yürümekle yollar aşınmaz" sözüyle vatandaşın şikayetlerine kulak tıkama ve duyarsız kalma konularında uzman olan, "böyyük Türkiye" sloganıyla her iş başına geldiğinde darbelerle şapkasını alıp da gitmek zorunda kalan, her gidişinden sonra meydanlara yeniden kır atının üzerinde bir demokrasi havarisi gibi dalan, "bir bilen" misyonu yakıştırılan "mühim şahsiyet" yine siyasete dönüyormuş!

Hem de bu kez "birbilen"den "birleştiren"e çıkmış adı!
"Efsane geri dönüyor"muş!
"Hemen ve tek yol seçim" çağrısında bulunan Baba, yine siyaset sahnesine geliyormuş!
"Gerektiğinde görevden kaçmam" diye de vurgulama yaparak...

İşte ben bu haberi okuduğumda bugün çok canım sıkıldı.
Ve bunalıma girmeye karar verdim!
Çünkü bir kez daha memleketimin ne kadar çaresiz, halkımın ne kadar umutsuz bir halde olduğunu daha iyi anladım.

"Baba" yeniden siyaset için meydanlara çıkmaya hazırlanıyormuş!
Kaç kez Türkiye'yi uçurumun kenarına getirip de darbelere neden olan ve şapkasını alıp da gidişinin sayısını bile şaşırdığımız Süleyman Demirel, yine şapkasını eline almış, meydanlara çıkmaya hazırlanıyormuş!

Çaresizlik girdabında boğulmak üzere olan Türkiye'nin bugün yine Demirel'e can simidi gibi sarılmasının beklenmesi nedeniyle bugün ben bunalıma girmeye karar verdim.
Memleketimin çaresizliğini, halkımın umutsuzluğunu, krizin büyüklüğünü bir kez daha böylece daha iyi anladım.

"Artık güveneceği siyasetçi ve lideri kalmayan ey halkım da bu çaresizlik nedeniyle acaba bir kez daha "Yetiş Baba" diye Demirel'i yine sırtında iktidara taşır mı?" diye düşündüm.

İşte buna çok canım sıkıldı. Ve bugün bunalım takılmaya karar verdim.
Demirel, "kurtarıcı" diye sahneye çıkmaya hazırmış.
Galiba bu akşam oturup Türkiye'nin haline ağlayacağım.

6 Temmuz 2001

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Beyin yıkama ve bellek kaybı

 

 

Yaşamdaki her şey sadece bir “değerler çatışması”dır özünde.
Uygarlık tarihi boyunca insanoğlunun tüm çatışmalarının ardında bu gerçeklik yatıyor.

Geçtiğimiz 20. yüzyılda insanlık ne tür bir çelişkinin yarattığı çatışmayı çözümlemeye çalışıyordu? Birbirine alternatif iki ekonomik sistem oluşmuş ve kimi zaman “soğuk savaş” da denilen o uzlaşmaz çatışma sert ve kutuplu bir hale getirmişti dünyayı. Tıklayınız:   Devrimler Çağı

Köprünün altından çok sular geçti sonra. Birdenbire bu sert ve kutuplu dünyadan, “global” denilen, yumuşak ve daha sahtekâr bir dünyaya aniden geçiş yapılıverdi. Değişim rüzgârına kapılan yığınlar daha neler olduğunu anlayamadan olup bitti her şey.

Oysa, kendini “globalizm” ya da “küreselleşme” diye tanıtan şimdiki yeni dünya düzeni,  aslında bu kez yumuşak ve güleryüzlü kapitalizm olarak duruyordu ortada. Yumuşaklığının anlamı; artık karşısında bir alternatif kalmadığı için sert çatışmalara girmeden ülke ekonomilerini ele geçirebileceği inancının ifadesiydi. Güleryüzlü görüntü ise; sosyalist bloğun çöküşünün yarattığı sevinç ve zafer ifadesi. Ayrıca dünyada tek egemen olacağı duygusunun verdiği o kibir de, böyle bir sırıtış yerleştiriyordu kapitalizmin sahtekâr yüzüne.
“Milenyum” diye de tanımlanan yeni yüzyıla işte böyle başladı dünya…

Bazı değer yargılarının da alt üst olduğu bu ortamda, artık “çelişki” ve “çatışma” kavram ve kuramları da yeniden tartışılıyor. Geçen yüzyılda olgunlaşan ve bu yüzyıla da sarkan bazı kavramların anlam ve nitelikleri de şimdi yeniden tanımlanmaya, gerçek anlamları çarpıtılarak, emperyalist politikaların işine yarayacak şekilde yeni ve başka anlamlara büründürülmeye çalışılıyor.

Bu tartışmaların en yoğun ve keskin şekilde kendini hissettireceği süreç, en çok da ABD’nin Afganistan’a karşı giriştiği harekâtla birlikte olgunlaştı. Tabii bu süreçte başarı sağlayabilmek için, daha öncesinden bazı soyut tartışmalarla bir beyin yıkama, yaratılan kavram karışıklıklarıyla da bir ezber bozma ve bellek kaybı da yaşatılmaya başlandı.

19. ve 20. yüzyıllarda insanlığın yaşadığı en temel çelişki “emek-sermaye çelişkisi”,  bunun yaşamdaki bir uzantısı olarak yaşanılan çatışma da “ezenle-ezilen arasındaki çatışma” diye tanımlanıyordu. Aslında bu çelişki günümüzde çok daha derinlik kazanmış durumda. Çünkü, 21. yüzyıla çok daha yoksul girdi insanlık.

“Küreselleşme” denilen şey, aslında vahşi kapitalizme dayanan sermaye düzeninin, engelsiz ve dizginsiz kalmış şekilde, “alternatifsiz tek sistem” diye kendini tüm dünya insanlığına dayatma politikasından başka bir şey değil. Sonuçta işsizlik, sefalet ve açlık da had safhaya ulaştı. Dolayısıyla, geçen yüzyıldaki o temel çelişkinin bu yeni yüzyıla girildiğinde daha derin ve uzlaşmaz çatışmalara sahne olması gerekir-(di). Doğal olan da bu.

Ama… Küreselleşme kavramı, yeni yüzyıla girerken kapitalizmin o güleryüzlü ve sahtekâr yumuşak yüzünü sergileyerek bir beyin yıkamayı da içerdiğinden, bu amaçla ortaya sürülen liberalizm politikasıyla geçen yüzyıldan kalan ezberi bozmaya ve insanlığın belleğinde yer tutan o temel çelişkiyi, emek-sermaye çelişkisini de unutturmaya çalıştı. Dönek solcuların ve liboşların da bu dönemde peyda olması ile birlikte, asıl tartışılması gereken kavram ve kuramlar farklı boyutlara çekilip, değişik yüzlere büründürülmek istendi.

Günümüzdeki asıl kavganın anlamı; dinler arası çatışma mıdır?
Uygarlıklar arası veya kültürler arası çatışma mı?
Etnik kökenler, kimlikler veya milliyetler arası çatışma mı?
Ya da bugün Türkiye’de sosyal ve ekonomik hayatta yaşanan o temel çelişki, insanlarımıza yaşatılan laiklik-dincilik çatışması ile mi çözülecektir?
 
Uygarlık tarihinin ta başından beri hep varolan ve tarihin bugüne kadarki akışına tek başına yön vermiş olan o asıl çatışma, “ezenle-ezilen çatışması"nın rolü nasıl da unutturulmak isteniyor?

Tabii böylece asıl mağdur ve mazlum olan ile zalim olanın kimliği değiştirilmek isteniyor. Yani… Asıl mağdur olan IMF politikalarının sefalete sürüklediği, perişan edilmiş halk kitleleri iken, bir IMF Hükümeti olan AKP’ye mazlum ve mağdur diye bakmaya başlayan ne kadar da çok insan dolaşıyor ortalıkta…

Sanırım bu tartışmalar daha da dallanıp budaklanıp, yayılmaya ve sürdürülmeye çalışılacak. Ta ki bellekler tazelenip, asıl çelişki ve çatışmayı doğru ifade edebileceği, ivme kazanacağı aşamaya gelinceye ve toplumsal hareketlerin iç dinamiği kendini yenileyinceye kadar.

İnanıyorum ki, birileri bazı değer ve kavramların gerçek anlamını her ne kadar çarpıtmaya, başka yerlere çekip değiştirmeye çalışsa da, yaşadığımız hayatın temel gerçekliği kendini kabul ettirmeyi başaracak…

17 Ocak 2003

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Adını koyalım artık

 
 

Dünkü gazetelerin manşeti, “Adı Bilinmeyen Bir Krizin İçindeyiz” başlığını taşıyordu. Önde gelen esnaf ve sanayici ile işadamlarının ağızlarından vurgulanan bu başlık, haberin bütünü içinde de ülke ekonomisinin ciddi bir kriz içinde olduğunu anlatıyor, ama bir türlü bu krize bir ad verilemediği görülüyor.

Bu aslında ilk değil. Yani daha önceleri de ulusal basın kuruluşlarında gerek TOBB Başkanı, gerekse TUSİAD Başkanı tarafından aynı şekilde dile getirildi. 

Yaklaşık 2 yıldan bu yana ülkenin yaşamakta olduğu ciddi kriz hep “adını koyamadığımız bir kriz yaşıyoruz” şeklinde dile getiriliyor. Yani herkes bir kriz yaşanmakta olduğunu biliyor, ama nasıl bir kriz olduğunu söylemiyor. Ya da söylemekten kaçınıyor
Öyleyse gelin bunun adını koyalım artık.

Kriz yaşanmakta olduğunun bilinmesi ama adının bilinememesi, bana hep AKP iktidarının IMF ile birlikte oynadığı o meşhur oyunu hatırlatıyor. Bunu hatırlatmak için hafızaları birazcık tazeleyip, öteden beri hep iddia ettiğim tezimi bu köşeden paylaşırsam, “adı bilinmeyen kriz” için bir ipucu verebilirim diye düşünüyorum.

Bana göre her şey, “paradan 6 sıfır atılması” ile birlikte başladı.
AKP iktidarı, “bir enkaz devraldık” sözüyle işe başlarken, karşılarında TL’den 6 sıfır atılması gibi bir konu da duruyordu zaten. Ekonomi sıfırı tüketmek üzereyken, ülke cumhuriyet tarihinin en ağır ekonomik kriziyle dibe çökmüşken, paradan altı sıfır atılarak bir mucize yaratılması mümkün mü? Ve de Hazine tam takırken ve borç içinde yüzülüyorken, dış borç boyumuzu kat be kat aşmışken…

O zaman hazinenin kasasının dolabilmesi için, yapılacak 2 şey vardı: 
İlk olarak vergiler daha da arttırıldı ve her alana yayıldı. 
İkinci adımda ise, yeni para basılması gerekirdi. 
Ama en riskli olan da bu adımdı ki, bunun anlamı, ciddi oranda bir kur ayarlaması demekti. Ama AKP’nin kamuoyunu aldatma planı işte burada devreye girdi. Normalde, Kemal Derviş’in ülkeye kabul ettirdiği IMF politikaları ve ülke ekonomisinin IMF’ye teslim edilmesi, AKP tarafından da aynen uygulamaya konuldu. Ama AKP bu arada bir kurnazlık peşine düştü. Hesaplarını bir kez daha iktidar olmaya göre yapmak zorundaydı. 
Bu nedenle AKP, yapılan ciddi orandaki devalüasyonu kamuoyundan gizleyebilmek için, olayı sadece TL’den 6 sıfır atılması olayı olarak açıkladı ve 6 sıfırı atılmış TL, YTL olarak tanıtıldı. 

Tabii bu arada TL’den 6 sıfır atılırken, bu operasyonun arka perdesinde piyasaya sürülen yeni banknotlar vardı. 50 ve 100 YTL gibi. Örneğin TL olarak en büyük banknot, 20.000.000 TL iken, 6 sıfırsız YTL olarak ise en büyük banknot 100 YTL oldu. Yani paramızı 6 sıfırlı TL olarak düşünürsek, bugün Türkiye’de aslında 100.000.000’luk banknota sahip. Bu da Türkiye’yi dünyada 100.000.000’luk banknota sahip tek ülke yapardı ki, bunun anlamı ise çok ciddi bir skandal olur. Tabii bu da kamuoyunun aldatabilmesi ve durumu toplumun içine sindirebilmesi için ancak 6 sıfır atılarak yapılabilirdi ve öyle yapıldı.

Sonuçta Hazine’nin kasası basılan yeni banknotlar sonucunda parayla doldu. Piyasaya para hacmi genişletilmiş bir ekonomi yansıtıldı. Yalancı ve geçici bir refah süreci yaşatılmaya başlandı. Aslında var olan ve yaşanmakta olan, “yalancı ekonomik refah” olarak tanımlanabilir. 

Doğrusu başlarda benim tahminim, bu durumun kokusunun en çok 2 yıl sonra çıkacağı şeklindeydi. Ama 3 yılı aşkın bir süreci aldı. Bu kadar uzun sürmesi de tabii AKP’nin işine yaradı. Böylece AKP, topluma yaşattığı “yalan dünya” ile "ülke ekonomisini darlıktan kurtaran" bir iktidarmış gibi algılanınca, oynanan oyunun farkına varamayan toplumun geniş kesimlerinden bir kez daha iktidar için vize almış da oldu. 

Konu aslında çok daha derinlemesine irdelemeyi gerektiren nitelikte. Ancak köşemin sunduğu imkânlar ölçüsünde sadece bazı ipuçlarını paylaşmak istedim. Yani, ekonomimizin ciddi bir kriz içinde olduğunun bilincindeysek, bunu “adını bilemediğimiz bir kriz” diye tanımlamak aslında ne yaşadığımızın hala bilincinde olamadığımız anlamına gelmez mi? 

Eğer, ciddi ve ağır bir kriz sürecinde bulunuyorsak, o zaman gelin bunun adını koyalım artık.
Adını koymak, esnaf ve sanayicilerinizin işi olsun.
Ben sadece nedenini bir kez daha vurgulayayım: 
IMF politikaları ve bir IMF Hükümeti olan AKP iktidarının yaptığı, yukarıda örneklemeye çalıştığım gibi aldatmacalı icraatlar...

 
 


Hak edilmiş ve hak edilmemiş yaşamlar


Devletin yaptığı bina yıkılır.
Köylünün yaptığı  ayakta kalır.
Devletin yatılı okuldur yaptığı...
Köylününki ise sadece bir ahır...
Halkın çocukları, devletin yaptığı o binanın altında kalır...
Ama hala ayaktadır o ahır.
Ve o köylü acıyla haykırır: 
“Devletin yaptırdığı bina yıkıldı!
Ama yıkılmadı benim ahır!”

Burası Bingöl. Yıl 2003. 
Yaşanan 6,4 şiddetinde bir deprem... 
Yıkılan sürüyle bina... 
Kaybedilen yüzlerce can... 

Evladı yıkılan binanın altında can veren bir ana haykırır: 
“Devlet bize mezar yapmış!”
Yaşananın adı: 
Kocaman bir kahır!...

Burası Yalova! Bir başka deprem bölgesi... 
Birkaç yıl önce, 17 Ağustos’ta tüm yurdu acıya ve kedere boğan o korkunç Marmara depreminde en büyük yıkımı ve can kaybını yaşayan bölgelerden biri Yalova...

Deprem sonrası yaptıkları inşaatta hırsızlık yaparak malzemeden alan ve 17 Ağustos’taki depremde çöken binalardan sorumlu tutulan müteahhitler ve bu müteahhitlere hatır için denetimden bile geçirmeden inşaat izni ve ruhsatı veren dönemin Belediye Başkanı Yakup Kasal, yapılan soruşturmalar sonucunda mahkum edilerek cezaevine atılır. 
Birkaç ay sonra, hepsi de mahkemeler sonucunda serbest kalır!...

Tarih: 4 Mayıs 2003. Bingöl depreminden birkaç gün geçmiş....
Vatan Gazetesi’nde sürmanşet bir haber:
“Yalova’da, bir çok kamu ihalesi, inşa ettikleri tüm binalar 17 Ağustos’taki depremde yerle bir olduğu için mahkûm olan müteahhitlere verildi...”

Bu müteahhitlerin, yaptıkları tüm binaların 17 Ağustos’ta yıkılmasının yanı sıra, bir başka ortak özellikleri daha var: 
Hepsi de Yalova Belediye Başkanı'nın cezaevinden koğuş arkadaşıdır...


 
Burası Bingöl... Yaşanan 6,4 şiddetinde bir deprem...
Devletin yaptığı bina yıkılır, köylünün yaptığı ahır ayakta kalır! 
Ve acılı bir ana haykırır: 
“Devlet bize mezar yapmış!”
Yaşanan şey bir dram değil artık. Sadece kahır!

Bu devletin politikasını, halkına bakış açısını her zaman eleştiririm. Devletin bir çok uygulamasını içine sindiremeyenlerdenim. Çünkü bizde devletin kendi halkına bakışı; halkının devletine hep kul-köle olması beklentisine göre şekillenmiştir. Temelinde ise; “kutsal devlet” anlayışı vardır...
Böyle olunca da devlet halkın hizmetine sunulmaktan çıkmış, halk devletine kul edilmiş, sonuçta da devlet halkın sırtına bindirilmiş...
Halkın çektiği ise kocaman bir  kahır... 
Çünkü sırtında taşıdığı devlet, kimlerin elinde ne hale gelmiş:
Hırsızların, dolandırıcıların, soyguncuların, çetecilerin ve onlarla kolkola girmiş siyaset bezirgânları tarafından kuşatıla kuşatıla, bu erki ellerine geçiren bu zümre tarafından, devlet halkı soymanın, halkı sömürüp ezmenin bir mekanizması haline getirilmiş!

Ama genel bir kural vardır: 
Dünyada hak edilmemiş bir yaşam yoktur.
Dolayısıyla, daha önce sokaktaki adam şöyle düşünmeli: 
“Peki, bugüne kadar devlet erkini kullanması için ben hep kimleri iktidara getirdim?”
Cevap: 
“Hırsızları. Veya onlarla kolkola girmiş siyaset bezirganlarını”

3 Kasım’da hırsızlardan kurtulmak için karar verdi bu yurttaş!
Ama sonuçta, hırsızlardan kurtulayım derken, bu kez de “gaspçılar”a çarptı!  
İşte AKP hükümeti ve yaptığı ilk icraatı: 
Maliye Bakanı Kemal Unakıtan, çıkarttığı yasayla geçmiş yıllarda hakkında açılan yolsuzluk davasından kendini kurtardı ve kendi kendini affetti.

Kulaklarımızda acılı bir ses çınlıyor hala:
“Devlet bize mezar yapmış!” 
Öyle ya, bizim çarpıcı ve yaman çelişkimizdir:
Devletin yaptığı okul yıkılır.
Ama ayakta kalır köylünün yaptığı ahır...




Ak TL karagün içindir!

 

Dün akşam boyundan büyük işler yaptı kızım.

Henüz kendince yarattığı hayal dünyasında gezineceği oyunlar icat etmeden önce, bize kendi gerçek dünyamızla ilgili bazı trajik gerçekleri anımsatacak büyük laflar etti.
Oynayacağı oyunda kendisine aksesuar yaratabilme umuduyla annesinin çantasını karıştırırken, bir ara cüzdanına el attı.
Cüzdandan çıkardığı 10 dolara garip garip baktı önce.
Sonra,
— Bu ne baba? diye sordu.
— Para kızım, şeklindeki cevabım ona inandırıcı görünmedi.
Bu yüzden aynı soruyu bir kaç defa tekrarladı. Her defasında aynı yanıtı almasına karşın yine de ikna olmadı.
Sonra yine cüzdandan çekip çıkardığı 5 milyonluk banknotu gösterdi ve
— İşte bu pala! dedi.
Doları para olarak kabul edemiyordu.
Nedenini sorduğumda,
— Bunda Atatük vay! dedi.
— Evet ama öbürü daha değerli bir para, dedim.
Buna da itiraz etti.
— Hayıııy, bu pala değeyli! dedi.
Bunun da nedeninin sorduğumda, yanıtı yine aynıydı:
— Bunda Atatük vay...

Gerçeğimizi ona anlatabilmek ve kabul ettirebilmek olanaksızdı.
Elindeki 5 milyonluktan ancak 2 tanesinin diğer elindeki  10 dolar kadar edebileceğini ona nasıl anlatabilirdim? Israr etmek boşunaydı tabii ki...
— Peki, Atatürk resmi olan bu para neden daha değerli? diye sorduğumda, hiç duraksamadan verdiği yanıt beni şaşırtmıştı:
— O benim hayatım!
Sonra da Atatürk’e bir öpücük gönderdi...

Aziz Nesin, “Şimdiki çocuklar harika” derdi ya, bu doğruymuş.
Tüm bunları 3 yaşındaki bir çocuğun söylediğine inanabilmek biraz zor olsa da, gözlerimin önündeki trajik-komik olay beni bazı düşüncelere sürüklemedi değil.
Acı ve çarpıcı gerçeğimizi bazen 3 yaşında bir çocuk bile yüzümüze vurabiliyordu işte.
Kızımın söylediği sözler ve takındığı tavrın anlamlarını derinlemesine yorumlayıp düşündüğümde, trajik durumumuz daha da bir komedi gibi göründü.

Aynı akşam, TV’deki haberlerde de doların önlenemeyen yükselişinin öyküsü anlatılıyordu. Ve de Türk Lirası’nın nasıl paçavraya döndüğünün. Sonra da, ekonominin başına “kurtarıcı” diye getirilen Kemal Derviş’in, piyasaları rahatlatmak için sarf ettiği dervişçe bir söz yer aldı:
— Bakan olmasaydım Türk Lirası’na yatırım yapardım...
Sadece bu kadar (!)
Bu sözü Derviş söyledi ya, hemen piyasalarda yankısını bulması beklenmeye başlandı. Adam ne de olsa 550 tane milletvekilinin batırdığı memleketi tek başına kurtaracak bir kişi olarak tanıtılmıştı kamuoyuna. Hem de onlara rağmen ve onlara karşı!
Gerçi söylediği sözü “Bakan olduğum için dolara değer vermek zorundayım” şeklinde anlaşılmış da olmuş olmalı ki, dövize yöneliş devam edince, dolar yükselişini yine sürdürdü...

Beni de aldı bir düşünce.
Kara kara düşünmeye başladım:
— Eyvah! Benim kızım yoksa bir dahi mi? Yoksa memleketi yönetenler mi komik?

“Derviş’in Zikri” başlıklı yukarıdaki bu makalem, 6 Nisan 2001 tarihini taşıyor. 
Bu yazıyı yeniden konu etme nedenime gelince...
Şu sıralarda bir “Türk Lirası’na saygınlık kazandırma kampanyası” var ya hani? Ağustos ayında başlatılan bu kampanyaya destek şimdi çığ gibi büyüyor.
Camilerde bile hutbesi okutuluyor hatta (!)
Ben ve kızım da bu konuda üstümüze düşeni yapalım dedik...

Ayrıca, ATO Başkanı Sinan Aygün de, TL’ye saygınlık kazandırma konusunu ilk kendisinin ele aldığını iddia edip "boşuna heveslenmesin" de demek istedim.
Görüldüğü gibi, o şeref ilk olarak kızıma ait (!)

Ama bir de şu var ki; hala kara kara düşünmekteyim:
Benim kızım mı bir dahi?
Yoksa bu memleketi yönetenler mi çok komik?

İşte bu sorunun yanıtını o günden beri hala verebilmiş değilim...

Peki sizin verebilecek bir yanıtınız var mı acaba?

Aralık 2001




1 Yorum - Yorum Yaz

Efendilik savaşı

 

“Düşmanını tanıma ve dünyanın kendi dışındaki kısmınca, nasıl algılandığını anlama söz konusu oldu mu, ABD’nin daha dikkatli olması gerekir. Dünyayı bizimkinden değişik algılayan ve anlayan pek çok insan var. Muhtemel dostlarımızı çoğaltıp, muhtemel teröristleri azaltmak, çok önem taşıyor. Üstelik bunun savaşla filan bir ilgisi yok, bizim yaptığımız başka şeylerle ilgisi var...”

Yukarıdaki bu sözler okuduğunda ilk yorum nasıl olur bilemiyorum. Ama sanırım, bugünkü ABD politikasına yönelik bir “eleştiri” ve bir “uyarı” yer aldığı dikkat çekecektir. Açık, ama nazik bir dille yapılan bir eleştiri gerçekten. Üstelik açıkça bir “özeleştiri” de görülebiliyor.

Peki, yukarıdaki sözleri söyleyen kişinin ABD’nin bugünkü başkanı Bush’tan önceki başkanına, Bill Clinton’a ait olduğunu söylesem? Yukarıdaki sözlerden çıkardığınız sonuç, o zaman bu gerçeğin etkisiyle değişebilir mi acaba? Ya da soruyu başka türlü yöneltsem. Hangisi önemlidir? Sözün kimin ağzından çıktığı mı? Yoksa sözün kendi başına taşıdığı anlam mı daha önemli?

İlk etapta, sözün kendi başına taşıdığı ve içerdiği anlama, kendi başına verdiği mesaja daha çok önem veririm. O sözün kime ait olduğu veya kimin ağzından çıktığı ise, ikinci planda gelir bence.  Clinton’a ait olan yukarıdaki sözleri de işte bu doğrultuda ele alıyorum. ABD’nin bugün dünyada izlediği politikaya yönelik bir eleştiri ve bir o kadar da uyarı taşıyan mesajlar yer alıyor  o sözlerde.

Clinton, 2001 yılının Kasım ayı başlarında söylüyordu bu sözleri. Sadece Hürriyet Gazetesi’nde okuyabilmiştim. Ve 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan terörist saldırının ardından, ABD Başkanı Bush’un misilleme olarak Afganistan’a saldırı kararı aldıklarını açıklarken, “Haçlı Seferi başlatıyoruz” şeklinde sözler sarf ettiği konuşmasının hemen ardından, Afganistan müdahalesinin arifesinde, eski başkan Clinton, bir basın mensubunun kendisiyle yönelttiği , “Dünyanın en büyük terörist saldırısının hedefi niçin ABD oldu?” şeklindeki sorusuna böyle karşılık veriyordu.

Clinton’un hemen her sözü içinde, kendilerine dönük bir eleştiri, yani özeleştiri açıkça anlaşılır bir netlikteydi. Yukarıdaki “Dünyayı bizimkinden farklı anlayan ve algılayan pek çok insan var” şeklindeki söz, ABD’nin dış politikada bu gerçeği içine sindirmesi gerektiğini vurguluyor bir bakıma. Ama bu gerçeği içine sindirebilmek ve bu gerçekle birlikte yaşamayı öğrenmek ve alışmak, her şeyden önce bir hoşgörü ve demokratlık gerektirir.

Georgetown Üniversitesi’ne bağlı Dışilişkiler Fakültesi öğrencilerine yaptığı konuşma sırasında, gazetecinin sorusuna da yanıt verirken, sözlerine “Bedel ödüyoruz” şeklinde başlamıştı Clinton. Devamında da “zencilerin nasıl köleleştirildiğini ve Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililere karşı ülkesinde yapılanları anlatıyordu: “Biz ABD’yi köleleri kullanarak kurduk ve hiçbir kabahatları olmadığı halde, onları sürekli öldürdük. Ya topraklarını ellerinden almak, ya madencilik haklarını koparmak, ya da insandan saymadığımız için yerlerinden yurtlarından edip, canlarına kıyarken, bu ülkede bunu herkes görmezlikten geliyordu. Bugün hala ödemekte olduğumuz ise, bunun bedelidir.”

Clinton’un konuşması içinde şunlar da yer alıyor:
“İlk Haçlı Seferi’nde, Hıristiyanlar Kudüs’ü ele geçirince, ilk iş olarak içinde 300 Yahudi bulunan bir havrayı yakmıştı. Arkasından Harem-i Şerif’te Müslüman kadınları ve çocukları öldürmeyi sürdürdüler. Size bunların bugün Ortadoğu’da hala anlatıldığını ve bunun (Emperyalist Batı terörü kastediliyor) bedelini ödediğimizi söyleyebilirim...”

“11 Eylül’de yüzyılın en büyük terörist saldırısı niçin ABD’yi hedef aldı?” şeklindeki soruya Clinton’ın “bedel ödüyoruz” şeklinde verdiği yanıtta, açıkça bir özeleştiri görüldüğü gibi, emperyalizmin en büyük kalesi olduğu için de bu saldırının hedefi olduğunu anlatıyordu.

ABD’nin dış politikada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusundaysa, şunları söylüyor Clinton: “Bizim yok oluşumuzu kendileri için kurtuluş sayan kişilerin üstesinden gelmemiz gerekiyor elbette. Ama kendimiz için olmasını istemediğimiz şeyleri başkaları için de istemeyerek, yeterince zeki davranarak ve o kendini daima herkesten üstün, büyük, güçlü ve daima haklı gören kibirli tavrımızdan uzaklaşarak...” (10 Kasım 2001 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden)

Bu yüzden ABD’nin kendisine karşı oluşan önyargılarla mücadele ederek, farklı uygarlıklara kendisini anlatıp ikna ederek yanına çekmesinin daha tutarlı bir politika olabileceğini anlatıyordu...

Ama bir de bu sözleri sarf eden kişinin kimliğine bakarsak, iki ABD Başkanının birbirinden farklı düşünceleri hakkında neler söylenebilir? Eski başkan Clinton, “Vietnam Savaşı kaçkını” ve “barış yanlısı” tavırlarıyla tanınıyor. Demokrat Parti’den seçimlere katılıp başkan olmuş. Şimdiki başkan Bush ise Cumhuriyetçi Parti’den.

Yukaridaki gerçekliklerin üslup olarak farklılıklarını 2 Başkan’ın siyasi farklılıkları ya da “demokrat” ile “cumhuriyetçi” farklılığı olarak da görmek mümkün.
Ama Bush’un bugünkü politikasını daha iyi anlama bakımından Bush’un imliğini de deşifre etmekte yarar var.  Tarikatçı bir geçmişi olan Bush, bir petrolcüdür ve petrol şirketi sahibidir. 15-20 yıl öncesinde de Usame Bin Laden’in ağabeyi ile ortak petrol işi bile yapmıştı. Dolayısıyla Bush, şimdi dünya petrolünün ABD’nin elinde olmasını istiyor.

ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Azerbeycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’i Washington’da ağırlarken, şunları söylüyordu: “Kafkasların kaderini üzerine almak amerika için heyecan verici bir amaç olacaktır..." (Le Combat, Sayı: 24)

Eğer bugün “Amerika bu dünyadan ne istiyor?” diye bir soru akla geliyorsa, bunun yanıtlarından biri de budur işte. Diğeri de “dünyanın efendisi olmak”. Amerika’nın bütün derdi bu: Efendi olmak. Kızılderililere uyguladığı soykırımda da, zencileri köleleştirme sırasında da iktidar erkini elinde tutanların bu davranışlarını yöneten en temel güdüsü; “efendi olabilme ihtirası” oldu hep.

Clinton’un yukarıdaki sözlerinden de önce, o sözlerin ağzından çıktığı dönem kendisinin hangi konumda olduğu da önemli tabii. O sırada muhalefet konumundadır Clinton. Dolayısıyla yukarıdaki sözleri "ABD Başkanı" sıfatını taşırken asla söyleyememiş olması dikkat çekicidir.

“Dünyanın efendisi” olmaya çalışan  ABD’nin dünyadaki izlediği politika, kendi başkanına o sözleri söyleme olanağı verir mi? Clinton’un önerdiği yol, emperyalist politika için ikinci yolun tercih edilmesi doğrultusunda. Bu yol da emperyalist politikadan vaz geçmek değil, ülkeleri sömürmekte daha yumuşak bir yol izlemek. Yani; “güleryüzlü emperyalizm.”

Emperyalizm, doğası gereği başka ülkelerin halklarını sömürerek ayakta kalmayı ve gelişip büyümeyi hedefler.  

17 Ocak 2003

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Bizim memlekette hiç eşek yok mu?


Gazetelerdeki gündemden bir manşet:
Türkiye’deki kamu çalışanları, sendikal haklarının önündeki engellerin kaldırılması için yeni bir eylem hazırlığına başlayacaklar. 

Ülkemiz gündeminden bir başka manşet daha: 
Emekli-Sen temsilcileri, emeklilerin de insan hakları beyannamesi gereği tüm diğer ülkelerde olduğu gibi sendika hakkı olduğunu belirterek, sendikalarının kapatılmasını protesto için eyleme hazırlanıyor. 

Haberleri okuduğumda ister istemez gülmeye başladım. 
Ağlanacak halimize gülüyorum yani.

Biraz kara mizah yapalım mı? 
Birkaç yıl önce yüksek tirajlı bir gazetede okuduğum bir haberi anımsatmak istiyorum. 
Duymuş muydunuz bilmem, Bulgaristan’da eşek sahipleri sendika kurmuşlar. 

Vratsa kentinde 47 eşek sahibi tarafından resmi olarak kurulan Eşek Sahipleri Sendikası’nın başkanı Gincev, amaçlarının eşeklerin haklarını korumak ve koruma altına almak olduğunu söylüyor. Gincev, sendika üyesi eşek sahipleri için de, hizmet amacıyla eşek arabaları üreten bir fabrika ile nalbant atölyesini en kısa zamanda kuracaklarını açıklıyordu haberde…

Haberi okuduğumda ne kadar çok gülmüştüm. 
İnanılmaz gibiydi, ama gerçekti! 
Şu feleğin işine bakın, neler oluyor hayatta? 
Düşünebiliyor musunuz, eşek sahipleri bile artık sendika kurmaya başlamışlar şu dünyamızda…

Dolayısıyla habere gülmem, birden bire garip bir kıkırdamaya dönüştü. 
Memurlarımızı ve emeklilerimizi hatırlamıştım çünkü. 
Onların ise hala bir sendikaları yoktu. 

Eşek sahiplerinin sendikası olabiliyordu şu dünyada da, kutsal meslek sahibi öğretmenimizin, tüm gençliği boyunca sosyal çalışma hayatının tüm yükünü taşımış emeklinin ise bir sendikası olamıyordu bizim memleketimizde!

Ya diğer kamu çalışanları? Kimi siyasetçimizin “benim memurum” dediği, kiminin “ortadirek”, kiminin de “devletin atardamarı” gibi gördüğü memurlarımızın kendi sosyal haklarını korumak ve koruma altına almak için grevli-toplu sözleşmeli sendika kurma hakları hala yoktu!
Hem zaten neden olsun ki? Onların daha bir eşeği bile yok!

Gariplerim! Yıllardır telef ettiler kendilerini! “Sendika hakkımızı isteriz” diye kilometrelerce yol yürüdüler. Hem de yürümekle yolların aşınmayacağını bile bile! Cop yediler, tekme yediler, yerlerde debelendiler, sürgün edildiler…

Tabii bütün bunlar “demokrasi amaç mıdır, yoksa araç mıdır” tartışmalarının yaşandığı memleketimizde yaşanıyor. Yani “demokrasi asla bir amaç değildir” diyen bir başbakanın bulunduğu bir memlekette.

Düşündüm de…
Böyle meslek sahibi olacaklarına, ne diye eşek sahibi olmadılar sanki? 
Niye kendilerine bir eşek bulmadılar? 
Hele dağ köylerinde öğretmenlik yapanlar. 
Okuluna yetişebilmek için hergün onca yolu dili bir karış dışarıda teperken de mi hiç akıllarına gelmedi bu?

Şimdi eğri oturalım, doğru konuşalım. 
Siz ne dersiniz bilmem ama…
Galiba ya bizim memurumuzda ve emeklimizde akıl yok…
Ya da bizim memlekette hiç eşek yok!
 




0 Yorum - Yorum Yaz

Sivri Dede


— Ben orduda ikinciydim...
Benimle konuşurken, çoğunlukla böyle başlardı sözlerine. 

Adı Hüseyin’di. Ama ben hep “Sivri Dede” derdim ona. 
Gördüğüm en uzun adamdı o zamanlar. Henüz çocuk olduğumdan da gözüme bir dev gibi görünürdü...

Askerlik anılarını, katıldığı savaş hikâyelerini dinlemeye bayılırdım. Anlattıkları, gerçek yaşamının küçük birer ayrıntılarıydı aslında. Ama müthiş bir anlatım güzelliği vardı Sivri Dede’nin. Büyülenmişçesine dinlerdim.  Bir de, onun anlattıkları benim için ancak tarihi masal ve hikâye kitaplarında rastlanılacak türden olduğundan galiba, garip bir biçimde etkilerdi. Bu yüzden, defalarca dinlediğim bir anısını bir kez daha dinlemekten bıkmazdım. Her defasında biraz daha değiştiğini fark etsem de...

Bazen anlattıklarına kapılıp, kendini iyiden iyiye koyverdiği olurdu. İşte o zaman, defalarca dinlediğim anısını bir başka türlü anlatırdı. Biraz daha allayıp, süsleyip, abartarak! Hatta bazılarını uydurduğunu bile düşündüğüm olurdu bu yüzden. Ama yine de onu dinlemekten müthiş keyif alırdım...

Sivri Dede, çocukluğumda çok önemli bir insan gibi görünürdü bana. Yaşı 80’i aşmışken bile, boyunun uzunluğu şaşırtırdı beni. Hele elleri, ayakları! İriliklerine elimde olmadan gülerdim! O ise, benim densizliğime kızacağı yerde, hafifçe tebessüm eder ve: “Ben orduda ikinciydim...”diye defalarca dinlediğim hikâyesini anlatmaya koyulurdu.

— Benden daa uzun biri vaadı. Zebella gibiydin herif! Soona, bi gün Yunannıla ta annı gabaandan furdu! Ondan soona orduda ben birinci oldum...

Bir gün de ayakları ile ilgili bir hikâyesini anlatmıştı:
— Bi gün şehere gittiydik. Ayaamda yarım pabıç, fıttık fıttık yürüyom. Fakirlikten deel ha! Yok ki ayaama göre bi pabıç! Deeken, bi baktıydım, ayakkabıcının biri tükkanına kocaman bi çift pabıç asmışmış. “Kaça” dedim hemen. Herif güldü, “Dayı bunna satılık deel” deye. Meğesem onnarı yiğeniynen Avropa’dan getirtmişmiş. Süs deye tükkana asmışmış. Nas’solsa kimse almaz deye herhal. “Sen ölene gadaa o pabıçlaa orda mı galcek” dedim. “Yok dayı! İllakine alcesen satem” dedi soona. “Kaç para istiyon?” dedim. Biz pareye “metelik” deedik o zamanna. Şincik yalan söölemeyem, o günün parasıynan bi fiyet dediydi. Yarı fiyetine istedim. “Olmaz dayı” dedi. “Başka param yok” dedim. “Olmaz dayı. Sen bööle bi ayyakkabı bulaman bi daa” dedi. “Sen de bööle bi ayak bulaman ama” dedim. Herifin sesi kesildi os’saat! Dicek bişey bulamadı herhal! Heh, heh, heh... Ööle ya, aha onna pabıçsa, aha bunna da ayak! Senin anneycen, o pabıcı yarı fiyetine aldıydım o gün. Yaa, işte bööle! Heh, heh, heh...

Yıllar sonra, Sivri Dede’nin anlattığı bu hikâyeyi bir fıkra kitabında okumuştum. İşletildiğimi düşünüp, “Seni gidi Sivri Dede” diye güldüğümü anımsıyorum. Ama doğru olabileceğini de düşünmedim değil. Kanıtı hep gözlerimin önündeydi...
 
Dedemden ve mahallenin yaşlılarından 
Çakıcı Mehmet Efenin Sivri Dede’yi bacaklarından vurduğunu duymuştum. Birgün de bu olayı soruvermiştim, çekine çekine... Kızacağından korkmuştum. Oysa Sivri Dede, kendinden söz etmenin verdiği o her zamanki keyifle, “Heh, heh, heh” diye gülmüş ve kendi kendine kafasını iki yana sallayıp, hikâyeyi anlatmaya başlamıştı:

— Irahmetli Çakıcı Efe çok seveedi beni. Akranlaam arasında pek boylu poslu bi çocuktum ya, ondan herhal... Kasaba’ya gelişleende, “Ula Üsen, bi gün seni de gızanlaam arasına alcem” deedi. Bi çeyrek altın verii, gideedi soona... Çakıcı Efe’den yüz buldum ya, bi zaman soona eyice palazlanınca etrafa meydan okumaa başladıydım gaari. Bi gün de Çakıcı Meemet Efe hakkında atıp tuttuydum. Kulaana gitmiş nasılsa. Kasaba’ya geldiği bi gün, gelip beni buldu. Ben daa “Vay Efem, seni göödüm ne mutlu oldum” dicektim ki, Çakıcı Efe hemen “Demek ööle ha Üsen?” deyip iki ayaamdan furdu. Soona bi de yaralaamın üstüne işediydi Meemet Efe! Yaa, işte bööle. Heh, heh, heh...
 
Acı haberi üniversitedeyken bir yaz tatili için döndüğümde almıştım! 
Sivri Dede’nin vefat ettiğini öğrenmiştim evdekilerden! Uzun süredir de hastaymış zaten! 
Üzüldüm mü, şaşırdım mı bilemiyorum. O kadar iri, yaşam dolu bir adamın bir gün hayata veda edeceği hiç aklıma gelmemiş gibiydi sanki...

70 küsur yaşındaki eşi Ayşe Nine ise, ondan bir kaç yıl önce göçmüştü dünyadan... Birbirlerini çok sevdiklerini anımsıyorum. Kavga ettiklerine hiç tanık olmamıştım. Tanık olduğum şakalaşmaları, birbirlerine takılmaları ise müthiş eğlendirirdi. 
— Aaşa! diye seslenirdi ona Sivri Dede.

Acı haberi alır almaz Sivri Dede’nin evine gitmiştim. 2 katlı kerpiç bir evdi. 
Orada ne bulacağımı umuyordum, bilemiyorum. 
Soluk soluğa geldiğim o koca ev, birdenbire çok ürkütücü görünmüştü gözüme. 
Sivri Dede ile defalarca sohbet ettiğim, Ayşe Nine’nin elinden nice çaylar içtiğim aynı ev olduğu halde... Koca tahta kapısı kilitliydi. Demir halkaları da bir iple birbirine bağlanmıştı. Kerpiç ev, o bomboşluğuyla, birdenbire yabancı, yıkılmaya yüz tutmuş, harabe bir ev oluvermişti gözlerimin önünde. Sokak da bomboş olmuştu sanki...
 
O evin bulunduğu sokaktan geçtim geçen gün. 
2 katlı kerpiç evin yerinde 4 katlı kocaman bir apartman duruyordu şimdi. 
Çocukluk anılarım geçti gözlerimin önünden.  
Elimde olmadan Sivri Dede’yi anımsadım. 
O şakalarını, o inanılmaz büyüklükteki ellerini, ayaklarını...

Çocukluğumda, mahallenin büyükleri “Ölüler, toprağın altında çiçek açar” derlerdi.     
— Sivri Dede, diye düşündüm, "Şimdi hangi çiçeğin gövdesindesin, kimbilir?"


Bugün 15 Ekim 2008. Yukarıdaki yazıyı yazmamın üzerinden tam 8 yıl, 18 gün geçmiş. 
Bugün 
içimi yakan bir başka ateş daha düştü yüreğime. Sivri Dede'nin torunu, çocukluk arkadaşım ve can dostum Zafer'in ölüm haberini aldım. 

Dedesi kadar uzun ömürlü olamadı ne yazık! 
Daha 50 yaşındayken bir dostu yitirmenin acısı ne kadar büyük. 
Yaşam ne kadar adaletsiz! 

Sivri Dede'nin hangi çiçeğin gövdesinde olabileceğini bilememiştim. Ama torunu ve can dostum 
Halil Zafer Başsivri
'nin hangi çiçeğin gövdesinde yaşayacağını, dahası hangi çiçeğe bal vereceğini çok iyi biliyorum... Göreceğim her zeytin  dalı ve çiçeği, sevgili Zafer'i anımsatacak bana...

(Yukarıdaki resimde, Sivri Dede torunu Zafer ile birlikte)

15 Ekim 2008



Ağaç katliamı korkunç olabilir!

Çaldağı'nda 1 milyondan fazla ağaç kesilebilir!

Turgutlu'da bir süredir gündemde olan Çaldağı'nda sülfürik asit liç yöntemiyle nikel madeni arama çalışması yapacak olan İngiliz maden şirketince ormanlık alanda bulunan ağaçların kesilmesi için gerekli iznin verilmesi ile birlikte başlayan tarışmalar giderek daha da derinlik kazanmaya başladı. Ancak kesilmesi söz konusu olan ağaç sayısı ile ilgili yeni bilgiler, bu konudaki tartışmalara yeni boyut da kazandırabilir. Çünkü İzmir Orman Mühendisleri Odası’na bağlı mühendisler tarafından yapılan açıklamada ağaç sayısı ile ilgili verilen bilgiler, bu olayı sadece ağaç kesiminden çıkartarak "korkunç bir orman katliamı” yapılacağı yönünde bir tablo da sunuyor.

Açıklamaya göre Çaldağı'nda kesilecek ağaç sayısının 1 milyonu geçeceği, hatta 2 milyona yakın olduğu belirtiliyor. Buna göre Sardes Şirketi tarafından 140 bin ağacın kesileceği yönündeki açıklama gerçeği yansıtmadığı gibi, ilçe kamuoyunda kesilecek ağaç sayısı olarak bilinen 280-290 bin civarındaki rakam da eksik bilgiye dayanıyor. Dolayısıyla ÇED raporu da gerçekleri yansıtmıyor ve tamamen eksik ve yanlış bilgilere dayanıyor.

Edindiğimiz bilgiye göre, ÇED raporundaki Çaldağı orman alanında ağaç sayısı ile ilgili bilgiler 1995 yılı verilerine dayandırılıyor. Şu anda 3300 dönümlük alan üzerindeki envanter çalışmalarının henüz tamamlanmamış olmasına rağmen, A Grubu olarak belirtilen ve 30 yaş civarı ağaçları kapsayan ağaçların sayısının bile 700 bin dolayında olduğu belirtiliyor.
  
“Biz ağaçları gruplandırmayı gövde yarı çaplarının cm olarak değeri üzerinden yaparız” diyen ilgililer, bu değerendirmeye göre A gurubu ağaçların 30 yaş ve civarı ağaçları kapsadığını belirterek, diğer B ve C gurubu ve daha genç ağaçlarla birlikte ağaç sayısının 1 milyonu geçeceği, genç fidanlarla birlikte ise bu rakamın 2 milyon civarında bile olabileceğini vurguladılar.

Yaklaşık 2 milyona yakın ağacın kesilmesinin söz konusu olması durumunda, bu rakam olayı sadece bir ağaç kesimi olmaktan çıkarıp, "korkunç" diye nitelendirilecek bir “orman katliamı” haline dönüştürebilir. Çünkü istatistiklere göre bugüne dek ülkemizde hiç bir bölgede böylesine ve bu kadar korkunç ağaç kesimi yaşanmamış, hele bir maden şirketi için  böylesine büyük bir ağaç katliamına izin verilmemiştir. 

Edinilen bu yeni bilgilerin ardından ilçede ağaç kesimine karşı tepkilerin daha da yükselmesi beklenirken, bugüne kadar bu konuda genelde sessiz kaldıkları gözlenen yerel yöneticilerin bu durum karşısında nasıl bir tutum izleyecekleri de merakla izleniyor.

5 Haziran 2009

  Sonraki yazı için tıklayınız: Yoksa 1 milyona kadar sayamıyor musunuz?
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Madencilik oyunu!

İngiliz şirketinin Turgutlu’daki “madencilik oyunu”, giderek bir komediye de dönüşüyor.

Geçen hafta bir yerel gazetedeki haberde “vatandaşlar tarafından şirketin açılıp faaliyete geçmesi için 15 bin imza toplandığı” yazıyordu. Bir de, “ağaç kesilmesine ve maden şirketine karşı çıkan tuzu kuru insanların aç insanların halinden anlayamayacağı” gibi suçlayıcı bir ifade yer alıyordu haberde.

Düşünebiliyor musunuz, Çevre Bakanı’nın ve Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’ın "kendilerinin değil, mahkeme tarafından ruhsat verildiğini" söylediği şirket bu hem de.
Ama komiktir, vatandaştan imza toplanıyor (!)

O zaman Çevre Bakanı’nın da, Bülent Arınç’ın da söyledikleri doğruyu yansıtmıyor demek ki! Kaldı ki, ÇED davası ile ilgili mahkemenin henüz sonuçlanmadığını ve Turgutlu’da vatandaşların maden şirketi konusunda aldatılarak bir “oldu-bitti”ye getirilmek istendiğini biz zaten biliyoruz.

Bildiğimiz bazı şeyler daha var.
Bu yüzden düzenlenen bu imza kampanyasıyla maden şirketi hakkındaki şüphelerimiz doğru çıkıyor zaten. "Evet, kovuldunuz!" başlığıyla yer alan geçen yazımda belirttiğim gibi, uyguladığı projeyle yarattığı çevre sorunları dolayısıyla bulunduğu ülkelerden kovulan İngiliz şirketinin, şansını denemek için neden Türkiye’yi seçtiğini de biz zaten biliyorduk.
Ama Türkiye’nin de, Turgutlu halkının da bir kobay olmadığını da biliyoruz.

Çevreye verdiği zararlar nedeniyle sülfürik asit liç yöntemiyle çalışmasına izin verilmeyen ve bulunduğu ülkelerden kovulan İngiliz şirketi, bu işin Türkiye’de daha kolay olacağını düşünüp şansını ülkemizde denemeye karar verirken, kendileri için burayı cazip gösteren faktörlerden biri, halkımızın ne kadar yoksulluk ve sefalete mahkûm edildiğini gösteren manzarasıydı.

Bir başka manzara da, Türkiye’nin bir “yolsuzluklar cenneti” halinde olması. Cumhurbaşkanlığı makamında oturanların bile “sahtecilikten yargılanması”nın tartışıldığı bir yer halinde Türkiye. Bu nedenle de, vatandaşın içinde yaşadığı çaresizliği bizden daha iyi anlayan olabilir mi?

Bizler, kendi insanımızı bu İngiliz şirketi temsilcilerinden daha iyi tanıdığımız için, yoksulluğun da, açlığın da ne demek olduğunu çok iyi biliriz. Tabii ki, çaresizliğin ne demek olduğunu da. Bu nedenle de maden şirketinin halkımızın bu çaresizliğine bir “umut” diye sarılıp, onların çaresizliğini kullanmaya çalıştıklarını da biliyoruz.

Vatandaşımız o kadar çaresiz halde ki, hem de dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmeyen böyle bir projeye bile destek verecek kadar. Hatta, şirketin iş ve aş vaadine kanıp da evde karnını doyurabileceğini düşündüğü çocuğunun geleceğini de, doğanın ona sunduğu hayatı da attığı imzayla aslında nasıl kararttığını düşünemeyecek kadar çaresiz halde olduklarını da biliyoruz.

Bildiğimiz bir şey daha var.
Bu projeye imza atanların, Bergama’da yıllardır siyanürle altın aranmasına karşı direnen ve adeta efsane haline gelen direnişleriyle ülkemizde çevre bilincinin gelişmesine katkı sunan o Bergama köylülerinin hiç birinin de “tuzu kuru insanlar” olmadığını akıllarına getiremeyecek kadar çaresiz olduklarını da biliyoruz. Tıpkı Uşak Kışladağ’daki köylülerin de tuzu kuru insanlar olmadığını bildiğimiz gibi.

Biz kendi insanımızı, İngiliz şirketi temsilcilerinden daha iyi biliriz.
Bu yüzden, İngiliz şirketinin, aç ve yoksul insanımızın sadece çaresizliklerini kullanıp, iş ve aş vaadiyle onların “sadece çaresizliklerini” satın alabileceğini biliyoruz.

Biz kendi insanımızı, bir çevre felaketi yaratacak projeyi uygulamak isteyen bu İngiliz şirketinden nemalanmak uğruna vatandaşları kandırma ve aklını çelme çabasında olan şirket temsilcilerinden daha iyi biliyoruz.

Bu nedenle bildiğimiz bir şey daha var: 
Bizim insanımız ne kadar çaresiz de olsa, sağduyunun kulaklarına fısıldadıklarını duyduğu anda, insan onuruna yaraşır bir tavır takınıp, attığı imza karşılığında kendisinin de satın alınmasına izin vermeyeceğini ve gerektiği anda bu karakterini göstereceğini de gayet iyi biliyoruz.

Çünkü biz, kendi insanımızın nasıl bir karaktere sahip olduğunu bu İngiliz şirketinden nemalanmaya çalışan şirket temsilcilerinden daha iyi biliriz.

Ayrıntılı bilgi için tıklayınız: Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Çaldağı'nda neler oluyor?

Şirketin kuruluşu ve Çaldağı'na gelişi

MADENCİLİK FELAKETİNİN YAŞANACAĞI YER OLARAKTURGUTLU NİÇİN VE NASIL SEÇİLDİ?

 

Bir grup çok ufak ve maceracı yatırımcı, 1999 yılında Balkanlar’da  çok bulunan düşük tenörlü nikel laterit yataklarını dünyada ilk defa olarak Sülfirik Asit Liçi metodu ile kazanmayı amaçlayan projeler geliştirmek için yola çıkmıştır.

Bu metodla nikel elde etmenin mümkün olduğu 50 senedir bilindiği ve çok ucuz bir metod olduğu halde, çevre ve insan sağlığı yönünden riski de çok yüksek olduğundan bu tip nikel cevherinin bolca bulunduğu gelişmiş ve az gelişmiş ülkelerin hiçbirinde, hiçbir şirket,
böyle bir proje gerekli izinleri almayı ve işletmeye geçmeyi  başaramamıştır.

Dolayısıyla bu yatırımcılar, başkan Felix Pole ve sorumlu yönetici Simon Purkiss başta olmak üzere, böyle bir projeye Arnavutluk’un "evet" diyeceğini düşünerek 1999 yılında, Arnavutluk’ta, Adriatic Nickel adında bir şirket kurmuşlardır. Bu şirket 2000 yılından sonra European Nickel (EN) olmuştur.

 
Arnavutluk neden ilk yer olarak seçildi?
 

Böyle bir proje için ilk aşamada Arnavutluk’un seçilmesi bir tesadüf eseri değildir. 
O tarihte Arnavutluk’ta çevreyi koruyacak bir bakanlık veya resmi kuruluş yoktu. Yeni kurulan bir hükümet olması dolayısıyla, örneğin bir Çevre Bakanlığı yoktu. Şirketin Arnavutluk'u seçmesinin başlıca nedeni de buydu. Çünkü çevre kirliliği ve buna bağlı insan sağlığı problemleri bir felaket manzarası gösterdiği halde buna kimse aldırmıyordu. Daha da önemlisi Kayseri’nın  Pınarbaşı ilçesinde nufusa kayıtlı olan Arnavut asıllı Hamit Bitirici adlı bir Türk vatandaşı Arnavutluk’taki baglantılarını kullanarak European Nickel’e yardım ediyor ve projeyi götürüyordu. European Nickel gibi bir şirket için bu bulunmaz bir nimetti. 

Ama evdeki hesap çarşıya uymadı. 2000 yılında Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar Arnavutluk’taki bu facianın üzerine eğilip durumu düzeltmek için çeşitli çalışmalarda bulunmaya başladılar. 2001 yılında ilk defa olarak Arnavutluk’ta bir Çevre Bakanlığı kuruldu. 

Çevre Bakanı BBC’ye verdiği bir demeçte “Çevreye karşı işlenen suçun banka soymaktan farkı yoktur. Bu suçları ezeceğiz” diyordu. Aynı yıl içinde Arnavutluk’un Türkiye Büyükelçisi Dahnor Dervishi, o zamanki Çevre Bakanımız Fevzi Aytekin’i ziyaret ediyor ve çevre problemlerine karşı savaşın kendi ülkesinde yeterli olmadığını söyleyerek, bu konuda Türkiye’den yardım ve işbirliği talebinde bulunuyordu.

Sonunda Adriatic Nikel Şirketi’nin sülfürik ait liç metodu ile çalışacak bir nikel tesisini Arnavutluk'ta bile kurması imkansız hale gelmişti.

 Sülfürik asit liç yöntemi ve yaratacağı tehlikeler neler?

 

Hamit Bitirici'nin  Arnavutluk’taki bağlantıları da artık bir işe yaramıyordu. O sıralarda şirketin sermayesi böyle işler için yok denecek kadar azdı. Fakat perde arkasında böyle bir işe açıkça ellerini bulaştırmaktan kaçınan iki kuvvetli destek vardı. Avusturalyalı BHP Billiton Firması ve İngiltere'nin Standard Bankası şirkete az da olsa bu işlerin ayak hizmetlerini yapacak kadar para veriyorlardı. Sonunda ihtimal az da olsa gelecekte kendilerine milyarlarca dolar kazanç getirebilecek böyle bir fırsata gözlerini kapayamıyorlardı.

European Nickel firması bu işleri 1-2 milyon dolar sermaye ile götürmeğe çalışıyordu. Nasrettin Hoca’nın göle yoğurt mayası çalması gibi, bir "ya tutarsa" gayreti içinde çok büyük bir servet kazanmanın yollarını arıyorlardı. Şirketin bu mali destekçileri Arnavutluk’taki  durumdan rahatsız oldular ve şirketten Arnavutluk'u bırakıp, böyle bir projeye peki diyebilecek  başka uygun bir yer bulunmasını talep ettiler.

Arnavutluk’taki  nikel cevheri dünyada en çok bulunan tipte (lateritik) bir cevherdir. Balkanlarda, başta Yunanistan olmak üzere, Sırbistan, Bosna, Hersek, Kosova gibi yerlerde ve Amerika, Afrika, Kuba, Filipinler, Avusturalya, Indonesia, Brezilya gibi  birçok ülkede yaygın olarak bulunmaktadır. European Nickel Şirketi Sırbistan’da Mokra Gora ve Lipovac bölgelerinde 2 maden yatağının haklarına sahipti. Arnavutluk'taki iş yatınca ilk akla gelen bunlar olmuştur.

 
Sırbistan'dan nasıl kovuldular?

Mokra Gora bölgesi, Turgutlu Çaldağı’ndan çok daha büyük bir rezerve sahiptir.
Şirket Genel Müdürü Simon Purkiss, 18 Kasım 2004 tarihli basın bildirisinde "Mokra Gora yatağındaki cevherin Çaldağı cevherlerinden çok daha çabuk solüsyona geçtiğini ve yatağın çok büyük gelecek vaad ettiğini ve çok iyi bir jeolojiye sahip olduğunu" söylüyordu. 

Ancak şirketin Sırbistan’daki bölge halkından gördüğü büyük tepki ve karşı koyuştan dolayı planlar burada da yürümedi. Hatta buradaki halkın karşı koyusu, silahlı bir tavra bile dönüşecek kadar ileri gitmiştir. Şarkıcı Goran Bregoviç, düzenlediği etkinliklerinde çevreci duyarlılığı yansıtan konserler de vererek, halkın karşı koyuşuna destek olmuştur.
 
Daha sonra Sırbistan Enerji Bakanlığı şirketten Bakanlığa müracaat etmesini ve bu müracaata ellerindeki iznin usulsuz olduğunu itiraf edip bu sebepten kendilerine verilen bu iznin  iptal edilmesini istemesini talep etmiştir. Şirket çaresizlik içinde bunu yapmıştır. Bakanlık da buna karşılık şirketin maden yatağı haklarını elinde tutmasına izin vermiştir. Ama "işletme izni" yoktur!

 
Bosphorus şirketi nasıl kuruluyor?

Bu durum karşısında Hamit Bitirici, “Niye Türkiye’ye gitmiyelim, bu işler orda daha kolay olur” diyerek deneme çalışmalarını yapmak için şirketi Türkiye’ye gelmeye ikna etti. 
Bu seçimi yaparken Türkiye’yi Arnavutluk ve Sırbistan’la karşılaştırdığımızda bu seçimin nedenleri olarak şunlar sıralanabilir: 
 
Çevreye  ve insan sağlığına duyarlık ve saygının az olduğu
 Bu konularda bilginin yetersiz olduğu
 Fakirliğin bol, yolsuzlukların çok olduğu...
 
Bu nedenler ve dolayısıyla şirketin kendi amaçları için ümitlendiği ortamlar Turgutlu'da vardır. Maalesef bu güne kadar elde ettikleri başarılar, Türkiye hakkındaki bu görüşlerini doğrulayacak niteliktedir.

Bugüne kadar neler olmuştur?
2002 Yılında İngiliz şirketi European Nickel ve Hamit Bitirici’nin Kayseri Pınarbaşı kazasında kayıtlı olan şirketi As Krom Madencilik, Turizm, İnşaat,  Nakliye, Sanayi ve Ticaret A. Ş., İstanbul’da Bosphorus Nickel Madencilik ve Turizm A.Ş. adıyla bir şirket kurarak Manisa-Turgutlu’daki Nikel madenlerinin  arama ve işletme ruhsatlarını bir şekilde ele geçirdiler. Daha sonra 13.01.2004 tarihinde European Nickel PLC sirketin bütün haklarını 3.9 milyon dolara satın alarak, sirket merkezini İzmir’e taşıdılar.

Önceleri Bosphorus Nickel Madencilik A. Ş. olarak Turgutlu'da faaliyet gösteren şirket, 2007 yılı Mayıs ayında ise isim değişikliği yaparak, Sardes Nikel Madencilik A. Ş. olarak faaliyetini sürdürme çabası içine girdi. Oysa
konu isim değil, kullanılan yöntemdir. Ancak, bu tür isim değişikliği yapması ve çevreye verecekleri zararlar dolayısıyla halktan çok fazla tepki görmemek içim genellikle yöre halkına sıcak gelen isimler altında çalışmayı tercih etmesi, yukarıda ilk olarak belirtilen neden dolayısıyla bu şirketin bir taktiğidir. Bunun daha önce bulundukları diğer ülkelerde de görebiliriz...

Peki As Krom Şirketi ne oldu?
Edindiğimiz bilgilere göre, bu şirket Kayseri Sanayi ve Ticaret Odası’nda hala kayıtlı. Ama şirketin muhasebecisi dahil hiç kimse Hamit Bitirici’nin nerede olduğunu bilmiyor. Araştırmalarımız sonunda Hamit Bitirici’nin, son olarak K. Maraşta kendi adını taşıyan bir şirket kurduğunu, bu şirketin halen K. Maraş Sanayi Odası’nda kayıtlı olduğunu öğrendik. Ama edindiğimiz son bilgilere göre, maalesef Hamit Bitirici yine kayıplara karışmış ve K. Maraş’ta dolandırıldığını iddia eden çok kimse onun izini bulma gayreti içinde.

 
 Neden Turgutlu Çal Dağı?
 

Yaklaşık 38 milyon ton olduğu saptanan Turgutlu Çal Dağı, kimi bilgilere göre Türkiye'nin en zengin nikel maden yatağı değil. Burasının seçilmesindeki asıl neden, tamamen maden işletmesi sırasında kullanılacak yöntem olan sülfürik asit liç yönteminde yatıyor.

Maden işletebilmenin çok ucuza getirilebilmesi için sülfürik asite ihtiyaç duyuluyor. Çünkü böylece üretim 1/4 oranında daha ucuza gelecek. Ve ayrıca kalitesiz Çin malı bir bir fabrikayla da tesislerde sülfürik asit ihtiyacını karşılayacak şekilde sülfürik asit üretimi de yapılacak. Sonuçta çok minik düzeyde bir yatırımla çok büyük düzeyde bir kâr elde etme peşinde koşulduğu yeterince açık. Bunun anlamı tek deyişle "emperyalist bir talan ve yağma"dır. Sonucu ise, topraklarımızı tam anlamıyla "korkunç bir çevre katliamı"nın beklediği
.

2007 yılı Şubat ayında, bu İngiliz Bopshorus şirketinin Genel Müdürü Simon Purkiss, Ankara'da YASED tarafından düzenlenen "Fırsatlar ülkesi Türkiye" adlı konferansa katılan, verilen akşam yemeğinde de Başbakan Erdoğan ile görüşen 6 yabancı şirket temsilcisinden biriydi. 

Başbakan Erdoğan
ile olan görüşmesinde, Turgutlu Çaldağı'ndaki maden işletmeleri için destek isteyen Purkiss, yapacakları çalışma hakkında "çevreye zararı olmayan, temiz bir teknoloji" tanımlamasında bulunuyordu. Ama bu tanım, kesinlikle gerçekleri yansıtmıyor. Çünkü kendileri için son derece ucuz olan bu sülfürik asit liç yöntemi, tamamen kirletilmiş bir doğa ve tüketilmiş kaynaklar demek olan korkunç bir çevre felaketi yaratacak potansiyele sahip. Zararları ise: 10 yıl sonra bölge halkına 38 milyon ton maden atığı ve üzerine tam 15 milyon ton asit yağdırılmış, bunun sonucunda artık kesinlikle kullanılamaz hale gelmiş milyonlarca dönüm tarım arazisi ve bir o kadar da yok edilmiş ormak alanı bırakılmış olacak. Bölgedeki su kaynakları kirletilmiş ve geriye kalan kurtulabilmiş tarım arazileri ise tamamen çoraklaştırılmış olacak. 

  Ne tür bir çevre katliamı söz konusu, tehlikeler nelerdir? 

 

Dolayısıyla, sorulması gereken soru şu:
Bu şirket çevre sağlığı konusunda bir "teminat mektubu" vermiş midir?
Yoksa herşeyi "teşvik primleri" ile mi sağladılar?
Aynı konferansta ayrıca şirket yöneticilerinden Sir David Logan da bulunuyordu. Sir David Logan, verilen akşam yemeğinde AB müzakerelerinde Başmüzakereci olarak bilinen Devlet Bakanı Ali Babacan'ın masasında yer alıyordu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Reha Denemeç ile uzun süre sohbet eden Logan, daha sonra cebinden çıkardığı kapalı bir zarf içindeki mektubu Devlet Bakanı Ali Babacan'a veriyordu.
Durumu fark eden gazetecilerin ısrarlı sorularına rağmen ne Babacan, ne de Logan mektubun içeriği hakkında hiç bir bilgi vermiyor, yalnızca "Türkiye'de en büyük ikinci İngiliz yatırımını Çaldağı nikel maden işletmesi olarak gerçekleştirecekleri"ni söylemekle yetiniliyordu.

Tabii bu mektubun içeriği halen bilinmiyor. Ama şöyle bir kaç soru akla gelebilir:
Bu mektupta, şirket tarafından katledilecek orman alanı için Orman Bakanı Pepe'nin sesini çıkarmamasının sağlanması için Babacan'dan bir ricada mı bulunuluyordu? 
Bunun için bir teşvik primi (!) vadediliyor muydu?

 
   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



İlginç bir olay

Turgutlu Çaldağı'ndaki nikel madeni çıkarma ve araştırma çalışmalarına ilişkin gerçekler, başından beri kamuoyundan gizlenmiştir. Yurttaşlar, tek kelimeyle ifade etmek gerekirse, asıl gerçekler kendilerinden saklanarak kandırılmaya ve uyutulmaya çalışılmıştır. 

3 Mart 2007 günü yaşananlar, bu ayrıntıyı yeterince anlatacak özellikte bir örnektir.

CHP Manisa Miletvekili Hasan Ören, Çaldağı'ndaki nikel işletmesinin çevreye vereceği zararlar konusunda TBMM'de uyarıda bulunarak, bu şirkete işletme ruhsatı verilmemesi konusunda ayrıca bir de 21 Aralık 2006 tarihinde 7/19753 sayı nolu yazılı soru önergesi verdi. Bunun üzerine de Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, maden arama bölgesinde inceleme yapacağını söyledi. Ancak önerge veren CHP Manisa Milletvekili Hasan Ören'e bölgeye 3 Mart 2007 tarihinde geleceği konusunda hiç bir bilgi verilmedi ve olaydan sadece AKP İl ve İlçe Başkanları ile İl Genel Meclisi üyeleri ve Turgutlu Belediye Başkanı haberdar edildi. Bakanın 3 Mart günü geleceğini bir şekilde öğrenen CHP Milletvekili Hasan Ören, Bakan Pepe'nin gelmesi beklenen saatte Çaldağı'na gidince, buradaki AKP'li yönetici ve temsilciler tarafından adeta baştan savılmak istenircesine, "Bakanın bölgeye gelmeyeceği, sadece helikopterle yukarıdan şöyle bir bakıp geçeceği" cevabını alıyordu. 

Anlaşılan, önerge sahibi milletvekilinden gizlice yapılması planlanan Çaldağı'ndaki teftişte özellikle "gizli" tutulmak istenen başka şeyler de vardı. Bu soruları da önergenin sahibi CHP 22. Dönem Manisa Milletvekili Hasan Ören, şöyle sordu: "Acaba Bakan Pepe, Bosphorus şirketi yöneticileri, AKP yöneticileri ve Belediye Başkanı ile gizli bir toplantı yapmayı mı planlamıştı? Ben önerge sahibi milletvekili iken bana karşı bu gizlilik ihtiyacı neden peki? Kimden, neyi saklamayı amaçlıyorlar? Başbakan veya bakanlar bir yeri ziyaret edecekleri zaman, tüm yetkililere, o partinin temsilcilerine ve o bölgedeki milletvekillerine mutlaka haber verilmesi gerekir. Bu bir devlet geleneğidir. Acaba Bakan Pepe'nin de her zaman uygulandığını çok iyi bildiği bu geleneğin neden bozulma ihtiyacı duyuldu? Oraya benim geleceğimi öğrenince Bakan Pepe gelmekten vaz geçtiyse, bu durumu daha vahim bir hale getiriyor, manzara daha da şüphe verici hale dönüşüyor. Eğer Bakan Pepe maden sahasına inmiş olsaydı, bölge halkı adına kendisine soracaklarım vardı..."

Bu konunun bu şekilde gelişmesi ve gerçeklerin gizlenmeye çalışılmasına ihtiyaç duyulmasının da başlıca bir kaç nedeni var. Bunların en başında gelen, Çaldağı'nda nikel madeni işletme yetkisi alan şirketin, maden çıkarma ve işleme sırasında kullanacağı yöntem ve madencilik yaparken uygulayacağı teknik ile ilgilidir. Öyle ki, bu yöntem nedeniyle bütün Gediz Havzası'nı "korkunç" bir çevre katliamı beklemektedir.

Okumak için tıklayınız: Ne tür bir çenre faciası söz konusu, tehlikeler neler?

Bir diğer neden ise, söz konusu şirketin kimliği ile ilgilidir:
Önceleri Bosphorus adı altında Çaldağı'nda nikel madeni işletme hakkı elde eden bu İngiliz şirketi bir hayli kötü imajı bulunan bir geçmişe sahip. 2003 yılından itibaren Turgutlu Çal Dağı'nda nikel işletmesi olarak hazırlık çalışmalarına başladıktan sonra, yöredeki ve özellikle Turgutlu'daki duyarlı çevrelerin gerçekleri fark etmesi ile gösterdikleri sert tepkilerin ardından isim değişikliği yapma ihtiyacı duydu. Önceleri Bosphorus Nickel Madencilik A. Ş. olarak Turgutlu'da faaliyet gösteren şirket, 2007 yılı Mayıs ayında ise isim değişikliği yaparak, Sardes Nikel Madencilik A. Ş. olarak faaliyetini sürdürme çabası içine girdi. Oysa 
konu isim değil, kullanılan yöntemdir. Ancak, bu tür isim değişikliği yapması ve yöre halkına sıcak gelen isimler altında çalışmayı tercih etmesi, yukarıda ilk olarak belirtilen neden dolayısıyla bu şirketin bir taktiğidir. Bunu da şirketin kimliği konusunu irdelerken daha detaylı olarak görebilirsiniz.

Bosphorus (şimdiki adıyla Sardes) hakkındaki bilgiler:

Bu bilgi neden önemli?
Bilginin önemi, söz konusu şirketin faaliyet gösterdiği her ülkede, kullandığı yöntem dolayısıyla bir çevre katliamına yol açacak olması nedeniyle en azından halktan gelecek tepkilerin en alt düzeyde tutulabilecek olmasını sağlamak için, yöre insanına sıcak gelebilecek isimler altında çalışmayı bir taktik olarak benimsemesinden kaynaklanıyor. 

Çünkü bu şirketin geçmişinde bilinmesi gereken çok önemli ve ilginç bazı gerçekler var. 
Bunlardan biri; nikel madeni çıkarma ve işletme sırasında sülfürik asit liç yöntemi kullanması ve bazı ülkelerde bu şirkete sülfürik asitle maden arama ruhsatı verilmemesi. Hatta bu şirketin Balkanlar'da maden arama bölgesinde çevreye verdikleri zarar nedeniyle halktan büyük tepki gördüğü için, 2005 yılında Sırbistan'dan kovuldukları bilgileri de yer alıyor.

Şirketin yöneticileri içinde en dikkat çekici isim ise Sir David Logan'dır. 
“Sir” ünvanı, bilindiği gibi, İngiltere’de Kraliyet ailesi tarafından bazı kişilere verilen bir asalet ünvanıdır. Bu unvan da David Logan’ın kimliğini anlamaya yeterli. Ama Logan’ın bir başka özelliği ise 1997-2001 yılları arasında İngiltere’nin Ankara Büyükelçisi olarak görev yapmasıdır. 2002 yılında da emekli olur olmaz, European Nickel PLC şirketinin yönetim kuruluna istihdam ediliyor. İngiltere'nin Türkiye Büyükelçisi olarak Ankara'da ve İstanbul'da görev yapan Logan'ın bilinmesi gereken en önemli özelliklerinden biri de "Kıbrıs'ın Rumlaştırılması" için ortaya koyduğu çabalardır. 

2001 yılında görev süresi sona erer ermez, 2002 yılında söz konusu şirketin yönetimine girmesi ve yine bu şirketin 2002 yılında Çaldağı nikel madeni işletme hakkını elde etmesi ne kadar da anlamlı ve ilginç bir rastlantı? Ve bu kadar önemli bir diplomatın Bosphorus Madencilik gibi küçük çaplı, paravan bir firmada istihdam edilmesi ne kadar da şüphe uyandırıcı? “Sir” unvanı da olan emekli bir büyükelçinin, Çaldağı’nda nikel madeni arayacak küçük çaplı bir şirketin yönetimine getirilmesini, kendisinin geçim sıkıntısı nedeniyle böyle bir işe son derece ihtiyacı olduğu ile açıklayamayacağımıza göre… Şirket tarafından (veya ardındaki diğer finans güçlerince) kendisinden diplomasi yoluyla önlerindeki engellerin kaldırılmasını sağlayacak bazı kapıların açılması için faydalanmak amacıyla boyle bir göreve getirildiği yeterince açık.

Sonuçta, 2007 yılı şubat ayında Ankara’da YASED tarafından düzenlenen “Fırsatlar Ülkesi Türkiye” konulu panelin bir gün öncesi akşam yemeği sırasında Sir David Logan'ın AB görüşmelerinde "Başmüzakereci" olarak bilinen Devlet Bakanı Ali Babacan'a verdiği mektup, bir deyişle Gediz Havzası'ın idam fermanı gibi bir anlam taşır hale geldi.

Ama işte burada bir başka gerçek, Bosphorus şirketinin ardındaki asıl kontrol mekanizmaları olan diğer büyük şirketlerin kimler olduğunun da bilinmesi gerektiği konusu ortaya çıkıyor. Çünkü şirketle bağlantılı olan dünyanın en büyük emperyalist şirketi ve Türkiye'nin bor madenlerinde gözü olan Rio Tinto ismi burada da yer alıyor. Ülkemizdeki bor madenlerini ele geçirme hedefindeki Rio Tinto, aynı zamanda Başbakan Erdoğan'ın 2005 yılında Avustralya'da bor madenlerimizi "gizlice peşkeş çektiği" anlaşmadaki dünyanın 2 büyük madencilik şirketlerinden biri olan BHP-Billiton şirketi ile de bağlantılıdır. 

Şili'de Allende rejiminin devrilmesinde de adı geçen Rio Tinto'nun asıl amacı, Türkiye'nin bor madenlerini eline geçirebilmektir. Bu nedenle de "rüşvet kanunu"nu hiçe sayacak kadar yan şirketlerine çalışma izni sağlanması için Türkiye'de bol miktarda "teşvik primi" dağıttığı da biliniyor. Bu primlerin kimlere ve nerelere dağıtıldığı tam olarak bilinmemekle birlikte, bilinen gerçek; dünyanın en büyük bor rezervinin Türkiye'de bulunduğu ve Rio Tinto'nun dünya bor rezervinin yüzde 70'ine sahip olan Türkiye'de bor madenlerini ele geçirmek istediğidir. BHP-Billiton'un aslında bor madenlerimizin peşinde olduğu da uluslararası belgelerde yer almaktadır.

Dolayısıyla, Sir David Logan gibi önemli bir diplomat ile bir başka yönetici Paul Lush gibi bir Rio Tinto çalışanının Bosphorus Madencilik gibi küçük bir firmada yönetici olarak istihdam edilmelerinin altında da, dünyanın en büyük bor rezervini ele geçirmek gibi bir amaç ve planın olduğu açıktır. Bu nedenle işe ilk olarak, yan veya paravan şirketlerine çalışma izni ve ruhsatı çıkarılması ve ardından da maden yataklarının yavaş yavaş ele geçirilmesi yolunun izlendiği görülebiliyor. 

Bosphorus şirketinin de Rio Tinto'nun yöntemini uygulayarak, Turgutlu'daki kimi kuruluş ve çevrelere bol miktarda çeşitli yardımlar yaptığı, Ankara'da da hükümet temsilcileri düzeyinde yaptığı çeşitli görüşmeler sırasında bu "teşvik primleri" konusunda bir hayli cömert davrandıkları da biliniyor.

 İlginç bir buluşma ve sohbet

2007 yılı Şubat ayında, bu İngiliz Bopshorus şirketinin Genel Müdürü Simon Purkiss, Ankara'da YASED tarafından düzenlenen "Fırsatlar ülkesi Türkiye" adlı konferansa katılan, verilen akşam yemeğinde de Başbakan Erdoğan ile görüşen 6 yabancı şirket temsilcisinden biriydi.

Başbakan Erdoğan
 ile olan görüşmesinde, Turgutlu Çaldağı'ndaki maden işletmeleri için destek isteyen Purkiss, yapacakları çalışma hakkında "çevreye zararı olmayan, temiz bir teknoloji" tanımlamasında bulunuyordu. Ama bu tanım, kesinlikle gerçekleri yansıtmıyor.

Dolayısıyla, sorulması gereken soru şu:
Bu şirket çevre sağlığı konusunda bir "teminat mektubu" vermiş midir?
Yoksa herşeyi "teşvik primleri" ile mi sağladılar?


Aynı konferansta ayrıca şirket yöneticilerinden Sir David Logan da bulunuyordu. 
Sir David Logan, verilen akşam yemeğinde AB müzakerelerinde Başmüzakereci olarak bilinen Devlet Bakanı Ali Babacan'ın masasında yer alıyordu. AKP Genel Başkan Yardımcısı Reha Denemeç ile uzun süre sohbet eden Logan, daha sonra cebinden çıkardığı kapalı bir zarf içindeki mektubu Devlet Bakanı Ali Babacan'a veriyordu. 

Durumu fark eden gazetecilerin ısrarlı sorularına rağmen ne Babacan, ne de Logan mektubun içeriği hakkında hiç bir bilgi vermiyor, onun yerine şirket Genel Müdürü Simon Purkiss, yalnızca "Türkiye'de en büyük ikinci İngiliz yatırımını Çaldağı nikel maden işletmesi olarak gerçekleştirecekleri"ni söylemekle yetiniyordu.

Tabii bu mektubun içeriği halen bilinmiyor. Ama şöyle bir kaç soru akla gelebilir:
- Bu mektupta, şirket tarafından katledilecek orman alanı için Orman Bakanı Pepe'nin sesini çıkarmamasının sağlanması için Babacan'dan bir ricada mı bulunuluyordu? 
- Bunun için bir teşvik primi (!) vadediliyor muydu?


Yukarıda anlattığım Çaldağı'nda yaşanan ilginç olayın bu mektup olayının geçtiği tarihten bir hafta sonraya rastlaması ne kadar da garip ama, değil mi?

Tıklayınız: Bu madencilik felaketinin yapılacağı yer olarak neden ve nasıl Turgutlu seçildi? 

Gediz Ovası'na hakim Çal Dağı'nda bu şirket tarafından nikel madeni işletme hazırlığı bölge halkında rahatsızlıklara neden oldu. Yapılması söz konusu olan çalışmalar ilk etapta Musacalı, Çampınar, Sarıbey, Temrek, Yakuplar, İzzettin, Musalar Yeniköy, Akköy ve Sinirli köylerini ciddi etki altına alıyor. Örneğin Çampınar köyü ile birlikte bir iki köy daha tarihlerinde ilk kez ciddi şekilde toprak kaymalarına maruz kaldı. Bütün bunlar, maden şirketinin daha deneme aşamasında yaptığı çalışmaların sonuçları. Bundan sonraki aşamada ise, 300 bin civarında ağaç kesilmesi ve orman alanlarının yok edilmesi sonucu daha ciddi ve endişe verici oranda toprak kaymalarının yaşanacağı kesindir. Çalışmaların sürmesi durumundaysa karşı karşıya kalınacak tehdidin boyutları çok daha büyük! Sorun sadece toprak kayması değil, tehlike tüm Gediz Havzası'nı yok edecek kadar ciddi ve büyük. Tehlikenin bu denli ciddi ve büyük olması ise, yapılacak olan nikel madeni ayrıştırma çalışmalarındaki sülfürik asit liç yönteminde yatıyor.

Tıklayınız: Sülfürik asit liç yöntemi nedir ve tehlikeleri nelerdir? 

Sülfürik asitle yapılacak olan nikel madeni çalışmalarında topraklarına tonlarca asit yağdırılması üzerine arazilerine, sularına, hayvan ve insan sağlığına büyük zararlar geleceğini öğrenen köylüler, bu konuda tepki göstererek şikayetlerini dile getirmişlerdi. Bu tepkiler, şirket yönetici ve temsilcilerinin "madende siyanür değil sülfürik asit liçinin kullanılacağı, havuzların geçirgenliğinin tamamen giderileceği, Turgutlu ve yöresinin ekonomik olarak kalkınacağı ve şirketin çalışmalarının süreceği 10-15 yıl içinde köylerinden 1000'den fazla kişiye de iş imkanı sağlanacağı" şeklindeki sözleriyle biraz yatışır ve kanar gibi olsalar da, Turgutlu'daki duyarlı ve bilinçli bir kamuoyunun kararlı mücadelesi, yeniden köylü yurttaşların uyanmasına neden oldu.

Öte yandan, Metalürji Yüksek Müdendisi Lütfü Tozar'ın da konuyla ilgili olarak yapmış olduğu araştırma ve yayımladığı rapor da şirket yöneticileri ve temsilcilerinin konu hakkındaki bu tür açıklamalarının doğruyu yansıtmadığını, asıl gerçeği halktan ve kamuoyundan gizleme çabası içinde olduklarını yeterli bir şekilde kanıtlıyor.

Lütfi Tozar'ın raporunu okumak için tıklayınız: Bir madencilik hikayesi ve gerçekler

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  




Bu madene neden karşı çıkmalıyız?

Yerel seçimler sona erer ermez Turgutlu’nun gündemine bu kez "Çaldağı’nda nikel araması yapacak şirket tarafından gerçekleştirilecek olan orman katliamı" konusu yerleşti. Turgutlu, şimdi 287 bin ağacın kesilmemesi için duyarlılığını yansıtacak tepkisini göstermeye hazırlanıyor. 

Orman katliamının önüne geçmek için asla sessiz kalınmamalı, 287 bin ağacın kesilmesine göz yummamalı, hatta bunu engellemeliyiz. Bu konuda gereken her şey kesinlikle yapılmalı. Bu konuda inisiyatifi ele alan ilçedeki Güçbirliği Platformu tarafından, ormanlık alanın yok edilmesini engellemek için bir dizi etkinlikler de hayata geçiriliyor. Örneğin, 18 Mayıs günü yapılan yürüyüş gibi. Yürüyüşe 3 bini aşkın bir katılımın olması da çok güzeldi.

Buraya kadar, çevre sorunlarına duyarlılık açısından gösterilen tepkiler ilk bakışta güzel görünüyor.  Yani yeterli duyarlılık var gibi. Ama ne yazık ki, birkaç yıldır yakından izlediğim kadarıyla, hala asıl sorun doğru şekilde ortaya konup da ifade edilemiyor. Çünkü başından beri konu dar bir çerçeveye sıkıştırıldığından, yaşanılacak çevre felaketinin ne denli büyük ve korkunç olacağı konusunda kamuoyunu yeterince harekete getirecek mesajlar da verilemiyor, Dolayısıyla da insanlar konuyu bu nedenle “ağaçların kesilip kesilmemesi sorunu” olarak algılıyor. 

Kamuoyuna dönük mesaj sadece “ağaçların kesilmesine izin vermeyiz” şeklinde ifade edince, verilmesi gereken asıl mücadele de dar bir kalıba sıkıştırılarak, konu ilçede bir “ağaç polemiği yaşanması”na dönüştü. Bu yanlışlık da şirket tarafından kendi lehlerine olabilecek şekilde çok iyi kullanıldı. Şirket tarafından “biz keseceğimiz ağaçtan daha fazlasını dikeceğiz” deyip Irlamaz civarına bilmem kaç bin ağacın dikildiğine ilişkin tabelalar astırıldı. Sonra seçim döneminde bu tabelaya Belediye Başkanı tarafından belediyenin ismi konduruldu. 

İnsanlarımız şimdi bir yandan “bu ağaçları kim dikti?”, bir yandan da “aslında kaç bin ağaç kesilecek, 200 bin mi, 250 bin mi, 290 bin mi?”  tartışması ile sorunun asıl can alıcı noktasını gözden kaçıracak polemiklerin içine düşüyor. Ayrıca konuyu bu dar kalıba sıkıştırma nedeniyle kamuoyu da konunun özünü kavrayamadığından, yanlış bir güdülenme içine düşüyor. Örneğin, “biz madene karşı değiliz, ama ağaçların kesilmesine karşıyız” gibi, gelecekte bugünkü çabaları boşa çıkaracak gelişmelerin tohumları da ekilmiş oluyor… 

Oysa söz konusu olan sadece 287 bin ağacın kesilmesi olayı değil. Asıl korkunç olan cevre felaketi ondan sonra başlıyor. 287 bin ağaçlık bir ormanın yok edilmesinin ardında, emperyalist bir şirketin büyük kar hırsı yatıyor. Hem de asla izleri silinmeyecek korkunç bir çevre felaketine yol açacak kadar gözü bir şeyi görmeyen tehlikeli bir yolla. Bu ağaç katliamı, gelecekte yaşanacak korkunç cevre felaketinin ilk aşaması, ilk adımı anlamını taşıyor. Bir orman alanının yok edilmesiyle Gediz Havzası için çok büyük bir çevre faciasının yaşanacağı bir kapı da açılmış olacak. 

Çaldağı nikel madeni için ruhsat almayı başaran İngiliz şirketi, şimdi de sülfürik asit liç yöntemiyle maden çalışması yapabilme yolunda önündeki engel olan 280 bin ağaçlık bir ormanı yok etmek için kolları sıvadı. Ağaçların kesilmesinin asıl nedeni bu.
Elbette bu orman katliamına karsı sessiz kalınmayacak. Ama buna neden karşı çıkıldığının doğru ve net olarak ifade edilmesi gerekli. Sorunu sadece ağaçların kesilmesine bir tepki şeklinde yansıtıp, böylesi bir dar kalıba sıkıştırmak ciddi bir hata olur. 

Burada aslolan, dünyanın hiç bir ülkesinde uygulanmasına izin verilmeyen sülfürik asit liç yöntemiyle maden işletilmesi, hiçbir ülkede işletme ruhsatı verilmeyen bir şirkete AKP Hükümeti tarafından ruhsat verilmesi ve bunun ardındaki emperyalist talan olayıdır. 

Konuyu yakından takip eden biri olarak, bir kaç noktada uyarmak istiyorum. Eğer gerçekten kamuoyunu eşit düzeyde bir duyarlılık çizgisine çekerek güçlü bir tepkinin örgütlenmesi sağlanmak isteniyorsa, o zaman öncelikle sapla samanı birbirinden ayırıp, sorunun özünü net olarak ortaya koymak gerekir. 

Bu konu da şöyle özetlenebilir:

1- Turgutlu’da yapılacak maden çalışmasında kullanılacak olan sülfürik asit liç yöntemine dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmemiştir.
2- Bu maden şirketi defolu ve mazisi kötü bir şirkettir. Bu şirket bazı ülkelerde çevreye verdiği zararlar dolayısıyla kovulmuştur ve bu nedenle dünyada hiçbir ülkede kendilerine bu yöntemle çalışma izni verilmemiştir.
3- Hiçbir ülkede işletme ruhsatı verilmeyen bir şirkete AKP Hükümeti tarafından izin verilmiştir.

Bu durumda sorunu doğru ifade edebilmek için tepkiyi asıl şu şekilde ortaya koymak gereklidir:

1- Orman katliamına kesinlikle izin verilmemeli ve engellenmelidir.
2- Sülfürik asit liç yöntemiyle bu tür bir maden arama çalışması yapılmasına karşı kesinlikle direnilmelidir.
3- Böyle bir maden şirketine ruhsat verilmesine karşı çıkılmalı, dünyada hiçbir ülkede çalışma izni verilmeyen bu şirkete izin verdiği için AKP Hükümeti kınanmalıdır.

Şimdi de Güçbirliği Platformu'nu şu sorulara cevap vermeye davet ediyorum:
1- Çaldağı'nda eğer bir orman olmasa ve dolayısıyla ağaçların kesilmesi söz konusu olmasaydı, o zaman bu projeye destek mi olacaktınız?
2- Sizin çevre anlayışınız sadece ağaçtan mı ibaret?

13 Mayıs 2009

 
   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   


Sancaklı aşireti

“Yürük” veya bugünkü söyleniş biçimiyle “yörük” sözcüğü, “yorimak” veya bugünkü söylenişiyle “yürümek” eyleminden türetilmiş bir isimdir. 

Bu deyim, daha çok hayvancılıkla uğraşan ve bu yüzden de hep göçebe bir yaşam sürdüren, bir yayladan bir yaylaya göçen (konar-göçer)
Oğuz Türkleri’ne ait ve onlar için kullanılıyor. (Meydan Larousse, Cilt: 12, Sf: 829) Osmanlıca’da ise, “yüğrük”; ‘çok ve çabuk yürüyen, hızlı giden’ anlamındadır.

Türkmenler de bu Oğuz boyundandır. “Yürümek” mastarından türetilen “yürük” veya “yörük” (yöğrük) adı da, göçebe Türkmenler için, onların göçer topluluklar olduklarını anlatabilmek ya da yerleşik yaşam sürdüren Oğuz boylarından diğer  yerleşik Türkmenler’den ayırabilmek için kullanılmış. (Örneğin; Kazak’lar, Orta Asya’daki göçebe Türkler için Türkmen, yerleşik hayat sürenlere de “yerleşik” anlamına gelen “Sart” diyor.)
Kaşgarlı Mahmut da, Oğuz Türkleri’ne “Türkmen” der.

Dolayısıyla, “yörük” denilince Türkmen ve “Türkmen” denilince de Oğuzlar’ın göçebe boyları akla geliyor. Bu göçebe yörüklerin kabile ve guruplarına da “boy” veya “oymak” deniliyor. Genellikle konakladıkları yerlerde kıl veya keçe çadırlarda yaşayan yörüklerin yanı sıra, zamanla yerleşik yaşama geçip tarıma yönelerek toprağa bağımlı hale gelen, köy ve benzeri yerleşimler kuranlara da rastlanılıyor. Ancak bunlara da, geldikleri köken ve sürdürdükleri bazı gelenekleri nedeniyle “yörük” denilmeye devam ediliyor. Bu nedenle de yörükler; çadırlarda yaşayan, hayvancılıkla uğraşanlar ile köylerde yaşayanlar veya değişik zamanlarda da “göçebe yörükler” ile “yerleşik (köylü) yörükler” diye sınıflandırılmaya başlıyor. 

Yani; zamanla Türkmenler göçebelikten tamamen yerleşik yaşama geçmiş olsalar da, geldikleri köken ve sürdürdükleri bazı gelenekler nedeniyle, göçebelik ortadan kalksa bile, kendilerine geçmişte yakıştırılan “yörüklük” sıfatı baki kalıyor. Özellikle XV. Yüzyıldan sonra, Batı Anadolu ve Rumeli’deki göçebe boylarına genel olarak “yörük” adı verilir. Doğu’daki diğer kabileler ise, Türkmen adıyla anılır.

Meydan Larousse’de “yörükler” için “yeniçerilere eşlik eden yaya asker bölüğü” ve “yörük sancağı” için de “savaşlarda düşmana saldırı için ayrılan müfrezenin bayrağına verilen ad” tanımlamaları yapılır. (Meydan Larousse, Cilt: 12, Sf: 829)

Sancaklı Yörükler

Benim dedem de, “yörük” kökenli olduğumuzu söylerdi. (Zaten Turgutlu’nun yerlileri de hep yörük kökenlidir.) Ancak dedem, hatırladığı kadarıyla kendi dedelerinin “göçebe yörükler”den olmadığını söylerdi. Çadırlarda yaşamazlarmış ve yerleşik yaşama geçenlerdenmiş.

Söylediğine göre; dedelerinin mensup olduğu yörük aşiretine “Sancaklı aşireti” veya “Sancaklı yörükleri” deniliyordu. Bu Sancaklı yörükleri de, Manisa yöresinde yerleşik bir yaşam süren bir Türkmen (yörük) gurubunun adı. Anılarını anlatırken, bazen mensubu olduğu aşireti tanımlama ihtiyacı duyar ve kendisinin soylu bir ailenin evladı olduğunu da kimi zaman şu sözlerle vurgulamaya çalışırdı: "Benim dedelerim, gittikleri her yere Fatih Sultan Mehmet'in sancağını taşırlardı..."

“Sancaklı” adını almalarının da ilginç bir öyküsü var...

Manisa, Selçuklu beylerinden Saruhan Bey tarafından 1313 yılında Bizanslılardan alınmıştı. Saruhan Bey, daha sonra burayı kendi beyliği olan Saruhanoğulları’nın başkenti yaptı. Saruhanoğulları’ndan sonra da Manisa Osmanlılar’ın eline geçti. 1390 yılında Yıldırım Beyazıt Manisa’yı almış ve bundan sonra da Manisa, Osmanlıların ilk vilayeti olmuştu. İlk vilayet olması dolayısıyla da, Osmanlı Devleti burayı şehzadelerin eğitimine ve yaşamına tahsis etmişti. Şehzadelerin eğitim ve yaşamlarını burada sürdürmeleri nedeniyle de, Manisa “şehzadeler kenti” diye anılmaya başladı. Dolayısıyla, Padişah 2. Murat’ın oğlu Şehzade Mehmet (Fatih Sultan Mehmet) de şehzadelik dönemini Manisa’da geçirmişti.

Anadolu Birliğinin henüz sağlanamamış olduğu ve Osmanlıların Anadolu’da varlığını sürdüren diğer beyliklerle de zaman zaman çatışmalarının yaşandığı bir dönemdi bu. Şehzade Mehmet’in sancağına katılan bu aşiret, böylelikle Osmanlı padişahına ve devlete bir bağlılık sembolü ve diğer beyliklerden yana olmadığının da bir ifadesi olarak gittikleri her yere de, Şehzade Mehmet’in sancağını taşıyordu. Kendilerine bu nedenle “Sancaklı aşireti” veya “Sancaklı yörükleri” denilmeye başlandı.

Bu yörük aşiretinin Osmanlı sancağını taşıması başka açılardan da anlamlı. 

Osmanlı Devleti’nin kurucusu olan Osman Bey ve babası Ertuğrul Bey’in aşireti de Oğuz Türkleri’ndendir. Ama Oğuzlar’ın ”Kayı” boyundan olarak bilinir ve ‘Oğuz Türkleri’nin Bozoklu Kolu’nun Kayı Boyu’ndan olarak tanımlanırlar. Türkmenler de Oğuz Türkleri’nin bir kolu olmasına rağmen, bir başka boy ve oymaktandırlar.

Anadolu da uzun zaman (Beylikler döneminde) bu boy, oymak, aşiret veya beyliklerin kendi aralarındaki çatışmalarına sahne olmuş, çok kardeş kanı akmıştır. Ta ki, “Anadolu Birliği” sağlanıncaya kadar...

İşte bu nedenle, farklı aşiret veya oymağa mensup olan küçük bir yörük (Türkmen) gurubunun Osmanlı Devleti’ni tanıması, aynı zamanda Kayı boyunu da tanımak anlamına geliyor ki, uzun yıllar hem Selçuklu, hem de Osmanlılar döneminde herhangi bir otoriteyi tanımamak için direnen Türkmenler açısından bu durum anlamlıdır. Ve bu anlam nedeniyle de, devleti tanıyan bu gurubu diğerlerinden ayırmak için, bağlılıklarının bir nişanı olarak, sancak altına girmesi zorunluluğu getiriliyordu...

Dedemin atalarının mensup olduğu yörük gurubu da, Manisa yöresinde yerleşik yaşam sürdüren  veya buraya “yerleştirilen” bir gurup olduğundan, o zamanlar Osmanlıların henüz “asi” olarak gördüğü Türkmen (yörük) guruplarından farklı bir özellikteydi ve devlet iradesini tanımaktaydı. Diğer asi yörük guruplarıyla da bir ilgisi yoktu. Bunun bir ifadesi olarak da, Osmanlı padişahının Manisa’da bulunan oğlu Şehzade Mehmet’in sancağına girmişlerdi.

Bugün da Manisa’ya bağlı, Manisa yakınlarında yalnızca yörüklerden oluşan “Sancaklı” adıyla anılan, Sancaklı Bozköy gibi köyler vardır...

Okumak için tıklayınız:  Sessiz Gazi 




0 Yorum - Yorum Yaz

İsyan ve direnişin kasabalaştırdığı yer


Köyden bucağa, bucaktan kasabaya...

“Şeyh”, “derviş”, “imam” ve “ögretmen” gibi sıfatlara ulaşmış bir kişilik ve karakter olan Tur’ud’un liderliğini benimseyen ve onun bilge kişiliği ile karekterini kendilerine bir ögreti ve felsefe kabul eden kuşakları, doğal olarak “barışsever” bir topluluktu. Bu yüzden, zamanla yeni göçler de alarak büyüyüp gelişen bu yerleşim, Dalbahçe vb. gibi yerlere de dağılarak yeni yerleşimler ve köy veya köycükler de oluşturur...

Osmanlı padişahları Kanuni Sultan Süleyman (1520-1566)’ın 1531’de ve 3. Murat (1574-1595)’ın da 1575’de yaptırdıkları yazımlarda Manisa’ya bağlı Yengi bucağının “Turudlu” yerleşimi kaydı vardır. 1531’de Aydın eyaletinin Saruhan sancağına bağlı olan Manisa kazasının Yengi, Palamut, Doğanhisarı ve Çansa nahiyeleri, 1575’te de Belen, Emlak, Palamut, Yengi ve Yuntdağı nahiyeleri olduğu bilinmektedir. Bu tarihlerde “Turudlu” adıyla bir nahiyeden söz edilmemektedir. Bunun nedeni de, bu köyün, bir Türk yerleşimi olarak Saruhan sancağına bağlı olarak yönetim altına alınan Manisa kazasına ve köy yerleşimi olarak da Yengi nahiyesine bağlanmış olmasıdır. Yengi nahiyesi; Manisa’nın doğusunda, Gediz Ovası’nın güneyine doğru ve Kemalpaşa (eski adıyla Nif) ovasının ağzında yer alırdı. (Döndü Şengel - Cumhuriyetin İlk Yıllarında Turgutlu, Sf: 4)

1654’te, Sultan 3. Mehmet devrinden itibaren Valide Sultanlar Hass’ına dahil edilen yöremizdeki bu yerleşim, zamanla büyüyüp gelişmesine paralel olarak 1660 yılında da Yengi’den nahiye ünvanini almıştır. 

Ama bundan önce de, Celali İsyanları sırasında köy halkının bu isyandan kendilerini korumak amacıyla, eski çaglardan kalma surları onarıp genişleterek yerleşimi “berkitilmiş” bir hale getirmeleri, zamanın Saruhan Sancak Beyi’nin adamlarınca yıktırılmak istenmesine karşin, direniş gösterip, devrin padişahına gönderdikleri dilekçe ile surların korunmasının sağlanması başarısını elde etmeleri dolayısıyla, bu galibiyeti çagristiran bir anlamda Zafer İstihkamı anlamında, “Yengi Kasabası” adını almıştır. 
   
Yöremizdeki Türk yerleşimi böylesi bir niteliğe ulaşmasının ardından da, Yengi nahiyesi buraya bağlanmış, Manisa Kadısı’nın 21 Mart 1610 tarihli hükmünde de bu yöreye her pazartesi günü haftalık pazar kurulması kararı alınmasının ardından Yengi adı da unutulup, sadece “Kasaba” adıyla anılmaya başlamıştır.
 

Celali isyanlarının yöremizdeki etkileri:

16. yüzyıldan 17. yüzyılın sonlarına kadar devam eden ve tüm Anadolu’yu kasıp kavuran bu isyanların, doğal olarak yöremizde de etkileri görülür. Özellikle 1608 (bazı kaynaklara göre 1603) yılında, Kalenderoğlu Mehmet, Manisa’yı 7 ay boyunca işgal altında tutar. Ancak Sultan 1. Ahmet ve Kuyucu Murat Paşa tarafından, Ankara’nın Sancak Beyliği’nin kendisine verilmesi ile Manisa’dan çikarilmasi başarılabilmiştir. 
 
Bu yıllarda Kırkağaç yağmalanmış, Saruhanlı’da başlayan sipahi hareketleri alevlenmiş, Manisa ve yöresi de kuşatılmıştı. Kırkağaç’ı basan 2 bin kişilik isyancı grup, daha sonra Kula’yı da kuşatmış, Kula ve köyleri yağmalanıp ateşe verildikten sonra, Akhisar, Alaşehir ve yöre köyleri de aynı şekilde basılarak tahrip edilmişti. 

Bu sırada halkın merkeze yolladığı şikayetlere karşi, saraydan verilen yanıt; “Manisa askerinin seferde bulunması dolayısıyla, bu isyancıların kuşatmalarına engel olunamayacağı ve halkın birleşerek hep beraber bu isyancıları yola getirmesi gerektiği” şeklindedir. Sarayın acizliği ve halkın da yağmalara karşi savunmasız ve çaresiz kaldığı bu ortamda, Saruhan Sancağı’nın bir bütün olarak çok zarar gördüğü bilgileri yer alır...

İsyan ve direnişin kasabalaştırdığı yer
İşte bu ortamda, yöremizdeki halkın bulabildiği tek çözüm yolu; saldırılardan ve yağmadan korunabilmek ve kendilerini savunabilmek için, Lidya uygarlığı zamanında, Troketta diye anılan antik kent çevresine, eski Bizans döneminde stratejik konumu dolayısıyla tahkim etmek üzere yaptırılan tarihi surları onararak, kendilerini ve yerleşimlerini de savunabilecekleri şekilde genişletmek olmuştur. Bu çözüm etkili de olmuş olmalı. Çünkü bazı kaynaklarda, zamanın Saruhan Sancak Beyi’nin isyancılarla dayanışma içinde olan adamlarınca bu surların yıktırılmak istendiği de belirtilmektedir...

Yöre halkı, kendilerine savunma için bulabildikleri yegane çözüm olarak gördükleri tarihi surların Saruhan Sancak Beyi’nin adamlarınca yıktırılmak istenmesi kararına karşi direniş gösterir. Bir dilekçe ile saraya başvurarak, Sultan 1. Ahmet’ten köylerinin etrafındaki bu surların yıkılmasının engellenmesi istenir. Ve sarayın verdiği yanıtla birlikte, 13 Mart 1609 tarihli hüküm ve fermanı ile, bu surların yıkılması önlenmis olur.

eski kale duvarlari

Lidya döneminde kurulan Troketta'ya ait olduğu sanılan eski kale duvarları

Saruhan Sancak Beyi’nin kararına karşi direnen halkın, bir anlamda kazanmış olduğu bu “zafer” (ya da yengi) nedeniyle de, yöremizde “Turud aşireti”nin yerleşip zamanla yayıldığı bu yerleşime, bu utku ve galibiyet anlamına gelen, bir anlamda “Zafer İstihkamı” diye çagrisim yapacak olan “Yengi Kasabası” da denilmeye başlar.

Etrafındaki surların onarılıp genişletilmesi ve sarayın da bunu resmi olarak onaylaması sonrasında, “berkitilmiş” bir nitelik de kazanılmış olduğundan ve çevredeki küçük köycüklerde yaşayanların da isyancıların yağma ve baskınlarından korkup güvenli bir yer olarak bu yöreye sığınmaları şeklinde de gerçekleşen göçler sonucu nüfus olarak da bir hayli artan bu yerleşim, artık bir “köy” statüsünden de çikarak, “nahiye” konumuna ulaşir. 

21 Mart 1610
tarihinde de, Manisa Kadısı’nın bir hükmüyle, “haftanın her pazartesi günü haftalık pazar kurulabileceği” belirtilmiş ve bu hükümde de yörenin adı “Kasaba” olarak belirtilmiştir.  Düzenli bir pazar kurulması olayı, burayı daha da işlek bir hale getirir ve diğer nahiyelere göre nüfusunun daha da artarak, gelişip kentleşmesine etken olur. 

Bu pazar yeri hakkında şunlar söylenir: “Turgutlu’nun, yakınında bir pazar yerinin kurulduğu ve bugün olmayan Gökçeağaç adlı köyle birlikte anıldığı görülen Yengipazarı’nda, pazar yeri olmanın kazandırdığı ticari olanaklar yanında, tarımın da önemli bir yeri vardı.... Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde Tahılpazarı, Loncaların yerinin Piyaleoğlu Camii’nin adını bile değiştirterek Pazar Camii dedirten ünlü Yengipazarı bu yerdedir.”  (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 161, 162) Bundan sonra da, bağlı bulunduğu Yengi bucağından ayrılarak, ayrı bir nahiye haline gelen yöremizdeki bu yerleşim, Yengi’nin de kendisine bağlanması suretiyle, Yengi bucağı merkezinin de yerini alarak, zamanla artık sadece “Kasaba” adı ile anılmaya başlar...
 
Yani; tüm Anadolu’yu kasıp kavuran isyanların yaşadığımız yöredeki etkilerinden birisi, adını Osman Bey’in nihakını kıyan Şeyh Tur’ud’un kurucusu olduğu aşiretten alan yöremizdeki yerleşimin göçler dolayısıyla büyümesi ve yöre halkının da direnişi sonucunda da “kasaba”ya dönüşmesi sonucunu yaratmıştır...
 

Tarihin büyüttüğü yer...

Evliya Çelebi’nin, 10 ciltlik ünlü eseri Seyahatname’nin 9. cildinde, yöremize gerçeklestirdigi 1671 yılı Temmuz ayı ortalarındaki gezi ile ilgili anlatımları, bir çok konuya ışık tutabilecek niteliktedir. Evliya Çelebi, bu geziyi Urganlı ılıcalarından sonra, Urganlı-Kasaba arasındaki eski tarihi yolu (ünlü Kral Yolu veya Kervan Yolu) izleyerek gerçekleştirir. Önce Gölmarmara’dan Urganlı ılıcalarına geçen Evliya Çelebi, ardından Gediz Nehri’ni kuzeyden güneye atla geçerek, 300 haneli ve camili olduğunu belirttiği Karaitli köyüne varır. “Bugün bu köy yoktur. Sadece yıkılmış bir hamam kalıntısı vardır...” Buradan ulu bir yaylanın eteğinde, bağlı, bahçeli, ab-ı hayatlı  camii ve hamamı olan, Temmuz ayı ortalarında halkın çiktigi “Yayla” köyüne ulaşiyor. Yöredeki yerleşimin de, bundan 1 saat uzaklıkta, batıda, düz bir ovanın ortasında ve Gediz Nehri’ne yakın olduğunu yer olarak belirtiyor.

“Gencerpınarı’nın varlığı ve nitelikleriyle, asıl adı “Oba yolu” iken, halkın dilinde “Ova yolu”na dönüşen, kentin bugünkü kanalizasyon kolektörünün bir bölümünün geçtiği ‘Sulu sokak’taki evlerin ahşap motiflerle süslü saçakları ve bu yolun ‘sokak’ olarak adlandırılması, bu eski Anadolu tipi evleriyle birlikte, Evliya Çelebi’nin “Gediz’e yakın, düz bir ovanın ortasında” olarak belirlediği şehrimizin ilk kuruluş yerinin Gürköy, Gencerpınarı ile yöredeki tımarlarda olması daha akla yatkın, mantıklı bir tahmin ve oranlama gibi görünüyor.  
 
Eski yerleşimin ilk mahalleleri Menteşbaba, Küllük ve Dutluçarşi mahallelerinin yapımında kullanılan kerpiçler için alınan toprakların yerlerinde, eski Tabakhane’nin güneyinde yer alan çukurlarla, Hacı Zeynel mescidinin kuzey doğusunda gölcükler oluşmuştur. Eski Tabakhane’nin güneyindeki çukur tarlalarla, sonradan doldurulup üzerine evler yapılan göl yerleri de, (Feridun M. Emecen - 16. Yüzyılda Manisa Ka-zası, Cilt: 3, Sf: 736) ilk yerleşimin Gediz Ovası’na serpiştirildiği ve bu yerleşimin daha sonraları diğer küçük köy ve köycüklerle beraber birleşik bir merkez ünite haline dönüştüğü ve ilk yerleşimin Gencerpınarı-Gürköy (*) civarında olduğu savını doğruluyor... 

Daha önce belirttiğimiz gibi, 1531 ve 1575 yıllarındaki yazılımlarda “Büyük Yayla, Bostancı, İsmailli, Hediyeler, Azizli, Gürköy, Kasımlı (Kısmalı olabilir) ve Yengi-pazarı adlı yerleşim yerlerinin Tur’udlu Hass ünitesine bağlı oldukları ve buralara Türkmen yörüklerinin yerleşerek Kasaba’yı oluşturdukları, bunlardan Beypınarı (Ulupınar) kuyusunun bulunduğu Azizli’nin en büyük, camili, hamamlı, ve etrafı bağlık, bahçelik olup, yazın sıcak aylarında yöre halkının Büyük Yayla’ya taşindıkları Evliya Çelebi’nin Seyahatname'sinde de açıklanıyor.  

"...1531 yazımında, toplamı 290 hane ve 71 mezradan oluşan köyün (Tur’udlu) nüfusunun 44 yıl içinde daha da kalabalıklaştığı, 1575’de yazılımlarda da 5 mahalleyi bulduğu görülmüştür. Bu mahallelerin adları ve hane sayısı şöyledir: Camii Cedit (Şimdiki Albayrak mahallesi): 199 ev, Menteş Baba mahallesi: 44 ev, Yeni Mescit mahallesi: 61 ev olmak üzere toplam 989 hane olduğu ileri sürülür.” Yerleşimin en hareketli yeri olan ve “Turudlu Çarsi” olarak tanımlanan bugünkü Albayrak mahallesinde yer alan semt ise; zamanla halk tarafından “Dutlu Çarsi” şekline dönüştürülmüştür. “Yöreye bu adı verecek hiç bir dut ağacı yoktu. Onun yerine, yüzyıllar boyu yaşamış , kovuğuna hasır sererek üç kişinin oturabildiği büyük bir çinar ağacı vardı.” (Opr. Dr. M. Niyazi Dinçsoy - A.g.e., Sf: 171) Dolayısıyla bu çarsi adını “dut”tan değil, “Turud”dan almış ve zamanla halk dilinde yuvarlanarak bu şekle dönüşmüştür.  

1595 yılında meydana gelen büyük depremde, Urganlı, Hamzabeyli, Azizli köylerinin tamamen battığı, Manisa’da Gediz köprüsünün yakınlarında karasulu bir kaynağın oluşması nedeniyle, Sultan 2. Süleyman tarafından, yöremiz halkının tüm vergilerden affedildiği, bunun üzerine de Albayrak ve Özyurt mahallelerinin sınırları içinde kalan Çukurbahçe’den yapılan kerpiçlerle (burasının alınan topraklarla çukurlastigi ve bu nedenle bu adı aldığı anlaşilmaktadır) inşa edilen, başta “Konak” adı verilen Devlet binaları olmak üzere, Hakim, Şerif, Kaza, Karakol, Müftü, Askeri Kışla, Nakip, Kethüda, Voyvoda binalarının da bulunduğu yerler, “Turudlu Çarsi” ya da oraya komşu yerlerdir. Samanpazarı’na kadar olan dağınık yerleşim alanlarının araları da zamanla doldurulmuş ve kent 120 yıl içinde büyümüştür. 

Evliya Çelebi’nin yöreye 1671 yılı yazında yaptığı gezide anlattıklarına göre ise, kentin o zamanki yıllarda “Samanpazarı” semtine kadar yayıldığı anlaşilıyor. 17. yüzyıla kadar köy statüsünü taşidığı görülen yöremizdeki yerleşimin, Kasımlı, Gürköy ve Yayla yerleşim yerleriyle birlikte bir “Hass ünitesi” oluşturarak Padişah hassları’na karıştığı, bugün birer tımar olarak bilinen bu yerlerden Gürköy’ün hala bir köy sıfatıyla anılması da Turudlu’nun köyden bucağa, bucaktan kasabaya doğru, tarihsel olaylar ve gelişmelerden de etkilenerek gösterdiği gelişimi destekler nitelikteki diğer örneklerdir...

17. yüzyılın başlarındaki isyanlar, görüldüğü gibi, isyanların etkisiyle talanlardan kaçan yöredeki halkın başka yerlere göçmesi sonucu, tımarların birleşerek yeni yerleşim yerlerinin kurulmasını da oluşturmuştur. Bu gelişmelere karşilık yöredeki gücünü pekiştirmek ve korumak isteyen Osmanlı Devleti, yeni yerleşim yerleri de oluşturmaya ve bazı yerleşim yerlerini de yeni nüfuslar getirterek güçlendirme, bir anlamda tahkim etmeye yönelir.

19. yüzyılda Turgutlu...

Evliya Çelebi, Seyahatname’de yöremizin adından “Tur’udlu” olarak söz eder. Ancak, o yıllarda yöremizle ilgili “Kasaba” adı genel bir ad olarak kullanılmaya başlamıştı da... Ve “Kasaba” adı, 19. yüzyıl başlarına kadar da genel bir ad olarak bilinmekte ve söylenmekteydi. Bu devre kadar “Kasaba” olarak anılan şehrimiz, Osmanlı tarihinde çok önemli bir yeri olan, Gülhane Hattı Hümayun’u diye de bilinen “Tanzimat” döneminden (1839) itibaren, “Kasaba-i Turgutlu” (Turgutlu Kasabası) olarak da anılmaya başlamıştır. Genç yaşta tahta çikan Sultan Abdülmecid ve sadrazam Mustafa Reşit Paşa, bu dönemde pek çok yenilik getirecek bazı reformist uygulamalara yönelmişlerdi. Tanzimat’ın getirdiği yeniliklerden yöremizin etkilenişi ise ilk etapta idari statüsünün resmileştirilmesi ve artık “Kasaba” yerine “Kasaba-i Turgutlu” diye anılması olmuş...

Ne var ki; bu adın çok uzun gelmesi dolayısıyla olsa gerek, zamanla yine kolay olan eski adıyla “Kasaba” olarak anılması devam etmiş... Daha sonra ise; 1862’de İzmir-Kasaba Demiryolu’nun yapımına başlanmış, yol 1866’da işletmeye açıldığında da, istasyona “Turgutlu Kasabası” diye yazılmasının uzun gelmesi dolayısıyla yine bu adın “Kasaba” olarak yazılması sonucu, bu ad artık iyice benimsenen ve kanıksanan bir ad haline de gelmiş...


(*) Gürköy: Kör köyü “Köyün kuruluş tarihi Saruhanoğullarına kadar uzanır. Köyde bu aileye ait bir çiftlik vardır. Burası daha sonra 2. Bayezit  tarafından Manisa’daki “Aynıalibaba Zaviyesi” vakfına bağlanmıştır.” ( Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 160)


Vadedilmiş topraklara geliş


Alphonse de Lamartine'in, Osman Bey’in Şeyh Tur’ud’a verdiği sözle ilgili olarak “Ondan sonra gelen hükümdarlar, dedelerinin bu borçlarını, Saruhan Sancağı’ndan da yer vererek kat kat ödediler” (Alphonse de Lamartine - Osmanlı Tarihi, Cilt: 1, Sf: 38) şeklindeki anlatımı işte bu dönemdeki süreci tanımlamaktadır. Çünkü, 1390 yılında Saruhanoğullarından alınarak Osmanlıların ilk vilayeti olan ve sonrasında Saruhan Sancağı’na bağlı bir vilayet olarak yönetilmeye başlanan, şehzadelerin eğitimi ve yaşamına tahsis edilerek “Şehzadeler Kenti” diye tanımlanan Manisa ve yöresinde, bu bazı "ayrıcalıklı" yerleşimlerin Osmanlı Devleti için bir “öncelikli tercih” olarak görüldüğü de buraya kadarki gelişmelerden anlaşilmaktadır. 

Osmanlılar, bu yerleştirmelerde soyluluğa da önem vermişlerdir. (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi, Cilt: 1, Sf: 186) Bu bazı "ayrıcalıklı" yerleştirmeler sırasında,
2. Murat, dedesi Osman Bey’in vadettiği sözü de hatırlayarak, Şeyh Tur’ud’un aşiretinden o dönemki kuşaklarından bir bölümünün istekleri üzerine, Lamartine’in kitabında belirttiği gibi, “Saruhan Sancağı” olarak tanımladığı Manisa bölgesine, yani yöremize yerleştirir. Kronolojiye göre, bu dönemde aşiretin başinda büyük olasılıkla Şeyh Tur’ud’un torunlarından biri vardır. Ve 2. Murat, Tur’ud aşiretinin kalan kuşaklarının bir kısmının istekleri üzerine, resmi kayıtlara göre 1442 yılında, yöremize yerleşmelerini sağlar.  

Bu aşiretin yöremize geliş şekli ve yerleştirilmesindeki anlam ve yöntemin diğer yerleştirmelerden farklı olduğu görülüyor. Bu dönemki yerleştirmeler, genellikle “sürgün” anlamında ya da
Osmanlıların baskı ve zorlamasıyla gerçekleştiriliyordu. Anadolu’nun henüz tam anlamıyla Osmanlıların hakimiyeti altında olmadığı bu dönemde, Osmanlıyı tanımayan, vergi vermeyi reddederek bağımsız ve özgür yaşamı tercih edip, göçebe yaşamı terketmeyen Türkmen grupları, bu anlamda Osmanlıların en çok başinı ağrıtan sorunlardan birini oluşturuyordu. Osmanlıların bu asi Türkmen gruplarına karşi bu dönemde yürüttüğü politika da genellikle “göçebeyi yerleştirme” veya “sürgün” yoluyla  yerleşik yaşama zorlama şeklindeydi. Böylece toprağa bağımlı hale getirilerek üzerlerinde bir devlet hakimiyeti kuruluyor ve vergilendiriliyorlardı... Ama “Tur’ud aşireti”nin yöremize yerleştirilmesinin ise, bu politikanın tamamen dışında bir anlayışla, çok özel ve anlamlı bir şekilde gerçekleştiği görülüyor...

Bugünkü ilçenin kurucusu olacak olan bu aşiret, bir sürgün veya zorla yerleştirme değil, daha çok Osmanlı Devletinin kuruluşu öncesinden beri süregelen bir dostluk ve buna ilişkin bir minnet göstergesi olarak, anlamlı bir olaya dayalı verilmiş bir sözün yerine getirilmesi şeklinde “vadedilmiş topraklar”a yerleştirilmelerinin sağlanması biçiminde gerçekleştirilmiş...

Kısacası; bilinmesi gereken şudur:
Yöremize yerleşen ve adını veren aşiret, başında Turgut Bey'in bulunduğu ve tarihte "Turgutoğulları" veya "Turgutlular" olarak bilinen oymak ya da aile değildir. Yöremize yerleştirilen ve adını veren bu aşiret, hem batı tarihçilerinin hem de Osmanlı tarihçilerinin arşivlerde yer alan yazılarında olduğu gibi, Osman Bey ile Mal Hatun'un nikahını kıyan, Şeyh Edebali'nin müridlerinden, adının "Tur'ud" olduğu özellikle vurgulanan derviş ve aşiretidir... Ve yöremize yapılan bu yerleşim, diğerlerine yapıldığı gibi bir sürgün veya cezalandırma anlamında değil, vaadedilen bir sözün yerine getirilmesi (bir anlamda da ödüllendirme) gibi bir anlamı taşımaktadır.

Vadedilmiş topraklara geliş ve yaşam

Yöremize gelen aşiretin de bir “göçebe” değil, yerleşik yaşam sürdüren bir “yerleşik” (sart) aşiret olduğunu da önceki bölümlerden anlıyoruz. Dolayısıyla, 1442 yılında yöremize gelen bu Türkmen aşiretinin yerleşimi, bir sürgün veya zorlama şeklinde değil, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in verilmiş olan sözü üzerine Şeyh Tur’ud aşiretinin “vadedilmiş topraklar”a yerleştirilmesi şeklinde ve bir ödüllendirme anlamında yapılmış. Bu vadedilmiş toprakların, yani yöremiz topraklarının verimi ve bereketi de göz önünde bulundurulduğunda, bu ödülün ne denli büyük bir anlam taşidığını anlayabiliyoruz.

Öyle ki, yöremiz toprağının bereketi efsanelere bile konu olmuştur. Yüzyıllar öncesinde, ilçemizin kurucusu olan ilk Türkmen aşiretinin bu yöreye gelip yerleşmelerinin ardındaki bir başka gerçek de, işte burada, yani yöremiz toprağının bereketinde gizlidir... Bilindiği gibi, göçebe yaşamdan yerleşik yaşama doğru bir yol izlenen süreçte, yerleşik yaşam için kabile veya oymakların, aşiretlerin aradığı başlıca özellikler; toprağın sulak ve yeşil bir alan oluşu, dolayısıyla bereketli ve tarım ile hayvancılığa da elverişli olması özellikleridir.

Tur’ud Aşireti’nin yöremizde gerçekleştirdiği ilk yerleşim de, Gediz Nehri’ne yakın, Gürköy-Gencerpınarı tımarıdır. Bazı tarihçilerin Gediz havzası olarak vurguladığı bu yöreyi Opr. Dr. M. Niyazi Dinçsoy, “Belkıs Efsanesi”nde geçen ve Belkıs ile Sultan Süleyman’ın susuzluklarını giderdikleri pınardan yola çikarak, burasının Turgutlu Ovası ve Tur’ud aşiretinin ilk yerleşim yerleri olan Gencerpınarı tımarı olduğunu ileri sürer. (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 213 )

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in Mal Hatunla nikahını kıyan ve Edebalinin arkadaşi olan Şeyh Tur’ud’un torunları,  Osmanlı Devleti’nin başinda bulunan Sultan 2. Murat’ın, dedesinin sözünü hatırlayarak 1442 yılında kendilerini yöremize yerleştirmeleri üzerine, böylece bereketli topraklar üzerinde yeni bir yaşam sürmeye başlarlar...
 
Evliya Çelebi'nin Seyahatname’si ile Şemsettin Saminin Kamus-ül Alam adlı eserinde yer alan bilgilere dayanarak, aşiretin bir bölümünün yöremizdeki yerleşimlerini Gediz vadisinde, nehir kenarına yakın yerlere göçerek gerçekleştirdiği ve ilk yerleşim yerlerinin Gençerpınarı-Gürköy mevkii olduğu anlaşilıyor.

Evliya Çelebi,
Seyahatname’sinde, Tur’ud aşiretinin yerleştiği yöreye 230 yıl sonra (1671 yılı Temmuz ayı ortaları) gerçekleştirdiği gezisiyle ilgili izlenimlerini aktarmıştır. Evliya Çelebi'nin kendi el yazmasıyla bu geziyi şöyle aktarıyor: “Ulu bir yaylanın eteğinde, bağlı, bahçeli, ab-ı hayatlı, camii ve hamamı olan, Temmuz ayı ortalarında halkın çiktigi “Yayla” köyüne ulaşiyor. Yöredeki yerleşimin de, bundan 1 saat uzaklıkta, batıda, düz bir ovanın ortasında ve Gediz Nehri’ne yakın olduğunu yer olarak belirtiyor.” (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 175) Öte yandan, Hacı Zeynel Camii Koruma ve Yaşatma Derneği’nin arşivinde de, o dönemki yerleşimin, şimdiki şehrin kuzeyinden geçen demiryolunun 500 metre daha kuzeyinde yer aldığı yazmaktadır. 

Opr. Dr. Dinçsoy, Evliya Çelebi'nin “Gediz’e yakın, düz bir ovanın ortasında” olarak betimlediği bu yerleşimin Gürköy-Gencerpınarı ile yöredeki tımarlarda olduğunu savunuyor. (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 168, 175, 194, 213, 216)

Hüseyin Akgül
’ün kitabında da, Halil Yıldız’ın anlatımlarına dayanılarak, yöremizdeki bu ilk Türk yerleşiminin Gencerpınarı, Ova Yolu, Gürköy tımarlarında ve bugünkü şehrin 3 kilometre kadar uzaklarında kurulduğu ileri sürülüyor. (Hüseyin Akgül - Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri, Sf: 23) Bazı yerel ve resmi kaynaklarda da yöremizdeki ilk Türk yerleşimi olarak Bozdağ eteklerindeki Dalbahçe köyü yakınları gösterilir.

Sonuçta; gerek “göçebelikten yerleşik yaşama geçiş” özellikleri, gerek üretim ilişkilerinin çagin koşullarına uygun görece olarak geliştiği “hayvancılıktan tarıma yöneliş” gerçeği ve gerekse de Osmanlı Devletinin Türkmen gruplarını yerleşik yaşama geçirip, “toprağa bağımlı kılma ve ardından da vergiye tabi tutma” politikası doğrultusunda... yöremize gelen ilk Türkmen grubunun gerçekleştirdiği bu yerleşimin Gencerpınarı tımarı olduğunu savunmak, daha akla yatkın, mantıklı ve gerçeklere uygun görünmektedir... İlerleyen yıllarda da bu aşiretin bir kısmının ovaya yayıldığı, bugünkü Dalbahçe köyü ile Derbent dolaylarında da yerleşimler gerçekleştirdiği de anlaşilıyor... 

Öte yandan, bazı başka gerçekler de, Osmanlı Devletinin o dönemki Türkmene yönelik politikası nedeniyle, çok sonraları yöremize yeni göçlerin de olduğunu gösteriyor... Göçebelikten yerleşik yaşama geçişin bir başka yansıması da; boy ve oymak dayanışmasının yok olması sonucunu getirirken, arazi komşuluğuna dayalı yeni dayanışmaları meydana getirir. Bu da böylece “kentleşme” ve kentleşme ile birlikte de “halklaşma” sürecinde hızla yol alınmasında etkin bir yöntem olmuştur. 
 
İslamlaşan Rum ve İslamlaşma öncesinde de dildeki “Türkçeleşme” dolayısıyla ortak dili Türkçe olan Rum vb. ile Türkmen karışımı olan “Anadolu köylüsü” de bu süreç içinde gelişir. Bu süreçte; önce dildeki Türkçeleşme ile birlikte Türkleşme başlamış; dağlar, ovalar, nehirler ve köylerin Türkçe adları yerleşmeye başlamıştır. Türkmen aşiretlerinin adını taşiyan köylerinin oluşumu, Anadolu’da Türk yerleşiminin kanıtları olarak da görülür...

Yöremize gelen ilk Türkmen aşireti olan Tur’ud aşireti’nin yöremizde gerçekleştirdiği ve zamanla giderek köyden bucağa, bucaktan kasabaya ve günümüzde de Ege Bölgesi’nin en büyük ilçesi konumuna gelen yerleşim de, aşiretin Osmanlılar öncesindeki ilk şeyhi olan Tur’ud’un kalan aşiret kuşaklarına da adını vermiş olması ve bu aşiretin yöremizdeki “ilk Türk yerleşimi”ni gerçekleştirmiş olması dolayısıyla “Tur’udlu” diye anılmaya başlar. Evliya Çelebi’nin kendi el yazmalarında yöredeki yerleşimden “Turud” veya “Durud” diye söz ettiğini daha önce de özellikle vurgulamıştık. 
 
Önceden de vurguladığımız ve bazı başka kaynaklardan da örneklerini aktardığımız gibi, bugünkü kent merkezine yakın bölgelerde ise bir Rum yerleşiminin olduğu da anlaşilmaktadır. Zamanla giderek büyüyen ve nüfus olarak da genişleyen Turud köyü halkı, bu yüzden ovaya da inmek zorunda kalır, kurmuş oldukları köycükten bugünkü şehir merkezine doğru yayılıp kaymaya başlar. Ve yöredeki Rum yerleşimi ile de bir kaynaşma gelişir. Bu kaynaşma, zamanla sadece kültürel boyutta bir alış-veriş içinde kalmaktan çikar, arazi komşuluğunun da zorlaması ve yerleşimin genişlemesinin etkisiyle, üretim ilişkisi içinde bir alış-verişe de dönüşür... Örneğin; bazı kaynaklarda, bir Rum Beyine ait olan bugünkü şehir merkezinden arazi satın alınarak, eski Tabakhane yöresine de yerleşilmeye başlandığı (Turgutlu Belediyesi - Çagdas Turgutlu Dergisi, Sayı: 1, Sf: 2) ve “Baltacı” adlı bir Rum’dan da toprak satın alındığı (Hüseyin Akgül - Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri, Sf: 23) gibi benzer ve birbiriyle örtüsen çesitli iddialar da yer almaktadır...

Burasının bir Rum yerleşimi olduğuna ilişkin günümüze kalan izleri çarsi içindeki bazı binaların mimari tarzıdır. Rumlardan sonra, Yahudi topluluğunun bir kolunun da yerleştiği görülen Turgutlu’nun, muhtemelen İspanya’nın Cizvit papazlarının zulmünden kaçan Musevilere kucak açmış olduğu da düşünülebilir.   

İşgalci Yunanlıların Kurtuluş Savaşi sırasında kasabayı terkederken çikarttiklari yangınla, bir mahalle dışında hemen hemen tüm kasabanın kül olması dolayısıyla bu döneme ve yerleşime ait mimari eserler de yok olmuştur. Örneğin; Karpuzkaldıran Parkı’nın karşisında olduğu ileri sürülen Büyük Kilise bile işgalciler tarafından yakılmıştır. Ama yine de yakın geçmişe kadar bu döneme ilişkin bazı yapılar varlığını koruyabilmiştir. Eski Belediye Binası ve yanıda bir zamanlar Zabıta Müdürlüğü olarak kullanılan kısın ile eskiden Hilal İlkokulu’nun bulunduğu yer de geçmişte birer kiliseydiler. Bu kiliselerden en büyüğü de Hükümet Binası’nın olduğu yerdi. 1937’de yıkılan büyük kilisenin taşlarıyla Hükümet Binası yapıldı. 

Bu 3 kilisenin 2’si Rumlara, 1’i de Ermenilere aitti. Dikişyurdu Sokak’ta Musevilerce kullanılan bir de havra vardı. İsrail devletinin kurulmasından sonra İstiklal Mahallesi’nde oturan Museviler de Kudüs’e gittiler. (Turgutlu Çevre İncelemesi - Çevre İnceleme Komitesi - 1965, Sf: 17)  Yakın tarihe kadar Rum ve Musevi topluluğundan bazılarının varlığı hala hatırlanır. Örnegin ilk akla gelenler; çirçir fabrikası olan Yako Benciya, bir dönem kumarhane olarak kullanılan ve “İbro’nun kulesi” diye adlandırılan bina da kasabadaki Rum vb. yerleşiminin kanıtlarıdır... 

Yöremizin yörükleri, göçebeleri ve muhacirleriyle 600 yıllık süreç içinde bir etnik ve kültür mozayiği oluşturduğu, farklı etnik ve dini gruplara da hoşgörü ile bakıldığı da anlaşilıyor. Bereketli topraklara sahip olunması dolayısıyla, Kurtuluş Savaşi’ndan sonra da bu kez yöreye yoğun bir göçmen akını başlamıştı. Arnavut, Boşnak, Filipeli, Makedonyalı, Sırbiyalı ve hatta Tatarlar da kasabanın yerli nüfusuna karıştılar. Bu muhacir  kesime karşi önceleri olumsuz bir tepkinin geliştiği söylense de, zamanla bir arada yaşamak iyice benimsenmiş ve ilişkiler kız alıp vermelere kadar gelişmiştir.

Yöremizin etnik renkleri arasında ayrıca zencilere de rastlanmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde, saraydan getirilen bazı zencilerin Manisa ve yöresinde yer aldığı görülür. 

İlçede son 35-40 yıl içinde ise, sanayiinin de gelişimine paralel olarak, yurdun değişik bölgelerinden, Karadeniz ve Doğu ile Güneydoğu bölgelerinden de göçenler olmuş, 16. yüzyılda nüfusunun 1200 olduğu bilinen bu yerleşim, bugün itibarıyla 100 bini aşan bir nüfusa ulaşmıştır... 



Vadedilmiş topraklarda azap tohumları


Turgutlu'da işgal günleri başlıyor!

Kasaba’da işgalin o ilk günlerindeki yumuşaklık, artık tamamen kaybolmuş, yerini baskı, zulüm ve işkence almıştı. 29 Mayıs 1919’da işgalle tanışan Kasaba halkı, özellikle Haziran ayının ilk haftası içinde, işgalin gerçek ve insanlık dışı yüzüyle de tanıştı. 

Zulümün ilk aşaması, Ahmetli’nin işgali sırasında, Alaşehir’den gelen Türk direniş gücü ile ilk kez 12 Haziran 1919’da, Dereköy’de bir çatışmaya girmek zorunda kalan Yunan işgal kuvvetlerinin, bu çatışmanın verdiği şaşkınlık ve öfke ile, hemen işgalleri altında bulundurdukları yerlerde yoğun bir baskı uygulamaya başlamasıyla gelir. Bunun ilk adımı da, silah arama işine girişilmesiyle gelişir. Ancak, bundan kısa bir süre önce, büyük olasılıkla Dereköy çatışmasının etkisiyle İzmir’ den Turgutlu’ya gelen Yunan işgal kuvvetleri genel komutanı Zafiriu, Kasaba’nın ileri gelenlerini huzuruna getirterek, onlara yönelik bir konuşma yapar. Bu konuşma, Yunan işgal ordusunun, bundan sonraki davranışını ve işgal altında bulunan halka nasıl bir gözle bakıldığını da açıklayan bir konuşmadır bu. 

Zafiriu’nun konuşmasında yer alan sözcükler, bundan sonra olup bitecek her şeyin anlamını önceden haber veren niteliktedir. Zafiriu, huzuruna getirttiği Turgutlu ileri gelenlerine, “Müslümanların hepsini düşman tanıyorum. Bu sebeple, bundan sonra işgal değil, savaş komutanıyım” diyordu. (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 45)  Ve bu sözler de, olacak herşeyi yeterince açıklıyordu elbette.  

Oysa, 29 Mayıs 1919’da Turgutlu işgal edilirken, bu işgal, Mondros Anlaşması hükümleri doğrultusunda ve son olarak da Paris Barış Anlaşması görüşmeleri çerçevesinde, sözde bu bölgede İtilaf devletleri adına güvenlik ve esenliğin sağlanması amacıyla yapılıyordu. Ve Mondros Anlaşması hükümlerine göre, güya Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakkı da geçerli kalacaktı. Ama, önce Turgutlu’daki işgal kuvvetlerinin komutanlığını yapan, sonradan Kaymakamlık görevini de üstlenen Gregoryus, Turgutlu Belediye Binası’nda halka hitaben yaptığı bir konuşmasında, “buraların artık resmen Yunanistan toprakları olduğu”nu ilan etmekte hiçbir sakınca görmemiştir. (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 44)

Olayların seyri ve şekli değişiyor

Ve işte bu “megalo-idea” düşüncesi, Turgutlu’da da, kanlı ve saldırgan yüzünü gösterirken, bir zamanlar “aşıklar ve bahtiyarlıklar yurdu” diye adlandırılan ve “aşk”ın tohumlarının ekildiği “vadedilmiş topraklar”da,  artık “azap tohumları” ekilmeye başlanmıştır.   İşgalden sonra, özellikle Türk halka karşı hemen ilan edilen sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı, her gün daha da ileri boyutlarda yeni bazı uygulamalarla baskının ve zulümün kalıplarına da girmeye başlıyordu.

“Yunan işgal kuvvetleri ilçede silah arama işine giriştiler. ‘Oristo’ (efendim) yerine ‘Hesto’ (defol) sözcüğü geldi. Halka ön ayak olabilecek kişiler tutuklanmaya, bilinmeyen yerlere sürülmeye başlandı... Türlü bahaneler uydurularak, zengin gördüklerini tutukladılar ve o zamanın para değerine göre, rayiç bedeli çok yüksek olan beşer onar bin liralık rüşvetleri alarak bıraktılar. Birkaç zaman sonra aynı kişileri yine tutuklayıp, paralarını alarak bıraktılar. Ve bu saldırılar tekrarlarla sürüp gitti.” (Op. Dr. M. N. Dinçsoy -Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatatürk, Sf: 261

Günler, haftalar ve aylar geçtikçe olayların seyri ve şekli daha da değişiyordu. Bu kez, çapulcu ve serseri takımının oluşturduğu, işsiz güçsüz bazı Rum ve Ermeni çetecilerinin halka yönelik soygun amaçlı soygunları da başlamıştı.  “Yerli Rum ve Ermenilerden oluşturulan silahlı çetelerle önce bir iki çiftlik, bağ damı soyuldu. Daha sonra da köylere, hatta yoldan geçenlere bile saldırıldı ve nihayet sıra şehirlere geldi.” (Op. Dr. M. N. Dinçsoy - Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatatürk, Sf: 261)    

O günlerde ilçenin sokakları geceleyin pek aydınlatılmazdı. İşgal kuvvetleri Müslüman ve Türk  evlerinin sokak kapılarına asılacak fenerlerle sokakların aydınlatılmasını ve bu kapıların da açık bırakılması, sonra da kilitlenmeden kapalı tutulasını istendi. Herkese tek fener tipi önerdiler. Bu işi yapan da sadece Ermeni, Yahudi ve Rum asıllı kişiler olduğundan fener satışından bir hayli para da kazanacaklardı. Sonunda bu fenerlerin fiyatı hemen 3-4 misli arttı. Yiyecek yemeği bile bulunmayan pek çok kişi evine fener asmıyor diye dayak yiyor, geceleyin fener asmadığı ileri sürülen evlere baskınlar düzenlendi ve sahiplerine gelişi güzel dayak atılıyordu.

Gündüzleri tarlasına gitmek isteyenlere, Yunan makamlarından tezkere almaları zorunluluğu da getirilmişti. Bu teskerelerin alınabilmesi de o kadar kolay değildi. Bedeli, çeşitli maddi ve manevi bazı yükümlülükleri içeriyordu. Bazen de, günlerce sürecek evden çıkma yasağı konuyor, Türk halkın sokağa çıkması yasaklanıyordu. O yıllarda halkın su ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla, her mahallede ancak bir iki çeşme bulunuyordu ve halk da bu çeşmelerden ihtiyacını gideriyordu. Sokağa çıkma yasağı uygulandığı günlerde, halktan kendileri ve hiç olmazsa hayvanlarının su ihtiyacını gidermek için bu çeşmelere gidenler, devriye Yunan askerlerince ağır şekilde dövülüyor, türlü hakaret ve işkencelere de uğruyorlardı...


Azap tohumları ekiliyor

Bu arada bir de hayvan arama ve damgalama uygulaması başlatıldı. Hayvancılıkla uğraştığı bilinen veya çiftlik sahibi kimselerin evlerine gece yarıları baskınlar düzenlenmeye de başlamıştı. İşgalciler, her baskında işlerine yarayacak olan hayvanları hiçbir bedel ödemeden alıp gidiyor, gasp ediyorlardı. Gündüzleri de ilçenin belli yerlerine “hayvan damgalama” komisyonları kurulmuştu. Hayvanların sağ kalçalarına, çeşitli anlamlara gelen Yunanca harflerden oluşan damgalar vuruluyor, hayvanlarını damgalatmayan hayvan sahipleri ise dövülüyordu. Damgalandıktan sonra ölen hayvanların ölümlerinin kanıtlanması ise ayrı bir işkence ve zulüm konusuydu...(Cinni Hoca (İbn-i Cinni İsmail Hakkı Dinçsoy) Tarihsel Arşivi)

Bütün bunların yanı sıra, bazı dini yasaklar ve kısıtlamalar da gündeme gelmeye başlamıştı. Ramazan aylarında, sela ve ezan okunması ve namaz kılınmasının günlerce yasaklandığı da olmuştu. Namaz kılmak isteyen cemaat ve ezan okuyan müezzinlere yönelik hakarete varan alaycı sataşmalara rastlanılıyordu... Bu arada mezarlıklar da bu zulüm ve saldırılardan nasibini alıyor, bazı mezarların taşları kırılıp parçalanıyor, mezarlıklar birer mera ve otlak haline dönüştürülmeye çalışılıyordu...

Gerek silah aranması sırasında ve gerekse sonrasında, korkunç cinayetlerin işlendiği de kaydedilmiştir. Yapılan işkenceler arasında ise; bazı erkeklerin ayaklarından ağaca asıldıkları, sakalları ve bıyıklarının yakıldığı, tırnaklarına geçirilen çıra parçalarının tutuşturularak korkunç işkenceler yapıldığı da belirtilirken, bazılarının da dövülerek ya da duvarlara çarpa çarpa öldürüldükleri ifade edilir.  Bazı örnekler arasında; bayılıncaya kadar dövülen Muhacir Hüseyin (Bu kişi daha sonra korkusundan İzmir’e göçer), ayağından ağaca asılarak bayılıncaya kadar dövülen, ayrıca burnuna doldurulan samanların tutuşturulup yakılmasıyla korkunç işkence de gören Ziştovlu Recep Ağazade Ömer Efendi, yine kıyasıya dövülenler arasında Hacı Davut’un eşi Saide Hanım ve kızı Hatice, Kebapçı Hasan’ın eşi Fatma Hanım da yer alıyor.

İlçede işgal öncesi dönemdeki çalışmaları dolayısıyla, direniş yanlısı tutumlarıyla tanınmış bazı kimselere yönelik olarak yapılan baskı, zulüm ve işkenceler ile bazı tutuklamalar da belgelerde tüm ayrıntılarıyla yer almıştır. Örneğin; işgal öncesi dönemde, İzmir’deki “Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti”nin örgütlenmesini yaparak Kasaba’da bu cemiyetin şubesini kuran Müftü Hasan Basri Efendi, Yunan işgalcilerin saldırısına uğrayarak, korkunç bir şekilde dövülüyordu. Hasan Basri Efendi’yi koruyabilmek amacıyla, kendisinin sadece bir din adamı olduğunu söyleyenlere de verilen yanıt; “Biliyoruz, biliyoruz! Biz de zaten onun için dövüyoruz!” şeklindeydi. (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 45, 46)  (Müftü Hasan Basri Efendi, daha sonra Atina’ya sürgüne de gönderilmiştir.) 

Dönemin Kasaba savcısı olan İbrahim Ethem Efendi ve onun gibi bir çok makam sahibi kişi, ortada hiçbir neden yokken tutuklanıyor ve sağlık koşullarından son derece yoksun bir yer olarak belirtilen Kasaba cephaneliğine kapatılıyorlardı. İki gün boyunca burada aç ve susuz olarak tutulduktan sonra da, kolları bağlı ve yaya olarak İzmir’e götürülürken de, yolda Parsa ve Kemalpaşa’da (Nif) Rumların saldırısı ve hakaretlerine de maruz kaldıkları belirtilir. İzmir’de de 37 gün boyunca, hiç kimseyle görüştürülmeden Yunan jandarması gözetiminde bulundurulan İbrahim Ethem Efendi ve beraberindeki diğer esirler, burada aşağılayıcı şekilde bazı işlerde (tuvalet temizletme vs.) çalıştırılırlar. (Bu kişiler, aylar sonra, İzmir’e Uluslararası Soruşturma Heyeti’nin geleceği haberinin duyulması üzerine salıverilir.) (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 45, 46)

Bu şekilde hiç nedensiz tutuklanıp da Kasaba’da hapsedilen veya türlü işkencelere uğrayanların sayısı ve isimlerinin tek tek saptanabilmesi ise olanaksız. Kasaba’nın o karanlık işgal günlerinde Yunan işgal kuvvetlerinde devriye görevi yapan askerler arasında, gündüz yaptıkları devriye yürüyüşleri sırasında genç ve güzel kadınlara, kızlara sözlü sataşmalara, laf atmalara kadar işi götürenlere de rastlanılmaya, hatta kadın ve kızlara tecavüzler de başlamıştı. Genç kız ve kadınlara yapılan tecavüzler ise, zulümün bir başka boyutudur. Bu tecavüzlerin bir çoğu, sonradan tecavüze uğrayan o mazlum ve mağdurun öldürülmesiyle de sonuçlanır. Hatta bazı genç erkeklere bile tecavüz edildiği belirtilir. (Cinni Hoca (İbn-i Cinni İsmail Hakkı Dinçsoy) Tarihsel Arşivi

Yalnız Kasaba’da değil, işgalleri altında bulundurdukları tüm bölgelerde baskılarını ve benzer türdeki zulümlerini sürdüren Yunan işgalcilerin bu tutumları işgal süresinde, özellikle işgalin üzerinden bir yıl geçtikten sonra bile  çeşitlilik kazanarak da devam ediyordu. Zaman zaman baskı ve zulmün hızı kesilse ve kesintilere uğrasa da, azgınlığından bir şey kaybetmiyordu.Bir ara bu baskı ve zulümlerin hızının kesildiği ve kesintiye uğradığı da söylenir. Ama bunun da nedeni; Manisa ve Turgutlu’nun işgalinin İzmir’in işgalinde olduğu gibi İtilaf devletlerinin iznini almadan, Yunanlıların tamamen bir el çabukluğu sonucu gerçekleşmiş olmasıdır. (Bunda elbette ki özellikle Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey’in tutumu ve söz konusu yerlerdeki “teslimiyetçi” anlayışın da büyük rolü vardır.) Bu gerçek, kendilerinin izni olmaksızın gerçekleştirilen bu işgaller karşısında İtilaf devletlerinin bazılarını rahatsız ediyor, yapılan zulümlerin duyulmasının ardından ise Yunan işgaline karşı açıktan açığa bir takım eleştiriler gelmeye başlıyordu. 

Yunan işgalcilerinin işgal bölgelerindeki keyfi uygulamaları ve zulümleri, bir süre sonra Venizelos’u da en büyük destekçisi İngilizlere karşı zor durumda bırakmıştı. Bu işgal şekli ve uygulanan zulümler doğrultusunda İtilaf devletlerinin baskısı ve sert eleştirileriyle karşılaşan Venizelos’un istifaya kadar sürüklendiği ileri sürülür. Bu zulümlerin yarattığı çeşitli tepkiler de ilginçtir: Örneğin; 6 Temmuz 1919’da, Venizelos, Paris’ten Parakevopulos’a şöyle bir telgraf gönderir: “Derhal İzmir’e hareket edin. Ordumuzun disiplinsizliği ve taşkınlıkları, bunca emekle kazanılmış yapıyı bozabilir!” 

Öte yandan, Atina’da yayınlanan “Hestia” gazetesinde, bu konuda bir haber ve yorum yer alıyordu: Yunan ordularının küçük düşürülmesini protesto ettiğini bildiren gazete, şunları yazar: ‘Bir iki suçlunun yaptığı kötülüklerden dolayı, bütün bir Yunan ordusu sorumlu tutulamaz!’ İngiltere Yüksek Komiserliği ise; o günlerde hala “tarafsız tanıklara muhtacız” düşüncesi içindeydi. (Op. Dr. M. N. Dinçsoy-Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatatürk, Sf:267

Direniş cephesi filizleniyor

Türkler cephesinde de bir takım gelişmeler yaşanıyordu bu ortamda. Örneğin, 
Bekir Sami Bey önderliğinde oluşturulan Ege’deki direniş cephesi de, bu süre içinde işgal altında yaşanan zulümlerin saptanması çalışmalarını izliyor, hatta kendileri de bir takım saptamalarda bulunuyordu. Bu raporlardan bir kısmı da ünlü “Alaşehir Kongreleri”nde gündeme getirilmişti. Salihli-Bozdağ Cephesi’nin hemen arkasında bulunan Alaşehir’de, 16 Ağustos 1919 günü yapılan ilk kongrede, direniş cephesi komutanları, yetkilileri ve görevliler ile bölge delegeleri, işgal bölgelerinde yapılan zulüm olaylarını da tartışıyordu. Bu kongrelerde Kasaba delegesi olarak Yüzbaşı Süleyman Sururi yer almıştır. Alaşehir’de yapılan 9. Kongrede, yine Yunan işgalcilerin uyguladıkları zulümün nasıl araştırılıp saptanacağı tartışılır. Kasaba delegesi Süleyman Sururi Bey, Yunanlıların yaptıkları zulmün bir kısmının saptandığını ve raporların da alındığını, ama hükümetin elinde bir şey bulunmadığını, Paris’teki Barış Konferansı’na verilebilmesi için belgelerin mutlaka toplanmasını ister. (Teoman Ergül -Kurtuluş savaşında Manisa, Sf: 196


Turgutlu’da ise, yapılan onca zulmü içine sindiremeyen ve korkularından ilçeden göçe yönelenler yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu arada, zulme başkaldırarak direniş cephesine katılmak üzere Turgutlu’dan ayrılanlar da olur. Bunlar arasında sayılabilecek isimler de: Binbaşı Op. Dr. İsmet Bey, yedek subay Süleyman Bey (Hararlı), kavaf Rıza Bey (Kayahan) ve Davavekili Hulusi Bey (Zümrütdağ) ilk sayılabilecek olanlar. Bu kişiler Anadolu’ya giderek Kuvvayı Milliye Hareketi içinde yer alırlar.


'Yürüyen Adam'lar

 
ben insanoğluyum,
sonsuzluktur benim çizgim,
umut ve özgürlük ateşi benimleyken.
oysa ölümlüyüm!
ama kendi düşsel dünyamda 
havalandığımda ışık demetleriyle 
Tanrı katının da bekçisiyim!
ve düşleriyle 
Tanrıları bile çıldırtan bir divaneyim! 
ben kendimi 
yalnızca düşlerle veririm ele! 
düşlerim, 
büyüklüğüdür 
asıl gerçeği içinde taşıyan 
tarihimin...

Bir buyruk... Bir gelenek...

 

Orta Asya’da kalan Oğuzlar ve öteki Türk topluluklarının çoğu, Sovyet ve Çin devrimlerine kadar, eski göçebe yaşam biçimini sürdürürler. Bunun nedeni ise şöyle açıklanmaktadır: “Efsanevi lider Oğuz Han’ın, “Daim göç edeler, oturak olmayalar” dediği ileri sürülür.” (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi, Cilt: 1, Sf: 126)

Bu nedenle de, efsanevi liderlerinin buyruğuna uyup, göçebeliği bir gelenek haline getiren Oğuzlar’a, buyruktaki tanımlamaya uygun olarak “yerleşik olmayan” ya da “oturak olmayan” anlamında ve “yürüyen adam” diye tanımlanan “yürük” ya da “yörük” adı verilmiştir. Yerleşik yaşama geçenlere de “yerleşik” veya “oturak, oturan” anlamında “sart” adı verilir. “Daha sonra da Cengiz Han’ın yasasına göre de göçebe başbuğlarından kente göçmeleri ‘yasağın bozulması’ sayılır” (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi, Cilt: 1, Sf: 126)

“Yürük” veya bugünkü söyleniş biçimiyle “yörük” sözcüğü, “yorimak” veya bugünkü söylenişiyle “yürümek” eyleminden türetilmiş bir isimdir. 

Bu deyim, daha çok hayvancılıkla uğraşan ve bu yüzden de hep göçebe bir yaşam sürdüren, bir yayladan bir yaylaya göçen (konar-göçer)
Oğuz Türkleri’ne ait ve onlar için kullanılıyor. (Meydan Larousse, Cilt: 12, Sf: 829) Osmanlıca’da ise, “yüğrük”; ‘çok ve çabuk yürüyen, hızlı giden’ anlamındadır.

Türkmenler de bu Oğuz boyundandır. “Yürümek” mastarından türetilen “yürük” veya “yörük” (yöğrük) adı da, göçebe Türkmenler için, onların göçer topluluklar olduklarını anlatabilmek ya da yerleşik yaşam sürdüren Oğuz boylarından diğer  yerleşik Türkmenler’den ayırabilmek için kullanılmış. (Örneğin; Kazak’lar, Orta Asya’daki göçebe Türkler için “Türkmen”, yerleşik hayat sürenlere de “yerleşik” anlamına gelen “Sart” diyor.)
Kaşgarlı Mahmut da, Oğuz Türkleri’ne “Türkmen” der.

Dolayısıyla, “yörük” denilince “Türkmen” ve “Türkmen” denilince de Oğuzlar’ın göçebe boyları akla geliyor. Bu göçebe yörüklerin kabile ve guruplarına da “boy” veya “oymak” deniliyor. 

Genellikle konakladıkları yerlerde kıl veya keçe çadırlarda yaşayan yörüklerin yanı sıra, zamanla yerleşik yaşama geçip tarıma yönelerek toprağa bağımlı hale gelen, köy ve benzeri yerleşimler kuranlara da rastlanılıyor. Ancak bunlara da, geldikleri köken ve sürdürdükleri bazı gelenekleri nedeniyle “yörük” denilmeye devam ediliyor. Bu nedenle de yörükler; çadırlarda yaşayan, hayvancılıkla uğraşanlar ile köylerde yaşayanlar veya değişik zamanlarda da “göçebe yörükler” ile “yerleşik (köylü) yörükler” diye sınıflandırılmaya başlıyor. 

Yani; zamanla Türkmenler göçebelikten tamamen yerleşik yaşama geçmiş olsalar da, geldikleri köken ve sürdürdükleri bazı gelenekler nedeniyle, göçebelik ortadan kalksa bile, kendilerine geçmişte yakıştırılan “yörüklük” sıfatı baki kalıyor. Özellikle XV. Yüzyıldan sonra, Batı Anadolu ve Rumeli’deki göçebe boylarına genel olarak “yörük” adı verilir. Doğu’daki diğer kabileler ise, Türkmen adıyla anılır.

Meydan Larousse’de “yörükler” için “yeniçerilere eşlik eden yaya asker bölüğü” ve “yörük sancağı” için de “savaşlarda düşmana saldırı için ayrılan müfrezenin bayrağına verilen ad” tanımlamaları yapılır. (Meydan Larousse, Cilt: 12, Sf: 829)

Moğol istilası, otlak darlığı, kıtlık ve açlık nedeniyle ve devlet otoritesini kabul etmemeleri sonucu batıya göçerek Anadolu topraklarına yerleşmek amacıyla gelen bu yörük (Türkmen) toplulukları, özgürce ve yaylalarda yaşamayı tercih eder ve vergi vermeyi benimsemedikleri için de herhangi bir otorite altına girmek istemezler. Bu tür bir hakimiyetin kurulmak istenmesi karşısında da sık sık başkaldırılar gerçekleştirirler. 

Doğan Avcıoğlu, gerek
Selçuklular, gerekse  Osmanlılar’ın bu bağımsız yörük gurupları üzerinde kontrol sağlamayı başaramadıklarını ve Selçukluların yıkılıp dağılmasında da bu Türkmen başkaldırılarının ve çatışmalarının önemli bir etken olduğunu savunur. Aynı şekilde, 300 yıllık Türkmen ve İran savaşının da Osmanlı’yı tükettiğini ileri sürer. Kısaca özetlenecek olursa; o çağda başkaldırı ve özgürlük duygusunun yerleşik yaşama geçmekten öte taşıdığı bir anlam olduğu da görülür. Gerek Selçuklular, gerekse  Osmanlılar dönemindeki Türkmen ayaklanmalarının bir başka anlamı da, “derebeylik sistemine dayalı feodalizme karşı bir tepki” olarak da değerlendirilebilir.

“Türkler ve Türkmenler aynı soydandır. Hayvanlarını otlatmadıkları hiçbir ülke kalmamıştır. Bir yerden bir yere göçmek isteyince, bir soy birlikte hareket eder.” (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi, Cilt: 1, Sf: 141)

Özgürce ve yaylalarda yaşamayı seven bu göçebe guruplar, herhangi bir devlet idaresinde yaşamayı ve vergi ödemeyi benimsemezler. Önce otlak darlığı, kıtlık ve açlık nedeniyle göçe başlayan, sonra Moğollar, daha sonra da Selçukluların boyunduruğundan kaçan dağınık göçebe boy ve oymaklarının göçlerinin Anadolu’ya doğru kayması da, onları bu kez de bu topraklarda yeni yerleşim yerleri aramaya itmişti. Bu nedenle batıya doğru bir sel gibi göçe yönelen Türkmen gurupları, Anadolu’nun değişik yerlerine yerleşti. Bazı kaynaklara göre, Anadolu’ya göç eden bu dağınık göçebe Türkmenlerin sayısı 1 milyon, bazılarına göre 300 bin, bazılarına göre 600 bin ve bazılarına göreyse yüzbinlerce olarak tanımlanır. Bu Türkmen guruplarının Anadolu’da ilk yerleştikleri yerler ise, ilk olarak Konya ve Antalya, diğerleri de Kayseri ve Kütahya çevreleri olur.
   
1071 öncesine kadar Anadolu’nun içlerine kadar ilerlemeleri durmak bilmez. Bizans toprakları olarak tanımlanan bölgelere yönelen Türkmen guruplar, zaman zaman buralarda çok sert çatışmalara da girerler. Ancak Bizans, bu dağınık ve göçebe olan sert Türkmen gurupları hiçbir zaman durdurmayı başaramaz. Bizans topraklarına yöneltilen yeni saldırılar, bu savaşçıların da etkisiyle ayrı ve başka bir anlam kazandığından, etki alanları da büyür. Böylece, kalabalık Türkmen boyları hızla batıya doğru yayılmayı sürdürür. 

Haçlılar’ın, kentlere yerleşmiş ve tarımcılığa geçmiş olanlara değil, yalnızca göçebelere “Türk” veya “Türkmen” adını verdikleri, kentlerde yerleşik yaşama geçenlere, daha çok “Türklükten çıkmış” gibi baktıkları da bir gerçektir.

Bir görgü tanığı, Guillaume de Tyr, rastladığı Türkmenleri şöyle anlatır:  ‘Bu Türkmenler yabanıl kişiler. Kasabaları, köyleri, konakları yok. Daima keçe çadırlarda oturuyorlar. Çok hayvanları var. Koyunları, bir miktar keçileri ve hatta öküz ve inekleri bulunuyor. Çoban gibi yaşıyorlar.’” (Doğan Avcıoğlu- Türklerin Tarihi, Cilt: 1, Sf: 140)

“Haçlılar ve İslam coğrafyacıları, Anadolu’yu hala Rum (Roma) ülkesi diye tanımlarken, Türkmenler’e rastladıkları bölgeye de ‘Türkiya’ adını verirler. ‘Türkiya’ deyimiyle tüm Anadolu’yu değil, yalnızca göçebe Türkmenlerin yaşadıkları bölgeleri anlatmak isterler.” (İ. H. Danişment - Türklük Meseleleri, Sf: 122)
 
Türkiya, "Türkmenlerin yurdu" , "Türklerin diyarı" anlamında kullanılmaktaydı.

Genellikle Anadolu’yu çevreleyen uçlardaki dağ ve yaylalarda konaklayan bu göçebe Türkmenleri, yerlilerle karışmak suretiyle giderek Anadolu’yu Türkleştirecekler, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin de kurulmasının bir bakıma alt yapısını hazırlamış olacaklardır.

1990'lara kadar azalarak devam eden yörüklük geleneği günümüzde Çukurova, orta ve batı Toroslar'da yaşayan 1500 den fazla aile tarafından hala devam ettirilmektedir. Bu geleneğin gelecekte alternatif bir turizm anlayışı içinde değerlendirilerek yaşatılabilmesi için çalışmalar yapılmaktadır. Türkiye'de, Osmanlı döneminde 19. yüzyıldan sonra zorla iskan ettirilerek göçebe yaşam tarzından vazgeçirtilen gruplar da kendilerini "Yörük Türkmenler" olarak tanımlarlar. 17. yüzyıldan önce yerleşik hayata geçenler ise kendilerini "Manav Türkmenler" olarak tanımlarlar.

Aslında Türkiye'nin nüfusunun oldukça büyük bir bölümü köken olarak Yörük-Türkmen'dir, fakat Türklerin Anadolu'ya göçüyle yerleşik hayata geçen Oğuz Türkleri, "Türkmen" adıyla kalmış, göçebe kalanlar ise "Yörük" adıyla anılmışlardır. Bu yörükler de yavaş yavaş yerleşik hayat tarzına geçtikleri için, günümüzde özellikle Toroslarda göçebe Yörükler kalmıştır. Ancak göçebe yörüklere (fazla olmasa da) Türkiye'nin pek çok bölgesinde rastlanmaktadır. Günümüzde yörüklerin büyük bölümü ise tam yerleşik yaşam biçimine geçmişlerdir.

 


AMAZONLAR

Efsane mi, gerçek mi?

Smyrna Antik Kenti

Tarihçilere göre Amazonlar

Herodot'a göre: 
Herodot'a göre Sarmatyalılar, Amazonlar ve İskitlerin atalarıdır. Sarmatyalılarda kadınlar sık sık erkeklerle beraber ava çıkar, savaşta yer alırlardı. Ona göre savaşta bir adam öldürmeyen kadın evlenemezdi.

Hipokrat'a göre: 
Hipokrat, Amazonları "sağ göğüsleri olmayanlar" olarak anlatır. Ona göre kız çocuklarına yapılan ve sıcak bronz bir metalle gerçekleştirilen operasyonla sağ göğüsün büyümesi engellenerek sağ omuz ve kolun gelişmesi sağlanırdı.

Roma tarihçilerine göre: 
Sezar, yaptığı bir konuşmada Senatoya Semiramiş ve Amazonlarının Önasya’da yaptığı fetihleri anlatır. Ayrıca Pompeius Trogus, Amazonların vatanı olarak Kapadokya'yı gösterecektir. Çeşitli Romalı tarihçiye göre Amazonların yaşadıkları yerler arasında farklılıklar vardır; Philostratus'a göre Toros Dağlarında, Ammianus'a göre Tanais'de, Procopius'a göre ise Kafkaslarda yaşamışlardır. Aurelianus esir alınan Got kadınlarını Amazonlar olarak adlandırdığı için bazen Amazonların vatanı olarak Baltık bölgesi bile belirtilmektedir.

Aydınlanma çağına göre: 
Avrupa'da Rönesans zamanında Amazonlar ilgi kaynağı olmayı sürdürmüştür. Francisco de Orellana 1542 yılında ulaştığı ırmağa, buradaki yerli kadın savaşçılara atfen Portekizce Amazonas ismini vermiştir. Kristof Kolomb ve William Raleigh gibi dönemin ünlü denizcileri de Amazon savaşçılarını anlatırlar.

Gerçeklik payı: 
Amazonların gerçekten yaşayıp yaşamadıklarına dair belirsizliğin bir dayanak noktası vardır. O da Amazonların ataları olan Sarmatyalılardaki kadın savaşçıların gerçekten var olduğudur. Bir efsane bile olsa Amazonların dayandığı temel gerçeklik burasıdır. Bu gerçeklik arkeolojik kazılardan da anlaşılmaktadır. Özellikle Sarmatya kadın mezarlarında yüzde yirmibeş oranında silahlar çıkmaktadır. Bu durum Sarmatyalılardan sonra İskitler’de de görülmüştür.

 

Eski Kadifekale'den bir görünüm

Amazon kelimesinin kökeni:

Amazon kelimesi bir olasılığa göre Farsça, "savaşçılar" anlamına gelen ha-mazan kelimesinde türetilmiştir. Klasik Yunancada etimolojik olarak "mazos" (göğüssüz) anlamındadır. Yaygın inanışa göre rahat yay ve mızrak kullanabilmek için sağ göğüslerini kestikleri veya yaktıkları söylenir. Dönemsel sanat eserlerinde buna dair bir delil bulunmamaktadır. Amazonlar iki göğüsleri de mevcut olarak resmedilmiştir, sağ göğüs ise çoğunlukla kapalıdır.

Gerçek ya da söylence, "kadın savaşçılar" ya da "kadın sanılan erkekler", Amazonlar yalnızca Anadolu halkları ve Yunanlılar üzerinde değil, tüm dünya tarihinde bir yer sahibi bugün. Feminist hareketlerde kadının erkeklerle eşitliğini vurgulamak için Amazon sözcüğü hâlâ kullanılıyor. Bu cesur kadın savaşçılarla ilgili anlatılanlar masalsa eğer; romanlardan televizyon dizilerine dek bütün dünyanın aklına kazınmış bir masal olduğunu söylemeliyiz.

 
 
 
 


AMAZONLAR

Efsane mi, gerçek mi?

Panorama: Kadifekale'den İzmir'in bir görünümü

Amazonlarla ilgili yanıtlar neler?

Amazonlarla ilgili söylenceleri bir kenara bırakırsak, geriye fazla birşey kalmıyor. 
Tarihte gelmiş geçmiş bütün halkların geçmişine bakıldığında, söylencelerin yanında gerçek olan olayların tarihinin de anlatıldığını görüyoruz. Amazonlardaysa bu ayrım neredeyse yok denecek gibi. Amazonlarla ilgili anlatılanlar, söylenceden çok gerçeğe daha yakın duruyor. Ama Anadolu’dan geçen bütün halklar, Amazonların izini -eğer vardıysa- çoktan örtmüşler. 

O halde Amazonların gerçekliğiyle ilgili soruları yanıtlamaya nereden başlamak gerek?

Tarihte gelmiş geçmiş bütün halkların geçmişine bakıldığında, söylencelerin yanında gerçek olan olayların tarihinin de anlatıldığını görüyoruz. Amazonlardaysa bu ayrım neredeyse yok denecek gibi. Amazonlarla ilgili anlatılanlar, söylenceden çok gerçeğe daha yakın duruyor. Ama Anadolu’dan geçen bütün halklar, Amazonların izini -eğer vardıysa- çoktan örtmüşler.

Amazonların yalnızca söylenceden ibaret olduklarını söylemek ne denli zorsa, gerçekten yaşadıklarını söylemek de aynı şekilde zor. Bugüne dek bu konuda ortaya atılmış birkaç temel görüş var. Bunların hepsi de Amazonların öyküsünün, günümüzdeki halini alıncaya dek çeşitli söylencelerle beslendiğini ortaya koyuyor.

Birinci görüş, Amazonların, erkeklerin yanında yardımcı olarak savaşa giren kadınlardan türediği yolunda. İkinci görüş, Yunan kolonilerine saldıran tamamen tıraşlı yabancıların kadınlar olarak yorumlanmasıyla ilgilidir.

İki ilginç görüş

İlk görüşü bu şekilde ortaya atan Bizans tarihçisi Caesarea'lı Procopius, düşüncesini şöyle dile getirir:

"Sabiri diye çağrılan Hunlar, diğer bazı Hun kabileleri gibi o bölgede (Kafkasya’da) yaşarlar ve Amazonların aslında burada ortaya çıktıklarını ve sonradan Thermodon Nehri’nin üzerinde şu anda Amisos kentinin bulunduğu, Themiserya yakınlarında kamp kurduklarını söylerler. Ama bugün Kafkas bölgesi civarında Strabon ve diğerlerince haklarında çok yazılmış olmasına karşın Amazonlarla ilgili ne korunmuş tek bir hatıra, ne de onlarla ilgili bir isim vardır. Erkeklerin özelliklerini taşıyan bir kadın ırkının asla var olmadığı, insan doğasının kabul edilmiş gerçeğinin Kafkas Dağları’nda bir istisna oluşturmadığını savunan tez, daha akla yakın görünüyor. Ama gerçek; bu bölgelerdeki kavimlerin kadınlarıyla birlikte büyük bir orduyla Asya’ya bir akın düzenledikleri, Thermodon Nehri’nde kamp kurdukları ve kadınlarını burada bıraktıklarıdır. Sonra, erkekler Asya’nın büyük kısmını yağmalarken bu toprakların yerli halklarınca kıstırıldılar ve tek kişi bile kurtulamadan katledildiler. Böylece hiçbiri kadınların kampına geri dönemedi. Bundan böyle kadınlar çevrede yaşayan halkların intikamından korktuklarından erzakın da yetersizliğiyle erkeklerin görevlerini üstlendiler.

  

Erkeklerin kampta bıraktıkları araçlarla silahlandılar. Tümüyle yok edilene dek de burada erkeksi bir cesaret göstermek zorunda kaldılar. Olan işte buydu. Amazonların kocalarıyla birlikte savaşa çıktıklarına benim zamanımda gerçekleşen bir olaya dayanarak inanıyorum. Hunlar, Roma topraklarına sık sık akın eder, savaşırlardı. Geride bıraktıkları ölü Hunların arasında kadın savaşçıların cesetlerine de rastlanırdı..."

Procopius’un, Kafkasları Amazonların kalesi olarak göstermesi gelenekle uyum sağlar. Dağlar, sık ormanlar ve genel olarak keşfedilmemiş bölgeler, geç klasik dönemde yaşayanlara göre Amazonların yerleşim yerleridir. 16. yüzyılda yaşamış olan İspanyol kaşifi Francisco de Orellana, Güney Amerika’da Marnaon Nehri kıyılarında Tapuyas yerlilerinin saldırısına uğradı. Anlattığına göre yerlilerin saflarında silahlı kadınlar da vardı. Nehir bundan sonra AMAZON olarak anıldı.

Amazonlarla ilgili ikinci bir görüşse onların aslında tıraş olmuş erkekler olduğu yolundadır. Bu görüşü düşünmeye başlamadan önce kadınlarla karıştırılan erkeklerin birtakım koşulları taşımaları gerektiği görülüyor:
1— Amazonların yaptığı gibi onlar da Anadolu’ya bir çok küçük kabilenin bulunduğu dönemde yerleşmiş olmalıdırlar.
2— Güçlerinin zirveye ulaştığı dönem Amazon zaferleriyle üst üste gelmelidir ve M.Ö. 15 ila 20. yüzyıllardan sonra olmamalıdır.
3— Akaların M.Ö. 1100 dolaylarında Attika’dan Anadolu’ya göç etmelerinden önce yok olmuş olmaları gerekmektedir.
4— Yunanlıların sakalsızlığı kadınlıkla özdeşleştirdikleri bir dönemde sakalsız olmalıdırlar.

 

Böyle bir halk ya da uygarlık aramak Amazonları aramaktan çok daha güç gibi görünüyor.
Oysa böyle bir uygarlık var: HİTİTLER!

Hititler, o dönemde dünyanın en büyük uygarlıkları arasındaydı. Hititlerin yükselişi M.Ö. 1300’lerde başladı; Mısırlıları yendikleri M.Ö. 1296’da doruğa ulaştı. Ne var ki bir süre sonra batıdan gelen deniz halklarının baskısına dayanamayan Hitit devleti çöktü, MÖ 1200 ’lerde başkentleri Hattuşaş yakıldı. Amazonların yok oluşu gibi Hitit İmparatorluğu da hızlı bir biçimde tarih sahnesinden çekildi. Öyle ki M.S. 19. yüzyıla dek unutuldular.

Eğer Hititler ile Amazonlar arasında heyecan verici bir benzerlik olduğu kabul edilirse, sakal bir anda önem kazanır. Hititler, Yunanlıların sakal bırakma adetini izlemediler. Yunanlılar için sakal, savaş alanında yakın dövüşürken ya da herhangi bir sokak kavgasında sorun çıkarsa da, hazine değerindeydi. Sakal, düşmana tutup çekebileceği uygun bir araç sağlıyordu. Bu nedenle M.Ö. 331 yılında Büyük İskender, Arbela savaşına girmeden önce askerlerine sakallarını kesmelerini emretmişti. Gerçek ne olursa olsun Yunanlılar, Büyük İskender dönemine dek sakallarını kesmediler. 

O yıllarda kıllılık erkekliği, kılsızlık da kadınlığı simgeliyordu. Ünlü komedi yazarı Aristophanes, oyunlarından birinde efemineliğiyle ünlü oyun yazarı Euripides’e, Agathon’a cilveli bir eda ile "Her zaman yanında tıraş bıçağı bulunur. Onu bir saniyeliğine bana versene" dedirtir. O dönemde tıraş bıçağı erkeğin değil, kadının gerekli bakım eşyalarından biriydi. Yunanlılar, Hititlerle ilk kez M.Ö. 12. yüzyılda ilişki kurdular. İki uygarlık Akaların Dorlardan kaçmak üzere Anadolu’nun Ege Denizi kıyılarında kurdukları kolonilerin bulunduğu topraklarda karşılaştılar.

Hititler, sakal uzatmayı Yunanlılardan görüp benimsediler. 12. yüzyılın ortasından önce yapılan anıtlarda Hititler tıraşlı gösterilir; sonrasında sakallıdırlar. Yunanlılar için bu dönem öykü anlatıcılarının evlerinden uzak göçmenleri cesaretlendirip şevklendirmek için masallar oluşturdukları dönemdir. Masallarda Aka kahramanları tekrar tekrar anlatılarak yaşatılırdı. Eski çarpışmaların bazılarında Yunanlılar, sakalsız Hitit savaşçılarını küçümseyerek "kadın savaşçılar" olarak adlandırmış, ya da tamamen yanlış anlamaya dayalı, Hititleri kadın zannetmiş olabilirlerdi. 

Bu tür yanılgıların izlerini Yunan mitolojisinde görmek mümkün. Sözgelimi o döneme dek at görmeyen Yunanlılar, ata binmiş birini gördüklerinde ikisini tek bir canlı gibi düşünmüş ve "centaurlar"söylencesine neden olmuşlardı. (Centaur: At adam. Başı ve göğüs kısmı insan, bedeni ata benzeyen mitolojik bir canlı.) 
  
Aynı şekilde Hititlerin profilden devasa boyutlarda duvarlara resmettikleri tanrı figürlerini de görmüştü Yunanlılar. Hititler, uydukları saygıdan dolayı tanrı figürlerini insanlara göre çok büyük çiziyorlardı. Profilden çizildiği için tek gözü görülen tanrı figürleri Yunanlılar arasında tek gözlü devler olan Kyklop (Tepegöz) söylencesini doğurmuştu. Amazonlar da böylesi bir yanlış anlamanın sonucunda ortaya çıkmış olabilirler. 

Halikarnas Balıkçısı, "Böyle bir yanlış anlama varsa İzmir kentinin Hititlerce kurulduğunu söyleyebiliriz" der. Balıkçı, ayrıca Artemis tapımının kökeni olan ana tanrıça tapımının Hititler döneminde yerleşmiş olduğunu söyler. Efes’teki Artemis heykellerinin iki yanında bulunan geyiklerin de Hititlerin kader, mutlu alın yazısı simgeleri ya da tanrısı kimlikleri ile, “runda” adında kutsal saydıkları geyik olduğunu da belirtir. 

Bu görüş akla oldukça yatkın gelse de minik bir pürüz içeriyor. 
Bugün Hititler olarak bildiğimiz, kendilerine "Nesililer" diyen halk, Asya’dan Anadolu’ya geldiğinde ataerkil yapıdaydı. Dolayısıyla beraberinde bir tanrıça kültürü getirmiş olamaz. "Nesililer" denen halk, Anadolu’yu ele geçirip birleştirdikten sonra burada yaşayanların kültürlerini benimsemiş, hatta onların adını almıştı. Hatti Ülkesi denen Anadolu, anaerkil yapısını koruyordu. Bundan yola çıkarak belki de Amazonların çıkış noktasını Hititlerden daha geride, Anadolu’nun Nesililerden önceki halklarında aramak daha doğru olabilir.

  Sonraki sayfa: Tarihçilere göre Amazonlar
 


AMAZONLAR

Efsane mi, gerçek mi?

Amazon savaşçısı olmak o kadar kolay değildi

 

Amazonların savaşçı yetenekleri üst düzeydeydi. Özellikle okçulukları çok başarılıydı. Kalkanlar ve zırhlar oklarına karşı korunmaya yetmiyordu. Kargılar ve “bigennis” denilen çift ağızlı baltalarıyla savaşlarda çevrelerine dehşet saçarlardı. Darbelerden korunmak içinse ana tanrıçanın simgelerinden biri olan ay biçimli kalkanlar kullanırlardı. Bir Amazon daha küçük yaşta, erkeklerin egemen olduğu bir toplumla alay etmeyi öğrenirdi.

Savaşçılar her yıl iki aylarını çocuk sahibi olmaya ayırırlardı. Yalnızca savaşta adam öldürenlerin çiftleşmesine izin vardı. Başarılı olan savaşçılar ise kendilerini ayrıca komşuları da olan Gargarianlardan ayıran dağa gider ve bekarlıklarının özgürlüğünü simgeleyen kemerlerini çıkarırlardı. Bir Amazon hamile kaldığında eve dönerdi. Doğan kızlar Amazonlarla kalır, savaşçı olarak yetiştirilirlerdi. Oğlan çocuklar Gargarianlara geri verilirdi.

Gargarianlarla geçirilen ya da tarımla uğraşılan birkaç ayın dışında, Amazon ülkesi bir ordu devleti görünümündeydi. Ekonomik, politik ve sosyal yapılanmalar savaş temelliydi. Savaşa giden ordu, gençliklerinin en seçkin dönemindeki savaşçıları kapsardı.

Bu savaşçıların hep ata binmedeki üstünlükleri anlatılırdı. Çıplak ata biner, çoğunlukla sadece yular kullanırlardı. Savaşlarda hızlı ve yenilmez olmalarını ata bu denli hakim olmalarına borçluydular. Bir söylentiye göre Anadolu’ya biniciliği ilk onlar tanıtmıştı. Amazon savaşçılarının en mağrurları barışta kendilerini avlanmaya ve savaş talimlerine verirdi. Ancak bununla birlikte yine de  Anadolu Amazonları’nın tarımla da uğraştıkları sanılıyor.

 

Amazonlarla ilgili çeşitli anlatımlar

 

Strabon

Yunanlı coğrafyacı Strabon da Amazonlardan bahsedenler arasındadır. 
"Bazıları, isimleri Alazonlar, diğerleri Amazonlar olarak ve Alybe’den sözcüğünü Alope’den ya da Alobe’den şeklinde okuyarak ve Borysthens Irmağı ötesindeki İskitlere ‘Alazonlar’ ve aynı zamanda ‘Kallipidler’ ve daha başka isimler vererek –ki bu isimler Herodot, Hellanikos ve Eudoksos tarafından bize zorla kabul ettirilmiştir- ve Amazonları Kyme yakınında Mysia, Maria ve Lidya arasına yerleştirmek suretiyle, ki bu, Kyme’li Ephoros’un da fikridir, tarihi metni değiştirmişlerdir. Ephoros’un bu görüşü mantıksız olmayabilir; çünkü onlar vaktiyle Amazonlar tarafından, sonradan Aioller ve İyonlar tarafından yerleşilmiş olan ülkeyi kastetmiş olabilirler ve söylediğine göre isimlerini Amazonların vermiş olduğu belirli kentler vardır: Ephessos, Smyrna (İzmir), Kyme ve Myrina gibi…"

Herodot

Amazonların Anadolu’daki yaşantılarını bize anlatanlardan ikisinin adı da Halikarnas’la ilişkilidir. Bunlardan ilki Halikarnas’lı Herodot’tur. Tarihin babası olarak anılan ve sonradan Strabon’un da Amazonlardan söz ederken atıfta bulunduğu Herodot, onların öyküsünden ilk bahsedenlerdendir. Herodot, "Amazonların, ki İskitler bunlara Oirpata derler, Yunanca karşılığı 'erkek öldürenler' demektir" der yazdığı tarihte.

"Onlara savaş açan Yunanlılar", diye anlatır, "Thermodon savaşını kazandıktan sonra canlı olarak yakaladıkları Amazonları üç gemiye doldurup denize açıldılar. Amazonlar açık denizde erkeklerin üzerine atılıp onları döve döve öldürdüler. Ama bir gemi nasıl yönetilir bilmiyorlardı, dümen nasıl tutulur, yelken nasıl kullanılır haberleri yoktu. Erkekleri öldürdükten sonra, rüzgârın ve dalganın önüne katılmışlar, Dik Bayır denen yere varmışlardı. Amazonlar burada karaya çıktılar, çevrede otlayan atlara rastlayınca bunların üzerine atladılar ve İskit topraklarını yağmalamaya başladılar. 

İskitler başlarına gelene bir anlam veremiyorlardı. Bunların ne dillerini anlıyor, ne giyinişlerini tanıyor, ne de kim olduklarını biliyorlardı. Amazonların saldırıları karşısında şaşırıp kaldılar; bunları genç ve zorlu erkekler sanıyorlardı. Savaş alanında kalan ölüleri görünce daha da şaşırdılar, bunlar genç erkekler değil, kadınlardı. Bir daha ne olursa olsun onları öldürmemeye karar verdiler. Bakacaklar, görünüşte bunlar kaç kişidir, aralarından o kadar sayıda genç delikanlı ayıracaklar, karşılarına onları çıkaracaklardı. Bu gençler kamplarını Amazonların kampının yanına kurup davranışlarını onlara göre ayarlayacaklardı. Eğer kadınlar üstlerine yürürlerse, savaşmayıp arayı biraz açmakla yetineceklerdi. Sonra onlar durunca bunlar da duracak ve kamplarına geri döneceklerdi.

İskitler böyle düşünmüşlerdi; çünkü bu kadınlardan çocukları olsun istiyorlardı. Delikanlılar aldıkları emirleri yerine getirdiler. Amazonlar onların kendilerine zararları dokunmayacağını anladıklarında onlara aldırmaz oldular. Öğle vakti olunca Amazonlar birer ikişer çevreye dağılır, doğal gereksinimlerini karşılarlardı. Bunu gören İskitlerden birisi kızlardan biriyle birlikte oldu. Kız da buna karşı koymamıştı. Bunu izleyen günlerde İskit gençleriyle Amazonlar daha da yakınlaştılar; kamplarını birleştirip beraber yaşadılar. Amazonlar İskitlerin dilini konuşmaya başlayınca, gençleri kendileriyle birlikte gelmeye ikna ettiler. Birlikte Tanais Nehri’ni geçip yeni topraklara yerleştiler.

Cevat Şakir Kabaağaçlı (Halikarnas Balıkçısı)

Amazonlardan söz eden bir diğer isim de Halikarnas Balıkçısı’dır. 
Ege’de bulunan birçok kentin Amazonlar tarafından kurulduğunu anlatır: 
"Anadolu ana erkil bir sistemle idare edilirken büyük ana tanrıça Kibele’ye tapılırdı. Kibele bir ay tanrıçasıydı. Kızlığı, kadınlığı ve analığı temsil ettiği için, doğan ay, dolunay ve azalan ay olarak gösterilirdi, yani üçlek bir yapıdaydı. Ana tanrıçanın bir çok adı vardı. Bunlar arasında İzmir adının kökü bakımından ‘Marian’, ‘Mirin’, ‘Aymari’ ve ‘Mariyamne’ adları önemlidir. Bu adların sonuncusu Suriye’ye vardığında Meryem’e, batıya ulaştığındaysa Marian’a dönüşür..."

Gelelim eski bir efsaneye: Mirin adlı bir Amazon kraliçesi, Kuzey Ege kıyılarında ‘Serne’ adında bir kenti zapteder, erkeklerin tümünü kılıçtan geçirir; kadın ve çocuklarıysa köle olarak tutar. Kraliçe onlar için kendi adını taşıyan Mirin kentini kurar. Mirin, aynı zamanda Kyme, Prienne ve Pitane, Lesbos Adası’nda da Mitilin (Midilli) kentlerini kurar. Bir gün adaya giderken fırtına kopar. Ana tanrıça Kibele filoyu korur ve Semadirek Adası’na götürür. Kraliçe Mirin o güne dek kimsenin oturmadığı adada Kibele’ye saygı ve şükranlarını anlatmak için bir tapınak kurar. 
Buradan da anlaşılıyor ki Kraliçe Mirin, Tanrıça Mirin’in bir rahibesiydi.

  Sonraki sayfa: Amazonlarla ilgili yanıtlar neler?
 




Amazon kadınları, M.Ö. 200 yıllarında yaşamış, efsanevi kadın savaşçılardır. Yüzyıllar boyunca, bilim insanları Amazonların yalnızca mit ve efsane olduğuna inandılar. Ancak Antik Yunanlılar, bu savaşçı kadınlardan oluşan bir ırkın var olduğuna inanmıştı.

Antik Yunan mitolojisine göre

Antik Yunan mitolaojisinde bazen erkeklerden nefret eden ve hatta onları öldüren korkunç kadınlardı. Bu inanç, antik kaynaklarda Amazon savaşçı kadınlarına verilen çeşitli adlarla doğrulanır. Bu adlar arasında Androktones (insan öldürenler) ve Androleteirai (insanların yok edicileri) veya Styganor (bütün erkeklerden nefret edenler) var.

Yunan mitolojisinde Amazonlar şiddetli savaşçılardı, ayrıca savaş tanrısı Ares'in kızları olduğuna da inanıldı. Partenon metoplarında tasvir edilen Amazonomachy, Yunanlılar ve Amazonlar arasındaki büyük efsanevi savaştır. Birçok Yunan kahramanı, kahramanlık zaferlerini elde etmek için Amazon kraliçelerini ve savaşçılarını yenmekle görevlendirildi.

Bazı tarihçilere göre

'Amazon' adı Yunanca ἀμαζός (göğüssüz) sözcüğünden gelebilir. Bu adın, Amazonların yaylarını daha iyi kullanmak için göğüslerini kesen savaşçı kadınlar olduğu efsanesine yol açtığı düşünülüyor. Amazon adı ilk kez Yunan kaynaklarda görünüyor olsa da aslında Yunanca bir sözcük olmayabilir. Bazı dilbilimciler sözcüğün Persçe (veya Farsça) "savaşçı" anlamına gelen "Hamazon" ile bağlantısına inanıyor. İlişkilendirildikleri İskitlerin de Pers topraklarında olduğu biliniyor. Amazonların en çok Karadeniz yakınlarındaki Themiskira'da (Sinop yakınlarındaki Terme) yaşadığı düşünülür...

Herodot, bir savaşçı kadın oymağının varlığına dair ikna edici bir antik edebi kanıt sunar. Tarihçiye göre; Yunanlılar Amazonları savaşta başarılı şekilde yendikten sonra kadınlar esir alındı ​​ve üç gemiye yerleştirildi. Tutsak Amazonlar, bu gemilerin mürettebatını alt etmeyi ve gemilerin kontrolünü ele geçirmeyi başardılar. Ancak karada yaşayan kadınlar gemiler hakkında hiçbir şey bilmedikleri için, gemiler kısa süre sonra Maiotian göl kıyısında karaya oturdu. Kadınlar oradan karaya çıktılar ve çabucak ehlileştirdikleri bir at sürüsüne rastladılar. At sırtındaki savaşçı kadınlar yağmaladı ve çaldı.

Amazonlara dair arkeolojik kanıtlar

Herodot, bize Amazonlar için ayrıntılı bir köken hikayesi sunsa da, bazı bilim insanları onun tarihinin tümüyle güvenilir olmadığı düşüncesindedir. Birçok bilim insanı seyahatleri sırasında duyduğu şüpheli hikayeleri anlatan Herodot'un düşsel yönleri olduğu konusunda hemfikir. Ancak Herodot'un anlattığı ve düşsel sayılan bazı gerçeklerin arkeolojik kanıtları da hep ortaya çıkmıştır. Tıpkı Amazonlar gibi...

Arkeoloji, Herodot'un tarif ettiği bölgede İskit savaşçı kadınlarının gerçekten yaşadığını kanıtlıyor. Arkeoloji, ayrıca Amazonlara dair bir çok yanlış kanıyı çürüten baı önemli bulgular da sağlamıştır. Amazonlar, bir çok Doğu ve Batı kaynaklarında, farklı isim ve hikayelerle geçmektedir. Ayrıca Homeros, İlyada destanında Truva Savaşı'nda Amazon kadın savaşlılarının da varlığından söz etmiştir.

Amazonlar hakkında yanlış bilinenler

Amazonlara dair yaygın olan efsane, onların insan katili oldukları şeklinde bir inanıştı. Bu inanç, eski Yunan toplumunun özünden kaynaklanıyor. Yunanlılar için bu kadınlar vahşiydi. "Bilinmeyen"e duyulan korku ve kontrol edilemeyen bir kadın, bu Amazonların Yunan zihninde birer fantezi nesnesi haline gelmesine neden oldu. Bunu düzeltmek için Yunan mitolojisi, bu savaşçı kadınları bir Yunan kahramanı tarafından yenilecekleri ve ehlileşecekleri anlatılara yerleştirdiler. Amazonların yaylarını daha iyi kullanmak için göğüslerinden birini kestikleri fikri kanıtlarla çürütüldü. Arkeoloji, böyle bir şekil bozukluğunun meydana gelmediğini gösterir, ancak sonuçta bir Yunan efsanesiydi.

Efsaneye göre; Amazonlar göğüslerinden birini keserek annelik bağlarını fiziksel olarak ortadan kaldırırdı. Amazon savaşçı kadınların savaşçı olmak için annelikten vazgeçtikleri fikri de yanılgıdır. Arkeoloji, birçok İskit kadın savaşçısının bebekleri veya çocukları ve silahlarıyla birlikte gömüldüğüne dair kanıtlar sunuyor.

Amazon savaşçı kadınları, binlerce yıldır insanların hayal gücünü büyüledi. Bugün bile, Xena (Zeyna) gibi veya Marvel'ın Wonder Woman gibi film ve dizilerle, internette de bazı fantazi oyunlarla seyircinin ilgisini çekiyorlar. Efsanede, toplumsal beklentilerin dışında bir yaşam tarzını temsil eden, erkek savaşçılara üstün veya eşit olan kadınları sembolize ettiler. Amazon kadın savaşçılarının varlığını destekleyen arkeolojik kanıtlar, bir zamanlar efsane olarak kabul ettiğimiz şeylerin önemli bölümünün gerçek olabileceğini ortaya çıkarıyor. Amazonlar gibi...



Şarkıların dilinden

 
 

Benim kuşağımın insanları müzik ve sanat açısından oldukça şanslıydı. Romantizmin etkin olduğu yılları görebildi.

Berkant'ın o ünlü şarkısı "Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek" bizim de dillerimizden hiç düşmezdi. Yani, şarkıların dilinden anlarız biraz...

Bu dönemde 68 kuşağı çağa damgasını vurmuştu. Bu kuşağın dünya için kurduğu o güzelim düşler, onlardan sonraki bizim kuşak için ise sadece bir ütopya değil, bir ideal oldu. Yaşamda adam gibi bir duruş sergileyebilmek adına...

 

Ama bizler; duygusal olmaktan çok, gerçekçi olmaya çalışırdık. Duygusal değil, ama duyguluyduk. Böylece romantizmin yerini toplumsal gerçekçilik aldı. Romantik aşk yerine halk ve yurt aşkı gelişti. Ve halk için en güzel şarkılar bu dönemde bestelendi...

Sonra... bir sonbahar sabahı 12 Eylül rüzgârı ile tanıştı Türkiye. 
Meydanlar 12 Eylül marifetiyle boşaltıldı. Bu rüzgar, benim kuşağımın insanlarının pek çoğunda dokundukça hala kanamakta olan derin yaralar da açtı.
 
Köprünün altından çok sular aktı sonra. Sert ve kutuplu dünyadan, global denilen, yumuşak ama daha sahtekar bir dünyaya aniden geçiş yapılıverdi. Değişim rüzgârına kapılan yığınlar nereye savrulduklarını fark edemeden olup bitti herşey. Boşaltılmış meydanlara bu kez cami avlularından insanlar ellerinde zincire vurulmuş kuranlarla getirtilip dolduruldu, "şeriat isteriz" sloganları eşliğinde. ABD'nin "yeşil kuşak projesi" Türkiye'de meyve vermeye başlamıştı. Benim kuşağımın türkülerini söyleyenlerin kısmetine ise, bir de Sivas Katliamı düştü bu sırada.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kemalizm ve laikliğe karşı mücadelede ne kadar kararlı olduğunu vurgulamak için bir şiir okuyordu:
"Minareler süngümüz, kubbeler miğferimiz, camiler kışlamız, müminler askerimiz..."
Şeriat isteyenlere böylece moral ve destek sağlıyordu. Ama devletin cumhuriyetçi refleksi cezaevine yolladı onu. Cezaevine uğurlanırken, "bu şarkı böyle bitmez" diyordu Erdoğan. Yarım kalmış. Gerisini nasıl tamamlayacak, hep birlikte görecektik.

Sonra, "Beraber yürüdük biz bu yıllarda" şarkısıyla meydanlara inip iktidara yürüdü. Yüzleri iyice eskimiş eski liderlerden zaten bıkmış, hırsızlardan artık bezmiş, sistemden mağdur olmuş vatandaş da bir umut diye ona yöneldi. Sonunda ABD'nin elinden tutmasıyla başbakan oldu.


Ama aynı şarkıyı başbakan olduktan sonra pek sık söyleyemiyor Erdoğan
Zaman zaman menuniyetsizlik içindeki kitlelerin tepkilerini yatıştırmak için de olsa. 
Bu arada halkın bir başka şarkı dinleme ihtiyacı içinde olduğunu da fark edemeden. 
Meğer cezaevinde geçirdiği günlerde şarkıyı bir başka türlü söyler olmuş ve bunu da dışarı çıkar çıkmaz dile getirmişti Erdoğan, "Ben artık değiştim" sözleriyle.
Örneğin; "Eski partim (FP) IMF karşıtıydı, ama bizim IMF karşıtlığımız yok" diyordu artık.
Yani,
IMF ve ABD'nin emirlerine harfiyen uyacak yeni bir kukla
bulununca, senaryo da işlemeye başlamıştı yine. Biçilen rol gereği ABD ve IMF'nin emirlerini hiç eksiksiz yerine getirmeye başladı. Tek başına iktidardı, önünde fazla bir engeli yoktu. 
Oysa benim kuşağımın insanları iyi bilir: 
ABD ve IMF'ye teslimiyet; halk için sefalet, devlet içinse esaret demektir.

Bir düşünmek gerek, Erdoğan acaba kimlerle beraber yürümüştü yollarda? 
Yoksul köylüyle, perişan işçiyle, aç memurla, mağdur esnafla. Yani, bozuk düzenden mağdur olmuş kitlelerle. Onlar taşımıştı kendisini iktidara. Yalanlarına kanıp, IMF'e karşı olduğunu sanmışlardı. Ama başbakan olur olmaz, hemen yol arkadaşlarına nasıl ihanet ettiği görüldü. 

Kendisine 4.cü şirketini kurarken, İtalya Başbakanına "başbakan maaşıyla geçinemediğini" söylerken, başkalarının burs parasıyla okuyan oğlu gemi alırken, açıklanan taban fiyata tepki gösteren köylüye "gözünüzü toprak doyursun" dendi, geçinemediğini söyleyen işçiye "bir işiniz var ya daha ne istiyorsunuz? Allah'a şükredin, maaşına zam isteyen memura "bu millet hep sizi mi besleyecek?". Esnaf da aynı azardan aldı payını. "Anamız ağlıyor" diye dert yanan çiftçiye de "al ananı da git lan, artistlik yapma!"... 
Böyle yol arkadaşlığı mı olur?

Ama dert yanan işçiye "Allah'a şükret!" diyen Erdoğan'ın ne kendisi ne de AKP hükümetinin iş takipçiliği yapan vekil ve bakanları Allah'a hiç de şükretmiyor. 
Erdoğan, İtalya başbakanına "başbakan maaşı ile geçinemediğini" söylediğine göre... 
Dünürü de olan Ramsey patronu Remzi Gür
'ün verdiği bursları ile okutulan oğlu kendine "gemicik" alabildiğine göre... Sadece kendisi hakkında açılmış 20 civarında yolsuzluk dosyalarına göre, Erdoğan hiç de bugüne dek Allah'a şükretmiş görünmüyor. İktidarı kendilerine hanedanlık kurmak için kullananlar şükretmesini bilir mi?

Deniz Feneri

Başbakan Erdoğan, ekomik ve politik gidişatı eleştiren siyasi muhaliflerini "gemiyi batırmak istiyorlar" diye suçlarken, hangi gemiyi kastediyor acaba? Oğlunun gemisi olmasın?

 

Gece karanlığında gemilere yol gösteren deniz fenerleridir. 
Görülüyor ki, ABD'nin "yürü ya kulum" dediği Erdoğan'ın yolunu (ya da yolsuzluğunu) AKP'nin ampulü aydınlatmıyor. Ama bizzat Erdoğan'ın başrol oynadığı "Deniz Feneri yolsuzluğu" herşeyi aydınlatmaya yeter aslında. 
Ergenekon İddianamesi"nin savcılığına soyunup da "temiz eller başlattık" diyen Başbakan Erdoğan'ın bizzat kendi ellerinin nasıl da çamur içinde olduğunu da aydınlatacak kadar ışık saçıyor bu deniz feneri. Halkı sefalete mahkum ederken, kendilerinin nasıl rüşvet ve yolsuzluk çarkıyla dönen bir hanedanlık düzeni peşinde koştuklarını da kanıtlayacak kadar büyük bir yolsuzluk davası "deniz feneri iddianamesi".

Halk artık başka bir şarkı aramaya başlar, yakındır. 
Bugüne kadar halkın sırtından geçinip ülkenin kaynaklarını yağmalayan hırsızlardan bıkan halk, tarihin çöplüğüne gömdüğü öteki hırsızlardan Erdoğan ve ekibinin daha da gözü kara, daha yavuz hırsız olduğunu açıkça anladığı gün, emeği ile geçinen insanlar "yetti artık" diye "Cumhuriyet mitingleri"nde olduğu gibi yollara düştüğü gün, bir şarkının daha modası geçmiş demektir. 
 

Kendilerine "gözünüzü toprak doyursun" denilen milletin efendisi, eğer "açız" diye yollara dökülürse bir gün, bir şarkının daha repartuardan kaldırılacağı gün geliyor demektir.
Erdoğan, belki "alternatifimiz yok" deyip duruyor. 
Ama boşuna! Demokrasi her dönemde bir alternatif yaratır. 

Dolayısıyla bir şeyi daha hatırlatmak gerek:
Öyle şarkı söylenmez Erdoğan!
Bu halk için en güzel şarkıyı yine halk aşıkları besteler her zaman!

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Bilgi en kıymetli hazinedir


ben insanoğluyum,
sonsuzluktur benim çizgim,
umut ve özgürlük ateşi benimleyken.
oysa ölümlüyüm!
ama kendi düşsel dünyamda 
havalandığımda ışık demetleriyle 
Tanrı katının da bekçisiyim!
ve düşleriyle 
Tanrıları bile çıldırtan bir divaneyim! 
ben kendimi 
yalnızca düşlerle veririm ele! 
düşlerim, 
büyüklüğüdür 
asıl gerçeği içinde taşıyan 
tarihimin...
 

"Bilinmeyen"e “gizemli” tanımlaması ve yakıştırması yapmak psikolojik bir eğilimdir. Olaylar ve kavramlar üzerindeki gizem, ancak bilimsel ve titiz bir araştırma sonucu ortadan kalkar ve aydınlık ortaya çıkar. Bu tür gizemleri aydınlatacak olan ancak “bilgi”dir. Bilgi, öylesine kutsal bir değer ki; ulaşılmasının çok güç olduğu ortamlarda son derece kıymetli bir hazine gibidir. Gizemli bir dünyada yolumuzu aydınlatacak, bilgi ile tanıştıracak en önemli kılavuz, bilimdir! Eksik bilgi, her zaman "yanlış bilgi"dir.

Uğur Mumcu'nun en çok sevdiğim saptamalarından birisi de, "bir konu hakkında fikir sahibi olmadan önce, o konu hakkında bilgi sahibi olmak gerekir" sözüdür.

Çünkü; bölük pörçük bilgilerle, ortalıkta bir fikir sahibi imiş gibi dolaşmak kadar insanı daha gülünç hale düşüren bir şey yoktur kanımca. Son zamanlarda bu tür karakterler öylesine çok türemiş durumda ki, adeta tüm çevremiz ve hayatımız böyleleriyle kuşatılmış gibi. Öyle ki, hemen her yerde rastlamak mümkün böyle karakterlere. Gazete köşelerinden, TV ekranlarına, siyaset sahnesinden, Meclis kürsüsüne kadar... Bilgi kirlenmesi denilen şey, aslında biraz da bu manzara ile ilgili değil mi?

Son zamanlarda kendi kendilerini "aydın" ilan eden veya böyle bir sıfat sahibi olabilmek için bir yerlere sipariş verenler de çok günümüzde. Fransızca kökenli, "aydın" anlamına gelen "entellektüel" sıfatı, son yıllarda doğrusu biraz da bu yüzden çok fazla hovardaca kullanılır oldu. Hiç bir konuda yeterli bilgisi olmadığı halde, sanki her konuda bir fikir sahibi imiş gibi davranan ve hemen her konuda ahkam kesen bu insan tipleri gereğinden de fazla türedi. Ama, bu karakterlerle alay etmek anlamında kendilerine "entellektüel" demek yerine, bu sıfatın sadece "entel" kısmını lâyık görmemiz biraz da bu anlamdadır.

"Konuşan Türkiye" isterken, deyim yerindeyse, "ağzı olan konuşuyor" durumuna da geldik.
Bunun bir nedenini; ülkemizdeki gerçek aydınların birer ikişer yok edilerek, meydanın bu şekilde boşaltılmasıyla açıklıyorum.

Türkiye'yi karanlığa mahkum etmek isteyenler, bugüne kadar öncelikle ülkenin aydınlık seslerini ya kısmak ya da susturmak çabası içinde oldular. Karanlık dünyamızda bize aydınlık sunan tüm ışıkların birer ikişer söndürülmesi gibi bir durum bu. Toprağa gömülen her aydınla birlikte, Türkiye de bir adım daha karanlığa gömüldü.

Aydınlarına yaşattığı dramdan sonra, bugünkü karanlığa mahkum edilen Türkiye, şimdi gecenin sembolü olan ampulun iktidarını yaşarken, ortalığın da sahte aydınlar ve enteller tarafından kaplandığı bir süreci yaşıyor. İşte böyle bir manzarada, Türkiye'de cehalet tek başına iktidar olabiliyor, bilim ve akıla karşı savaş açılıyor.

Eğer bir toplum, bugüne dek "Hayatta en hakiki mürşit bilimdir" diyen dünyadaki tek lider olan Mustafa Kemal gibi bir lidere sahipken, bilimi bu kadar dışlayabiliyorsa, bilgi sahibi olanlar yüreksizlikleri nedeniyle cahiller tarafından yönetilmeye razı olabiliyorsa, o toplum büyük yıkımlar yaşamaya doğru sürükleniyor demektir.

Şu koskoca dünyada "düşünen adam" heykelini akıl hastanesine diken tek ulus olmamıza bu yüzden şaşmamak gerek belki de. Bu küçük ayrıntı, toplumun bugün yaşamakta olduğu dramın nedenini, yani çok büyük bir gerçeği sembolize ediyor:
Demek ki bizde düşünen insanın heykeline bile tahammül yok!
Ya onun canlısına, konuşanına, yazanına, çizenine bugüne dek neler neler yapılmadı ki? Bütün örneklerin hepsini de biliyoruz. Olup biten herşeyin tanığıyız.

Herşey biraz da gözlerinizin önünde olmadı mı aslında?
Bugüne dek bütün bunları sanki bir film izler gibi izlemediniz mi?



Siyaset ve insan


Sağlıklı bir topluma varabilmenin yollarından biri de, bireyin daha çok önemsenip yüceltilmesidir. Birey derken, burada elbette ki “insan” olgusu öne çıkar. Çünkü her sistemin en temel dayanağıdır insan. Veya temel hedefi...
 
Ama bu hedef ve dayanak anlayışı her politik yaklaşıma göre değişiyor.
Kimi yaklaşım; insanı sistemin veya devletin kölesi haline getiriyor.
Kimi yaklaşım da sistemi veya devleti insanın hizmetine sunuyor.
 
Burada doğru olan, ikinci yaklaşım elbette. 

Çünkü, herşeyin başı insan... 

Politika da, bu oluşumun gerçekleştirilmesi yönündeki araçlardan biri olarak düşünülürse, ülkedeki siyasetin kalitesini ya da bazı siyasi çevrelerin izledikleri politik çizginin neye hizmet ettiğini sorgulamak gerekir.

Türkiye’de siyasetin insan olgusuna dayalı olarak değil, soyut bazı kavramlara dayalı, halkçı değil devletçi bir düzlem üzerinde, sınıfsal değil cemaat ve zümrelere yönelik olarak yürütüldüğünü iddia ediyorum. Böyle olunca da, kitleler kendilerini sorunlarının çözüme götürecek hedef diye kendilerine sunulan sloganların, soyut bazı kavramların ve sadece birer sembol olmaktan öte anlam taşımayan söylemlerin peşinden koşuyor. Karşılaşılan ise; sorunların çözümü yerine, bir kilitlenme ve tıkanma noktası... Yaşanan ise; sadece bir kısır döngü... Darbeler, anti-demokratik seçim yasaları, politika adına yapılan popülist atılımlar, oy kapmak için iktidarların kömürden tutun da gıda yardımına kadar aklına gelen her türlü seçim yatırımını yapıp, seçmene rüşvet vermesi vs. ise ayrı bir sorun... 

“İnsan”
 olgusundan iyice kopan siyaset, varlığını bir de anti-demokratik yasalarla sürdürmeye yönelince, kendisini bile yutan bu girdap içinde adeta boğulma tehlikesiyle yüzyüze geldi. Bu ucube siyaset anlayışı içinde, insan olgusu artık politikacı için sadece bir oy makinesi haline dönüştü. İnsan olgusunu unutan, halkçı çizgiden uzaklaşan ya da kopan, sonuçta siyaseti de tıkanma noktasına getiren bu anlayış, günümüzdeki kirlenmeyi de beraberinde getirdi...

Ama kalitesiz ve seviyesiz bu siyaset, bu ülkenin kaderi değil. “Temiz toplum, temiz siyaset” söylemlerinin yeniden doruğa yükseldiği bugünlerde, siyasetin bu ülkede yeniden keşfedilmesi gerektiğine inanıyorum. 

Bunun için bugünkü iktidara düşen ilk görevlerden biri, öncelikle “dokunulmazlıkların kaldırılması”. İktidarın bu konudaki direnişinden vaz geçip, vatandaşın karşısına gerçekten de “ak” olmuş bir halde çıkmayı, iktidar olduğu halde yargıdan kaçabilmenin formüllerini arama yerine, yolsuzluklarla mücadelede önce çuvaldızı kendine batırma örneği ve cesaretini gösterebilmesidir. İktidara düşen bir diğer görev de, artık her iktidarın yaptığı gibi, aslında seçim yatırımı diye tanımlanan, ama seçmenin oyu için verilen bir rüşvet olan bulgur, makarna, her türlü kuru bakliyat, şeker, yağ, kömür vs. yardımlarını dürüstçe açıklayabilmektir. 

Çünkü kendilerine düşen davranış, insanlara yaptıkları bulgur, makarna, kömür yardımlarıyla kendilerine propaganda payı çıkarmak değil, kendi insanını devletin dilencisi konumuna getirecek kadar yoksulluğa ve açlığa mahkum ettiklerinden dolayı bir utanç payı çıkarmak olmalıdır. 

Öte yandan, tüm siyasetçilere düşen görev ise, siyaseti ve politik söylemleri artık bir takım soyut kavramların ve sembollerin dışına çıkarıp, insan odaklı hale getirmek olmalı. Çünkü bugün için, vatandaşı sadece bir oy makinesi, toplumu da oy deposu gibi gören bugünkü siyaset anlayışı, kitleleri kendine çekebilmek için bazı soyut kavramları abartıp şişirerek tehlikeli birer doktrin haline dönüştürmüş durumda. 


Örneğin, bu ülkede siyaset, 50 yıldır “Kuran-Ezan-Bayrak” söylemine sıkıştırılmış bir halde yürütülüyor. Peki ya insan nerede? 
İnsan unutulmuş. İnsan, sadece bu söylemlerin bir kölesi ve kulu halinde görülmeye başlanmış. Oysa, tüm kutsal değerler, sadece insanın gerçekten insanca, insan onuruna yakışır bir şekilde yaşayabilmesi için vardır. Tıpkı, siyasetin de insana hizmet için bir araç olması gibi. 

Aslolan insandır. 
Somut olan insanın kendisidir. 
Çünkü, insan bir varlıktır. 
Doğadaki en değerli varlık hem de...

Yazının sonunda ise Frederich Nietzsche'nin şu sözlerine yer vermek istedim:
"Cahil bir toplum özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi hiç bir özgürce seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Cahil toplumla seçim yapmak, okuma yazma bilmeyen birine hangi kitabı okuyacağını sormak gibi birşeydir. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğni çalan zalim ve madrabazlardır..." 




0 Yorum - Yorum Yaz

Gündem ve insan!

 

Gündemimiz ve kafamız yıllardır öylesine sahne önü ile meşgul ki; artık dipte kaynamakta olan asıl konulara bakamıyoruz bile. Ya da gündem gerçek yerinden öylesine saptırılmış ki, asıl gündeme alınması gereken başlıca konunun ne olduğunu şaşırmış durumdayız. 

Ekonomi denilen şey, 'borsa’nın günlük med-cezirlerine indirgenmiş. Ulusal ekonomi politikası, IMF’in çizdiği rotaya göre yol izlemek zorunda kalmış. Ekmek, IMF patronlarının iki dudağı arasında. Vahşi kapitalizmi hedefleyen 'sermaye düzeni'nin uluslar arası düzeyde örgütlenmesinin adı; “küreselleşme” olmuş. Emperyalizmin kendi çıkarları doğrultusunda azgelişmiş ulusların sömürüsünü daha da kolay hale getirmek için dünyaya kendi istediği şekli verme politikasına da, artık “yeni dünya düzeni” denmeye başlanmış. 

 

Gündemde ise, bu manzara nedeniyle doğal olarak hep sahnenin önündekiler var. Ya da küreselleşmenin, sermayenin uluslar arasılaşmasının önündeki sorunlar...

En acısı da, hemen hemen genel çoğunluk tarafından tüm bunlar sanki Tanrı’nın emri gibi benimsenivermiş... (Ama bu dünya ve ülke manzarasında, birilerinin kendi kendini ilahlaştırmaya çalıştığı kesin.)

Bütün bu hay huy içinde, bütün bu yaratılan suni gündemde, insan faktörüne rastlamak mümkün değil. İnsan, unutulmuş... Türkiye’de, 75 milyonluk kalabalığımız içinde, hemen her gün sarsılıp duran hayatların tek tek, ya da toplu olarak hiçbir anlamı yokmuş gibi... Büyük siyasi konulardan bahsederken bile içinde insan yok!

Hemen her gün tanık olduğumuz küçük insan felaketleri ise, sadece günü birlik, kendinden menkul, herhangi bir toplumsal bağı hiç olmayan bir olaymış, artık alışıla gelmiş bir vakaymış gibi algılanmaya başlanmış bir halde, duyarsızlığın karanlık dehlizlerinde kaybolup gidiyor...

Kuyrukta bir emekli öldüğünde, bir işsizin dramında, geçim sıkıntısı veya amansız bir hastalığın pençesindeki vatandaşın intihar girişiminde, sevgisizliğin, yoksulluğun bir kadını ya da genç kızı batağa sürüklediğinde, yufka yüreğimizle gazetelerin iç sayfalarında bir haber buluruz mutlaka. Bu haberleri, toplumun içine düşürüldüğü sosyal, ekonomik ve kültürel sefaletinin bir izdüşümü olduğunun ayırdına bile varamadan, bu yönde yorumlamadan okur geçeriz çoğunlukla. Çünkü, artık hayatımızdan insan faktörü adeta çalınmış, insan faktörü unutulmak üzere ve unutturulmaya çalışılıyor. 
 
Toplumumuz, bir başka gündemin girdabında boğulmak isteniyor... 
İnsan hakları konusu bile asıl hedefinden saptırılmak isteniyor. 
Yoksulluk ve işsizliğe karşı verilecek mücadelenin de insan hakları için bir mücadele olduğu unutturulmaya çalışıyor. Yoksulluk ve işsizliğin çözümü, ya IMF’nin ya da IMF işbirlikçisi siyasi iktidarın lütfuna bağlı imiş gibi anlatılıyor... İnsan hakları ise sadece bir türban meselesine endekslenmeye çalışılıyor.

Epeydir ucunu kaçırmışız. Eskisinden daha fazla konuştuğumuzu sanıyoruz ama, gündem öyle saptırılmış, öyle kilitlenmiş ki, asıl gündemi insana çeviremeyecek hale getirilmişiz. 
Oysa böyle değildi eskiden. Bir zamanlar insan ile toplumsal sorunlar arasında bir bağ kurulurdu. Toplumsal sorunlar daha fazla derinlemesine tartışılırdı. 
Demokrasi kültürü, politikanın anlamı ve amacı, devletin halka karşı görevleri ve asıl rolü konusunda hiç olmazsa daha verimli bir akıl tarlası sürülürdü. Böyle olunca da, intiharların, fuhuştaki patlamanın, işsizlik ve yoksulluğun artışının yoğunlaşmasının nasıl bir toplumsal psikolojiye denk düştüğü, nasıl bir izdüşüm yarattığı konusunda kendimizi çimdikleyemiyoruz bile. Haberlerde bile hırsız sadece bir hırsız, katil sadece katil, cinayet sadece bir cinayet, sokaklardaki binlerce kimsesiz çocuk sadece sokak çocuğu, milyonlarca işsiz sadece bir rakam, aç ve yoksul insanlar ise sadece bir acıma duygusu haline gelmiş...

Bir toplum bu hale getirilmişken, gündem saptırılarak nasıl bir seçim yapması isteniyor bugün bakın hele: 
75 milyonluk kalabalığımızın kaderi, kışla ile cami arasına sıkıştırılmış...

Ben  bize dayatılan bu gündemi reddediyorum.
Toplumun asıl gündemi işsizlik ve yoksulluktur.
Çünkü halkçı politika ve söylemlere dönmenin zamanı geldi şimdi. 
Çünkü asıl gündem sahnenin önüne çıkarılanlara değil, başlı başına insan faktörüne endekslenmelidir.
Güneşli bir sabahı savunmak adına...

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Bir ben miyim unutmayan?


2 Temmuz benim doğum günüm. 
Ama bugünü kutlamayı yıllardır unuttum. 
Nedeni, unutkanlığım değil. Özel ve anlamlı günleri unutmayanlardanım. 
Bu sevinci unutmam, unutamadığım bir acı ve bu acının daha öne çıkmasından!
2 Temmuz, artık bana doğum günümü değil, Sivas Katliamı'nı hatırlatıyor! 
Sivas’ta sanki biraz da ben yanmışım gibi…
Ve her doğum günümde düşünüyorum:

“Acaba bir ben miyim unutmayan?”

Büyük ve ünlü araştırmacı-yazar Asım Bezirci ile ilk tanışmam, Eski Foça’daki bir sempozyum sırasında olmuştu. Ne sevimli ve saygıdeğer bir aydındı? Beni en çok etkileyen yanı ise, onca bilgi donanımı ve kültürel birikim düzeyine karşın asla böbürlenmemesi, büyüklenip kibirlilik taslamaması, hep sıradan ve halktan biri gibi davranmaya çalışması olmuştu. Son derece nazik, saygılı, alçak gönüllü ve hoşgörülüydü. Asıl bu yönüyle daha büyümüştü benim gözümde. O an, gerçek bir aydınla tanıştığımı anlamıştım.

Onun ölüm yıldönümü 2 Temmuz! Ve de Sivas Katliamı'nın! 
Tabii, bir ben değilim unutmayan.
O da Madımak Oteli'nde yakılarak öldürülen 37 candan biri olmuştu. 
Diğerlerine saygısızlık etmiş olmak istemem ama, onun kaybı beni derinden sarsmıştı.
Sivas’ta katledilmeseydi eğer, Turgutlu'da o yılın Bağbozumu Festivali’ne katılacaktı yine. 
Daha önce ard arda tam 3 kez katılmıştı. 
Yoksa bir ben miyim unutmayan?

Ama ölümünden 2 ay sonra, onun yerine bu kez eşi geldi. 
Yaptığımız bir sohbet sırasında, sevgili Refika Bezirci’nin anlattığı bir anılarını hiç unutmam. Balayılarını anlatmıştı. Bir aylık balayılarını gittikleri kentin kütüphanesinde geçirmişlerdi tümüyle. 
Asım Bezirci’nin kitap sevgisi yüzünden. 
— Ama balayımız asla zehir olmadı, demişti Refika Hanım.

Bu sohbetimizden tam 1 yıl sonra, Refika Hanım, eşi hakkında yazmış olduğu bir kitabını yolladı bana. Doğumundan ölümüne kadar Asım Bezirci’yi ve birlikteliklerini anlatıyordu kitabında. Bana anlatmış olduğu o ilginç balayı anılarına bu kitapta da yer verdiğini görünce öyle duygulanmıştım ki… O çok özel anılarının bir tanığıymışım gibi hissedip, kendime bundan bir onur payı çıkardım sanki. 

Kitaba karşılık, ben de Asım Bezirci’nin bir resmini çizip gönderdim. 
Refika Bezirci’nin kitabının ismi ise: “Bir Ben Miyim Unutmayan?” 

    

Refika Hanım, eşinin anısını sadece bu kitapla yaşatmaya çalışmıyor ama. Evrensel Kültür Yayınları'nın desteğiyle, adına kurulan Asım Bezirci Kitaplığı’nda hem anısını, hem de eserlerini insanlarla paylaşmaya ve Asım Bezirci'nin yaşamında karanlığa nasıl ışık tuttuğunu anlatmaya çalışıyor.

Dolayısıyla, "Sivas Katliamı'nı unutmayan bir sen değilsin! Bir sen değilsin Asım Bezirci’yi unutmayan! Yalnız değilsin Refika Bezirci!” diyebilmek mümkün belki.

Ama eşinin ölümünden sonra, onun yerine festivale katıldığında, şehrimizin Refika Bezirci’yi  bağrına bastığını acaba kaçımız hatırlıyoruz? Ve acaba Refika Bezirci’yi “fahri hemşehrimiz” ilan ettiğimizi, bir ben miyim unutmayan?

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Bir 12 Eylül hikâyesi


Takvimler 1980 yılına aitti. 
Gün, 12 Eylül’dü.

Aradan geçen çeyrek yüzyıldan fazla zamandan sonra bile izleri silinmedi hala. 
Tarihin de, takvimlerin de utandığı bir gün…
Tank paletlerinin ve postalların geçtiği o yollar, kim bilir kaç kez asfaltlandı şimdiye kadar. 
Ama o yollarda duruyor hala utancın izleri…

28 Mayıs tarihindeki konuşmasında "bir gece ansızın gelebilirim” mesajını üstüne basa basa veren 5’li konseyin lideri, cumhuriyet devrimleri ile başlayan Türkiye’nin aydınlanma mücadelesindeki aydınları suçlayıp, kendi çizgisini göstererek, “Ben böyle aydınları ne yapayım” diyordu. 
Ne yaptığını ise, tarih bir “utanç belgeseli” diye kendi sayfalarına yazdı netekim.

Bir sonbahar günü geldi ansızın! Gün 12 Eylül’dü.

O zamanın siyah-beyaz ekranlarında, omuzu kalabalık bir adam, her şeyi Türkiye ve demokrasi için, Atatürkçülük adına yaptığını anlatıyordu…
Ama demokrasi de utandı…
Atatürk de…

Yapılan zulmün adını bilerek “Atatürkçülük” koydular. 
Yıllardır ekilen Atatürkçülük karşıtı yeşil nefret tohumları daha da filizlensin diye…
Atatürk cumhuriyetinin anıtı olan TBMM feshedildi. 
Demokrasi rafa kaldırıldı. 
Tüm demokratik sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler kapatıldı, yöneticileri hapse atıldı. 
Atatürk’ün kurduğu CHP ile TTK ve TDK gibi kuruluşlar da bundan nasibini aldı.
Cezaevleri, Atatürk gençliğinin yatakhanesi oldu.
Demokrasi adına (?) dört bir yana sehpalar kuruldu. 
Dört duvar arasına hapsettikleri yetmiyormuş gibi…
Sehpalar utandı...
Duvarlar utandı...


700 bin gözaltı, kuşkulu 400 ölüm, 517 idam cezası, gerçekleştirilen 49 idam, cezaevlerindeki insanlık dışı yaşam koşullarını protesto ederek ölen 42 kişi, 141–142 kurbanı 75 bin kişi, 30 bin sakıncalı piyade, 450 bin sürgün… Yakılan 40 ton kitap, dergi, gazete…
İşte rakamlarla 
utancın belgeseli!
Rakamlar utandı…
İnsanlık utandı…

 
Şeriatçı ülkelerde bugünkü idamları kınayan şimdinin demokratları, o günlerde Ne yani, asmayalım da besleyelim mi?” diyen utancın ressamı karşısında o zamanlarda ise el-pençe divandılar netekim... Şimdi ise, Atatürk’ün “Her şey olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile, ama asla bir sanatçı olamazsınız” sözüne nazire yaparcasına  “Ben olurum netekim” deyip, emekliliğinden sonra “ressamcılık” oynamaya başladı… 

Duyduğumuza göre, “nü” resimleri ve portreleri sergilerden hiç eksik olmazmış. 
Özellikle portre resim çizmeye pek meraklıymış.
Ama 17 yaşında idam ettirilen 
Erdal Eren’in portresini bir türlü çizemedi netekim!
Acaba neden bugün o kadar çok portre resmi çiziyor?
İlk çizdiği “12 Eylül” adlı asıl tabloda ne insan, ne de insanlık olmadığından mı? O resimde, ülkenin etrafına örülmüş zırh gibi kalın karanlık bir duvar ve ortasında da sadece kocaman bir sehpa var. Nice genç delikanlıların, başak türküsü genç kızların resimlerine ise, hala 
kayıp listelerinde ve Umut Otobüsünde rastlanabiliyor ancak. Ve Cumartesi Annelerinin ağıt dolu türkülerinde birer ezgiye dönüştü adları…

Abidin mutluluğun resmini çizememişti ya! 
O ise sadece “utancın ressamı” olabildi! 
Tablonun adı: “12 Eylül Netekim”.      
Ben ise, yukarıda görüldüğü gibi, yaşatılan vahşetin resmini çizebildim. 
Yani, resimlerin dilinden ben de anlarım biraz. 
Dolayısıyla, 12 Eylül ressamı hakkında –bu tablosuyla bugün hala övündüğüne bakılırsa- bir iki çift söz söyleyebilirim:
Aslında resim yapmasını pek bilmiyor.
Bir de utanmayı!
Oysa…
Takvimler bile utandı bu günden!

  Sussam... Yazmasam... Ne çok ölüm kırılır, ne kadar çok kayıp darılırdı bana!




0 Yorum - Yorum Yaz

Gidenlerin ardından - İlhan'a ağıt 

uzat ellerini yiğit kardeşim
gel, yanıma otur.
başlayamadığım
ve bitmeyecek şiir oldun dilimde
bir de bak,
nasıl da değişiyor toprak!

hiç türküsüz çıkmamıştık ki yollara
hep mavilikler üstüneydi türkülerimiz
kanlarımız karışmıştı birbirine yürürken
kan kardeşimden de öteydin.
ama bak,
değişmeye başladı artık toprak!

yoksulun kardeşi,
ümitten başka ekmeği olmayanın,
ve sevdanın,
            ve kavganın,
tabuta, toprağa düşman ettin beni
bilemedim,
          gelemedim,
                    göremedim,
sevemedim gönlümce seni.
içimde sessiz bir fırtına
yerle bir eder önüne geleni
gel yanıma otur
yalnızca dinle,
dinle beni.
hele bak,
nasıl da değişiyor toprak!

"ölenle ölünmez" derler, bilirsin
"ölenle ölünmez"
               "ölenle ölünmez"
                              "ölenle ölünmez"...
genç yaşta ölmek de çirkin,
ölümü yazmak da
gelgelelim, 
ölenlerimiz öyle güzel ki
dökecek onca gözyaşı varken
bu yüzden kanar bir yerleri hep
yüreğimizin.
işte bak,
değişmeye başladı bile toprak!

elbet ağlayanlar da olmalı ardından
gözyaşı dökenler de
iz bırakıp da gidenlerimizin.
hala üzülüyorum solan çiçeklere
sızlatıyor yüreğimi eskisi gibi
çırılçıplaklığı memleketimin.
çünkü birilerinin sevdaları
mutlaka ölümsüz kalmalı.
çünkü bak,
ne kadar korkunç
değişmeye başladı toprak!

yoksulun kardeşi
ve mazlumun,
            ve sevdanın,
                        ve kavganın,
uzat artık ellerini
gel,
yanıma otur...




0 Yorum - Yorum Yaz

Aşk ve acı ile sınandık


ey derinden derine
uğultuyla kabarıp büyüyen
                                kocaman sessizlik,
ey ezilen ve horlanan
                     hayatın sevinci
                                   sarhoş umut
ey başında hüzün bulutları
                            duman duman
efkarlı
        ve mazlum
                      ve kıpırtısız
                                   mahmur kalabalık!
aşk ile sınanmışım sana,
sana sevda ile,
                     acı ve keder ile,
zulüm ile sınanmışım,
sana yangın ile,
                       emek ve ter ile
                                 düş ile tutunmuşum,
umut ile susamışım,
sana türkü ile vurulmuşum,
şiir ile sığınmışım
                               ey insanlık!





0 Yorum - Yorum Yaz

Sekizinci Gün

her zaman sekizinci bir gün vardır, düş ile gerçek arasında! 
o günün adı da: gelecek.
 o gelecek de bir gün gelecek!


Dün gece bütün ışıklarını ben yaktım şehrin
tam 400 yıldız sayabildim bir defada

hovardaca göz kırptım önce karanlığa,
bir kement fırlattım sonra gökyüzüne,
en parlak yıldızı tuttum samanyolundan.
bağladım ulu bir ağaca,
adını GÜNEŞ koydum...
   
her yan ışığa kesildi tümüyle
yıldızım gülümseyince yere.
dün gece ben parçaladım zifiri karanlığı,
sekizinci bir gün yaptım kendime,
adını YARIN koydum...
   
cadde boylarında, meydanlarda
ıssız sokaklarında şehrin
başladı o vakur yürüyüşü ışığın.
dağıldı gecenin rengi, kayboldu karanlıklar.
ve şafağın kızıllığında
bembeyaz duygularla
başladı söylemeye güneş
ışık türküsünü aydınlığın,
adını DOĞACAK koydum...
  
mutlu, cıvıl cıvıl, neşeli
kalabalıklar doluştu sokaklara,
dost gülücüklü, sevgi dolu yürekleri,
seslerinde buram buram kahkaha, 
uzatsalar birbirine değecek elleri. 
adını DOSTLUK koydum.

bir adam vardı, ilerlemiş yaşlarda,
gözlerini kısarak gülen bir adam.
o tertemiz bakışlarının parıltısında
bir işaret gördüm, içten ve sımsıcak,
halka halka dağılan
adını SEVGİ koydum...

insanlar çalışıyordu her yerde,
selamlar salarak seher yeliyle.
ve ekinde, okulda, pazarda,
fabrikaların tüten bacasından bile
türküler yankılanıyordu kulağıma,
hep bir ağızdan söylenen türküler
adını BARIŞ koydum...
  
saatin bilmem kaçıydı
ayıldığımda derin uykumdan.
sabahın ilk ışıkları vuruyordu cama.
neşeli çocuk cıvıltıları 
dolduracaktı evleri, sokakları birazdan.
ne kadar karanlık da olsa gece,
güneş doğmayı unutmuyordu asla
adını UMUT koydum...
   
dün gece ben yaktım bütün ışıklarını şehrin,
dün gece ben yok ettim kör karanlığı.
kendime sekizinci bir gün yaptım ben dün gece
herşeyi düşünmek 
ve söylemek mümkündü o gün, özgürce!
demek, dün gece ben güzel bir düş gördüm (!)
düşümü hayra yordum,
adını GELECEK koydum...

Dünya Şiir Günü • Video • 1. Kasaba Uluslararası Şiir Şöleni - 20.03.2013
Dünya Şiir Günü'nde "Sekizinci Gün" adlı şiirin sunumu 



0 Yorum - Yorum Yaz

Sessiz tanık


kapı aralığından süzülmeye başladı ışık
fısıltı, dilsiz bir şair oldu aydınlığa
kör bir kemancı zaman, serenat okumakta güneşe

Zaman dilsiz, zaman yangın yeri, zaman karanlık.
İlk kurtarılacak bu yangında, ağır kapılar ardında kilitli.
Onlar demirbaşlar sözcükler, hayatımızdaki sessiz tanık.
O sözcükler ki, geniş zamanın mahzeninde gizli...

Kilit vuruluysa dillerde, hakimi olunamaz zamanın.
Korkunç sessizlikte, koyu karanlıktır demlenişi hayatın.
O zaman sessizlik, ne kadar da ağır bir kahır...

Gecenin gardiyanları sırtını sıvazlar sessizliğin,
En sadık işbirlikçisidir diye karanlığın.
Ve susarak kutsanan günahlar için,
Madalyalar dağıtır şerefine akan kanların.

susmak mı ağlamak mı daha beter?

Yoğun bir sis ve kapkara kir hayatın üzerinde.
Bezgin hayatlar, büyütür sessizliğini sabırsız bekleyişte.
Suskun dillerdeki giz, fısıltının doğumunu umutla besler.
Artık anlamı yok izlemenin sessizce.
Susmak mı, yoksa ağlamak mı daha beter?
Sabırla beslenen sessizlik; bir fısıltı ya da çığlık olup patlar:
"Artık yeter!"

Artık ağlamak değil, susmak daha beter!
Zaman yangın yeri, zaman dilsiz, zaman karanlık.
Demlenişi günlerin, sesin doğum anını bekler.
Gecenin sağırlığına isyan ediyor artık

İşte kapı aralığından süzülüyor ışık
Fısıltı, dilsiz bir şair olmuş aydınlığa
Kör bir kemancı zaman, serenat okumakta güneşe..

gideceği limanı bilmeyene
hiçbir rüzgârdan hayır gelmez!

Zaman yangın yeri, zaman dilsiz, zaman karanlık!
Şimdi ağlamak değil, susmak daha beter
İşte kapı aralığından süzülüyor ışık
Demlenişi günlerin, sesin doğumunu bekler
Fısıltı, dilsiz bir şair olmuş aydınlığa
Kör bir kemancı zaman, serenat okumakta güneşe
Gecenin sağırlığına isyan ediyor artık...




0 Yorum - Yorum Yaz

İşler tıkırında!


İşler yine tıkırında
Bir bayram kokusu havada
Düğün dernek kurulmuş
Oyunlar oynanıyor:
"Şen ola düğün şen ola!"
Duymuyor musunuz?

Kapılar tutulmuş,
Kazanlar kaynatılıyor
İşte yine karanlık olmuş!
Bilirim, bu hain el kimindir
İlahlar büyüyor bir yerlerde
Görmüyor musunuz?





0 Yorum - Yorum Yaz

Gecenin hâlâ neresindeyiz?


Masmavi düşlerin
Uykulara inme saatinde
Küçük bir teknedeyiz.
Derinliği bilinmez
Bir acılar denizinde,
Demir almışız bir rıhtımdan
Uzak diyarlara biz.

Denizin bile bilmediği
Bir korkunç heyecan içinde
Vururuz bir başka kıyıya
Dalgalarla.
Ve yollayıp sesimizi
Rüzgârlarla,
Sesleniriz:
— Gecenin hâlâ neresindeyiz,
Saatler daha kaç var şafağa?





0 Yorum - Yorum Yaz

Analar büyük ölür

hayat

Resim: Metin Sert

Odayı derin bir kederin o kasvetli sessizliği sarmış
Bir ana hastadır.
Başındakilerin yüzleri üzüntüden yorgun
Onun dalgın gözleri.
Ufalmış yüzünde, geniş alnı sararmış,
Saçlarındaki aklarda, gençlik günleri.

Ana hastadır.
Kutsal görevini anımsıyor bir kez daha
Yavrularının yüzüne tek tek baktı da
Uzaktaki selviliklere çevirmeden önce yüzünü.
Tüm bir ömrü gelip geçiyor gözlerinin önünden
Anılarla yüklü garip bir sis içinde
Geldi işte yüce bir ruhun o son günü.

Ana hastadır.
Buluştu yoksul elleri ürkekçe
Kırışıklıklarını ıslattı gözlerinin yaşları
Derinden gelen bir sesi dinliyormuş gibi
Yavaş yavaş çatılırken kaşları.
Sanki hiç yaşamamış gibi ölecekti,
Ama sessizliğinde bu odanın
Yalnızca hıçkırıklar inleyecekti.

Ana hastadır.
Büyük olur bir ananın gururu
Ecel bile, onun yanına el bağlayıp da girecektir.
Bilir, nefesinden korkan ölümlülerden biri değildir
Hiç ölmeyen bir ruh ölüm döşeğindedir.
Onun alnında şimdi ecelin gölgesi var
Ağır ağır kapanan gözlerinden anladılar
Başucundakiler
Onun sonuncu doğumunu...

Gökler şimdi geri mi alacak yeryüzünden tohumunu?
Yoksa bir yıldız daha mı kayacak?
Sanki yetmiyormuş gibi boşluklar.
Yeryüzünde nice analar
Kayan o yıldıza mı bağlayacak umudunu?

 


ver elini bana yavrum
gel, yürü benimle
al gözümü ve yüreğimi
bak şu insanlığa
sarısı, siyahı, beyazı
dizi dizi, saf saf, omuz omuza
dünya renkli ve kalabalık
koca bir alandır
sev bu kalabalığı.
 
ve yalın ayaklar, nasırlı eller, 
bu suskun, bu kıpırtısız
bu cahil ve ürkek
bu ezik ve aldatılmış yüzler
ve bu aç bebek
bu kalabalıktaki candır
bil insanlığı.
 
işte alın terimiz
emeğimiz,
bu da onur
yanı başımızdaki,
bu da umut
soframızdaki ekmeğimiz,
bu da sevgi
ölümsüz bayrağımız,
yüreğimizdeki
ve akıttığımız kandır
özgürlük için,            
bu da ölüm
tepemizdeki
anla bunları,

ve de ki bana bir gün, 
"aç göğsünü ana
özgürlük emzir bana"





0 Yorum - Yorum Yaz

Yalnızca ışık için


kaba 
ve çirkin derisine
karanlığın
sürte sürte
sivrilttim kalemimi.
çünkü ben
yalnızca ışık için
yazıyorum şiirimi.
sen sevin ayışığı!

bir tek sen vardın
zindanıma ışık
yüreğime aydınlık
                          veren
bir tek sen
ayışığı!

ve dışarıda hayat
en soğuk
en karanlık 
                 deminde
yakalamıştı çağı...





0 Yorum - Yorum Yaz

Gidenin ardından


çizmek isterdim resmini
kör bir şarkıcıya,
söylemek isterdim ismini
bir dilsiz kemancıya,
öyle dayanılmaz tutku ki
seni bağırabilmek
zifiri karanlıkta,
fısıldayabilmek seni
kulağına 
çoban yıldızının.
yokluğun öylesine yoğun, 
öyle derin
çalıp götürdü uykularımı gecelerimden.


herşey sırıksıklamdı,
ağlıyordu bulutlar
acılı türküler bırakıp ardında,
terkedip bizi giderken.
 
kesilmişti nefesim,
sesim korkmuştu gidişinden.
tüm kalabalıklar şahidim,
kocaman bir çığlıktı gözlerim
dörtnala koşmuştular peşinden
ey özgürlük...



Cebimde ümitlerim


Bekledim
Nefes nefese kaç mevsim
Kış geçti, bahar geçti, yaz geçti
Gelmedi.
Sessiz bir çığlık oldu
Boğazımda nefesim.

Ceplerime doldurdum sesimi
Yem yaptım sonra güvercinlere
Uzaklaştım, terk edilmiş gibi
Hüzün sokaklarına
Dudaklarımda bestesiz bir ıslık
Ve boşboş ceplerimde ellerim.

Beklemiştim
Nefes nefese kaç mevsim
Gelmedi!
Sonunda barışa yatırdım
Ümidimi.
Kanatlı bir habercisi oldu
Düşlerimdeki geleceğin...





0 Yorum - Yorum Yaz

VEDA (Bir ayrılık şarkısı)


Bu gece ay, gökyüzünde
Sallanan beyaz bir mendil
Yüreğim kırık bir gitar

Gri bir denizde yol alıyorum,
Bir ceviz kabuğunun içinde.
Yelkenleri martı tüyünden.

Gerilmiş yelkenleri
Ayrılık şarkısından alıyor rüzgarı
Bu kocaman hüzün denizinde.
En sevdiğim makamında
Başım dönüyor kederimden.

Oysa bu gece yolculuğumu
Tüm suların kardeşliğinde 
Yapmak isterim.
Deniz Kızları’na aşık olmayacağım,
Yemin ederim,
O kadar divane değilim daha
Hiç vazgeçmedim maviliklerden.

Pusulam kırık belki
Seyir defterimde hep şiir
Gökyüzünde sadece ay var.
Ve bu gece ay, gökyüzünde
Sallanan beyaz bir mendil
Karanlık boşluğun penceresinden.



Eylül


aylardan eylülün bir vakti
eteklerinde
yazdan kalma çimen kokuları savurarak
sarı saçlı bir kadın gibi salınarak
geldi hazan mevsimi.
ve doğa
tüm renkler arasında
sarıya verdi yeşilin yerini.
göçmen kuşlara inat
bir tek
güvercinler kaldı benimle
hüznün kollarında
gelip çatınca gazel mevsimi...




0 Yorum - Yorum Yaz

Demli bir temmuz akşamı


— Hey garson! Bir çay yolla! Haysiyetli olsun! 

Sıcaklar da ne felaket bastırdı ama. Tam yaz ortası. En kavurucu sıcaklar Ağustos’ta başlar. Ezbere bilirim bu şehrin ağustoslarını. Ağustosları hiç sevmem!

Neyse, Ağustos’a var daha... 

Bu sızlanışım neden? Neye ihtiyacım var? Tatile mi? 
Doğru ya!

Şimdi deniz kıyısında olmak vardı, şu köşede oturmak yerine. 
Dalgalarla boğuşmak vardı. Nasıl da dalgamı geçerdim dalgalarla?.

Şu yaşlı adam ne düşünüyor olabilir? 
Bakışları ne kadar da yorgun? 
Koskoca bir çağa tanıklık eden o gözler, sanki sönük bakıyor hayata! 
Yorgunluk mu, yaşlılık mı? Belki yorgunluk! Hayat kavgasından! 
Bu kavgada çogu kez yenik düştüğü belli! 
Yine de dimdik taşıyor ama bedenini. 
Yüzündeki çizgiler, sanki acılı yaşam öyküsünün belgeseli...

— Garson! Bana bir çay! Tek şekerli! 
— Bana sırf dem koy! 

Önce sinemalar kapandı... 
Sonra bozacılar kayboldu. 
Ardından da kırmızı boyalı kaynamış yumurta satıcıları! 
Yumurta tokuşturmak gençlerin en büyük eğlencelerindendi eskiden. 
Uzun kuyruklar oluşurdu satıcılar önünde. 
Bahis tutulurdu. Kim kimin yumurtasını kırarsa...

— Çek 2 kahve usta, biri yandan çarklı!
Sonra ya salatalıkçılar? Keten helvacılar nereye kayboldu? 
Mısırcılar ise hala duruyorlar, zamana inat. Geçmişten bugüne arta kalan bir teselli sanki. Değişen hayata direnmenin ötesinde bir inatla... 
O zamanlar kültürümüz de bir farklıydı. Kitap okurduk. Şiiri pek severdik. 
Hep romantizm doluydu şarkılar. 
Hep birlikte sinemalara gidilirdi! 
Önce sinemalar kapandı! 
Derken.......

— Oğlum, çaylasana bizi!
— Benimki açık olsun! 

Derken... birahaneler sardı etrafı. Bir de şimdi internet kafeler. 
Bu saatte tıklım tıklım her biri. 



Ya şu kahvehaneler? Adım başı kahvehane! 
2 yıl mı, 3 yıl mı önceydi ne, bir gazetede okumuştum. 
Şehrimiz, en çok kahvehaneye sahip yerlerden biriymiş! 
Nüfusumuz da pek kalabalık. 
Ya işsizlik? Ne kadar da çok insanımız işsiz! 
Tüm kahvehaneler hep dolu bu yüzden. Gündüz bile!

Ama kahvehane kültürümüz pek de gelişmiş doğrusu (!) 
Öyle ki, çayı bile herkes kendine özgü söylüyor. İçme stilleri bile farklı! 
Sahi, ben daha çay içmedim. Şu yeğen de nerede kaldı? Yarım saat geçti. 
Bekletmeyi de pek sever. Ne diye bu kahvehaneye gelmemi istedi? 
Neyse, gelince bir tane daha içerim. 

— Bakar mısın? Bir çay içecektim! 
— Hemen beyim! Nasıl içersin? 
— Bardakla!...



Dindar emperyalizm

“Beyazlar Afrika’ya geldikleri zaman, bizim topraklarımız, onların İncil’leri vardı. Bize önce İncil’i tanıtıp, ardından da gözlerimizi kapatarak dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımız zaman bir de gördük ki, onların artık toprakları, bizimse sadece İncillerimiz vardı ellerimizde…”

Bu bilge Afrikalı bugün yaşamıyor. Ama eğer yaşasaydı, eminim ki, bilgece söylediği bu sözlere ekleyecek yine bilgece iki cümle söylerdi. Çübkü onun Afrikasında bugün açlık var! Onun Afrikasında bugün kara gözlü çocuklar açlıktan ölüyor!

Yukarıdaki bu sözler emperyalizmin geride bıraktığımız 20. yüzyılın başlarında geri kalmış ülkeleri sömürgeleştirmek yolunda izlediği stratejiyi anlatıyor. Yani, emperyalizm için rejimleri ve ülkeleri “dinci” yapmanın özel bir anlamı ve önemi var. 
O zamanın koşullarında siyah ve beyaz bir senaryo olarak sahneye koyulan bu aynı senaryo, günümüzde teknolojinin de sunduğu olanaklarla bin bir renkli versiyonlarla sahneye konulan bir senaryo olmaya devam ediyor hala...

ABD
’nin 20. yüzyıl sonlarındaki Yeşil Kuşak Projesi, 21. yüzyıl başındaki Büyük Ortadoğu Projesi, AKP’nin iktidar olmasından sonra Türkiye’den “Ilımlı İslam Devleti” diye bahsetmesi, AKP’nin de adım adım ülkeyi bir din devleti yapmaya yönelik icraatlarıyla birlikte düşünüldüğünde, o Afrikalının sözleri ne kadar da anlamlı…

Bugün emperyalist sistem saldırgan ve işgalci politikasını daha da geliştirmeye, eski sömürgecilik yöntemlerinden de faydalanmaya başladı. Eski sömürgecilik yöntemlerinin uygulanabilmesi için de yeryüzünün buna uygun bir zemin haline getirilmesi, çağımızda dünyayı daha geriye çekecek şekilde gericilik akımları yaratılıp güçlendirilmesi gerekiyor.

20. yüzyılda çağa damgasını vuran, 68 Kuşağı hareketiyle birlikte solun değerleri ve sol hareketlerdi. Bu hareketlerin ivme kazanıp dünya yüzüne yayılmasıyla birlikte, emperyalizmin işgalci yayılmacılığına ve kapitalist sömürüye karşı mücadele de çağa damgasını vuracak denli bir yükseliş gerçekleştirdi. Bu yükselişi kırmak için emperyalizm tarafından ilk adım olarak Yeşil Kuşak Projesi uygulandı. Proje başarıya ulaşınca da, 21. yüzyıla din kökenli hareketlerin yükseldiği bir süreçle başladı dünya. Ardından da ikinci aşamaya, yani Büyük Ortadoğu Projesi’ne (BOP) geçildi.
 
Emperyalizm tarafından bu yüzyılda dünyadaki dengelerin yeniden belirlenmesi; din kökenli hareketlerin yükseltilmesi, karşı devrim hareketleri geliştirme senaryolarını da içeriyor. Bunun için ülkelerin iç dinamikleriyle de olabildiğinde oynanıyor. Dolayısıyla son 30 yıldır neden din hareketlerinin giderek yükseldiği de ortada.

Geçtiğimiz yüzyılda karşısında alternatif olan sosyalist sistem nedeniyle faşizme ihtiyaç duyan ve böyle iktidarlar yaratan emperyalizm, şimdi de dinci iktidarlar yaratma peşinde. Öncelikle “ulusalcılık” ideolojisini ortadan kaldırmak için “küreselleşme” diyor,  “halkçılık” ideolojisini yok etmek için de ülkelerdeki “halk” kavramı ve değerini ortadan kaldırmak istiyor. 

Halk; kul davranışından sıyrılmış, özgür iradeyle davranış gösterebilen, sorumlu birer yurttaşlık bilincine sahip olabilen bireylerin oluşturduğu bir toplum yapısıyla ortaya çıkar. Ama dinci toplumlarda bireyleşebilmiş insan yoktur, kendisinden kul davranışı istenen insan vardır. Şeriatçı rejimlere göre, insan sadece “kul”dur. Dolayısıyla, şeriat rejimlerinin içeriğini bozduğu, amacından saptırdığı, cehalete teslim edilmiş dinsel yapılanmaların bugün yeniden güçlendirilmesiyle varılmak istenen hedef bellidir: 

"Halk" kavramı ve "sınıf" bilinci ortadan kaldırılacak

Önce insanlar halk oldukları bilincinden uzaklaştırılıp kullaştırılacak, emperyalizme bağlanmış sisteme ve devlete kul yapılacak, ardından emperyalizmin esareti altına sokulacak, böylece az gelişmiş ülkeler “sömürge” haline getirilecek.

Bunun da yolu bellidir: Böl, parçala ve yönet! Tabii ilk olrak "halk" kavramı ve bilinci ile "sınıf" kavramı ve bilinci yok edilmek istenecektir. Toplumsal yapıdaki mezhep ve etnik farklılıklar kaşınacak, toplumsal yapı cemaat, tarikat ve etnik kimliklerle ayrıştırılarak hem halk olma, hem de sınıf kavramı ve bilinci ortadan kaldırılıp unutturulmaya çalışılacaktır. Sosyolojiye de aykırı olan bu durumda; farklılıkları "zenginlik" olarak görmek yerine, "aykırılık" olarak görmek gibi ilkel bir felsefe toplumsal yaşama sokulmak istenecektir. Oysa modern sosyolojiye göre bir toplum mezhepler, cemaatler, tarikatlar vs özelliklerine göre değil, işçi, köylü, memur, esnaf gibi sınıflardan oluşur. (Dolayısıyla siyasi iktidarın "çingene açılımı"na kadar varan bazı açılımlarına, onyıllardır cemaatlerin ve tarikatların güçlendirilip siyasete katılmasına bir de bu yönüyle bakmakta yarar var...)

Çünkü; "halk" olma özellği ve bilinci ile oluşacak halk hareketleri sayesinde yükselecek bağımsızlık mücadeleleri, "sınıf" bilinci ile birlikte yükselecek kapitalizme karşı mücadele emperyalist emelleri olanlar açısından en büyük tehlikelerdir...

Bu yüzden, emperyalizmin sömürgeleştirmek istediği ülkelerde niçin her zaman en gerici unsurlarla işbirliği yaptığı bellidir. Sonuçta, 21. yüzyıl başında dini hareketlerin yükselmesinin ardında emperyalizmin desteğinin olduğu da yeterince açık. Ilımlı İslamcı Fettullah Gülen’in bir İslam ülkesine gidip barınmak yerine niçin Amerika’ya postu serdiği ve Ilımlı İslam Rejimi peşindeki Başbakan Erdoğan ile AKP iktidarının neden bu kadar "Amerikancı" olduğu da yeterince anlamlı değil mi?

Yazımın başında sözleri yer alan Afrikalı da, emperyalizmin Afrika ülkelerini nasıl birer sömürge haline getirdiğini aslında işte böyle anlatıyor. Dinci rejimlerin ülkeleri geriye ve sömürgeleşmeye doğru götürdüğünü kanıtlaması bakımından tarihten gelen ne kadar ibret verici sözler, değil mi?

Tarih sevgisi ile övünmeyi pek seven bir ulusuz.
Ama tarihten ders çıkarmayı da biliyor muyuz?
İşte bunu da bize zamanın akışı öğretecek!

27 Haziran 2008

Okumak için tıklayınız:  20. Yüzyıl: Devrimler Çağı

                                 Sivas'ın külleri: Yeşil Amerikan tohumları



0 Yorum - Yorum Yaz

Seven olur


varlığında kuruldu tüm cümleler
ancak yokluğunda dile geldiler

adını bilebilseydim eğer
derinliklerinde yaşamak isterdim
bir yosun olurdum ya da bir midye
hep içimde büyütürdüm sevdamı
yaşayıp soluk aldıkça her an
açılıp gönderirdim duygularımı
binlerce, onbinlerce inci
bulan olur belki, sevinen olur

bir deniz olsaydın isterdim hep
kocaman bir mavi okyanus
yaşamak isterdim derinliklerinde
bir yosun olurdum ya da bir midye
içimde büyütürdüm sevgimi
yaşayıp soluk aldıkça her an
açılıp yollardım duygularımı
binlerce, milyonlarda inci
arayan olur belki, bulan olur

ya da bir güneş olsun isterdim
mehtabın olup, parıldardım ışığıyla
bakabildiğim, görebildiğim herşey 
yıldızlara dönüşsün isterdim
binlerce, milyonlarca yıldıza
ışığımla dokunabildiğim herşey
bir şarkıya dönüşsün isterdim
tanıdığım, tanımadığım herkes
avaz avaz şarkı söylesin isterdim
duyan olur belki, anlayan olur

varlığıyla kuruldu tüm cümleler
ancak yokluğuyla dile geldiler
sonunda bir gufteye dönüştüler
tutkulu, sevda dolu mısralarla
bu gufteyi dolduracağım bir şişeye
sımsıkı kapatıp sonra ağzını
insafına emanet edip de dalgaların
fırlatıp atacağım bir denize
bir gün vuracaktır nasılsa kıyıya
belki bir aşıklar kumsalında
buralarda hiç aşık olan yok bugünlerde
biliyorum, pek eski bir usul gerçi
ama bir bulan olur belki
kimbilir, besteleyen olur...



Gediz ölmesin, öldürmesin!



Dünyada eşine ender rastlanır bereketiyle bilinen, mitolojik çağlardan bu yana havzanın en önemli hayat kaynağı olarak varlığını sürdüren Gediz Nehri'ne yaşatılan dram nedeniyle, bu nehirin dünyanin en verimli toprakları arasına soktuğu Gediz Havzası, günümüzde artık bir çok çevresel sorunun yarattığı olumsuzlukları da bağrında taşımak zorunda bırakıldı. Yıllardır yaratılmaya devam edilen çevresel sorunlar, bereberinde getirdiği olumsuzluklar nedeniyle havzanın bir çevre dramı yaşamasına da yol açtı. Erozyon ve bölgenin jeolojik yapısından kaynaklanan olumsuz etkenlerin yanında, artık günümüzde felaket boyutuna gelen kirliliğin oluşmasındaki başlıca neden ve faktör ise tabii ki (ve ne yazık ki) yine aynı: İnsan faktörü!

Ancak bölgede yaşayan köylü ve çiftçilerin özellikle birinci sıraya yerleştiği faktör; sanayi tesislerinin neden olduğu kirlilik olarak göze çarpıyor. Cehalet ve aç gözlü ihtirasın da körüklediği aşırı kar hırsının bir yansıması olarak gelişen çarpık sanayileşme, alt yapı sorununu gözardı eden bir dengesizliği de beraberinde getiriyor. Bu doğal dengenin bozulmasından da Gediz Nehri en çok etkiyi almış durumda.

Dünyada eşi az bulunur bir verim ve bereketi topraklarımıza çağlardır bir armağan gibi sunan Gediz Nehri, günümüzde ise olağanüstü bir kirlenmeye uğratılarak, adeta can çekişir hale getirildi ve ölümle pençeleşiyor. Bu kirliliğin nedeni her ne kadar bilinçsizlik ve duyarsızlıkla açıklanmaya çalışılsa da, aşırı kar hırsının da neden olduğu çarpık sanayileşmenin yol açtığı çevresel katliamın elini Gediz'e de uzattığı gerçeğini asla gözden kaçırmamak gerek. Çünkü çevre konusunda bizim en acı gerçeklerimizden biridir: sanayileşmenin yoğunlaştığı bir dönemde sanayi kuruluşları küçük yatırımlarla aşırı kar elde etme hırsları nedeniyle eksik alt yapıları ve çarpık anlayışlarıyla her zaman bir çevre düşmanı kesilmişlerdir.

Bereketin sembolü Gediz Nehri'nin 160 km.lik bölümü Manisa ili sınırları içinde yer alıyor. 1998 yılında yapılan raporlara göre, Manisa merkezde 53, Salihli ilçesinde 34 deri fabrikasının atıkları ile, Salihli ve Turgutlu ilçelerinin tüm evsel atıkları Gediz Nehri'ne dökülüyor. Bu korkunç kirlenmenin yarattığı doğal sonuç ise, ekolojik dengenin bozulması ve Gediz Nehri'nin bugün can çekişir hale getirildiği gerçeği!

Gediz sadece ölmüyor, öldürüyor da!


Evet, Gediz yalnızca ölmüyor, öldürüyor!
Çağlardır etrafında yaşayan canlıları doyuran bir bereketi armağan etmesi karşısında kendisine yapılan bu zulüme başkaldırırcasına, adeta intikam almak istercesine. Yani Gediz Nehri yalnızca ölmüyor, aynı zamanda öldürüyor da!

1998 yılında Ege Belediyeler Birliği'nin yayımladığı raporda, aynen şu ifadeler yer alıyor: "Sanayi tesislerinin atıkları toprağa, havaya ve suya gelişigüzel verildiğinden ciddi sorunlar yaratmaktadır. Fabrikaların büyük çoğunluğunun ya arıtma tesisleri yoktur ya göstermelik arıtma tesisi kurmuşlar ya da yüksek işletme maliyetleri nedeniyle gerektiği kadar çalıştırılmamaktadır. Manisa ilindeki 57 deri atölyesi, yağ ve sabun fabrikası, Küçük Sanayi Sitesi, Sümerbank tekstil fabrikası, Gediz Nehri'ni kirletmeye devam etmektedir." Uşak ilinde bulunan 400 deri fabrikası da krom gibi çok tehlikeli ağır metaller içeren atıklarını yıllardır arıtmadan Gediz Nehri'ne gönderiyorlar.

1997 yılında ise, Gediz Nehri'nin kirlilik oranının maksimum düzeye çıkması üzerine, Manisa, Kemalpaşa ve Gediz Deltası üzerinde bulunan fabrikalarda Çevre Bakanı İmren Aykut tarafından inceleme yaptırılmıştı. İnceleme sonrasında, fabrikalarda arıtma tesisi bulunmadığı ve bu fabrikaların kimyasal atıklarına ek olarak belediyelerin de evsel atıklarını Gediz Nehri'ne boşalttıkları saptanıyordu. Bunun üzerine de sanayi kuruluşlarına 31 Aralık 1998 tarihine kadar gerekli arıtma tesislerini kurabilmeleri için süre verilmişti.

Ama aradan geçen bunca zaman içinde ne sanayi kuruluşlarının ne de belediyelerin arıtma tesisi kurduklarına ilişkin kayda değer hiç bir somut gelişme yaşanmadı. Ege'nin hayat kaynağı Gediz Nehri, böylece her geçen gün daha da kirletilip, bir adım daha ölüme yaklaştırıldı. Her geçen saniye biraz daha kirletilmeye devam edilen Gediz Nehri, artık geçtiği yerlere lağım kokuları salıyor, tehlike ve ölüm saçıyor. Geçtiği yerlerde balıklar ölüyor, suladığı topraklar bozuluyor, bitkiler çürüyüp kuruyor.

Ağır metaller fazlalaştı

Ege Belediyeler Birliği'nin raporuna göre, Gediz'in sularına günde 12 bin 500 metreküp zehirli su bırakılıyor. Gediz de bu zehirle birlikte etrafına tehlike ve ölüm saçıyor. 1999 yılında ise, 14 ayrı noktada yapılan ve "korkunç" diye tanımlanan ölçümlerde, Gediz suyunun tarımsal alanlarda kullanılmasının giderek sakıncalı olmaya başlandığı vurgulanıyordu.

Ölçümler sonunda Gediz'in suyu "5. sınıf" olarak nitelendiriliyor, sudaki ağır metaller ve toksit elementlerinin sınır değerlerin çok üstünde olduğu belirleniyordu. 1 litre suda 0.1 mg olarak bulunması gereken arseniğin 0.106 mg, son derece zehirli bir madde olan berilyumun ise sınır değerinin 15 katına çıktığı saptanıyordu. Kobaltta ise durumun daha ürkütücü boyutlarda olduğu, 1 litre suda 0.005 mg olması gereken kobaltın, yapılan ölçümlerde 5.733 mg olarak saptandığı açıklanıyordu. Sınır değerlerinin tam 115 katı kirli suyun hücumuna uğrayan Gediz'in sularıyla beslenen ürünlerin kanserojen etkisine sahip olabileceği uyarısında bulunan uzmanlar, yakın gelecekte Gediz'den kesinlikle arazi sulaması yapılamayacak hale de gelinebileceğine de dikkat çekiyorlar.

Çiftçiler ise çaresiz! Yapacakları başka bir şey bulunmadığından bu suyu kullanmaktan başka seçenekleri yok! Buna zorunlular! Çiftçi arazisini Gediz'den sulasa bir türlü, sulamasa başka türlü bir dert var bekleyen. İnsanoğlunun kendisine karşı saygısızlığına, nankörlüğü ve zulmüne karşı adeta isyan ediyor ve öc alırcasına hastalık ve tehlike saçmaya başladı Gediz Nehri.


Gediz Nehri, şu anda her türlü bulaşıcı hastalığı da barındırabilecek bir bataklığa da dönüşebilicek hale getirildi. Arazilerinde Gediz'in suyunu kullanan çiftçilerin ellerinde siyah lekeler ve yaralar oluşmaya başladı. Yandaki resimde görüldüğü gibi, artık Gediz'de yüzlerce balık ölümleri başladı bile...

Dünyada tek rekabet gücü bulabildiğimiz tekstilin hammaddesi olan ünlü Ege pamuğunda bilinmez hastalıklar oluşmaya başladı. Menemen ovasında artık domates yetişmiyor. Verimli Gediz Ovası'ndaki bereketli topraklar da giderek azalmakta ve kaybedilmek üzere. Gediz Havzası'ndaki üretim alanlarında yüzde 65 oranında bir düşüş olduğu kaydediliyor. Ama keybeden yalnızca bölgemiz değil, ülkemiz ekonomisi olacak kuşkusuz. Çağlardır bol ve bereketli suyuyla beslediği, eşsiz bir verim armağan ettiği toprak da Gediz Nehri ile birlikte can çekişiyor. Eski verimi yok artık toprağın. Bire bin veren o verimi, o sınırsız tavı giderek azalıyor.

Ege Bölgesi'ndeki doğal yaşamın can damarı durumundaki Gediz Nehri'nin mutlaka kurtarılması gerek. Bunun için de günübirlik çözümlerden çok, organize bir çalışma ve önlem gerekiyor. En önemli adımlardan biri de arıtma tesislerinin mutlaka kurulması zorunluluğu olarak öne çıkıyor. Ama trilyonları bulan bu yatırımlara belediyelerin gücünün yetmediğinin ileri sürülerek ya bu konu hep erteleniyor, ya da onun yerine "biz kesinlikle kirletmiyoruz" diyerek işin içinden sıyrılmaya çalışılıyor.

Demek ki ilk önce Gediz Nehri'nin kirletildiğinin kabul edilmesi ve itiraf edilmesiyle başlayacak herşey. Böyle bir sorunun varlığı bir kez kabul edilince, o zaman çözüm yolları için çabalar ve arayışlar da gelir arkasından. Örneğin; söz konusu bu belediyeler tarafından ortaklaşa bir çalışma başlatılarak bir vakıf kurulabilir ve vakıf aracılığıyla da çeşitli sivil toplum örgütlerinin de desteği kazanılarak, uzun vadeli kredi ve devlet yardımı sağlanması konusunda kamuoyu da yaratılabilir. Burada tüm sorun, böyle bir adım atmak isteniyor mu istenmiyor mu? Ya da çevreye karşı ne kadar duyarlısınız ve yaşanılan çevre dramının ne kadar farkındasınız? Yoksa biz bu kafalarla ve vurdumduymazlıkla kendimizin de doğanın bir parçası olduğumuzu bir an bile aklımıza getirmeden doğayı kirletmeye devam ettiğimiz sürece, Ege bölgesi'nin hayat damarını kesip kopartmış olacağız! Gediz Havzası da bir bataklığa dönüşecek!

Gediz Nehri'nin 160 km.lik bölümü Manisa ili sınırları içinde. Dolayısıyla bu konuda en ciddi ve ileri adımın öncelikle Manisa ve ilçelerinden başlatılması zorunlu. Bu konuda bir başka çözüm de Gediz Havzası'nın sit alanı ilan edilmesi olabilir.

1998 yılındaki görüşmemizde çevreci bir söyleşi yaptığım Manisa Valisi Muzaffer Ecemiş, devlet tarafından Gediz'in kurtarılması için yeterli destek ve ödenek sağlanacağı konusunda hiç de umutlu görünmüyordu. Ama bir hayali vardı Ecemiş'in: Gediz Nehri ve çevresinin tamamen sit alanı kapsamına alınması. "Olumlu sonuç alınabileceğini ve Gediz'i ancak böyle kurtarabileceğimizi umuyorum" diyor ve sonra da ekliyordu: "Bu konuda herkesten destek bekliyorum!" Beklediği desteği alabilmiş miydi peki? Maalesef hayır!

Konuya duyarlı bazı CHP milletvekillerinin çabaları ve bazı sivil toplum örgütlerinin katılımı ve öncülüğüyle, medya desteği de sağlanarak "Gediz ölmesin, öldürmesin!" sloganı ve mesajı altında Gediz'in doğduğu yerden başlayıp Ege Denizi'ne döküldüğü Menemen ilçesine kadar süren bir yürüyüş yapıldı. O dönemde gündeme gelen bu çabalar, sadece Gediz Nehri'nde olağanüstü düzeyde kirlenme olduğuna dikkatleri çekmeyi ve kirlenmedeki en büyük faktör olan deri atölyeleri ve fabrikalarına arıtma tesisi kurabilmeleri için süre verilmesini sağlayabilmişti sadece. Sonrasında ise ne yazık ki herşey yine unutuldu. Bugün, bilebildiğim kadarıyla bir tek Salihli'deki GEMA Vakfı ile Menemen'de elle tutulur bazı çabaların olduğunu söyleyebilmek mümkün.

Ama bir gerçeği vurgulamak gerekirse, ülkemizde çevrecilik açısından toplum ve devlet olarak sınıfta kalmış bir haldeyiz. Çevresel sorunlarımıza karşılık, çevreye karşı duyarsız bir toplum olduğumuz görülüyor. Yani, Gediz Nehri'nin dramı Türkiye'de tek değil aslında. 1998 yılında ülkemiz genelindeki akarsular üzerinde yapılan bir araştırma acı bir gerçeği ortaya koyuyor: Akarsularımızdaki kirlenmenin boyutları olağanüstü boyutlara varmış durumda! Araştırmaya göre, Türkiye'de kirlenmeyen, ya da daha doğru deyişle, kirletilmeyen bir tek akarsu yok! Bunun temelindeki nedenler de hep aynı nedenler: cahil ve duyarsız insan faktörü ile çarpık sanayileşme, ülkemizdeki en büyük çevre katliamcısı olarak duruyor karşımızda...

Ama Gediz Havzası'nda yaratılan çevre dramı, yalnızca doğal su kaynaklarının kirletilmesi veya Gediz Nehri ile sınırlı değil. Bu bölge toprağının çok yönlü bereketi, aynı zamanda sanayide de bir hammadde olarak kullanılması özelliği nedeniyle yaşanılan bir başka çevre dramı daha ortaya çıkartıyor: Tarım topraklarının amaç dışı kullanılması! Bu da özensiz ve denetimsiz çalışan kum ocakları ile fabrikaların sanayi hammaddesi olarak verimli tarım topraklarını kullanması sonucu ortaya çıkan bir başka sorun. Yani toprak talanları da var yaşanılan çevre dramında!

Okumak için tıklayınız: Toprak talanları

Gediz Nehri, can çekişiyor!
Ama yalnız başına olmayacak ve olmuyor bu ölüm!
Bugün Gediz Nehri üzerinde ve nehir kenarında yüzlerce (zaman zaman da binlerce) balık ölülerine rastlanılmaya başlandı. Bu balık ölümleri, Gediz Nehri'nin can çekişmeye başladığının en somut kanıtı.

Gediz ölmesin, öldürmesin!
Ya toprağın nabzı?
O daha ne kadar atmaya devam edebilir tek başına, Gediz ölürse eğer?
Çünkü su çürüyünce, toprak da küser!


Yukarıdaki yazım 2000 yılı Aralık ayında bir yazı dizisi halinde yayımlanmıştı.

O günden bu yana neler mi oldu?
Biz "Gediz'i kurtaralım mı, kurtarmayalım mı?" diye hala tartışa duralım, birileri tarafından can çekişir haldeki Gediz için adeta idam fermanı verildi!
Böyle bir havza için böyle bir kararı kim verebilir? Elbetteki İngiliz emperyalizmi.
Görünen o ki, AKP Hükümeti tarafından da bu idam fermanı imzalandı!


Gediz Havzası'ndaki yaşamı tamamen yok edecek, tüm havzayı tam bir çöle çevirecek ve tam bir "madencilik faciası" diye tanımlanabilecek ucube bir proje, şimdi Gediz Havzası'nı inanılamayacak kadar büyük ve ciddi bir çevre felaketi ile tehdit ediyor.

İncelemek için tıklayınız: Nasıl bir çevre felaketi bizleri bekliyor?

 

 
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 


   



0 Yorum - Yorum Yaz
                  kelebek                            kelebek              kelebek 




Kütahya
'nın Gediz ilçesinde doğan ve İzmir'in Menemen ilçesinde Ege Denizi'ne kavuşan Gediz Nehri, 401 km uzunluğunda günümüzde. Önce Kütahya il sınırları içinde akan Gediz, Uşak merkez ilçeye bağlı Emirfakı Köyü'nün kuzeyinde Uşak topraklarına girer. Irmak, merkez ilçenin Güre Bucağı'na kadar kuzey-güney yönünde akar. Bu bucağın yakınlarında batıya döner ve Manisa'nın Salihli ilçesinin kuzeydoğusundan Gediz Ovası’na girer ve sonra da güneyden Kemalpaşa Ovası’ndan gelen Nif Çayı ile Turgutlu'dan gelen Irlamaz Çayı'nı da yedeğine alarak, Foça tepelerinin güneydoğusundan İzmir Körfezi’ne dökülür.

Irmağın kaynağı olan Murat Dağı'ndan Ege Denizi'ne ulaştığı noktaya kadarki uzunluğu 401 km olup, su toplama havzası ise 17.500 km²'dir. Taşkın dönemlerinde sık sık yatak değiştiren Gediz Nehri, yaklaşık 40.000 ha’lık bir delta oluşturmuştur. Zaman içerisinde İzmir Körfezi’ndeki bazı adalar da kara ile birleşmiş ve delta ovası içerisinde kalmıştır. 
Bu nehir, mitolojik çağlardan beri bölgemizin en önemli hayat kaynağı olarak, buradaki yaşamın bir sembolü, önemli bir akarsu olarak bugüne dek varlığını sürdürdü.

Gediz Nehri'nin mitolojik çağlardaki adının "azgın, öfkeli, taşkın" anlamını çağrıştıran Memaniomenos veya Mainonemos olduğunu bilmek, bu nehri anlamaya yeterli.  Şairlerin babası Homeros'un ünlü eseri İliada Destanı'nda "Maionia" diye anılan Gediz Nehri'nin buradaki anlamı ise "Kutsal Ma Nehri" veya "Kutlu Akarsu"dur. Halikarnas Balıkçısı'na göre, ondan önceki ismi Paktalos olan Gediz Nehri için, pek çok öykü ve hikayeler de anlatılır. Gediz Nehri, Belkıs Efsanesi'nde olduğu gibi de efsanelere bile konu olmuştur.
 
Yunanlıların tarihte Ermos adını verdikleri bu nehire, Romalılar latin yazımına uydurarak Hermos demişlerdir. Perslerin Serabad dediği, o zamanki halk dilinde ise Sarabad'a dönüşen bu nehir, günümüzde ise çıktığı yere göre Gediz olarak adlandırılmış.  Zaman zaman taşması nedeniyle "Cadı Gediz" adı da takılan Gediz Nehri'ne, yöremizde ise bu nedenden dolayı çamurlu suyu ve toprağı dolayısıyla köylüler tarafından "Sarıkız" da denmiştir.
 
Yerleşik yaşama geçiş, insanların hayvancılıktan tarıma yönelmesiyle birlikte başlar. Yerleşik yaşama geçerek tarıma yönelen topluluklar için bu nedenle yerleşilen bölgelerin yeşil ve sulak alan olması bu seçimde öncelikli tercih oldu. Yüzyıllar öncesinde atalarımızın bu topraklara gelip yerleşmesindeki sır da, toprağın bereketidir. Tüm Türkiye'nin en verimli topraklarını barındıran Ege Bölgesi, özelikle de Gediz Havzası, dünyanın 1. sınıf tarım arazileri arasındadır. Bu bölge toprağının bereketi, bire bin veren cömertliği ile üreticinin yüzünü güldürmüş, verimliliği ile çağları doyurmuştur.
 
Yalnızca tarımda değil, sanayide de bir hammedde olarak kullanılan, çok yönlü bereketi olan bir hazine gibidir bu yöre toprağı. Bölgemizin toprağının bereketi anlatmakla bitirilemez. Ama bu bereketin sırrını merak edip araştırdığımızda, alacağımız yanıt: GEDİZ NEHRİ'dir. Bol ve bereketli suyuyla tüm Ege'nin en önemli hayat kaynağı olarak çağlardır toprakları besleyen, bulunduğu havzayı sadece ülkemizin değil, dünyanın en verimli toprakları ve 1. sınıf tarım arazileri arasına sokan Gediz Nehri...


 
Bu nehrin çağlardır sulayarak, adeta yeşili cömertçe sunarak yeşillendirdiği Gediz Ovası da, verimi ve bereketi ile dünyada isim yapan bir yer haline gelmiştir.
 
Gediz Ovası, ortalama 1 milyon 800 bin hektarlık alanıyla yalnız Ege Bölgesi'nin değil, Türkiye'nin ekonomisi açısından da çok önemli bir bölge. Ekonomik değer, tarım ürünlerinin yanı sıra, havzada bulunan irili ufaklı sanayi kuruluşlarından da sağlanıyor. Ama tarım ürünlerinin ekonomideki ağırlığı, ihracat boyutu da göz önüne alındığında, hiç de azımsanmayacak ölçü ve düzeyde. 
 
"Üzüm diyarı" olarak da bilinen Manisa Ovası'nın bu bereketi sayesinde, Türkiye dünyada her zaman çekirdeksiz kuru üzüm üretiminde birinci sırada yer almıştır. Gediz Ovası yalnızca yakın tarihte değil, mitolojik çağlardan bu yana hep bir üzüm diyarı veya üzümün merkezi olmuş ve hep öyle bilinmiştir. Örneğin Romalılar döneminde, Gediz Ovası "şarap merkezi" olarak bilinirdi... 
 


Gediz Havzası
'nın birinci kalite tarım toprağı olduğu düşünülürse, bölgenin önemi Ege ve Türkiye ekonomisi bakımından bir kez daha ortaya çıkıyor. Bu özellikleriyle dünyada da az bulunur kalitede bir tarım bölgesidir Gediz Ovası.

Gediz Havzası’nın bereketi nereden geliyor?

Gediz Havzası,
Turgutlu, Manisa, İzmir, Foça ve Menemen ovalarına kadar göl halindeymiş. Bu göl milyonlarca yıl varlığını sürdürmüş, 16 milyon yıl önce de kurumuş. Laterit dediğimiz buranın toprakları, Balkanlar’dan, Sırbistan’dan başlayıp Arnavutluğu geçen, Yunanistan üzerinden Ege Denizi’nin dibini geçip İzmir çizmesinden karaya çıkan, Manisa’da devam eden, Ankara üzerinden bir yay çizip ta Harran Ovası’na kadar giden bir kuşak. Akarsu yatakları bunlar. Bereketi de buradan geliyor.

Peki bu havzayı dünyanın 1 numaralı tarim bölgelerinden biri haline getiren Gediz Nehri bugün ne halde? 
Gediz Nehri günümüzde can çekişiyor artık! Bir türlü çevreci bir toplum olmayışımız, cahil ve duyarsız insan faktörümüz ve de korkunç bir şekildeki çarpık sanayileşme anlayışımız yüzünden.

Peki neler oldu da Gediz Nehri bu hale geldi?
Gediz Nehri'nin başına neler geldiğini öğrenmek için bir sonraki yazıyı okuyunuz.

Tıklayınız: Gediz ölmesin, öldürmesin!

 

 
 Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin vermeyin 
 


   



0 Yorum - Yorum Yaz

Irlamaz ve Nif dereleri


Dünya Bankası'nın raporuna göre de, 21. yüzyılda dünyanın kaderini ne uydular belirleyecek, ne de internet. Dünyanın kaderi su, enerji ve tahıla endeksli görünüyor. Tahıl üretimi ve enerji de suya dayalı olduğuna göre, su, dünyanın geleceğini belirleyecek en önemli kaynakolarak görülüyor.
 
Gelelim ülkemize. Türkiye, su zengini bir ülke değil aslında. Yapılan istatistiklere göre, su zengini bir ülke olabilmek için kişi başına 7 bin metreküp su potansiyeline sahip olmak gerekiyor. Ülkemizde ise, kişi başına düşen su miktarı ancak 3.340 metreküp olarak saptanmış. Ve 2050 yılında da Türkiye'nin bu gidişle su fakiri bir ülke olacağı vurgulanıyor.

Olaya bir de bu açıdan baktığımızda, doğal su kaynaklarımızı ne denli çılgınca ve korkunç bir şekilde talan ettiğimiz gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor.
 Bunun için de çok uzağa bakmayın, sadece kendi yaşadığımız çevrenize, bulunduğunuz yerlerde doğal su kaynakarının ne halde olduğu, nasıl tehditlerle karşı karşıya olduğuna bakın.


Irlamaz ırlamıyor, Nif çağlamıyor


Sularının coşkun ve gür aktığı günler hala capcanlı bir biçimde duruyor belleğimde. Ovaya gitmek üzere sabahın erken saatinde yola çıkan arabaların, Irlamaz Çayı'nı geçemeyip de geri döndüklerine kaç kez tanık olmuştum. 
— Sakın gitmeyin, Irlamaz yine azmış, derlerdi geri döndüklerinde.

Yoğun yağmurlar sonrası işte böyle geçilmez olurdu Irlamaz ve Nif çayları. Şimdilerdeyse iyice çaptan düştüler ikisi de. Ve ağır ağır da Leylek Çayı'nın akibetine doğru yaklaşıyorlar. Birbirine paralel yataklarıyla kentimizi boydan boya geçip, Gediz Nehri'ne kavuşan Gediz Nehri'nin kentimizden geçen en önemli kolları olan bu çaylar da tıpkı Leylek Çayı gibi yok olma tehlikesiyle yüzyüze. 

Çocukluğumun o coşkun akarsuyu Irlamaz Çayı'nın özellikle içinde fabrika atıkları yüzmeye başladığından beri keyfi kaçmıştı. Domates, biber, patlıcan ve daha sayılabilecek daha pek çok sebze-meyve atığının akınına uğruyordu önceleri Irlamaz ve Nif çayları. Konserve fabrikalarının hç bir işe yaramayan çürük ürünlerini posa ya da çöp olarak buralara boşaltmasıyla, bir süre sonra bu çay yataklarının çöplük olarak kullanabileceği fikri doğdu insanların kafasında. Giderek bu bakış daha farklı fikirlere de dönüşüp, foseptik kanalı gibi de kullanılmaya başlandı tabii ki. Bu çayların birer atık deposu veya foseptik gibi kullanılması, besledikleri Gediz Nehri'nin de daha da kirletilmesi anlamına geliyor.

Bugün artık sayemizde can çekişme noktasında gelen, tüm Ege'nin en önemli hayat kaynağı olan Gediz Nehri'nin kurtarılabilmesi, onu besleyen kollarının da kirletilmemesi anlayışını içeriyor. Bunun için atılması gereken ilk önemli adım, öncelikle bu çay yataklarının bizim tarafından kirletildiğini kabul etmemiz. Ama bugün hala "biz kesinlikle kirletmiyoruz" diyen böyle yerel yöneticiler oldukça, bu iş biraz zor görünüyor. Oysa bir sorunun varlığını yadsımak yerine, o sorunun varlığını kabul etmek, o zaman sorunun çözümü için atılan ilk önemli adımdır. Aynı zamanda bir sorunun varlığını yadsımak yerine o sorunun varlığını kabul etme  dürüstlüğünü göstermek, çözümün zorluğu konusundaki bahanelere de dürüstçe sığınma hakkını doğurur. Bundan sonra da ne gibi önlemler alınabileceği tartışmaları yapılabilir.



1998 yılında
 Vali Muzaffer Ecemiş ile çevreci bir söyleşi yapmıştım. Konuyu evsel ve fabrika atıklarımızla, çöplerimizle kirlettiğimiz Irlamaz ve Nif çaylarına getirdiğimde, bu çayların durumu için "Utanç verici" deyimini kullanmıştı Vali Ecemiş. Bu sorunun mutlaka çözülmesi gerekliydi. Asıl tutum da belediyelerin tutumuna bağlıydı. Vali Ecemiş'in deyişine göre; Akhisar ve Alaşehir yıllar önce arıtma tesisleri kurarak sorunu önemli ölçüde çözmüştü. Sadece Turgutlu'dan ve Salihli'den hiç bir adım gelmiyordu. "Hiç olmazsa bu çayların kirlenmesinin nasıl önlenebileceği konusunda bir öneri paketi hazırlanıp sunulmalı" demişti Ecemiş.

Bugünse, vurdumduymazlıklar nedeniyle artık iş o hale gelmiş ki, belediyelerin sadece kendi olanaklarıyla buralara arıtma tesisleri kurabilmeleri pek kolay görünmüyor. Çünkü bugün bu arıtma tesislerinin kurulabilmesi için trilyonlar gerekiyor. Bunun için de devlet destekli uzun vadeli kredi çalışmalarının başlatılması gerekli. Ama bunu yapmak isteyen var mı? Bu durumda, bana kalırsa bu çayları dikilen fidanlar kurtarabilecek ancak. Bu çayların ıslah edilerek ağaçlandırma çalışmaları yapılması gerçekten de önemli bir adım olur.

Ama bütün bu yapılan çalışmalar buraları kurtarmaya yetecek mi? 
Bu çay yataklarının birer foseptik veya atık deposu gibi kullanmaya devam edilmesi halinde, elbette ki hayır. Bu gerçek bu çay yataklarında çırılçıplak ilkelliğiyle duruyor hala..

 

 

 
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

   



0 Yorum - Yorum Yaz

• SEVGİ, RUHUN GIDASI, UMUT İSE HAYATIN GIDASIDIR.  HER İKİSİ DE EMEK İSTER...

• ÖFKENİZ EĞER SEVGİNİZDEN DAHA BÜYÜKSE, DİKKATLİ OLUN! EN SEVDİĞİNİZİ BİLE HER ZAMAN DARMADAĞIN ETME İHTİMALİ VAR DEMEKTİR...

• SEVGİSİZ BİR YÜREK, ÇORAK TOPRAK GİBİDİR. BÖYLE BİR TOPRAKTA ANCAK KİN VE NEFRET TOHUMLAR KOLAYCA FİLİZ VERİR...

• VİCDANLARIN CÜZDANLARIN HÜKMÜ ALTINA GİRDİĞİ BİR YERDE GÜNEŞ TUTULMASI BAŞLAMIŞ DEMEKTİR..

• ÇOCUK RUHUNUN EN TEMEL GIDASI, SEVGİDİR. BÖYLE BİR GIDADAN YOKSUN KALDIĞINDA, KENDİ KENDİNİ BESLEMEK ZORUNDA KALIR. AMA O ZAMAN DA HASTALIKLI BİR KİŞİLİK OLUŞUR. ÇÜNKÜ KENDİ KENDİNE DENGELİ BESLENEMEZ...

• GURUR GÜZELDİR, KİBİR İSE TEHLİKELİ! KİBİR, İNSANI İNSAN OLMAKTAN ÇIKARABİLECEK HASTALIKLI BİR RUH HALİDİR...
   
• KABUL EDİLEN HER YANLIŞ, İNSANI YENİ BİR DOĞRU İLE DAHA TANIŞTIRIR. İNKAR EDİLEN HER YANLIŞ İSE, YENİ BİR YANLIŞIN DAHA KAPISINI ÇALMAYA GÖTÜRÜR...

• AYDINLIK SESLERİ KISILAN, AYDINLARI SUSTURULAN BİR YER, TIPKI DÜNYAMIZA AYDINLIK SUNAN IŞIKLARIN BİRER BİRER SÖNDÜRÜLMESİ GİBİ, KARANLIĞA GÖMÜLÜR...

• İNSANLAR, "İNSANCA YAŞAMA HAKKI"NI YANLIŞ KİMSELERİN LÜTFUNA BIRAKTIKÇA, PAYLARINA DÜŞEN SADECE "KULLUK ve KÖLELİK" OLUR...

• EN İYİ ÖĞRETMEN; HAYATIN KENDİSİDİR...

• İNSANLAR YAŞAMLARI BOYUNCA HEP UMUTLARININ VE HAYALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞARLAR...

• BU HAYATTA HEPİMİZ DE GELİP GEÇEN BİRER YOLCU GİBİYİZ. HER İNSANIN BU HAYATTA BİR HİKAYESİ VAR.  UMUTLARIMIZA VE HAYALLERİMİZE TUTUNUP HAYATIN İÇİNDE SÜRDÜRDÜĞÜMÜZ BU YÜRÜYÜŞ, BİZİM HAYATIN İÇİNDEKİ SERÜVENİMİZDİR. HER İNSANIN KENDİ SERÜVENİ, AKIP GİDEN HAYATA KARŞI KENDİ SERGİLEDİĞİ DURUŞU ANLATIR...

• HAYATA TUTUNMAK KADAR, HAYATA DOKUNMAK DA GEREKLİ. İÇİMİZDEKİ YAŞAM SEVİNCİ İLE TUTUNUR VE ÜRETTİKLERİMİZLE DOKUNURUZ HAYATA. HAYATIN İÇİNDE NASIL BİR DURUŞ SERGİLEDİĞİMİZ KADAR, GELECEĞE DÖNÜK NE ÜRETTİĞİMİZ DE ÖNEMLİ.  BU ÜRETKENLİK DE; HAYATA NASIL DOKUNDUĞUMUZU ANLATIR...

• HER İNSANDA ÖĞRENİLECEK BİR ŞEY MUTLAKA BULUNUR. HİÇ KİMSE "HERŞEYİN EN İYİSİNİ VE EN DOĞRUSUNU BİR TEK BEN BİLİRİM" GİBİ HASTALIKLI BİR KİBİRİN PENÇESİNE DÜŞMEMELİ. UNUTULMAMALI Kİ; KİTAPLAR YAZAN DA, HAYATI GELİŞTİRİP ŞEKİLLENDİREN VE ONA YÖN VEREN DE YİNE İNSANIN KENDİSİDİR...

• BENİM İÇİN DE "HAYATTA OKUDUĞUM EN BÜYÜK KİTAP; İNSANIN KENDİSİDİR." BU KİTAPLARIN EN SON SAYFASINDA EN SON SÖZ, KİMİ ZAMAN SESLİ, KİMİ ZAMAN SESSİZ ŞÖYLE DER: "HAYAT DERS ALMAK İÇİNDİR!"...  
     
• HAYATIMIZDA KENDİ GERÇEĞİMİZLE YÜZLEŞEBİLMEMİZ İÇİN HER ZAMAN GEREKLİ OLAN OLGULARDAN DAHA ÖNE ÇIKAN İKİ OLGU VARDIR: BİRİ CESARET, DİĞERİ DE SAMİMİYET. KENDİMİZİ HALA GELİŞTİREMEMİŞ VE AŞAMAMIŞ İSEK, BUNUN NEDENİ YA BÖYLE BİR YÜZLEŞMEYE CESARET EDEMEYİŞİMİZ, YA DA BU YÜZLEŞME SIRASINDA YETERİNCE SAMİMİ OLAMAYIŞIMIZDIR... 
   
• İNSANLARIN ADALETİ YOKTUR. AMA DOĞANIN BİR ADALETİ VAR. DOĞA, BU NEDENLE ENİNDE SONUNDA HERŞEYİ KENDİNCE YERLİ YERİNE YENİDEN KOYAR... 
   
• BÜTÜN DİKTATÖRLER BİR GÜN MASKARA OLMAYA MAHKUMDUR.HALK, BİR KEZ HALK OLDUĞUNU KEŞFETMEYİ BAŞARSIN, O ZAMAN HER DİKTATÖRÜ MASKARAYA ÇEVİREVİREBİLİR...

• HER YERDE SAVAŞ ÇIĞLIKLARININ ATILDIĞI BİR DÜNYADA İNSANLIĞIN VERECEĞİ EN KUTSAL VE ERDEMLİ SAVAŞLARDAN BİRİ; İNSAN HAKLARI MÜCADELESİ YANI SIRA CEHALETE KARŞI DA VERECEĞİ MÜCADELE OLMALIDIR. CEHALETE KARŞI MÜCADELE; KAZANILMASI EN ZOR AMA MUTLAKA KAZANILMASI GEREKEN BİR MÜCADELEDİR. İNSANLIK BU MÜCADELEYİ KAZANAMADIĞI SÜRECE, GERÇEKTEN İNSANCA YAŞAYABİLMESİNİN TEMEL TAŞLARINI HAYATIN İÇİNE DÖŞEYEMEMİŞ, BU YOLU AÇAMAMIŞ OLACAKTIR...

• KENDİMİZİ GÜZEL GÖSTEREBİLMEK İÇİN BAŞKALARINI ÇİRKİNLEŞTİRMEYE ÇALIŞMAK HASTALIKLI BİR DAVRANIŞ BİÇİMİDİR. KENDİMİZİ GÜZELLEŞTİRMEK DEMEK, BAŞKALARINI ÇİRKİNLEŞTİRMEK DEĞİLDİR...

 

 

 

 

    


 

• KARANLIKTA ISLIK ÇALARAK YAŞANMAZ! ISLIK ÇALARAK, KARANLIK KORKUSUNDAN KURTULUNABİLİR BELKİ. AMA ASIL TEHLİKE ONDAN SONRA BAŞLAR. KARANLIK KORKUSUNDAN BİR KEZ KURTULUNCA, KARANLIKLA BİRLİKTE YAŞAMAYA DA ALIŞILMIŞ OLUR. PEKİ KENDİMİZE  NASIL BİR YAŞAM LAYIK GÖRÜYORUZ? KARANLIKTA MI, YOKSA AYDINLIKTA BİR YAŞAM MI?SEÇİMİMİZ AYDINLIK BİR YAŞAMSA EĞER, O ZAMAN KARANLIKTA ISLIK ÇALARAK YAŞANMAZ. YAPILMASI GEREKEN BİR MUM YAKMAK SADECE. BİR MUM IŞIĞI, BAZEN KARANLIKTA PEK ÇOK ŞEYİ AYDINLATMAYA YETER!

• KARANLIKTA ISLIK ÇALMAYIN! AYDINLIK İÇİN BİR ŞEY YAPIN, BİR MUM DA SİZ YAKIN!

• YAŞAMDAKİ HERŞEY, SADECE BİR DEĞERLER ÇATIŞMASIDIR ÖZÜNDE.
AMA İNSANOĞLU HALEN ÖYLESİNE CAHİL Kİ, BU YÜZDEN BU ÇATIŞMAYI NERELERE İNDİRGİYOR: SAVAŞ, KATLİAM, İŞKENCE, ZULÜM...

• İNSANOĞLU, BUGÜN TEKNOLOJİNİN İMKANLARINI KULLANIYOR DİYE "UYGARIM" DİYOR. AMA İÇİNDEKİ İLKELLİKTEN İSE BİR TÜRLÜ KURTULAMADI HALA...
 
• DOĞADA YARATILAN VE YAPILAN EKOLOJİK BİR YIKIM VARSA EĞER, İNSANCA YAŞAM HAKKI DA TEHDİT ALTINA GİRMİŞ DEMEKTİR...

• KADIN, TARİH BOYUNCA UYGARLIKLARIN HEP EN TEMEL ÖLÇÜTÜ OLMUŞTUR. BAZEN BU UYGARLIKLARIN NEDENİ, BAZEN DE SONUCU OLMUŞTUR YAZGILARI...     

• HİÇ BİR KİTAP, BUGÜNÜN DÜNYASINA GELİNİNCEYE KADAR KADININ YAŞADIĞI DRAMI ANLATMAKLA BİTİREMEZ. KADININ  KARA YAZGISI TÜM ZAMANLARIN TAKVİMİNDE ASILI DURUYOR HALA...   

• BİR SORUNU YADSIMAK YERİNE VARLIĞINI KABUL ETMEK, O SORUNUN ÇÖZÜMÜ YÖNÜNDE ATILMIŞ İLK ÖNEMLİ ADIM ANLAMINI TAŞIR...  

• SORUNU YADSIMA YERİNE KABUL ETME DÜRÜSTLÜĞÜ GÖSTERME, O ZAMAN ÇÖZÜMÜN ZORLUĞU KONUSUNDAKİ BAHANELERE DE DÜRÜSTÇE SIĞINMA HAKKINI DOĞURABİLİR...

• YAŞAM ASLA ÇOK FAZLA YANLIŞI KALDIRMAZ. ÇOK FAZLA YANLIŞ YAPIYORSANIZ, BU YANLIŞLARIN BİR HALKASININ BİR GÜN ENİNDE SONUNDA KENDİ BOYNUNUZA GEÇECEĞİNİ DE BİLMELİSİNİZ. O ZAMAN, BUNA İSTERSENİZ "İLAHİ ADALET" DE DİYEBİLİRSİNİZ...

• YARGI BAĞIMSIZ DEĞİLSE, ADALETİN TARAFSIZ VE EŞİT OLMASINI HİÇ KİMSE BEKLEMESİN...
    
• TÜM KUTSAL DEĞERLER SADECE İNSANIN GERÇEKTEN İNSANCA VE İNSAN ONURUNA YARAŞIR BİR ŞEKİLDE YAŞAYABİLMESİ İÇİN VARDIR. ÇÜNKÜ İNSAN, BİR VARLIKTIR.  DEĞERLER İSE SOYUT KAVRAMLARDIR VE İNSAN İÇİN, İNSANIN İNSANCA YAŞAYABİLMESİ İÇİN SUNULMUŞTUR. SOMUT OLAN İNSANDIR, ASLOLAN İNSANIN KENDİSİDİR...

• İNSAN, EN GİZEMLİ KİTAPTIR...

• KİTAPLAR, BİRER UMUT ARABALARIDIR, GÜZERGAHI AYDINLIK OLAN.
OKUR İSE, BU ARABADAKİ YOLCU, IŞIĞA ULAŞMAK İSTEYEN...

• KİTAP, KARANLIĞI AYDINLATACAK BİR ARAÇ, OKUMAK İSE IŞIĞA KAVUŞMAK İÇİN YAPILAN ONURLU BİR EYLEM... 
     
• YALNIZLIK DUYGUSU İLE BAŞEDEBİLMENİN BİR YOLU DA, YALNIZLIĞI İLE İYİ GEÇİNEBİLMESİDİR İNSANIN. AMA YİNE DE İYİ GEÇİNEYİM DERKEN İNSANIN EN İYİ DOSTU DA OLMAMALIDIR YALNIZLIK...  
  
• ÇOĞUNLUKLA SAKINCALI BİR DOST OLAN YALNIZLIK,  PAYLAŞILDIKÇA GÖRÜLECEKTİR Kİ, DAHA YENİ VE DAHA DOĞRU DOSTLUK KAPILARINI DA AÇAN BİR ANAHTAR GİBİDİR... 
   
• EGOLARI ÇOK FAZLA BÜYÜK OLANLARIN DÜŞÜNCELERİ GENELLİKLE BU EGOLARININ GÖLGESİNDE KALIR VE BU YÜZDEN DE PEK FAZLA GELİŞME OLANAĞI BULAMAZ. BÖYLECE SONUÇTA EGOLARI BÜYÜK, AMA BEYİNLERİ KÜÇÜK İNSAN TİPLERİ OLUŞUR... 
   
• DEĞİŞİME KARŞI ÇOK BÜYÜK DİRENÇ GÖSTEREN İNSANLARIN BU DAVRANIŞLARININ TEMELİNDE YATAN ANA NEDEN, ASLINDA KENDİ YANLIŞLARI İLE YÜZLEŞMEYİ SEVMEMELERİ VE YANLIŞLARINI KABUL ETMEYE YANAŞMAMALARIDIR... 
   
• KENDİSİNİ DEĞİŞTİRMEYİ BİLENLER, KENDİSİNİ AŞMAYI DA DAHA HIZLI VE ETKİN ŞEKİLDE BAŞARABİLME YETİSİNE SAHİP OLMAKTA ZORLANMAZLAR... 
   
• KÜÇÜK İNSANLAR KENDİLERİNDEN BAŞKA HEMEN HERKESİ KARALAYIP BAŞKALARININ GÖZÜNDE KÜÇÜLTMEYE ÇALIŞARAK KENDİLERİNİ İNSANLARIN GÖZÜNDE BÜYÜTMEYE ÇALIŞIRLAR. BÜYÜK İNSANLAR, BAŞKALARININ YAPAMADIKLARINI YAPARAK, BAŞKALARININ BAŞARAMADIKLARINI BAŞARARAK İNSANLARIN GÖZÜNDE DEĞER KAZANIP DA BÜYÜRLER...

• KİN VE NEFRET, ŞİDDETİN TOHUMLARIDIR...

• SEVGİ İLE BESLENEN İNANÇ VE BİRLİK; DAİMA GÜZEL ESERLER YARATIR...

• DÜŞ, BEYNİMİZİN NABZI, DÜŞÜNCE İSE SOLUK ALIŞIDIR...

• İNSANA SUNULMUŞ EN BÜYÜK ARMAĞAN, AKILDIR...

• "BİLİNMEYEN"E "GİZEMLİ" TANIMLAMASI YAPMAK, PSİKOLOJİK BİR EĞİLİMDİR. BU NEDENLE "BİLİNMEYEN", "GİZEM" NEDENİYLE HEP TARİH BOYUNCA KUTSALLAŞTIRILIP, TANRISALLAŞTIRILMIŞTIR. OLAYLAR VE KAVRAMLAR ÜZERİNDEKİ "GİZEM", ANCAK BİLİMSEL VE TİTİZ BİR ARAŞTIRMA SONUCU ORTADAN KALKAR VE "AYDINLANMA" ORTAYA ÇIKAR...

• "BİLGİ" ÖYLESİNE KUTSAL BİR DEĞER Kİ; ULAŞILMASININ EN GÜÇ OLDUĞU BİR ORTAMDA ONUNLA KARŞILAŞILDIĞINDA, NE KADAR KIYMETLİ BİR HAZİNE OLDUĞUNU SİZE GÖSTERİR...

• BİLGİ, EN KIYMETLİ HAZİNEDİR... 


• BİLGİ SAHİBİ OLANLAR, YÜREKSİZLİKLERİ NEDENİYLE CAHİLLER TARAFINDAN YÖNETİLMEYE RAZI OLABİLİYORLARSA, İÇİNDE YAŞADIKLARI TOPLUMUN BÜYÜK YIKIMLAR YAŞAMAYA DOĞRU SÜRÜKLENMESİNDE KENDİLERİNİN DE ÖNEMLİ BİR PAYI VAR DEMEKTİR...   

 

 

 

    


 

     

yürüyen adam

ey söz, büyülü ve güzel söz
sana kadar yükselmek miydi
tüm eylemi yaşamımın
yoksa erişilmezliğinin
derinliğinde yuvarlanmak mı
hep benden daha derin
ve yükseklerde kaldın
 
kendi düşlerimle sırılsıklam
deli kâbuslardan üşümüş
uyandığımda derin uykulardan
orman yangını misali
yakar yüreğimi bir kor gibi
senin cisimsiz varlığın
ve o tanımlanamaz adın...
  

 
• DOSTLARIN BİLE SANA KARŞI KALLEŞ OLMUŞKEN, SEN DÜŞMANINA KARŞI BİLE HÂLÂ MERTSEN, ÖYLEYSE HEPSİNİ VİCDANLARINA HAVALE ET, KENDİ YOLUNDA DİMDİK YÜRÜMEYE DEVAM ET...

• DÜNYA, HERKESİN, TÜM İNSANLIĞIN EVİDİR. GAFLETE DÜŞÜP DE KENDİLERİNİ BU EVİN SAHİBİ SANANLAR, TAPUDUR DİYE HALÂ KOCAMAN SİLAHLARINI GÖSTERME ÇABASINDAYSALAR, BUNUN KENDİLERİNİ SADECE BİR KATİL YAPACAĞINI DA BİLMELİDİRLER.

• ÇOCUKLARDAN ÖĞRENECEĞİMİZ BİR ŞEY DE, ÖNYARGISIZ OLMAK.
BU DEĞER BİR TEK ÇOCUKLARA ÖZGÜ.

• AŞK, HEP İÇTENLİK ARAR. KAPINIZI ÇALDIĞINDA EĞER ARADIĞIYLA KARŞILAŞIRSA, BİR TEK ŞEY SÖYLEYECEKTİR O ZAMAN DA: "BENİM ŞİİRİMİ OKUDUKÇA AĞLAYACAKSIN!"

• HEP DAR VAKİTLERE SIĞDIRMAK ZORUNDA KALIRIZ SEVDALARIMIZI.
DAR VAKİTLER YETMEYİNCE DE, ÇARESİZ ŞİİRLERE SARILIRIZ.
BU YÜZDEN KARAGÜN DOSTU DA OLDU ŞİİRLERİMİZ.

• MÜKEMMEL OLAN AŞKIN KENDİSİDİR, İNSANLAR DEĞİL. AŞK, SEVİLEN KİŞİYE KENDİSİNİ MÜKEMMEL HİSSETTİRİR, SEVDİĞİ KİŞİYİ DE MÜKEMMEL GÖSTERTİR. İŞTE AŞK BU YÜZDEN AŞKTIR...

• ÖYLE BİR KAPI VAR Kİ, NEFRET BİLE TIKLATSA, İRKİLMEZ ARDINDAKİ SEVGİ! BU YÜZDEN, DÜNYADA DEĞİŞEN DEĞERLER NEDENİYLE KENDİSİNİ YALNIZLIK GİRDABINDA BOĞULUYOR GİBİ HİSSEDENLER, ÇALACAKLARI KAPININ BU  OLDUĞUNU BİLMELİ.  AMA KAPI GİRİŞİNDE, PAMUK ÇİÇEKLERİYLE BİR UYARI SÖZÜ YAZILMIŞTIR YİNE DE: "HERKES GİRMEMELİ!"

• BİZ YETİŞKİNLER, ÇOĞU KEZ ÇOCUKLAR GİBİ SEVMEYİ BAŞARAMAYIZ HAYATI. ÇÜNKÜ HAYATIN KABUSLARI OLDUĞUNU BİLİRİZ KENDİ TECRÜBELERİMİZLE.

• EN GÜZEL NİNNİLERİ SÖYLEYEN DE, EN ACILI AĞITLARI YAKAN DA HEP KADINLARDIR. ÇÜNKÜ ONLAR ANADIR!...

• KİTAP DER Kİ: "ANNEM BİR AĞAÇTIR BENİM. EĞER BANA BİRAZCIK SAYGI DUYARSAN, SEN DE ANNEMİ SEVEBİLİRSİN!"

• BİR DÜŞÜNÜR, "İNSAN DÜŞÜNEN BİR HAYVANDIR" DEMİŞ. HOŞGÖRSÜN BENİ. BUGÜNKÜ GERÇEĞİMİZDE BEN ONUN YERİNE SADECE "İNSAN KONUŞAN BİR HAYVAN" DEMEK İSTİYORUM. AĞZI VAR DİYE KONUŞUR DA, AKLI VARKEN DÜŞÜNMEZ...

• LİDER YARATAMAYAN TOPLUMLAR, UCUZ KAHRAMANLAR YARATIP ONLARLA AVUNURLARSA, ONLARIN PEŞİNDEN DE BİR MAHVOLUŞA DOĞRU YÜRÜRLER.

• VİCDANLARIN CÜZDANLARIN HÜKMÜ ALTINDA KALDIĞI BİR YERDE GÜNEŞ TUTULMASI DA YAŞANMAYA BAŞLAMIŞ DEMEKTİR.

• YANLIŞ ŞEYLER YAPMAK İSTEMİYORSANIZ, BAZI ŞEYLERE HAYIR DEMESİNİ DE BİLMELİSİNİZ...

• ÖYLE YAŞA VE ÖYLE OL Kİ; OTURURKEN BIRAK SENİ CÜCE SANSINLAR. AMA AYAĞA KALKINCA DA, DEV OLDUĞUNU ANLASINLAR...

• ÜRETKENLİĞE DÖNÜŞMEYEN, KÜLTÜRÜ VE SANATI OLMAYAN BİR DÜŞÜNCE VEYA FELSEFE, UZUN ÖMÜRLÜ OLAMAZ.  BİR SÜRE SONRA YOZLAŞMAYA VEYA KAYBOLMAYA MAHKUM KALIR.

• BİR SANATÇININ "İNSANLARA HAYATI HERŞEYE RAĞMEN SEVDİRMEYE ÇALIŞMAK" GİBİ BİR BAŞKA SORUMLULUĞU DAHA OLMALIDIR. ÇÜNKÜ SANAT, İNSANI VE HAYATI SEVMEYİ DE ÖĞRETİR.

• YOKSULLUK AYIP DEĞİLDİR.  ÖNEMLİ OLAN ONU NASIL YAŞADIĞIN.
EĞER ONU UTANÇ İÇİNDE YAŞIYORSAN, BU SENİ YA HIRSIZ YA DA KATİL YAPAR.  AMA ONURLA YAŞIYORSAN, BU İSE ERDEMLİ YAPAR...

• İNSANLAR KÖR VE OBUR İHTİRASLARININ, EGOLARINDA TAŞIDIKLARI ZAAFLARININ ESİRİ OLDUKLARINDA, SAĞDUYU ONLARI MUTLAKA TERK EDER...

• KÜÇÜK DÜŞÜNEREK BÜYÜK İŞLER YAPMAYI BAŞARAMAYIZ. AMA BÜYÜK DÜŞÜNÜP, BÜYÜK ADIMLAR ATARAK KÜÇÜK İŞLERDE MUTLAK BAŞARILAR SAĞLAYABİLİRİZ..,
       
• DOĞADA VE YAŞAMDA HİÇ BİR ŞEY RASTLANTI SONUCU OLUŞMAZ. HERŞEYİN MUTLAKA BİR ANLAMI VE BİR DE NEDENİ VARDIR. HİÇBİR ŞEY NEDENSİZ OLUŞMAZ VEYA ORTAYA ÇIKMAZ...  
   
• SICAK BİR TEBESSÜM BAZEN BİR HAYAT BİLE KURTARABİLİR... 
   
• GALİBİYETİN VE ZAFERİN SAHİBİ ÇOK OLUR, MAĞLUBİYETİ İSE HİÇ KİMSE SAHİPLENMEK İSTEMEZ... 
   
• HEPİMİZİN DE BİR PARÇASI OLDUĞUMUZ DOĞADA ASIL KUTSAL OLAN YAŞAMDIR. DOĞANIN KENDİSİ DE YAŞAMLA ÖZDEŞTİR ZATEN. BU NEDENLE ASIL SONSUZ OLAN DOĞANIN YAŞAMI OLMALIDIR...  
   
• HER İNSAN ÖZGÜR DOĞAR, YAŞAMI BOYUNCA HEP UMUTLARININ VE HAYALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞAR. AMA İNSANCA YAŞAMA HAKKINI YANLIŞ KİMSELERİN LUFÜNA BIRAKIRSA, PAYINA SADECE KULLUK, KÖLELİK VE ESARET DÜŞER. BU BAKIMDAN HER İNSANIN YAŞAMDA BİR VAROLUŞ HİKÂYESİ, BİR HAYAT KAVGASI SERÜVENİ VARDIR...

• İNSANLAR DOĞASI GEREĞİ BİRBİRİNDEN FARKLIDIR. AMA BU GERÇEĞİ HALA İÇİNE SİNDİREMEMESİ NE KADAR ACI! BİZLER, "FARKLILIKLAR"IMIZI HALA BİR "AYKIRILIK" GİBİ ANLAMA YANLIŞI İÇİNDEYİZ. BU YÜZDEN BİRBİRİMİZE HEP ACI ÇEKTİRİYORUZ. OYSA BİZİM FARKLILIKLARIMIZ BİZİM ZENGİNLİĞİMİZDİR. İNSANOĞLU, FARKLILIKLARINI "AYKIRILIK" OLARAK DEĞİL, "ZENGİNLİK" OLARAK ALGILAMAYA BAŞLADIĞI ZAMAN DEMOKRASİ KÜLTÜRÜ GERÇEK ANLAMDA YERLEŞECEKTİR. ÇÜNKÜ "DEMOKRASİ" DE BUDUR, "HOŞGÖRÜ" DE... 

• İNSANLAR YAŞAMLARI BOYUNCA HEP UMUTLARININ VE HAYALLERİNİN PEŞİNDEN KOŞARLAR. AMA İNSANCA YAŞAMA HAKLARINI YANLIŞ KİMSELERİN LÜTFUNA BIRAKTIKÇA, PAYLARINA DÜŞEN TEK ŞEY HEP KULLUK, KÖLELİK VE ESİRLİK OLUR...

• HAYAT BAZEN MASKELİ BİR BALODUR. KİMİN YÜZÜNDE HANGİ MASKENİN OLDUĞUNU, HANGİ MASKENİN ARDINDA KİMİN DURDUĞUNU YÜZLERDEKİ MASKELER DÜŞMEDİKÇE DE ANLAMAK ÇOK ZORDUR.




0 Yorum - Yorum Yaz

Leylekler giderken...


Acı gerçeği leylekleri karşılamaya gittiğim gün öğrendim! 

“Havalar ısınıyor, leylekler dönmüştür!” diye umutla beklerken, yaşadığım düş kırıklığı olmuştu!

Göç ederlerken, gittikleri yerlere selam gönderdiklerimin bile hiç biri dönmemişti daha!

O leylekler ki; en sevdiğim göçmen kuşlar...

Eski işyerimin penceresinden görür ve izlerdim her gün onları. 
Balkona çıkıp da dakikalarca izlerdim bazen. Dinlenirdim. 
Tek tek sayardım.  
Tam karşımdaki o minicik parktaki yüksek ağaçlar, yıllardır onların barınakları.
Hiç unutmam, 2 yıl önce, oradaki ağaçlar üzerinde tam 17 leylek saymıştım. 
Ne var ki, her yıl eksildi sayıları! 
Geçen yaz başındaysa 9’a kadar düşmüştü. 
Bu durum yüreğimi sızlatmıştı. 
Daha da artmalarını bekliyordum çünkü.

Şimdiki yerimin manzarasından ise hoşnut değilim pek. 
“Tebdil-i mekanda ferahlık var” derler oysa. 
Karşımdaki manzara sadece yüksek bir beton yığını. 
Leylek görebilmek ne mümkün? 
Böylece o eski dostlardan da ayrıldık yani! 
Zaten onlar da her yıl biraz daha eksik dönüyor...

Acı gerçeği, eski mekanımın olduğu yere gittiğimde bir kez daha gördüm:
Gelmemişlerdi daha! 
Belki havaların kötü gidişinden. 
Ama her yıl azalmalarına ne demeli? 

Yaz sıcağının yerini soğuk günlere bırakıp, göçmen kuşların bizi terk edişinde, yüreklerimize düşen hüznün tatlı ortakları minik serçeler, tek tesellimiz olur, kuşsuz mevsime inat. Pencerelerimizin, balkonlarımızın davetsiz misafiri o cıvıl cıvıl serçelerBir de minik serçelerden öğrendim acı gerçeği: Kentimiz neyse ya, Türkiye’ye dargınmış leylekler! Çünkü Türkiye çöl oluyormuş! 

“Ne ağaç bırakacaksınız, ne yeşillik! Bu gidişle başımızı sokacak bir yuvamız olmayacak!” diye, topluca isyan ediyorlarmış leylekler, o uzun gagalarıyla “lak-lak” edip de! Küsmüşler bize! Hava kirliliğinden tutun, hayvanlara kötü davranılmasına kadar suçluyorlarmış insanlarımızı! Öyle duydum, ben minik serçenin yalancısıyım...

Galiba bizim fark edemediklerimizi leylekler anlatmaya çalışıyor. Her yıl eksilen sayılarıyla. 
İyice düşününce, gagalarının ucundan ayak bileklerine kadar hak verdim... Nefes almanın bile zorlaştığı bir ülkede, onlara verilecek bir güneşimiz bile kalmayacaktı bu gidişle! 

Keşke, bir de bizi anlayabilseler! Güneşli, güzel günleri bizim de ne çok istediğimizi, neden “sürekli aydınlık” istediğimizi bir bilebilseler! O zaman hepsi geri dönerler mi tekrar?

Ama yine de, benim gibi nice leylek ve bahar aşığı insan adına, özür diledim gelmeyenlerden. 
Yıkılan yuvaları, kirlettiğimiz havaları, ama hepsinden de önemlisi, kırılan gururları için. 

Sevilip kollanması gereken doğayı, insan elinin nasıl kirlettiğini, leylekler söylüyordu sanki, her yıl eksilen sayılarıyla...

Ve yüreğimde bir sızı: 

Bu yılı leyleksiz geçirecektik galiba!...   




0 Yorum - Yorum Yaz

Bezgin Bakkal

Günün ilk ışıklarını yakaladım bugün. 
Yorgun bir gecenin ardından, gün tüm parlaklığıyla esneyerek yavaş yavaş kendine geliyordu. Aydınlık bir kez daha kovalamıştı karanlığı...
Ama şehirde yoğun bir sis tabakası...
Havada garip bir ağırlık...

Günün ilk aydınlanmasıyla birlikte, yaşamın da tüm sevinçleriyle üstümüze çöküvermesini bekler gibiyiz biraz. Bu yüzden, günü çocuksu bir gülümsemeyle karşılar kimimiz. Kimimiz de biraz nostaljinin etkisiyle hüzünlü başlar güne...
Dışarı çıkıyorum...

Köşedeki bakkal zorla kaldırıyor kepenkleri.
Yeni başlayan güne başkaldırır gibi bir parıltı gözlerinde. Yanındaki esnaf, nicedir kapalı.
Aylar var ki uğramıyordu hiç dükkânına. “Veresiye Satanın Hali, Peşin Satanın Hali” tablosu hiç eksik olmazdı oysa dükkânından.
Havada garip bir hüzün kokusu...

Gazeteler yeni gelmiş. Seçiyorum gazetelerimi.
Fırından yeni çıkmıs taze ekmek kokusundalar sanki. Öyle duyumsuyurum.
Ama manşetler pek o kadar taze değil. Hep bildik, tanıdık, alıştığımız şeyler. İşte yeni bir operasyon daha. Bir yolsuzluk olayı daha açığa çıkmıs. Bu kez düğmeye kim bastı acaba? Onun yanında bir başka yolsuzlukla ilgili gelişmeleri aktaran bir yazı... 

Kanıksadık artık iyice.
Her gün yeni bir yolsuzluk olayının daha ortaya çıkması insanları pek heyecanlandırmıyor artık. Yolsuzluk ve vurgun ülkede yaşam biçimi olmuş ne de olsa! Sistem böyle! Düzen böyle oluşmuş! Hele bir de özelleştirme devlet politikası haline getirilince, kamu malları ve devlet kuruluşları da peşkeş çekilir oldu artık. Siyaset; bir yandan da ülke türlü tartışmalarla oyalanırken, artık sadece bu amaca hizmet eder oldu...
Havada garip bir kirlilik kokusu...

Bakkalın bezgin halinin bir nedeni vardı: Kendi gerçekliğimizle karşı karşıya kalmıştık. Ülkede olup bitenlere boş vere vere yıllardır hep aynı şeyleri yaşadığımızın bir kez daha farkına varmıştık. 

Yaşlı bakkal, gençliğinin de gazete başlıklarını hatırladığını söylüyordu. İçeriklerinde bir değişiklik yoktu. Bugün dilde biraz daha Türkçeleşme vardı yalnızca. O kadar. Ona göre, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçmişti ve en azından 40 yıldır gazeteler hala aynı başlıkları atıyordu. Değişen bir şey yoktu. Zaten, sadece seçilmişlerin ya da atanmışların seçilebildiği bu garip seçim sistemiyle neyi değiştirebilmek mümkündü ki? Yıllardır devleti halkın sırtına bindirenler, devleti de, halkı da soymuyorlar mıydı?

Anlaşıldı. Bir hayli dertliydi bizim Bezgin Bakkal!
Ama güne böyle başlamak hiç de istemezdim doğrusu.
Sigaramı da alıp, iyi günler dileyerek sıvıştım.
“Aynalara kızılmaz ki” demeye dilim varmamıştı bir türlü...

İşyerime vardığımda, hemen bir şiir kitabına uzandım. Teselli bulacağımı umdum. Ama Tevfik Fikret’in dizeleri bir şamar gibi çarptı suratıma gerçeği. Bezgin Bakkal haklıydı... Ama 40 değil, meğer yüzlerce yıldır kronikmiş bizim hastalığımız:
“Yiyin efendiler yiyin, bu yağma sofrası sizin;
Doyuncaya, tıksırınca, patlayıncaya kadar yiyin!
Efendiler, pek açsınız, bu çehrenizden bellidir;
Yiyin, yemezseniz bugün yarın kalır mı kimbilir?...”

Bakkalın söylediklerini hatırladım.
Acep teselli mi bulmalıydım şimdi bu dizelerle?
Bir tek elimdeki mizah dergisinin “The memleketimizin önüne yeni bir sayfa ya açacağız ya açacağızdır” garip alt başlığı gülümsetti beni.

Havada, ağır bir yalan kokusu...

17 Ocak 2001



Leylek Çayı


Çocukluktan kalma günlerimde, gür ve coşkun akan sularıyla belleğimde sanki kocaman bir nehir ve geçilmez bir akarsu gibi yer almıştı. Kasabamızın içinden nazlı nazlı akıp geçerdi Leylek Çayı. Yerinde yeller bile esmiyor şimdi. Ne yazık! O sokakta büyüyen şimdiki çocuklara bir zamanlar oradan Leylek Çayı diye bir akarsunun geçtiğini, kenarında oyunlar oynadığımızı, ninelerimizin nice çamaşırları onun suyuyla apak yaptığını anlatsak, bize inanırlar mı, gülerler mi, bilinmez…

Ama acı gerçek; Leylek Çayı yok artık! Sadece adı kaldı yadigar.! Bu yazı sayesinde bir hikayesi olacak belki. Belki de sadece bir ağıdı olacak, türküsü olmasa da…

Kısmalı Yolu üzerinde, daha Kısmalı Köprüsü‘ne varmadan bir kaç kilometre berideki bağımızın da hemen kenarından geçen o çaydan ne balıklar tutmuştum, sayısını bile bilmem. Şimdiki gibi akvaryumlar da yoktu o zamanlar. Annemin derhal koşturup yetiştirdiği şişman bir kavanozun içinde beslerdim balıklarımı. Büyük bir sorumluluk ve özveriyle beslerdim hem de. Kışın ekmek kırıntılarıyla, yazları da kara sineklerle…

Annemin balıklarıma hibe ettiği o şişman kavanozun içinde balıklarımın her an biraz daha tombullaşacağı beklentisiyle ne özverilere katlanırdım, bilseniz. İş sinek avlamaya geldiğinde, üstüme yoktur bu yüzden (!) Daha havadayken yakalardım kara sineği, ıskaladığım pek az olmuştur. Onların bir an önce balıklarımın midesini doldurmaları için gösterdiğim çaba ve özveri gerçekten göz yaşartır. Kısacası, tam bir sinek katliamı olurdu evimizde. Üstelik, sinek neslinin yeryüzünden tamamen silinmesi gibi toplumsal bir hizmet yaptığımın da bilincinde değildim o zamanlar…

Bugünkü acı gerçek ise çok çarpıcı! Bir zamanlar neslini kurutmak için onca ter döktüğüm kara sinekler, her gün daha da artan sayılarıyla tepemizde vızıldar, burnumuzun dibinden “vın” diye geçerken, çocukluğumda bana balık tutma ayrıcalığı sunan, keyifli anlar yaşatan Leylek Çayı ise, yok artık! Bir zamanlar aktığı yatağını bile zor bulurum…

 Bir zamanlar Leylek Çayı üzerine yapılı olarak yer alan Tarihi Kısmalı Köprüsü

Babamın gözü gibi baktığı bir kaç kelterden biriyle Leylek Çayı’ndan balık tutmak, çocukluğumun en keyifli olaylarından biriydi. Bir de, babamın söylediği doğruysa eğer, beni Leylek Çayı’ndan tutmuşlar (?) Benim dünyaya gelişim böyle olmuş yani. Bu doğru mu bilmem? Tek bildiğim, bizim ailede normal bir doğum olmadığı. Neden derseniz, kardeşimi de leyleklerin getirdiğini söylemişlerdi çünkü (!)

O zamanlar fazla meraklı çocuklara dünyaya gelişleri böyle anlatılırdı kasabamızda. Dünyaya gelişi “Biz seni Leylek Çayı’ndan tuttuk” diye anlatılan benim yaşıtım daha pek çok kişi var… Ama benim Leylek Çayı’na bunca sevgi duyuşumun nedeni bu değil tabii ki. Böyle bir akarsuyun ilçemizdeki varlığından sevinç ve mutluluk duyardım. Çocuklarımıza, torunlarımıza Leylek Çayı’nı bir masal gibi anlatacağız belki de. Yeryüzünden tamamen silindi şimdi. Ne acı!

Radyo müdürlüğü yapmaktayken, yaptığım programlardan birinde de Leylek Çayı’nı konu edinmiştim. Leylek Çayı’nın başına gelen akıbeti araştırıp, sokaktaki vatandaşlara sormuş, röportajlar yapmıştım. En çarpıcı yanıtı ise orta yaşlarda bir bayan vermişti:
— Nerede bu Leylek Çayı ?
— O artık rahmetli oldu !
— Peki, rahmetliyi nasıl bilirdiniz ?
— Leylek Çayı’nı çok severdim ben…

Leylek Çayı’nın başına gelenler oldukça acıklı ve ibret verici bir öykü. Karpuzkaldıran Parkı’nın köşesinde, şimdiki çocuk parkının bulunduğu bölgede yer alan bir kaynaktan doğup büyüdüğünü anımsıyorum. Irlamaz Çayı’nın bir kolu olduğuna da inanılırdı. Ve gelir, kavuşurdu Ege’nin hayat kaynağı Gediz Nehri’ne… Şimdi yok! Yaşatamadık! Yaşamasına izin vermedik! Bilinçsizce, cahilce, hoyratça davrandık! Sonunda öldürdük!…

Aktığı sokak boyunca çevresinde bulunan pek çok evden kirli ve pis deterjanlı çamaşır suları dökülmeye başladı önce Leylek Çayı’na. İlerleyen zamanlarda ise daha fazla ve daha çeşitli atıklarla önce çöplük, sonra da giderek fosseptik diye kullanılmaya başlanır oldu. Sonunda bu nankörlüğe ve bunca zulme dayanamadı Leylek Çayı. Bataklığa dönüşmeye, kurumaya başladı. Ardından da insan sağlığı için tehlike saçmaya. Sanki intikam alırmışçasına!

Eh, işte bu durum da, şehrimizin o dönemki yöneticilerine bir fikir verdi hemen. Bu çayın eşi benzeri bulunmaz bir nimet, bir hayat kaynağı olabileceğini akıllarına bile getiremeyen o dönemki yöneticiler, korumak veya kirletilmesinin engellenmesi yerine, cehaletin ve duyarsızlığın Leylek Çayı’na biçtiği yeni kimliğini resmileştiriverdiler: “Leylek Çayı artık bir kanalizasyon olarak kullanılmalı”ydı! Böylelikle idam fermanı da imzalandı: Üstü örtülerek, kanalizasyona dönüştürülerek, yeryüzünden silindi…

Ama Leylek Çayı’nın akıbeti bir ibret, bir ders olmadı! Diğer çayları da aynı akibet karşılamaya hazırdı çünkü. Önce Nif, ardından da Irlamaz çayları da yıllarca adım adım “Leylek Çayı’nın kaderi”ne doğru sürüklenmekteydi. Fabrikaların atıkları uzun yıllardan beri engellenmeyen cüretkarlıklarıyla dere sularına yaptığı ziyaretlerini kesintisiz bir şekilde sürdürmeye devam ediyordu. (Ta ki, dönemin kaymakamı rahmetli Günhan Sarıkaya ve Vali Muzaffer Ecemiş ile Irlamaz çayı ve durumun vahametini görüşünceye kadar…)

İşte Gediz Nehri, her geçen gün ölüyor ve öldürüyor! Sadece Leylek Çayı’na veya diğer kollarına değil, kendisine de yapılanların öcünü almaya çalışırcasına…

Adı veya büyüklüğü ne olursa olsun; çay, dere, ırmak gibi akarsuların “bulundukları bölgeye can veren birer hayat damarı” olarak görülmediği, ama kirli ve zehirli atıklara varana kadar her türlü atıklarımızın gönderileceği bir “atık kanalı” gibi görüldüğü Türkiye’de akarsu olmanın kaderi midir bu?

 

 
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 


   



0 Yorum - Yorum Yaz

20. Yüzyıl: Devrimler Çağı

Emperyalizm, Yeni Sömürgecilik ve Soğuk Savaş

Birbirine alternatif 2 ekonomik sistemin oluşması, dünyanın 2 kutuplu bir hale gelmesi, dünyayı kendisi için salt bir pazar olarak gören emperyalizm açısından dünyaya yaşattığı 2 paylaşım savaşının sonuçlarından bu süreçte bazı dersler çıkarılmasını da beraberinde getiriyor, emperyalist sistemi yeni politikalara yönelterek, bazı önlemler almaya zorluyordu. Emperyalist devletler, dünyayı paylaşmak uğruna kendi aralarında da savaşmak zorunda kalmalarının nelere mal olduğunu çok iyi öğrenmişti. Bu nedenle dünyayı paylaşalım derken kendi aralarında da savaşmalarını ortadan kaldıracak çözümlere yöneliyor, karşılarında giderek artan bir tehdit şeklinde yükselen bir alternatif olan sosyalist blokun varlığı nedeniyle bir "entegrasyon" oluşturuluyordu. Bu zorunlu gelişmenin sonucu olarak da NATO ve benzeri bazı oluşumlar doğuyordu.   
     
Emperyalist devletlerin kendi aralarındaki bu entegrasyon nedeniyle, artık yeni bir Dünya Savaşı olanağı da ortadan kalkıyordu. Ama bu, savaşların tamemen ortadan kalması anlamına gelmiyordu. Emperyalist devletler kendi aralarında savaşmak yerine, Ortadoğu örneğindeki gibi hiç bitmeyen bazı "bölgesel savaşlar" yaratıyordu. Öte yandan, sömürgesi haline getirmek istediği ülkelerin açıkça işgal edilmesi yönteminin de kendisine pahalıya mal olduğunu ve bu durumun özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşlarına ve sonrasında da sosyalist devrimler sürecine dönüştüğünü fark eden emperyalist sistem, artık bu yeni dönemde "eski sömürgecilik" yönteminden vaz geçerek, "yeni sömürgecilik" yöntemlerine yöneliyordu.
 
Yeni sömürgecilik yöntemi ile; ülkeleri açıkça işgal etmek yerine, bu ülkelerde yaratılan işbirlikçi iktidarlarla emperyalizmi bir "içsel olgu" haline getirebilecek bazı çözümler ve yeni politikalar gündeme getiriliyordu. Sermaye ihracı ve borçlandırma yolları ile ülke ekonomilerinin ele geçirilerek bağımlı kapitalist sistemler oluşturulması sonucu emperyalizm bir "içsel olgu" haline geliyor, böylece yaratılan yeni-sömürge ülkelerde emperyalizm için "gizli işgal" dönemi başlatılmış oluyordu. Emperyalizm olgusu, dışa bağımlı geliştirilen kapitalist ekonomik sistemler için bir "dış olgu" olmaktan çıktığı ve artık "içsel bir olgu" haline geldiği için, "açık bir işgal"e pek gerek kalmıyor, emperyalizm işgalini gizlemekle böylece doğrudan bir hedef olmaktan da kurtuluyordu.

Kendisine bağımlı, işbirlikçi iktidarlar yaratarak içsel bir olgu halini aldığı ülkelerde, bu iktidarlar aracılığıyla kontrol altında tuttukları ordu yapıları da emperyalist sistemin birer maşaşı haline dönüştürülüyor, kimi zaman devletlerin yapısı da bu nitelikteki ordu aracılığıyla şekillendiriyordu. Bu durum da zaman zaman bağımlı ülkelerdeki gidişatı kendi lehine kontrol edebilmek için emperyalizm tarafından "askeri diktatörlükler dönemi"nin başlatıldığı, NATO'nun bir parçası haline getirilen askeri yapılanmaların, ülkelerde gelişen anti-emperyalist tepkileri bastıran, bağımsızlık yanlısı iç dinamikleri ortadan kaldıran bir araç olarak kullanılmaya başlandığı bir sürecin yaşanmasını da ortaya çıkaracaktı. Tıklayınız:   Bir ressamın hikâyesi     

Yeryüzünde birbirine alternatif 2 ekonomik sistemin oluşması ve dünyanın artık 2 kutuplu bir halde olması nedeniyle,  emperyalist sistem bir taraftan dünyanın geri kalmış bölgelerini kendi sömürgesi haline getirebilme konusunda bu gibi yeni çözümlere ve yeni yöntemlere başvururken, diğer taraftan da karşısında bir dev gibi yükselmekte olan sosyalist sisteme karşı da "dünyanın kontrolünü elinde tutma mücadelesi" vermek durumunda kalıyordu. Bu gerçeği gözlerden uzak tutmaya çalışan emperyalist sistem, bu çatışmasını "2 süper güç arasındaki gerilim" gibi yansıtmaya çalışıyordu. Ama karşısında yükselen sosyalist sistemi yok edebilmek için açıkça saldırmayı da göze alamıyordu. 2. Dünya Savaşı sırasında emperyalist sistem tarafından yaratılmış olan "Hitler faşizmi"nin akibeti de emperyalizm açısından yeterince ders alınacak bir dramla sonuçlanmıştı. Bu nedenle onun yerine dünyaya artık "soğuk savaş" diye tanımlanan bir "psikolojik savaş" süreci egemen olmaya başlayacaktı. 

Emperyalizm, Soğuk Savaş ve Yeşil Kuşak Projesi

Ama karşısındaki bu alternatif sistemin gelişmesini engelleme ve süreç içinde de böyle bir alternatiften kurtulma hedefi, emperyalizmi diğer yandan da bir başka yönteme daha yöneltiyordu. Dünyayı etkisi altına alan soğuk savaş dalgası sürecinde, emperyalizm tarafından kapitalist sistem dünyaya "özgürlük", "demokrasi" gibi tanımlarla kabul ettirilmeye çalışılırken, sosyalist blok ülkeleri de "demir perde ülkesi", "diktatörlük", "soğuk rejim" gibi benzeri bazı tanımlarla açıklanıp, kitlelerin gözünde sosyalizmin bir ideoloji ve seçenek olarak kazanmış olduğu prestij de sarsılmaya ve yıpratılmaya çalışılıyor, bir taraftan da emperyalizmin içsel olgu haline geldiği ülkelerde toplumların iç dinamiğiyle oynayabilecekleri politikalar geliştiriliyor, bunun için bazı politik akımlar yaratılıyor ya da sivil güçler örgütlenmeye çalışılıyordu.

Bu dönemdeki yeni yöntemlerden biri de; emperyalist sistemin başını çeken, emperyalizmin dünya politikasını belirleyen ABD tarafından uygulamaya sokulan ve  "yeşil kuşak projesi" diye tanımlanan bir yöntemdi. Bu proje ise gerici akımların desteklenip örgütlenmesini ve zamanla da palazlanıp daha da büyümesini sağlayarak, "sosyalist blokun bir kuşatma ve abluka altına alınması" hedefiydi. Bu proje, artık içsel bir olgu haline gelmiş emperyalizm tarafından zaman zaman kapitalist rejimler içinde bile gerici unsurların desteklenip, emperyalizm tarafından bizzat yönlendirilen bazı "dinci akımlar" yaratılıp, "din kökenli hareketler" geliştirilmesine neden olacak olayları da beraberinde getirecekti. Dolayısıyla 70'li yılların başından itibaren başlayan bu dönem, ülkelerdeki toplumsal hareketlerin gelişim sürecinde en fazla suikastlerin, çok yönlü ve çok çeşitli senaryoların yaşanacak olduğu bir dönem de oluyordu...  

 

 Sonraki bölüm: 21. yüzyıl karşı-devrimler çağı mı? (Yakında)

 



20. Yüzyıl: Devrimler Çağı

2. Dünya Savaşı, Faşizm ve Sosyalist blokun doğuşu

2. Dünya Savaşı olarak anılacak bu savaş, ilkinden daha kanlı, daha vahşi, insanlık adına daha utanç verici savaş suçlarının yaşandığı bir dünya savaşı olarak geçecekti tarihe. 1. Dünya Savaşı'nda kaybeden taraf olan Almanya, Hitler liderliğinde dünyayı faşizm ile tanıştırıyor, bu kezki emperyalistler arası paylaşım savaşında kazanan taraf olabilmek için 2. Dünya Savaşı'nı başlatan ilk işgalci emperyalist güç olurken, öte yandan Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atan Amerika da, tarihin en büyük insanlık suçuna imza atan emperyalist ülke oluyordu...

Ama dünyanın paylaşılması yolundaki bir başka öncelikli hedef, gelişip palazlanmakta olan sosyalizmin, emperyalist sistem karşısında bir güç olmadan önce yok edilmesiydi. Dolayısıyla emperyalizmin bu kezki amaçları arasında, sosyalizmin yıkılması ve yok edilmesi hedefi de birincil olarak yer alıyordu. Bu nedenle Hitler, çok geçmeden sosyalizmin merkezi halindeki Sovyetler Birliği'ne saldırarak Moskova'ya kadar ilerlemeye ve işgal planını uygulamaya yöneldi. Stalin'in liderliğindeki Sovyetler Birliği, Moskova içlerine kadar çekildikten sonra başlattığı karşı saldırıyı hiç durmaksızın ilerleyerek Almanya içlerine kadar sürdürdü. 2. Dünya Savaşı'nın en azgın, saldırgan ve vahşi emperyalist gücü Almanya'yı yenilgiye uğrattıktan sonra, Almanya işgali altındaki ülkelerinin de kurtarıcısı rolünde olunca, sadece büyük bir zafer kazanmakla kalmadı, dünyanın şimdiye kadar tanıdığı en kanlı ve vahşi rejimi olan faşizmi de yenen bir güç oldu. Bu sonuç da sosyalizmin insanların gözünde daha önemli bir seçenek haline gelmesine, giderek daha büyük bir sempati ve prestij kazanmasına da neden oldu.

Sovyetler Birliği de, elde ettiği bu büyük zaferin ve prestijin ardından, en vahşi ve saldırgan kanadını yok ettiği emperyalizme karşı bir blok oluşturabilmek amacıyla, Alman işgalinden kurtardığı Doğu Avrupa ülkelerinde, desteğiyle oluşturulan sosyalist iktidarlar aracılığıyla hızlı bir şekilde sosyalizmi inşa etmeye koyuluyordu. Böylece 2. Dünya Savaşı sonunda emperyalizmin karşısında sosyalizm daha güçlenmiş bir şekilde çıkıyor, emperyalist sistem karşısında ona alternatif bir ekonomik ve toplumsal sistem olarak tam bir "sosyalist blok" oluşmaya başlıyordu.

Sosyalist Devrimler dönemi

2. Dünya Savaşı sırasında dünyanın faşizmi yaşaması, Amerika'nın Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atması, insanlık gözünde emperyalizme karşı öylesine bir tepki ve nefret yaratıyordu ki; bu savaş sonunda emperyalist sistemin karşısında bir blok olarak yükselen "sosyalizm" büyük bir sempati kazanıyordu. Sosyalizm, artık ezilen halkların ve yığınların gözünde bir seçenek durumundaydı. Bu nedenle "sosyalizm", emperyalist işgal altında olmayan ülkelerde bile, ezilen halkların dikta rejimlere karşı yürüttükleri mücadelelerinde bir "dava" halini alıyor, kapitalist sistemlerdeki ezilen sınıfların verdikleri mücadelelerinde ise bir "sınıf ideolojisi" olarak kitlelerin gözünde giderek daha da "yükselen bir seçenek" olmaya başlıyordu. 

60'lı yıllara doğru da Latin Amerika'da Fidel Castro ve Che Guevara önderliğinde Küba Devrimi ile başlayan devrimci dalga, bu yükselişi daha da zirveye tırmandırıyor, anti-faşist ve anti-emperyalist tavır, 68 Kuşağı Hareketi ile birlikte çağa damgasını vuruyor ve solun değerleri dalga dalga yeryüzüne yayılarak "yükselen değerler" haline geliyordu. "Tarihin çağrısından kaçamayız, dünyayı değiştirmeliyiz" diyen Che Guevara bu dönemde tüm dünyada bir "devrimci sembol" oluyordu. 70'li yılların başına doğru Vietnam'ın 2. Dünya Savaşı'nın en büyük galibi diye kendini kabul ettirip, emperyalizmin jandarmalığını üstlenen Amerika'ya karşı kazandığı zafer ve ardından oluşan sosyalist iktidar, bu çağa "sosyalist devrimler çağı" adının damga vurmasında en önemli etkiyi yapıyordu.

 

Che Guevara

Kahraman bir yüzyıl: 20. yüzyıl

68 Kuşağı Hareketi ile birlikte başlayan süreç ve 70'li yıllar, her bakımdan emperyalizm açısından zorlu bir sürecin yaşandığı yıllar olarak gelişmişti. Sosyalizm mücadelesinin giderek yükselmesi ile birlikte, emperyalist-kapitalist sistem karşısında da dev gibi büyümeye başlayan bir "sosyalist blok" da oluşmaya başlamıştı. 2. Dünya Savaşı'nın galip taraflarından SSCB, kazandığı büyük prestijle ABD karşısında "Dünyanın diğer süper gücü" olarak adlandırılıyor, başını ABD'nin çektiği emperyalist-kapitalist sitemin karşısında alternatif olan sosyalist sistemin merkezi olarak görülüyordu. Artık iki ekonomik ve toplumsal sistem, iki kutuplu bir dünya vardı...

Döneme "sosyalist devrimler süreci" damgasını vurmuş, Latin Amerika'dan, Uzak Asya'ya ve Afrika'ya kadar pek çok kıtada yer alan çeşitli ülkelerde, "sosyalizmi kurmak" hedefi doğrultusunda başlamış olan kesintisiz bir "halk savaşları dönemi" yaşanmaktaydı. Bu nedenle 20. yüzyıl, pek çok açıdan "kahraman bir yüzyıl" olarak da tanımlanabilir...

Her iki Dünya Savaşını da bu aynı yüzyılda yaşadı dünya. Hitler'i, faşizmi, korkunç Nazi toplama kamplarını, soykırımı yine bu yüzyılda tanıdı. Hiroşima ve Nagazaki'ye Atom Bombası bu yüzyılda atıldı. Emperyalizmin ne denli vahşi ve saldırgan olduğu gerçeğini, kimyasal silahları bu yüzyılda öğrendi insanlık. İnsan hakları mücadelesi bu yüzyılda doruğa ulaştı, demokrasi mücadelesi bu yüzyılda gelişti ve zirveye tırmandı... Barış, özgürlük ve bağımsızlık adına en sert kavgalar bu yüzyılda yaşandı. Ulusların işgale ve işgal edilmelere karşı kurtuluş savaşları bu yüzyılda çağa damgasını vurdu. Sosyalizmi 20. yüzyılda yaşadı, bu yüzyılda bloklaştı dünya...

20. Yüzyıl; emperyalizme karşı ezilen halkların ve kapitalist sisteme karşı da ezilen sınıfların mücadelelerinin yükseldiği bir "devrimler çağı" oldu. Ama aynı zamanda tüm dünya insanlığının insanlık yolunda daha çağdaş, insan olgusunu ön plana çıkaran bir kültürel gelişimi yaşadığı bir yüzyıl ve çağdaş bir kültür devrimini en üst düzeye çıkardığı, verilen mücadelelerle insani değerlerin en üst düzeye yükseltildiği, insanca ve insan onuruna yaraşır bir yolda yürümeye başladığı bir "bilinç ve insani devrim çağı" da oluyordu...  

                Sonraki bölüm: Yeni Sömürgecilik ve Soğuk Savaş

 


20. Yüzyıl: Devrimler Çağı

Desen: Metin Sert 

Geçtiğimiz yüzyılda çağa damgasını vuran en önemli olgu, 20 yüzyılın "devrimler çağı" olmasıydı. Ama bu yüzyılın sonuna doğru, 21. yüzyıla adım atılırken, emperyalizm tarafından bir karşı devrim rüzgarı estirilmeye başlandı. Böylece 21. yüzyıla dünya genelinde bir "karşı-devrim rüzgarı" ile girilmiş oldu...
20. yüzyılın neden "devrimler çağı" olduğunu biliyorsak, 21. yüzyılın da neden bir "karşı-devrimler çağı" haline getirilmek istendiğini anlayabilmek de kolay hale gelebilir. Günümüzde yaşananları ve "küreselleşme" adı altında emperyalizmin günümüzdeki dayatmaları doğrultusunda izlenen bazı politikaları yorumlayabilmek de daha kolaylaşabilir.

Emperyalizm ve dünyanın emperyalist paylaşımı

19. yüzyılın ortalarında gelişmeye başlayan sanayi devrimi, gelişmiş bazı sanayi devlerini bu yüzyılın sonuna doğru kapitalizmin bir üst aşaması  olan emperyalizm (sömürgecilik) ile bir "sömürgecilik politikası" izlenmesi çizgisinde buluşturuyordu. Emperyalizm, doğası gereği dünyayı veya diğer geri kalan bölgeleri sömürü alanı, bir pazar olarak görüyordu. Sanayileşmemiş, az gelişmiş veya geri kalmış ülkeler, emperyalizm tarafından sömürgeci politikalarının hayata geçirilebilmesi için uygun bir zemin olması dolayısıyla bu dünya pazarının emperyalistler arasında paylaşılması da gündeme gelecekti. Emperyalist ülkeler arasındaki bu rekabet, 20. yüzyıla girerken insanlığı emperyalistler arası pazar paylaşım savaşı ya da dünyanın emperyalistler ülkeler arasındaki paylaşımı demek olan 1. Dünya Savaşı ile tanıştırıyordu.  

1. Dünya Savaşı ve Ulusallaşma süreci

Ama bir başka gelişme daha vardı ki, bu da 700 yıl boyunca dünyada hüküm süren, Büyük Roma İmparatorluğu'ndan sonra dünyada en geniş coğrafyaya yayılmış bir egemenlik olan Osmanlı İmparatorluğu'nun, giderek küçülüp bir devlet halinde kalışı ve sonunda çöküş sürecine girişiydi. Dünyada dengeleri kendi lehine değiştirme amacındaki emperyalizm için bu da kaçırılmaması ve mutlaka yararlanılması gereken bir fırsattı. Emperyalistler arası pazar paylaşımı demek olan 1. Dünya Savaşı, işte bu nedenlerle bir süre önce sona eren Balkan Savaşları'nın hemen ardından, Balkanlarda tezgahlanan bir suikast senaryosuyla ilk kıvılcım çakılarak başlatıldı.

Dünyanın az gelişmiş ve geri kalmış ülkelerini kendi egemenlikleri altına alacakları birer sömürü alanı veya pazar gibi gören emperyalizm için, bu süreçte ortaya çıkan klasik sömürü yöntemi; bu ülkeleri işgal ederek egemenliği altına almak şeklindeydi. Ancak bu yöntem, işgal altına alınan ülkelerde boyunduruk altında yaşamaya karşı bir direniş, bağımsızlık ve özgürlük için bir başkaldırıya dönüştü. Emperyalist işgale karşı ülkelerin verdiği bağımsızlık savaşı, çağa "ulusal kurtuluş savaşları"nın damgasını vurmasına neden oldu. Bu nedenle de 20. yüzyıla girilirken, bağımsızlık savaşları bir anlamda Balkan Savaşları'nın bir karakteristiği olan "ulusallaşma" veya "uluslaşma" sürecinin de devamı oldu.   

Bolşevik Devrim ve Sosyalizmin inşası

Ama ondan daha önce, 24 Ekim 1917'de dünyayı sarsan bir gelişme yaşanıyordu: Feodal-emperyalist bir ülke olan Rusya'da Lenin liderliğindeki Bolşeviklerin Çarlık rejimini devirerek iktidarı ele geçirmesi. Ardından da dünyayı kapitalizme karşı bir dev alternatif sistem olan Sosyalizm ile tanıştıracak Bolşevik Devrim'e geçiş... Bu gelişme, dünyayı sadece kendi pazarları yapma hesabındaki emperyalist devlerin dünyadaki tüm dengeleri kendi lehlerine çevirme hesaplarını daha ciddi ele almalarını da beraberinde getirdi. 

 Lenin
Ulusal Kurtuluş Savaşları Dönemi

Ama emperyalizmin bu aşamasında bir başka uyanış daha ortaya çıkıyordu: Emperyalizmin bu gözü dönmüşlüğüne karşı verilen mücadeleler, Rusya'daki devrim rüzgarının yarattığı bir moralle, ilk aşamada "ulusal kurtuluş savaşları" olarak döneme damgasını vuracaktı. 1. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının ardından emperyalist devletler tarafından işgal altına alınan Anadolu'da, Mustafa Kemal'in önderliğinde başlayan Kurtuluş Savaşı, tarihe "emperyalizme karşı verilen ilk kurtuluş savaşı" olarak geçecekti.

Emperyalizme karşı verilen bu ilk kurtuluş savaşının ayrıca bir de büyük bir zaferle sonuçlandırılması, aynı ortak kaderi paylaşan ve emperyalist işgal altında olan veya böyle bir işgale alınmak istenen ülkelerde de bir anti-emperyalist tavrın ortaya çıkmasını ateşleyen bir kıvılcım niteliğini taşıyordu. Mustafa Kemal önderliğindeki bu kurtuluş savaşı, aynı zamanda bir süre sonra bu nedenle dünyada "ulusal kurtuluş savaşları" döneminin başlangıcı anlamını da taşıdı. Anadolu'daki bu kurtuluş savaşı, dünyanın tüm diğer ezilen ulus ve halkları için de bir "uyanış" ve bir "kıvılcım" olmuştu.

 

Mustafa Kemal

Ulusal Demokratik Devrimler dönemi

Rusya'da Lenin'in liderliğindeki Bolşevik iktidarın Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adıyla  emperyalist-kapitalist sistemin alternatifi olacak Sosyalizmi kurması, ezilen ulusların ve halkların ezilen sınıflarında bir "uyanış" oluşturmuş, sosyalizm yığınların gözünde giderek bir "seçenek" halini almaya başlamıştı. Sosyalizm, bir süre sonra da ezilen halkların kurtuluş mücadelesinin önderliğini yapabilecek bir ideoloji de olmaya başlayacaktı.

Bu nedenle, bir süre sonra Çin'de Mao Zedung önderliğinde verilen anti-emperyalist mücadele ile "ulusal kurtuluş savaşları" yeni bir nitelik daha kazanacak ve "ulusal demokratik devrimler" dönemi başlayacaktı. Bunu Vietnam'da Ho Şi Mingh önderliğinde başlamış olan ve halen devam eden ulusal kurtuluş savaşının da bu niteliği kazanması izleyecekti. Çin Halk Cumhuriyeti'nin de devrimle birlikte sosyalizmi inşa etmeye başlaması, bu kez de dünyayı gelecekte yeni bir süreçle daha tanışacaktı: Sosyalist Devrimler Dönemi.  
     
Çin'deki devrimin hemen ardından daha geniş bir yeryüzünde inşa edilmeye,  ezilen halklar ve yığınların gözünde emperyalizm ve dünyaya dayattığı kapitalist sisteme karşı bir seçenek olarak parıldama başlayan sosyalizm, aynı zamanda emperyalizmin "dünyaya egemen olma" hesaplarını da alt üst eden nitelikte bir gelişmeydiydi de. Sosyalizmin karşısında bir güç olmasını istemeyen emperyalizm, dünyayı paylaşma ve egemen olma yolunda ilerleyebilmek için, sosyalizmi daha fazla büyüyüp palazlanmadan önce boğma isteği ile, bu kez ilkinden daha dehşet verici ve daha vahşi yeni bir paylaşım savaşına girişecekti. Böylece dünya, emperyalizmin dünyada dengeleri kendi lehine çevirebilmek amacıyla giriştiği yeniden bir pazar paylaşım savaşı olan 2. Dünya Savaşı ile tanışacaktı. Hem de ilkinden daha dehşet verici, daha korkunç ve daha büyük katliamların yaşanacağı, daha azgın ve saldırgan bir savaş dönemi!
  

                Sonraki bölüm: 2. Dünya Savaşı ve Sosyalist Blokun doğuşu

 
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Evet, kovuldunuz!

Sardes Şirketi İnşaat Müdürü Köksal İbrahimoğlu döktürmüş yine (!) CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü’nün açıklamalarını yalanlayabilmek için Yankı Gazetesi’nin Perşembe günkü sayısında “Şirketimiz dünyada hiçbir ülkede kovulmamıştır” şeklinde açıklama yapmış.

Önceleri şirket hakkında gerçekleri bilmediğini düşünüp, tüm bunları İnşaat Müdürü Köksal İbrahimoğlu’nun cahilliğine veriyordum. Ama önceki hafta da TEMA Vakfı hakkında bir başka gazeteye “TEMA bizi destekliyor, projemizin çok iyi bir proje olduğunu söyledi” şeklindeki sözlerini görünce, anladım ki kendisinin bütün işi “maden şirketi hakkındaki gerçeklerin üstünü örtmek ve halkı aldatmak için gerçekleri saptırmak ve yalanlar üretmek”miş.

Bu durumda bize de “evet, kovuldunuz” diyerek şirket ve proje hakkındaki gerçekleri anlatmak düşüyor. Çünkü bu şirket uyguladığı sülfürik asit liç projesiyle çevreye verdiği zararlar nedeniyle bulunduğu ülkelerden gerçekten de kovulmuştur. Hem de kaç kere. Burada vereceğim tüm bilgiler uluslararası düzeyde belge ve arşivlerde kayıtlıdır, istenilirse bulunabilir.

İlk macera Arnavutluk’ta başlıyor!

Son 50-60 yıldır sülfürik asit liç yöntemiyle nikel madeni ayrıştırmanın mümkün olduğu ve bunun çok ucuz bir yöntem olduğu da bilindiği halde hiçbir ciddi ve büyük maden şirketi, çevreye vereceği zararlar nedeniyle imajını lekelememek için bu yöntemi kullanmak istememiştir.

Ancak yatırımcı Felix Pole ve şirket genel müdürü Simon Purkiss 1999 yılında bu yöntemle Balkanlarda nikel elde etmek amacıyla, Nasrettin Hoca’nın göle yoğurt mayalaması gibi “ya tutarsa” hesabıyla bir şirket kurarlar. Adriatic Nickel adıyla kurdukları şirketle ilk olarak Arnavutluk’ta şanslarını denemeye karar verirler. Bu şirket 2000 yılından sonra European Nickel (EN) olmuştur.

Arnavutluk’u seçmeleri ise tamamen bilinçlidir. O dönemde Arnavutluk’ta henüz bir Çevre Bakanı yoktu ve bu da burayı şirket için cazip bir çekim merkezi yapmıştı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı!

Deneme çalışmaları sırasında yaşanan çevresel sorunlarla 2000 yılında Avrupa Birliği, Birleşmiş Milletler ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar Arnavutluk’ta meydana gelen çevresel facianın üzerine eğilip durumu düzeltmek için çeşitli çalışmalarda bulundular. Bu gelişmeler sonucu 2001 yılında da ilk defa Arnavutluk’ta bir Çevre Bakanlığı kuruldu.

Arnavutluk Çevre Bakanı, BBC’ye verdiği bir demeçte “Çevreye karşı işlenen suçun banka soymaktan farkı yoktur. Bu suçları ezeceğiz” diyordu.

Aynı yıl içinde Arnavutluk’un Türkiye Büyükelçisi Dahnor Dervishi, o zamanki Çevre Bakanımız Fevzi Aytekin’i ziyaret ediyor, çevre sorunlarına karşı savaşın Arnavutluk’ta yeterli olmadığını söyleyip, Türkiye’den yardım ve işbirliği talebinde bulunuyordu. (Türk hükümetince Arnavutluk Çevre Bakanlığı’na ciddi yardımlar yapıldığına ilişkin iddialar da vardır.) Sonunda Adriatic Nikel (perde arkasında da European Nickel) Şirketi’nin sülfürik asit liç metodu ile çalışacak bir nikel tesisini Arnavutluk'ta bile kurması imkansız hale gelmişti.

Sırbistan'dan nasıl kovuldular?

Şirketin İngiliz Standart Bank ve Avusturalya BHP Billiton şirketi gibi mali destekçileri Arnavutluk’taki bu durumdan rahatsız oldular ve şirketten Arnavutluk'u bırakıp, böyle bir projeye “peki” diyebilecek başka uygun bir yer bulunmasını talep ettiler. European Nickel Şirketi o zaman şansını Sırbistan’da denemek istedi. Çünkü Sırbistan’da Mokra Gora ve Lipovac bölgelerinde 2 maden yatağının haklarına sahipti.

Mokra Gora bölgesi, Turgutlu Çaldağı’ndan çok daha büyük bir nikel rezervine sahip. Şirket Genel Müdürü Simon Purkiss, 18 Kasım 2004 tarihli basın bildirisinde "Mokra Gora yatağındaki cevherin Çaldağı cevherlerinden çok daha çabuk solüsyona geçtiğini, yatağın çok büyük gelecek vaad ettiğini ve çok iyi bir jeolojiye sahip olduğunu" söylüyordu. Ancak şirketin Sırbistan’da gördüğü büyük tepki ve bölge halkının karşı koyuşu dolayısıyla planları burada da yürümedi.

Hatta burada halkın karşı koyuşu silahlı tavra bile dönüşecek kadar ileri gitmiş, ünlü Sırp sanatçı Goran Bregoviç düzenlediği konserlerde ülkesindeki çevre sorunlarına dikkat çekip, halkın karşı koyuşuna destek olmuştur. Böylece olay uluslararası boyutlar kazanıp Greenpeace’in de devreye girmesine kadar gelişmiştir.

Sonunda Sırbistan Enerji Bakanlığı şirketten “Bakanlığa müracaat etmesini ve bu müracaatta ellerindeki iznin usulsuz olduğunu itiraf edip bu sebepten kendilerine verilen bu iznin iptal edilmesini istemesini” talep etmiştir. Şirket çaresizlik içinde bunu yapmıştır. Bakanlık da buna karşılık şirketin maden yatağı haklarını elinde tutmasına izin vermiştir, ama "işletme izni" ve “çalışma ruhsatı” vermemiştir.

Yani, önceki adı ile Bosphorus, şimdiki adıyla Sardes şirketinin bağlı olduğu asıl şirket European Nickel şirketi, böylece 2005 yılında Balkanlardan tamamen kovulmuştur. Bu gelişmelerden sonra, bu proje şimdi Türkiye’de ve Turgutlu’da denenmek istenmektedir.

Ve bilinmesi gereken bir ayrıntı şudur:
Şirketin Genel Müdürü Simon Purkiss'in bu projeyi "Dünyada ilk defa olarak Türkiye'de uygulayacağımız bir teknoloji" diye tanımlamasının asıl nedeni de budur. Ama dünyada ilk defa Turgutlu'da, dolayısıyla Türkiye'de uygulanmak istenmesinin nedeni, bu projeye dünyanın hiç bir ülkesinde onay, şirkete de bu projeyle çalışma izni verilmemiş olması nedeniyledir. Dolayısıyla Purkiss'in bu sözlerini, "Eğer AKP Hükümeti'nden izin alırsak... veya Türkiye'yi kandırabilirsek..." şeklinde okumak gerekir.

Peki ama, Türkiye ve Turgutlu halkı kobay mıdır?

Lütfi Tozar'ın raporunu okumak için tıklayınız: Bir madencilik hikayesi ve gerçekler

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Esrarengiz mektup!

Bu yazıma konu edindiğim “esrarengiz mektup” olayını bazı gelişmelerle tarihsel bir sıraya göre aktaracağım. Böylece olayların gelişimini daha iyi izlerken, maden şirketi konusunda nasıl bir “oldu-bitti” ile karşı karşıya bırakılmaya çalışıldığımızı daha iyi anlayabileceksiniz. Aynı zamanda dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmeyen bu projeye ve çalışma ruhsatı verilmeyen bir şirkete neden AKP Hükümeti tarafından bu iznin verildiğini de göreceksiniz.

2006 yılı Aralık ayı:
22. Dönem CHP Manisa Milletvekili Hasan Ören, Turgutlu Çaldağı’ndaki nikel işletmesinin çevreye vereceği zararlar konusunda TBMM'de uyarıda bulunarak, bu şirkete işletme ruhsatı verilmemesi konusunda ayrıca 21 Aralık 2006 tarihinde 7 / 19753 nolu yazılı soru önergesi verdi.

2007 yılı Ocak ayı:
2007 yılı Ocak ayının ilk günlerinde yeni yasama yılına giren TBMM’de görüşmeler sırasında gündem dışı söz alan CHP Manisa Milletvekili Hasan Ören, verdiği soru önergesini hatırlatarak, Çaldağı’nda deneme çalışmalarına başlayan maden şirketine çalışma ruhsatı verilmemesini istedi.

2007 yılı Şubat ayı:
Ankara’da YASED tarafından düzenlenen “Fırsatlar Ülkesi Türkiye” adlı konferansa bazı yabancı şirket temsilcileri katılır. Konferansta Başbakan Erdoğan ile görüşen 6 yabancı şirket temsilcisinden biri İngiliz Bopshorus şirketinin bağlı olduğu asıl European Nickel şirketinin Genel Müdürü Simon Purkiss’tir.

Konferanstan bir gün önce verilen akşam yemeğinde ise Sir David Logan, AB görüşmelerinde "Başmüzarekeci" olarak bilinen Devlet Bakanı Ali Babacan’la aynı masada yanyana oturur. Yemek sırasında cebinden çıkardığı bir mektubu  Babacan’ın önüne bırakır. Babacan mektubu alıp cebine koyar. Ama bu gazetecilerin gözünden kaçmaz, “Hayrola nedir o mektup, içeriğini öğrenebilir miyiz?” soruları başlar. Ne Babacan, ne de Logan cevap verir. Onların yerine şirket Genel Müdürü Simon Purkiss mektubun içeriğini açıklamak yerine “Turgutlu'da 300 milyon dolarlık nikel yatırımı yapıyoruz” demekle yetinir. Cevaptan tatmin olmayan gazetecilerin "Belli ki bir sorununuz var, o yüzden Babacan'a mektup verdiniz" şeklindeki ısrarlı sorularına, Purkiss yine kaçamak cevap verir ve sadece  “Bizimki Türkiye'deki ikinci büyük İngiliz yatırımı olacak" der.

Sir David Logan kimdir?
Sir David Logan şirketin yöneticileri içinde en dikkat çekici isim. “Sir” ünvanı, İngiltere’de Kraliyet ailesi tarafından bazı kişilere verilen bir asalet ünvanı. Bu unvan David Logan’ın kimliğini anlamaya yeterli. Ama Logan’ın bir diğer özelliği 1997-2001 yılları arasında İngiltere adına ülkemizde Büyükelçi olarak görev yapması. Ankara'da ve İstanbul'da büyükelçi olarak görev yapan Logan'ın bilinmesi gereken en önemli özelliklerinden biri "Kıbrıs'ın Rumlaştırılması" için ortaya koyduğu çabalar. Emekli olur olmaz European Nickel PLC şirketinin yönetim kuruluna getirilir.

2001’de emekli olur olmaz, 2002’de söz konusu şirketin yönetimine girmesi ve yine bu şirketin 2002 yılında Çaldağı nikel madeni işletme hakkını elde etmesi ne kadar da anlamlı ve ilginç bir rastlantı? Ayrıca bu kadar önemli bir diplomatın Bosphorus Madencilik (şimdiki adıyla Sardes) gibi küçük çaplı, paravan bir firmada istihdam edilmesi ne kadar da şüphe uyandırıcı?

“Sir” unvanı da olan emekli bir büyükelçinin, Çaldağı’nda nikel madeni arayacak küçük çaplı bir şirketin yönetimine getirilmesini, kendisinin yaşadığı geçim sıkıntısı nedeniyle böyle bir işe son derece ihtiyacı olduğu ile açıklayamayacağımıza göre, şirket ve ardındaki finans güçlerince kendisinden diplomasi yoluyla önlerindeki engellerin kaldırılmasını sağlayacak bazı kapıların açılması için faydalanmak amacıyla boyle bir göreve getirildiği yeterince açık. Sonuçta, Logan'ın Devlet Bakanı Babacan'a verdiği mektup bunu açıklıyor.

2007 yılı Mart ayı:
Çevre ve Orman Bakanı Osman Pepe, Çaldağı maden arama bölgesinde inceleme yapacağını söyledi. Ancak önerge veren CHP Manisa Milletvekili Hasan Ören'e bölgeye 3 Mart 2007 tarihinde geleceği konusunda hiç bir bilgi verilmedi ve olaydan sadece AKP İl ve İlçe Başkanları ile İl Genel Meclisi üyeleri ve Turgutlu Belediye Başkanı haberdar edildi. Bakanın 3 Mart günü geleceğini öğrenen CHP Milletvekili Hasan Ören, bakanın gelmesi beklenen saatte Çaldağı'na gidince, buradaki AKP'li yönetici ve temsilciler tarafından adeta baştan savılmak istenircesine, "Bakanın bölgeye gelmeyeceği, sadece helikopterle yukarıdan şöyle bir bakıp geçeceği" cevabını alıyordu.

Anlaşılan, önerge sahibi milletvekilinden gizlice yapılması planlanan Çaldağı'ndaki teftişte özellikle "gizli" tutulmak istenen başka şeyler de vardı. Bu soruları da önergenin sahibi 22. Dönem CHP Manisa Milletvekili Hasan Ören, şöyle soruyordu: "Bakan Pepe, Bosphorus şirketi yöneticileri, AKP yöneticileri ve Belediye Başkanı ile gizli bir toplantı yapmayı mı planlamıştı? Ben önerge sahibi iken kimden, neyi saklamayı amaçlıyorlar? Başbakan veya bakanlar bir yeri ziyaret edecekleri zaman, tüm yetkililere, o partinin temsilcilerine ve o bölgedeki milletvekillerine mutlaka haber verilmesi gerekir. Bu geleneğin neden bozulma ihtiyacı duyuldu? Oraya benim geleceğimi öğrenince Bakan Pepe gelmekten vaz geçtiyse, bu durumu daha vahim, daha da şüphe verici hale getiriyor. Eğer Bakan Pepe maden sahasına inmiş olsaydı, bölge halkı adına kendisine soracaklarım vardı..."

Ve bu olayın “esrarengiz mektup” olayından hemen 1 hafta sonra bu şekilde gelişmesi ne kadar da anlamlı değil mi?Tabii bu mektubun içeriği halen bilinmiyor. Ama akla gelen bazı sorular var: Bu mektupta kimin selamı ve kimin imzası var? Bu mektupla zamanın Çevre Bakanı Pepe’nin katledilecek orman alanı için sesini çıkarmamasının sağlanması için bir ricada mı bulunuluyordu?

Ama söz konusu sirket tarafından sülfürik asit liç yöntemiyle nikel madeni ayrıştırma çalışmalarına başlanmasıyla tüm Gediz Havzası'nın yaşayacağı çevre felaketini düşündüğümüzde, bu esrarengiz mektup her haliyle “Gediz Havzası'nın idam fermanı” gibi bir anlam taşır hale geldi. Ayrıca İngiliz hayranı olduğunu çok iyi bildiğimiz AKP kurmaylarının, İngiliz asilzadeleri karşısında boyunlarının kıldan ince olduğu ve ricalarını emir gibi algıladıkları da öteden beri zaten bizim malumumuzdur.

NOT: Bu mektup olayını 26 Şubat 2007 tarihli Hürriyet Gazetesi’nde Vahap Munyar’ın köşe yazısında da görebilirsiniz.

Sözcü Gazetesi yazarı Necati Doğru da bu mektup olayını yazdı: Cinayetin mektubu

Ve bir başka önemli not daha: Dönemin Çevre ve Orman Bakanı Pepe, bu şirkete ormanlık alan için gereken izni vermediği için koltuğundan olmuştur. 29 Mart yerel seçimlerinden sonra ise, daha 1 hafta bile geçmeden Pepe'nin yerine getirilmiş olan Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu tarafından şirkete gerekli izin verilmiştir. 

Bu çarpıcı olayı bir de Eski Bakan Pepe'nin ağzından duymak için tıklayınız: Eski Bakan Pepe'nin anlattıkları

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Çaldağı hakkında tarihten bir anı

 

 TURÇEP ve EGEÇEP Yürütme Kurulu Üyesi Hayri Bökü anlatıyor:

 

Çal Dağı’nı duyduğum ilk insan “büyükanne” dediğim anneannemin annesi olmuştu. Kendisini kocaman odaları, çok büyük kapısı ve bahçesinde çeşitli meyve ağaçları olan, çocukluğumun geçtiği evde hatırlıyorum. Kışları oda penceresinin yanında, mangal kıyısında, yazları ise “hayat” dediğimiz bölümde otururdu. Her zaman mis gibi kokan, boydan uzunca çiçekli elbiseler giyerdi.
Büyükannemi çok severdim. Ama en çok parasız kaldığımda kendisini ziyaret etmek aklıma gelirdi. Adeta koşarak, nefes nefese giderdim evine.

 Hayri Bökü

Kulakları biraz ağır işitirdi, pencereyi kırarcasına çalar, kapıyı açmasını sağlardım. Kapıya yöneldiğini anladığımdaysa, çocuk kalbim kafesinden kaçacak bir kuş gibi seviçten pır pır ederdi. Üzerinde belirgin şekilde siyah ve beyaz lekeler göze çarpan elini öper, boynuna sarılırdım. O da alnımdan öper, yumuşak ve şefkatlice başımı ve sırtımı tokatlardı.  

Daha sonra sabırsız bir şekilde elini koynuna atmasını beklerdim. Çünkü cüzdanı her zaman koynunda bulundururdu. Cüzdanını ne zaman çıkaracağını bilir, o zamanlamayı da benim sabrımı taşırmayacak şekilde yapardı. Yumuşak deriden yapılmış, üzerinde tek bir çıt çıtı olan siyah bir cüzdandı. Önce çıt çıtı özenle açar, bozuk paraları cüzdandan avucuna dökerdi. Avucu bozuk paraları almazdı. 2,5 lira, 1 lira, 25, 10 ve 5 kuruşluk bozuk paralar avucunda adeta balık gibi oynaşırdı. Belki gözleri iyi görmediğinden, belki de beni sınamak için ”Bunların içinden 25 kuruş seç bakalım” derdi. Gözüm 2,5 ve 1 liralardaydı, ama yüreğim ve vicdanım 25 kuruştan başkasını almaya izin vermezdi. Sarı ve beyaz 25 kuruşlar vardı o zamanlar. İkisi de aynı değerde olduğu halde, ben her zaman beyaz olanı seçerdim.

Aradan çok uzun yıllar geçmesine rağmen, büyük annemi ve bana verdiği bu harçlık olayını da Çaldağı anısıyla birlikte hatırlıyorum. Çaldağı’ndan bahsederken, önce derin bir nefes alarak bir oh çeker, eski yıllara giderek gönlünü şöyle bir dinlendirirdi. O kahırlı yılları tane tane anlatırdı.

 

“Kurtuluş Savaşı yıllarıydı, düşman memleketi işgal etmişti. Bize de hiç rahat vermiyorlar, kapımıza kadar dayanıyorlar, dedenden de para istiyorlardı. Anneannen gelinlik çağda bir kızdı. Evin bahçesine bir çukur kazıp, saklayabildiğimiz kadar çeyizlik işlemelerini toprağa gömdük. Sonra da evi terk edip, Çaldağı’na gittik, oraya sığındık. Bizi düşmandan Çaldağı korudu günlerce. Oradaki köylüler bize yiyecek verdiler…Ama…”

Sonra burada o günkü acıyı tekrar yaşarmışçasına derin bir iç  çeker ve telaşla anlatmaya devam ederdi: “Telaştan damın kapısını açıp beyaz atı serbest bırakmayı unutmuşuz. Daha sonra düşman Kasaba’ya girip evlerimizi yaktı. Kasaba’ya döndüğümüzde evimizi bir kül yığını olarak bulduk. Atımız da, o telaştan damda unuttuğumuzdan, yanarak can vermişti… Acı acı iç çekerek, “Yıllar geçti atımızın külleri hala gözlerimin önünde...” derdi.

Babaannemse, babasını hiç görmemiş. Çanakkale Savaşı’nda şehit düşmüş babası. 250 bin kınalı kuzudan bir tanesi. O zamanlar soy adı yoktu tabii. “Kasabalı Ali” diye gömmüşler. Mezartaşına da “Kasabalı Ali” yazmışlar. Ama onlarca Kasabalı Ali var. Amcalarım yıllarca dedelerinin mezarını bulmaya çalışıyorlar. Onlarca Kasabalı Ali yazılı mezarların her birini “Belki dedemiz budur” diye ziyaret edip, dua okuyorlar.

İşte böyle diyor tarih…
Yıllar önce emperyalist sömürücü güçler, halkımıza bunları çektirmiş. Çanakkale Savaşı’nda binlerce çocuk babasız kalmış, torunları şehit dedelerinin mezarını bile bulamamış. Kasaba’da evlerimiz yakılmış, insanlar evsiz kalmış. Sömürücü emperyalist güçlerin bugünkü kuşakları şimdi de bizi benzer acılarla tanıştıracak şekilde sömürebilmek için Çaldağı’na yerleşmek istiyor. İngiliz European Nickel isimli maden şirketi, önce Bosphorus adıyla, sonra da adını değiştirerek Sardes yaptığı maden şirketiyle Çaldağı’ndaki nikel ve kobalt madenlerimizi alıp götürmek istiyor.

Kendisine Kurtuluş Savaşı öncesindeki dönemde olduğu gibi işbirlikçiler buluyor. En ucuz yöntemle, sülfürik asit damlama yöntemiyle, çok az masraf edip çok büyük para götürmek istiyor. Erozyonu önlemek için dikilmiş milyonlarca ağacı kesmek istiyor. Sülfürik asit ve asit sisi ile havayı, suyu ve toprağı kirletip zehirleyerek Kasaba’daki insanların yaşamını karartmak istiyor. Suyun altın olduğu böyle bir zamanda, saniyede 135 litre suyumuzu çekerek halkımızı susuzluğa, toprağımızı kuraklığa itmek istiyor.

Satmayı kabul eden kim olursa olsun, devlet yetkilileri, belediye yetkilileri el şıkışıp belli bir miktarda anlaşıyorlar. Çevre ve Orman Bakanı Veysel Eroğlu, Meclis tutanaklarına da geçen konuşmasında, “Şirket, konsolosluk ve İngiliz hükümetinin baskıları karşısında orman tahsis iznini vermek zorunda kaldım” diyebiliyor. Eski Orman ve Çevre Bakanı Osman Pepe de, “Bu memleket kimsenin babasının çiftliği değildir. Çok baskı yaptılar, ama yetimlerin hakkını yedirmedim. Vicdanen rahatsız olduğum için orman tahsis izni vermedim” diyor.

Kısacası, ilk Kurtuluş Savaşı’nda da ülkemize ve kasabamıza sömürmek için gelen sömürücü ve emperyalist güçlerin bugünkü torunları, şimdi de aynı emelle ÇAL Dağı’na geldiler.

Çaldağı, öncelikle Kasabamızın insanlarına sesleniyor: “Yıllar önce sömürücü emperyalist güçlere karşı sizlerin büyükbabaları ve büyükanalarını gür ağaçlarım ve mağaralarımda evlatlarım gibi korudum. Şimdi de beni koruma görevi sizde. Benim etrafımda sevgi çemberi oluşturun, nöbetçiler koyun, beni işgalcilerin torunlarına teslim etmeyin. Siz de babanız veya evladınız gibi sevip, bana sarılın. Haydi herkes görev başına…”
Çaldağı, adeta ağlıyor ve bizi tarihi bir göreve çağırıyor:
“Haydi, ikinci bir 7 Eylül için tüm Turgutlulular görev başına!”

17 yaşında, hayatının daha bahar çağına bile gelemeden şehit düşmüş kınalı kuzuların torunları yine görev başına! Aynı emperyalist odaklı sömürücü güçler şimdi sülfürik asit ve asit sisi ile dünyanın en verimli topraklarında yaşamakta olan binlerce insanımıza yaşamı zehir etmek için ÇAL DAĞI’na yerleşmek istiyor.

Hep birlikte kolları sıvamalı ve yollara dökülmeli ve birlikte haykırmalıyız:
ÇANAKKALE’Yİ GEÇEMEYENLER, ÇAL DAĞI’NI DA GEÇEMEYECEK!
ÇALDAĞI’MIZI ÇALDIRMAYACAĞIZ!

10 Temmuz 2010

   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz
 

Duwamish Kızılderililerinin Reisi 
Seattle'in ABD Başkanına mektubu

 
Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Bu dünyadaki herşey, bir ailenin fertlerini biribirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve biribirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır. Toprak bizim anamızdır. İnsan toprağa tükürürse, kendi yüzüne tükürmüş gibi olur. Hayvanlar, ağaçlar, insanlar, hepsi aynı nefesi, aynı havayı paylaşır. Hava bizler için çok kutsaldır...

Yüzyıllardir halkımın üzerine merhamet gözyaşları döken şu sonsuz gökyüzü bir gün değişebilir. Bugün açık gözüken gökyüzü yarın bulutlarla kaplanabilir. Sözlerim, asla yer değiştirmeyen yıldızlar gibidir. Şef Seattle her ne söylerse, Washington'daki Büyük Şef ona, güneşin ya da mevsimlerin dönüşüne inandığı ölçüde inanabilir. 

Washington'daki Büyük Şef bize dostluk ve iyilik dilekleriyle birlikte bizden topraklarımızı satın almak istediğini bildirmiş. Onun, bizim arkadaşlığımıza çok fazla ihtiyacı olmadığını biliyoruz. Ama biz onun önerisini düşüneceğiz. Çünkü iyi biliyoruz ki eğer topraklarımızı satmazsak, beyaz adam silahlarla gelip onu gene elimizden alabilir. Ama biz bazı şeyleri anlamıyoruz. Gökyüzünü, toprağı, kayaların sıcaklığını, nasıl olur da alıp satabilirsiniz? Bu düşünce bize garip geliyor!  Eğer biz havanın tazeliğine ve suların pırıltılarına zaten sahip değilsek, siz onları nasıl satın alabilirsiniz?

Bir zamanlar insanlarımız bu topraklara tıpkı rüzgârda kıvrımlanan deniz dalgalarının kabuklu kuru yüzeyleri kapladığı gibi yayılmışlardı. Çok uzun zaman geçti ve o büyük kabileler artık hüzünlü bir anı oldu. Bu toprakların her parçası halkım için kutsaldır.

Biz bunları belki de vahşi olduğumuz için anlayamıyoruz! Bu dünyanın her parçası benim insanlarım için kutsaldır. Çam ağaçlarının parıldayan iğneleri, vızıldayan böcekler, beyaz kumsallı sahiller, karanlık ormanlar ve sabahları çayırları örten buğu; halkımın anılarının ve geçirdiği yüzlerce yıllık deneylerin bir parçasıdır. Ormandaki ağaçların damarlarında dolaşan su, atalarımızın anılarını taşır; biz buna inanırız.

Beyazlar için durum böyle değildir. Bir beyaz, öldükten sonra yıldızlar alemine göç ettiği zaman, doğduğu toprakları unutur. Bizim ölülerimiz ise bu toprakları unutmaz. Çünkü kızılderili, gerçek anasının toprak olduğuna inanır. Nasıl biz dünyanın bir parçası isek, o da bizim bir parçamızdır. Güzel kokulu çiçekler, bizim kız kardeşlerimizdir. Geyik, at, büyük kartal bunlar da bizim erkek kardeşimizdir. Kayalık tepeler, ıslak çayırlardaki damlalar, atın vücudundan bularlaşan ısı ve insan; hepsi aynı ailedendir. Öyleyse, Washington’daki Büyük Şef, topraklarımızı almak isterken bizden çok şey istemiş oluyor. Bu bizim için büyük bir fedakarlık olur.

Büyük Şef bize rahatça yaşayabileceğimiz bir yer ayırdığını söylemiş. O bizim babamız ve biz de onun çocukları olacakmışız! Öyleyse topraklarımızı alma önerisini düşüneceğiz. Ama yine de bunun kolay olmayacağını itiraf ederim. Çünkü bu topraklar bizim için kutsaldır. Dereler ve nehirlerden akan pırıltılı sular, sadece su değildir. Onlar bizim atalarımızın kanıdır. Eğer toprağı size satarsak, onun kutsal olduğunu hatırlayınız ve bunu çocuklarınıza da öğretiniz. Göllerin berrak sularındaki her bir yansıma, halkımızın yaşamından olaylar ve anılar anlatır. Suyun mırıltısı, babalarımızın babalarının sesidir. Nehirler ise bizim erkek kardeşlerimizdir. Susuzluğumuzu giderirler, kanolarımızı taşırlar ve çocuklarımızı beslerler. 

Bu toprakları size satarsak, bu suların ve toprakların kutsal olduğunu çocuklarınıza öğretmeniz gerekecek. Biz nehirleri ve ırmakları kardeşimiz gibi severiz. Siz de aynı sevgiyi gösterebilecek misiniz kardeşlerimize? Eğer toprağımızı size satarsak hiçbir zaman unutmayın ve çocuklarınıza da öğretin ki, nehirler bizim olduğu kadar sizin de kardeşinizdir. Bu nedenle herhangi bir kardeşinize göstereceğiniz saygıyı nehirlere de göstermelisiniz.

Kızılderili her zaman, ilerleyen beyaz adamın önünde geri çekilmiştir. Tıpkı dağlardaki sisin sabah güneşi önünden kaçması gibi. Ama babalarımızın külleri kutsaldır. Mezarları kutsal topraklardır. Bu tepeler, ağaçlar dünyanın bu parçaları, bize sunulmuştur. 

Beyaz adamın bizim yollarımızı anlamadığını biliyoruz. Beyaz adam için, toprağın bir parçası diğeri ile aynıdır. O sadece geceleri bir hırsız gibi gelip, topraktan ihtiyacı olanı alıp giden bir yabancıdır. Beyazlar için bir parça toprağın diğerinden farkı yoktur. Beyaz adam topraktan istediğini almaya bakar ve sonra yoluna devam eder. Aldıklarının kendinden parçalar olduğunun bilincinde değildir. Çünkü toprak beyaz adamın dostu değil, düşmanıdır. Beyaz adam topraktan istedigini alınca başka serüvenlere atılır. Dünya onun anası değil düşmanıdır. Onu yendikçe ilerlemeye devam eder. Ve yolunda giderken babalarının mezarını geride bırakır. Buna da hiç aldırmaz. Dünyayı çocuklarından uzaklaştırır. Buna da aldırmaz. Babalarının mezarları da, çocuklarının bu dünyadaki hakları da unutulmuştur. 

Beyaz adam, anası dünyaya ve kardeşi gökyüzüne sanki satın alınabilen veya yağma edilebilen bir mal gibi, koyunlara ve parlak boncuklara davrandığı gibi davranır. Onun bu iştahı ve hırsı bir gün dünyayı yiyip bitirecek ve geriye sadece çorak bir çöl bırakacaktır.
 

Beyaz adamın kurduğu kentleri de anlayamayız biz Kızılderililer. Bu kentlerde huzur ve barış yoktur. Beyaz adamın kurduğu kentlerde, bir çiçeğin taç yapraklarının açarken çıkardığı tatlı sesler, bir kelebeğin kanat çırpışları duyulmaz. Bilmiyorum, bizim yollarımız sizinkilerden farklı. Sizin kentlerinizin gürültüsü bile Kızılderili’nin gözlerine acı verir. Beyaz adamın kentlerinde sakin yer yoktur. Orada bahar gelince yaprakların açılışını veya böceklerin kanat seslerini dinleyecek yer bulunmaz. Ama bu belki de benim vahşi olduğumdan ve anlamadığımdandır. Çünkü, takırtı bizim kulaklarımıza bir hakaret gibi gelir. 
 
Ben Kızılderiliyim. Bunlardan başkasını anlayamam. Belki de bir vahşi olduğum için anlayamıyorum ama, benim ve halkım için önemli olan şeyler oldukça başka. İnsan eğer ağaçtaki bir kuşun yalnız başına ağlayışını veya su birikintisi etrafında toplanmış tartışan kurbağaların ve doğanın seslerini dinleyemezse, yaşamın ne anlamı ve değeri kalır?

Bir kızılderiliyim ve anlamıyorum.  Biz kızılderililer, bir su birikintisi üzerine vuran rüzgarın yumuşak sesini, yağmurun temizliğini, çam kokulu rüzgarı herşeye yeğler. ormanının kokusunu taşıyan ve yağmurlarla yıkanıp temizlenmiş meltemleri severiz. Hayvanlar, ağaçlar, insanlar, hepsi aynı nefesi, aynı havayı paylaşır. Hava Kızılderililer için çok kutsaldır. Aldığı nefes, beyaz adamın dikkatini çekmiyor gibi. Beyaz adam, öleli uzun günler olmuş ve kötü kokuyla uyuşmuş gibidir. 

Ama eğer size toprağımızı satarsak, havanın temizliğine önem vermeyi de öğrenmeniz gerekir.  Çocuklarınıza havanın kutsal olduğunu öğretmeniz gerekir.  Hem nasıl kutsal olmasın ki hava? Atalarımız doğdukları gün ilk nefeslerini onun sayesinde almışlardır. Ölmeden önce son nefeslerini de gene bu havadan almazlar mı?  Unutmamalısınız ki, hava sağladığı tüm yaşamla aynı ruhu taşır. Büyük babamıza ilk nefesi veren rüzgar, onun son soluğunu da kabul etmiştir ve aynı rüzgar çocuklarımıza yaşam ruhunu verir. Eğer size toprağımızı satarsak, çayırlardaki çiçeklerden tad alan rüzgarı koklamasını öğrenmelisiniz, onu korumalısınız ve kutsal tutmalısınız. Bu kokuya beyaz adamın bile gereksinmesi vardır.

Toprağımızı almak önerinizi düşüneceğiz. Eğer kabul etmeye karar verirsek, bir koşulumuz olacak: Beyaz adam bu toprağın hayvanlarına kardeşleri gibi davranacak… Kızılderililer sizin yollarınızı, sizin adetlerinizi anlamazlar. Çayırlarda çürüyen binlerce bufalo gördüm!.. Beyaz adamın, geçerken dumanlı demir attan vurup bıraktığı ve ne amaçla öldürdüğünü hala anlayamadığım binlerce bufalo.. Ben vahşiyim ve dumanlı demir atın bufalodan nasıl önemli olabileceğini anlayamıyorum!.. Ve biz vahşi olduğumuzdan bufaloyu yalnız aç kalmamak için öldürürüz. Hayvanlar olmadan insanlar nedir ki? 

Canlıların yok edildiği bir dünyada insan ruhu yalnızlık duygusundan ölür gibi geliyor bize. Unutmayın, bugün diğer canlıların başına gelen yarın insanın başına gelir. Çünkü bütün hepsinin arasında bir bağ vardır. Eğer bütün hayvanlar yok olsaydı, insan ruhu o büyük yalnızlığa dayanamaz ölürdü. Ayakları altındaki toprakların, büyük babalarımızın külleri olduğunu çocuklarınıza öğretmelisiniz. Toprağın, akrabalarımızın yaşamlarıyla dolu olduğunu çocuklarınıza söyleyiniz. Böylece toprağa saygı duyarlar.

Şu gerçeği iyi biliyoruz: Toprak insana değil, insan toprağa aittir. Ve bu dünyadaki herşey, bir ailenin fertlerini biribirine bağlayan kan gibi, ortaktır ve biribirine bağlıdır. Bu nedenle de dünyanın başına gelen her felaket insanoğlunun da başına gelmiş sayılır.

Bildiğimiz bir gerçek daha var: Sizin Tanrınız bizimkinden başka bir Tanrı değil. Aynı Tanrının yaratıklarıyız. Beyaz adam bir gün bu gerçeği de anlayacak ve kardeş olduğumuzu farkedecektir. Siz Tanrınızın başka olduğunu düşünmekte serbestsiniz. Ama hepimizi yaratan Tanrı için kızılderili ile beyazın farkı yoktur. Ve kızılderililer gibi Tanrı da toprağa değer verir. Bu toprağa saygısızlık, Tanrının kendisine saygısızlıktır.

Beyaz adamı bu topraklara getiren ve kızılderiliyi boyunduruk altına alma gücünü veren Tanrının adaletini anlayamıyoruz. Tıpkı buffalo'larin öldürülüşü, ormanların yakılışı, toprağın kirletilişini anlamadığımız gibi. Bir gün bakacaksınız gökteki kartallar, dağlari örten ormanlar yok olmuş, yabani atlar ehlileştirilmiş ve her yer insanoğlunun kokusuyla dolmuş. İşte o gün insanoğlu için yaşamın sonu ve varlığını devam ettirebilme mücadelesinin başlangıcı olacak.

Gündüz ve gece bir arada olamaz. Kızılderililer her zaman beyazlardan tıpkı sabah sislerinin güneşten kaçtığı gibi kaçmışlardır. Bütün bunlara rağmen, teklifinizi tartışacağız. Ve umuyorum ki, halkım bunu kabul edecek ve Büyük Beyaz Şef'in vaadettiği üzere beraber barış içinde yaşayacağız. Böylece Ay birkaç kez daha doğacak, bir kaç kış daha geçecek. Bu geniş topraklara yerleşmiş ve mutluluk içinde yaşamış olan neslimiz, daha önce bizden daha güçlü ve daha umut dolu yaşamış insanlarımızın mezarları başında yas tutacaklar. Ama, niye insanlarımın kaderi için yas tutayım ki? Tıpkı deniz dalgaları gibi kabileler kabileleri, uluslar ulusları takip ediyor.

Bu doğanın düzenidir ve teessüf gerekmez. Yok oluşumuz çok uzak olabilir ama kesinlikle bir gün gerçekleşecek. Son Kızılderili yok olup, kabilemin hatıraları beyazlar için bir tarih olduğunda, bu kıyılar kabilemin görünmez cesetleriyle kaynaşacak. Çocuklarınızın çocukları kendilerini bir dükkânda, bir yolda, boş bir yerde yalnız olarak düşündüğünde aslında yalnız olmayacaklar. Dünyanın hiçbir yerinde tamamen ıssız bir yer yoktur. Geceleri, şehir ve kasabalarınızın caddeleri boşalmış gibi görünse de, aslında, bir zamanlar oralarda yaşamış ve bu güzel toprakları gerçekten seven ruhlarla dolu olacaktır. Beyaz adam asla yalnız kalamayacaktır. Beyaz adamın, benim insanlarıma saygı göstermesini sağlamalısınız, çünkü; ölüler güçsüz değildir. Ölüm mü dedim? Ölüm diye birşey yoktur ki, sadece dünya değiştirir insan…

Bizim çocuklarımıza öğrettiğimizi, siz de kendi çocuklarınıza öğretin: Dünya anamızdır. Dünyaya ne kötülük olursa, oğullarına da aynı kötülük olur. Eğer insanlar yere tükürürlerse, kendi yüzlerine tükürürler. Biz bunları biliyoruz. Dünya insanlara ait değildir. İnsanlar dünyaya aittir. Bütün her şey, aileyi bağlayan kan bağı gibi, birbirine bağlıdır.
 
Halkım için ayrılan bölgeye gitme önerinizi düşüneceğiz. Ayrı ve barış içinde yaşayacağız. Geri kalan günlerimizi nerede geçireceğimiz o kadar önemli değil artık. Çünkü çocuklarımız babalarının aşağılandığını görürler. Kalan günlerimiz çok olmayacaktır. Bir zamanlar sizin gibi güçlü olanların ve ormanlarda özgürce dolaşanların mezarları da kalmayacak. Onları anmak ve yaslarını tutmak için, bir zamanlar bu dünyada yaşamış olanların çocukları da kalmayacak… Bunun için neden yas tutalım?
 
Kabileleri insanlar yapar. İnsanlar gidince, kabileler de olmaz. Kızılderili de yok olur. Tıpkı denizin dalgaları gibi; insanlar gelir ve insanlar gider. Şimdi de sanki arkadaşıymış gibi kendisiyle konuşabilen Tanrısıyla birlikte beyaz adam gelmiştir. Bildiğim bir şey var ki, belki beyaz adam da bir gün bunu keşfedecektir. Siz nasıl şimdi bizim toprağımıza sahip çıkmak istiyorsanız ve sonunda sahip olduğunuza inanacaksanız, aynı şekilde Tanrınıza da sahip olduğunuza inanıyorsunuz. Ama hiçbir zaman olamayacaksınız!.. Eğer Tanrı sizin anlattığınız gibi gerçek Tanrı ise, sevecenliği yalnız beyaz adama olamaz. Beyazlar da bir gün diğerleri gibi geçip gideceklerdir. Tıpkı denizin dalgaları gibi. Yatağına pislik yığmaya devam eden, bir gece kendi pisliğinde boğulacaktır.
 
Son, bize bir sırdır: Sizin getirdiğiniz gibi bir sonu biz anlayamıyoruz. Dipdiri tepelerin konuşan tellerle lekelendiğini, ormanın gizli köşelerini neden pek çok beyaz adamın kokusunun doldurduğunu, vahşi atların neden tutsak edildiğini, bufaloların neden katledildiğini biz anlamıyoruz. Böyle bir son bize bir şey anlatmıyor. Çalılıklar nereye gitmiş? Kartal nereye kaybolmuş? Hızlı koşan bir ata ve av avlamaya neden veda etmek gerekecekmiş? Bütün bunlar ne demektir? Yaşamın sonu... Ve herhalde yeniden yaşamaya çalışmanın başlangıcı... 
 
Toprağımızı alma önerinizi düşüneceğiz. Kabul edersek, bu belki de bize vaat ettiğiniz bölge için olacaktır. Orada belki de kalan günlerimizi gönlümüzce yaşayabiliriz. 

Bu dünyada, son Kızılderili de yok olduğu zaman, yalnızca çayırlar üzerinde bulut gibi hareket eden bir anı kalacaktır. Bu kıyılar, bu ormanlar halkımın ruhunu koruyacaktır. Çünkü onlar bu dünyayı yeni doğan bir çocuk anasının yürek atışını nasıl severse, öyle severler... 

Öyle ise, toprağımızı alırsanız, onu bizim sevdiğimiz gibi seviniz. Onunla bizim ilgilendiğimiz gibi ilgileniniz. Anılarını da aynen saklayınız. Onu çocuklarınız için; bütün gücünüzle, bütün aklınızla ve bütün kalbinizle koruyunuz ve seviniz.  

Göreceksiniz… Bütün bunlardan sonra, kardeş de olabiliriz.

Reis  Seattle, Duwamish Kızılderililerinin Reisi

 Bu belge Washington'da saklanmış ve American Expo 74'de sunulmuştur. Mektubun aslı bugün halen Amerika, Seattle, Squamish Müzesi'nde korunmaktadır. Aşağıdaki resim: ABD'de kendi adını taşıyan Seattle kentindeki Reis Seattle'in heykeli

  

     
Ana Sayfa Onların ağzından



0 Yorum - Yorum Yaz
   
 

Bir şiir dinletisi

 
 

- 27 Temmuz 1993 -

 
 

Sivas Katliamı'ndan 25 gün sonra.
Şiir gecesinde ozanca bir başkaldırı.
Katliamı lanetlemek için düzenlenen ülkedeki ilk etkinlik. 
Şiir Dinletisi'ne katılan şairler:
Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Sedat Şanver, Güngör Tekçe, Hayri Yetik...

 
   
 
 
 

Orhan Veli Kanık - İstanbul'u dinliyorum gözlerim kapalı

 
  
 

 Geri dön

 

 Ana Sayfa

 
 


   
 

Bir şiir dinletisi

 
 

- 27 Temmuz 1993 -

 
 

Sivas Katliamı'ndan 25 gün sonra.
Şiir gecesinde ozanca bir başkaldırı.
Katliamı lanetlemek için düzenlenen ülkedeki ilk etkinlik. 
Şiir Dinletisi'ne katılan şairler:
Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Sedat Şanver, Güngör Tekçe, Hayri Yetik...

 
   
 
 
 

Hasan Hüseyin Korkmazgil - Ellerin

 
  
 

 Geri dön

 

 Ana Sayfa

 
 


   
 

Bir şiir dinletisi

 
 

- 27 Temmuz 1993 -

 
 

Sivas Katliamı'ndan 25 gün sonra.
Şiir gecesinde ozanca bir başkaldırı.
Katliamı lanetlemek için düzenlenen ülkedeki ilk etkinlik. 
Şiir Dinletisi'ne katılan şairler:
Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Sedat Şanver, Güngör Tekçe, Hayri Yetik...

 
   
 
 
 

Metin Altıok - Yıkıcılar Geldiler

 
  
 

 Geri dön

 

 Ana Sayfa

 
 


   
 

Bir şiir dinletisi

 
 

- 27 Temmuz 1993 -

 
 

Sivas Katliamı'ndan 25 gün sonra.
Şiir gecesinde ozanca bir başkaldırı.
Katliamı lanetlemek için düzenlenen ülkedeki ilk etkinlik. 
Şiir Dinletisi'ne katılan şairler:
Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Sedat Şanver, Güngör Tekçe, Hayri Yetik...

 
   
 
 
 

Behçet Aysan - Kanlı Zambak

 
  
 

 Geri dön

 

 Ana Sayfa

 
 


Modern kölelik

 

Uygarlık tarihine bu güne kadar yön veren şey, insanoğlunun vermiş olduğu mücadeleler olmuştur. Önce doğa ile doğanın egemenliğine karşı verilmeye başlanan mücadele, daha sonra insanların kendi aralarındaki mücadelelerine dönüştü. İnsanlığın verdiği bu mücadelelerin temelinde de, her zaman “insanca ve onurlu bir yaşam” arayışı vardır. Ama tarih boyunca insanlığın verdiği bu mücadeleye, hep “ezilenle-ezen” arasındaki mücadele damgasını vurmuştur. Çağlara göre yeni ve değişik biçimler kazanan bu mücadele, ilk çağdan günümüze kadar uzayıp gelir. Bu mücadelenin temeli ise: “insanlık onuruna yaraşır bir yaşam” arayışı…

İnsanlığın en büyük aşağılanmayı yaşadığı dönem, köleliğin yeryüzüne yayılmasıyla birlikte başlar. Uygarlık tarihinde insanlığın verdiği ilk onurlu mücadele, ilk kutsal başkaldırı da, insanların köleleştirilmesine karşı gösterilen başkaldırı olmuştur. Büyük Roma İmparatorluğu döneminde İsa’nın Hıristiyanlığı yayması, köleci düzene bir başkaldırı olarak ortaya çıkmıştır. Arap dünyasında ise Muhammed’in İslamiyet’i yaymaya başlaması, yine köleliği ortadan kaldıran nitelik ve anlam da taşır.

Özellikle Hz. İsa’nın da, Hz. Muhammed’in de verdikleri mücadelelerde vurguladıkları en temel anlam; insanın insana olan köleliğinin sona erdirilmesini hedefler. Örneğin; köleliğe karşı tarihteki ilk başkaldırı, Spartaküs isyanıdır ki; Hz. İsa’nın Hıristiyanlık dinini yaymaya başlaması da bu dönemin hemen ardından gelir. Bilindiği gibi, kendi efendiliklerinin sona ermesini istemeyenler, tıpkı Spartaküs’un adamlarına yaptıkları gibi İsa’yı da çarmıha gerdiler...

İsa’nın da, Muhammed’in de vurguladıkları en önemli ve anlamlı olay; bütün insanların eşit olduğu, insanın insana kulluk, kölelik yapamayacağı ve insanın yalnızca Tanrı’nın kulu olduğu ve ancak O’na kulluk edebileceği… şeklindedir. Örneğin, ezanı ilk okuyan kişi Bilali Habeşi'nin bir zenci olması, insanlığa verilen bir mesaj niteliği taşıması bakımından da anlamlıdır.

Amerika, Birleşik Devletler haline gelmeden önce de, kendisini bu sürece getiren gelişme Kuzey ve Güney çatışmasıdır. Kuzey Amerika’nın, köleciliği savunan Güney’e karşı elde ettiği zafer sonucunda Birleşik Devletler doğmuş ve köleci düzene son veren Abraham Lincoln’ün konutu, bugünkü gibi “Beyaz Saray” adını almıştır.

Uygarlık tarihine yön veren insanoğlunun, insanca ve onurlu bir yaşam için verdiği mücadelesi ve kavgası hiç bitmiyor, bugün de sürüyor hala. Köleci düzenin ortadan kalmasından sonra ezenle-ezilenin ilişkisi ve niteliği de değişti çünkü. Bu kez rengi siyah olanlar yerine, ortaçağda yoksul tabakanın ve köylülerin köle haline getirildiği görüldü. Feodal sistem ve derebeylik düzeni, köylü kesimi köle gibi bir yaşama zorladı. Yeni Çağ’a doğru, tarihe damgasını vuran da, köylü isyanları oldu hep.

Yüzünü bilime dönen, yeni bilimsel buluşlarla birlikte teknoloji ile buluşan Batı dünyası, bu çatışmaları da aşarak geride bıraktı. Kiliselere de bir başkaldırı olan Fransız İhtilali, bu süreçte insanlığın en önemli dönüm noktalarından biri oldu.

Ama bu kez ortaya çıkan kapitalist düzen, bir avuç egemen için hemen köleleştirilecek yeni bir “hedef kitle” yarattı. Bu kez köylü kesim yerine, “işçi sınıfı” köleleştiriliyordu. Batı’da böylelikle işçilerin sendikal mücadeleleri 18.  yüzyılda tarihe damgasını vurmaya başladı. 1 Mayıs İşçi Bayramı, işte bu süreçteki mücadelenin doğurduğu en anlamlı örneklerden biri.

20. yüzyılın başlarında gelişen emperyalizm, bu kez ise az gelişmiş ülkeleri sömürme yolunda, halkların köleleştirilmesini gündeme taşıdı. Bu kez de çağa damgasını vuran, özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşları oldu.
 
İslam dünyasında ise, insanın insana köleliği, 4 Halife Devri’nden sonra, halifeliğin babadan oğula geçtiği dönemle gelen “hanedanlık” düzeniyle birlikte yeniden başladı. Bu kez din yoluyla insanın düzene köleliği sağlanıyordu. “Şeriat”ın taşıdığı bir anlamsa, insanın köleliğinin devamı için bu kez de dinin bir araç olarak kullanılmasıydı.

Türkiye, bu süreci Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın ardından gerçekleşen Cumhuriyet Devrimleri ile aştı. “Köylü milletin efendisi” olarak görüldü. İşçilerin sendikalaşma süreci hızlandı...

Günümüze gelince, karşı devrimci bir zihniyetin iktidar olduğu Türkiye’de, bugün 50 yıllık bir mücadelenin ardından işçinin kazanılmış hakları bile elinden alınmaya çalışılıyor. İnsanı din yoluyla köleleştirmenin bir arayışı olan o şeriatçı zihniyet, çıkardığı “Yeni İş Yasası” ve "C-4"ler ile işçi sınıfına, uyguladığı tarım politikasıyla da köylüye, sosyal güvenlik yasasıyla da emekliye ve tüm yurttaşlara “modern köleliği” dayatıyor.

Bugün toplumda yurttaşlar "sigorta filan da istemiyorum, asgari ücrete de razıyım, yeter ki bir işim olsun" diyecek duruma getirilmişlerse, bunun adı "kölelik" değilse nedir?

Ama bunda şaşılacak bir şey yok!
İnsanlar, “insanca yaşama hakkı”nı yanlış kimselerin lütfuna bıraktıkça, paylarına sadece kulluk ve kölelik düşer…

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Ata'ya 3. mektup


atam

 

Bu 10 Kasım'da yine başbaşaydık.
Devlet büyükleri, sıkıcı törenlerle, ama süslü laflarla, mecburen seni anarken, bizse sokakları dolaştık...
Caddeleri adımladık... 

Sessiz, mahmur kalabalıkları duymaya çalıştık... 
İçlerinde sana ağlayanlar da vardı, sana küfredenler de...
Kulaklarım kulaklarındı... 
Gözlerim de gözlerin...

Efendi ve köleleri gördün, benim gözlerimle. 
Gözlerin doldu, biliyorum.

Senin "efendim" dediklerinin bugün "köle" oluşlarına yüreğinin dayanmadığını anlamaz mıyım? 
Yoksullaştırılmış hayatlardan yükselen feryatların senin içini ne kadar da acıttığını bilmez miyim? 

Halkına kul-köle olması gerekenlerin, utanmazca kendilerini "efendi" ilan ettiklerini görmenin seni ne kadar öfkelendirdiğini hissetmez miyim hiç?
Ama bütün bu tezatlığa gül de, utandır!
Olur mu?

Anlayacağın, son mektubumdan bu yana değişen bir şey yok memleketimizde. 
Biraz daha geriye de düştük hatta! 
Biraz daha kararıyor zaman... 
Biraz daha kötüye gidiyor herşey...

Dinci yobazlık, artık kılık değiştirdi, cübbeden çıkıp fraklara büründü. 
Halk, denize düşmüş gibi yılana sarılınca da, 3 Kasım 2001'de tek başına iktidar oldular. 
Şimdi de adım adım devlet olmaya çalışıyorlar.

Artık herşey yalana dönüşmeye başlıyor. 
Ama yalanları kendi ayaklarına da dolaşmaya başlar yakında. 

Her gün yeni vurgunlar ortaya çıkıyor. 
Soygunlar... Hırsızlıklar... 
Sadece, bütün bunların asıl görünmeyen yüzü korkunç. 
Halk neden mi tepkisiz? 
Halkımızı bilmez misin sen? 
Nedenini de biliyorsun elbet.
Çeteler mi?
Orasını ne sen sor, ne ben söyleyeyim!
Olur mu?

Senden sonra tam 68 yıl geçti. 
Emanetçilerin, kendi zaaflarının esiri. 
Hiç üretmeden, sadece tüketmekle meşgül senin mirasını. 
Sadece gözü dönmüşçesine yemekle de yetinmiyorlar.
Yabancılara da peşkeş çekmeye başladılar artık. 
Bir yandan da seni unutturup, yok etmeye de çalışarak... 
Devlet, cumhuriyet, devrimlerin, ilkelerin bitmiş. 
Ulusun sahipsiz, Tanrı'ya emanet edilmiş.
Her geçen gün daha da karartılıyor 
Türkiye.
Ama... 
Bir tek senin yattığın yerde sönmüyor ışık!
Orası, o ışık asla sönmeyecek!
Sakın merak etme!
Olur mu?

Aslında, sana saldırılar arttıkça, daha da büyüyorsun! 
Er geç onlar da anlayacaklar bunu ve kabul etmek zorunda kalacaklar bir gün nasılsa.
68 yıl önce, saat 9'u tam beş geçe, bir başka türlü yaşamaya başlamışsın meğer...
Efsaneler asla ölmez!
Sadece şekil değiştirir!
Değil mi?

Bu, sana üçüncü mektubum.
İlk mektubumu "Susurluk" olayından sonra yazmıştım.
İkincisini de o büyük ekonomik kriz ve çöküşün yaşandığı günlerde, hatırlarsın. 
İşte bu 10 Kasım'da da yine birlikteyiz.
Memleket manzaralarını izledik birlikte...
Kandırılmış insan seslerini dinledik...
Kulaklarım kulaklarındı.
Gözlerim de gözlerin...

Emanetin, 83 yaşına bastı geçen ay. 
Ektiğin tohumları göremedik ama, ne yazık! 
Sadece kargalar... Kargalar... Kargalar...
"Hani, nerede emanetim?" diye ne de çok arandın?
Benim yüreğimle sızladı yüreğin!

68 yıl sonra, dönüp baktın da emanetine... 
Kocaman bir "hiç" ile mi karşılaşacağını gördün bu gidişle?
Sen, bizi bağışlama öyleyse!

Ama...
Yine de bizden umudunu kesme!
Olur mu?




0 Yorum - Yorum Yaz

Savaşlar aldatıyor bizi!


barış
buram buram
tütüyor burnumda,
mısralarım tek tanığım
gelgelelim
yaylım ateşlerde yüreğim
bir ucundan bir ucuna
dünyanın tüm kıtalarında
bir kuş gibi çırpınır sokaklarında
yanan şehirlerin
ve tank paletlerinin altında
ve bomba ve top
ve tüfek seslerinin arasında

yüreğim, yaralı kuşum

ışıklı altın kanatlarını

gidebildiğin yere

şahin ol da uç
kaleden kaleye
güvercin oluver
burçlarında...





0 Yorum - Yorum Yaz

Şiir dinletisinde ozanca başkaldırı - 27 Temmuz 1993

2 Temmuz 1993 tarihi, yalnızca Cumhuriyet Tarihi içinde değil, tüm Anadolu tarihi içinde insanlık adına en kara, en utanç verici bir gün olarak kabul edilmeli. Tüm Anadolu tarihi incelendiğinde, bu kadar çok sayıda aydın ve sanatçının, "din adına ve tekbirler getirerek" yakıldığı,  bir kent belediye başkanı tarafından bu katliamı yapanların "gazanız mübarek olsun" diye dağıtıldığı (veya kutsandığı) benzer bir örneğe rastlayamazsınız. Hangi açıdan bakılırsa bakılsın, Sivas Katliamı, Anadolu tarihininde yaşanmış en utanç verici olay, gerici ve yobazların gerçekleştirdiği en dehşet verici katliamdır.

Madımak otelinin yakılarak 37 kişinin öldürüldüğü korkunç Sivas Katliamı'nın yarattığı bu dehşet toplum üzerinde müthiş bir korku bulutu yayarken, yangının külleri daha hala tüterken, bu katliamı ve ardındaki güçleri lanetlemek amacıyla bir gurup dostumla birlikte "şiir dinletisi" düzenledik. Etkinlikte, özellikle Sivas Katliamı'ndan şans eseri kurtulmayı başaran, dolayısıyla orada yaşananları, herşeyin nasıl gerçekleştiğini anlatarak, insanlarımızı gerçeklerle bilgilendirecek aydın ve sanatçıların davet edilmesine özen gösterildi. Etkinlikte ayrıca ülkemizin üstüne çöketilmek istenen karanlığın habercisi olan ve çağdaş, aydın, demokrat insanları hedef alan bu katliama karşı "ozanca bir başkaldırı" tavrı da damgasını vuracaktı.

Düzenlenen şiir dinletisine katılanlardan şair Hidayet Karakuş, Sivas katliamından şans eseri kurtulmayı başarabilmiş olanlardandı, dolayısıyla olup biten herşeyin canlı bir tanığıydı. Katliamda yaralanan Aydoğan Yavaşlı'nın da davet edilmesi düşünülmüştü. Ancak, kendisi gibi bu katliamda yaralanan eşi Meliha hanım, o dehşetin aynı zamanda kendisine yaşattığı şoktan hala kurtulamamış ve geçirdiği ağır şokla birlikte hafızasını yitirmişti. Aydoğan Yavaşlı da eşinin tedavisi için kendisiyle birlikte yurtdışında olduğundan, bu etkinliğe katılamadı. Böylece Hidayet Karakuş, Sivas Katliamı'nın hemen ardından, olaylardan 25 gün sonra 27 Temmuz 1993'te katliamı lanetlemek için yurt genelinde düzenlenen bu ilk etkinliğe "onur konuğu" olarak katıldı.

Etkinlikte, aydın ve aydınlık düşmanı karanlık zihniyetler ve bu zihniyeti bugüne dek hep kollayıp gelişmesine destek olmuş "yasakçı devlet" zihniyetinin çeşitli şekillerde zulmüne uğramış ya da mağdur edilmiş, başta Nazım Hikmet olmak üzere, çeşitli şairlerimizden derlenmiş şiirler sunulurken, günümüz şairlerinden Hidayet Karakuş, Hüseyin Yurttaş, Sedat Şanver, Güngör Tekçe, Hayri Yetik'in davet edildiği programda Sivas Katliamı'nda yaşamını yitiren Metin Altıok ve Behçet Aysan'ın da çeşitli şiirleri sunuldu.

Etkinliğe "onur konuğu" olarak davet edilen şair Hidayet Karakuş, kendisine ayrılmış bölümde, canlı bir tanık olarak Sivas olaylarını tüm detaylarıyla anlatırken, o anları yeniden hatırlamak zorunda kaldığında gözyaşlarını tutamıyordu. Yaşadıkları anların ne denli dehşet verici olduğunu, o anlara tekrar döndüğü zaman daha iyi anlayabilmişti. Pek çok arkadaşının yanarak ve dumandan boğularak ölüşüne de tanık olmuş Hidayet Karakuş'un, her anını hatırlayarak, yeniden yaşayarak, başından sonuna tüm detayları ile Sivas Katliamı'nı anlatması, yaklaşık 45 dakikalık bir bölümü kapsadığından, bu bölümü bu sitede klip olarak sunabilme olanağı şimdilik yok. (İleride belki mümkün olabilir.)

Saatler süren bu dehşet anlarının öncesinde ise, Pir Sultan Abdal Şenlikleri'nin başladığı günler öncesinden Madımak otelinin yakılmasına kadar gelişen tüm gerçekler, Sivas katliamının tahrik edilmiş veya gözü dönmüş bir avuç insanın bir anlık öfkesi sonucu meydana gelen bir olay olmadığını, tam tersine, şehir dışından taşınarak Sivas'a getirilen 10 bini aşkın gerici ve yobazın figuran olarak kullanıldığı, detaylı şekilde hazırlanmış bir senaryo ve derin bir plan sonucu gerçekleştirildiğinin örnekleri çok net bir şekilde ortaya dökülüyordu. Geçmişte Maraş, Çorum ve benzeri katliam olaylarını tezgahlayan ellerin parmak izlerine Sivas Katliamı'nda da rastlanıyordu..

.Dolayısıyla "Sivas olaylarının gözü dönmüş bir avuç yobazın bir anlık öfkesiyle meydana gelmediği, iyice planlı bir şekilde hazırlanmış bir senaryo sonucu gerçekleştirildiği" mesajı, ilk kez bu etkinlikte veriliyordu. Bu nedenle, yaklaşık 3 saat boyunca süren şiir dinletisinin video kasetleri çoğaltılarak, İstanbul, Ankara, İzmir ve Antalya olmak üzere büyük kentlere dağıtıldı.

2 Temmuz 1993 Sivas Katliamı'nda yaşamını yitirenlerin anısını yaşatmak amacı  ile hazırladığım bölümde bu etkinliğe bu nedenle sitemde yer vermemek olmazdı... Madımak otelde yaşamını yitirenlerin anısına saygıyla, program sunumundan kısa bir bölüm yer alıyor bu sayfada.

Program sunumundan kısa bir bölüm
Gecede okunan şiirlerden bazıları
 Kanlı Zambak - Behçet Aysan
 Yıkıcılar Geldiler - Metin Altıok
 Ellerin - Hasan Hüseyin Korkmazgil
 İstanbul'u Dinliyorum, Gözlerin Kapalı - Orhan Veli Kanık



0 Yorum - Yorum Yaz

Bir gün, mutlaka!


Beyaz bir güvercin havalandı
Seslendi daha gidemeden
Güneşin doğduğu yere:
— Mutlaka söyleyeceğiz bir gün
Zafer şarkılarımızı.
Şimdi, gidişim biraz üzgün
Ama ne yapalım?
Bırakıp geride anılarımızı
"Merhaba" bile diyemeden
"Elveda" dedik bir kere!


Sussam... Yazmasam...
Ne çok ÖLÜM darılır, ne kadar çok KAYIP ağlardı ardımdan... 



0 Yorum - Yorum Yaz

Sivil Diktatörlük Anayasası

İnsanoğlunun siyaset sahnesinin önüne çıktığı ilk günden beri hep oynanıp durur bu oyun.
Adı ise; “demokrasicilik oyunu”.

Bu oyunda amaç hep iktidarı ele geçirmektir. Nihai hedef ise devlet erkini ele geçirmek. Ya da iktidar olduktan sonra, ayrıca bir de devletin kendisi olmaktır. Devletin kendisi olabilmek için ise, bu durumu yasalaştırmak, yasaya bağlamak gerekir.
İşte o zaman da buna “anayasa” diyeceğiz.

“Maskeli bir balo” gibidir bu oyun biraz da. Yüzler hep bir maskenin ardında gizlenir. Maskeler düşerse, oyun bozulabilir.

Bu yüzden de sistem tarafından kimi zaman ya yeni maskelere, ya da aynı maskelerin ardına geçecek yeni yüzlere ihtiyaç duyulur ve her zaman da aranan yeni yüzler ve maskeler bulunur. Talan ve soygunun devam etmesi için ya da düzenin selameti adına... Kapitalist sistemlerdeki demokrasicilik oyununun kuralıdır bu!

İlk bakışta “devlet” ve “demokrasi” sanki yanyana duruyor gibi görünür. Ama bu sadece bir yanılsamadır. “Devlet” ve “demokrasi” bizde asla bir arada değildir.
Bu durum bizdeki düzenin zaten yapısına aykırı.
Öyle demokrat bir devlet, öylesine kurumlaşmış bir demokrasi bizde ne gezer?

Bugüne kadar bizde anayasalar hep askeri darbelerin ardından, askeri darbeler sonucu yapılmıştır. Her askeri darbenin anlamı, demokrasinin kesintiye uğraması anlamını da çağrıştırdığından, bu yasalarla şekillenen devlet yapısı bu nedenle her zaman “demokrasi özürlü-demokrasi karşıtı” olmuştur.

İyi de, şimdi siviller tarafından bir anayasa yapılmak isteniyor.
Peki buna ne diyeceğiz?
Siz isterseniz buna “Yaşasın, demokratikleşiyoruz!” demekte özgürsünüz.
Ama ben, “Hayır, sadece sistem topluma şimdi de sivil diktatörlüğü dayatıyor” diyeceğim.

“Demokrasi bizim için bir amaç değildir, sadece şeriat yolunda faydalanacağımız bir araçtır” diyen Başbakan Erdoğan’ın demokrasisine mi inanacağız? “Artık askeri darbe dönemleri geride kaldı” diyen, güya darbeye karşı mücadele veriyormuş gibi yapıp, bu ülkenin canına okuyan 12 Eylül Darbesi'ni yapanları asla yargılamayanların darbe karşıtlığına mı güveneceğiz?

Siz isterseniz yine de “Oh ne güzel, nihayet demokratikleşiyoruz” diye kendinizi avutmakta özgürsünüz. Ama ben “Hayır, bozuk düzen artık talan ve soygunu daha rahat yapabildiği için, ülkeyi ekonomisinden politikasına kadar emperyalizme açıkça bağladığı, tüm kamu kurumlarının yabancılara peşkeş çekilmesinden, 81 ilin 71'inde topraklarımızın ve tüm yeraltı kaynaklarımızın yabancıların yağmalamasına açılmasına kadar, yani ülkemizin hem yeraltı, hem de yerüstü kaynaklarının hükümetçe çıkarılan yasalarla emperyalizme teslim edilmesine kadar her alanda emperyalizme bağlı bir vahşi kapitalizmin yaratılması sağlanabildiğinden, sistem artık askeri diktatörlüklere hiç de ihtiyaç duymuyor, onun yerine sivil diktatörlüğü topluma dayatıyor” diyeceğim.

Ama… En küçük haklı talebi bile en sert biçimde bastırılmaya, en kısık sesi bile en acımasızca ve sonuna kadar susturulmaya, sürekli sopayla yönetilmeye alıştırılmış bir toplumun, sivil bir dönemde olduğu halde, açık açık “Demokrasi bizim için bir amaç değildir” diyebilen Tayyip Erdoğan’ı hala demokrat sanmasına, 72 milyon vatandaşın telefonlarını açıkça dinleten bir iktidarın demokratik bir anayasa yapacağına kanmasına şaşırmalı mı aslında?

Darbe yapanları yargılamayıp da, darbe yapmayanları “yapacaklardı” diye yargılayan bir iktidarın bütün bu yaptıklarının aslında toplumdaki anti-emperyalist ve bağımsızlık taraftarı refleksin ve iç dinamiğin yok edilmesi anlamını taşıdığını fark edememesine de şaşırmamalı belki bu yüzden.

Benim asıl şaşırdığım, Tayyip Erdoğan’ın açık açık “Benim asli vafizem ülkemi yabancılara pazarlamaktır” dediği halde, yüzündeki maskeyi hala bu toplum içinde taşıyabiliyor olması. Bunu da Tayyip Erdoğan’ın değil, sistemin bir başarısı saymak daha doğru bir tanım olur belki. Eh, ülkede sol bir muhalefet mi bırakıldı ki, o maske alaşağı edilebilsin?

İşte “sol”u yok edilen ya da yok edilmek istenilen bir toplumun içine düşürüldüğü bir “ikilem”dir bu! Hanedanlık sistemi gibi bir yapıya sahip olan ülkemizin bozuk düzeni, vahşi kapitalizmin bugünkü aşamasında artık topluma “darbelere lüzum kalmadı, artık sivil diktatörlük daha iyi” diyerek bir dayatma getiriyor.

Siz isterseniz bu yapılacak olan anayasa referandumuna “referandum” ya da “halkın seçimi” demekte de özgürsünüz. Ama ben, “hayır, bu bir dayatmadır” diyeceğim.

Ya da AKP Hükümeti’nin çıkarmaya hazırlandığı yeni anayasayı “demokratikleşme anayasası” diye kabul etmekte de özgürsünüz. Ama ben, “Demokrasi özürlü devlet yapısı, bir türlü kurumlaşmasına izin verilmeyen güdük demokrasisi ile, kaderi kışla ile cami arasında sıkıştırılmış bir toplumun askeri diktatörlük yerine şimdi sivil diktatörlüğe razı olmaya zorlanmasıdır bu yeni anayasa” diyeceğim.

İşte demokrasiyi asla yaşamamış, bu yüzden de “demokrat” demeyi bile beceremeyip “demirkırat” demeye alıştırılmış toplumumuzun sistem tarafından içine sıkıştırıldığı “ikilem”dir bu: Ya postalla dövülecek, ya takunyayla. Ya askeri diktatörlükle yönetilecek, ya sivil diktatörlükle.

Ben asıl, asker postalı altındayken 12 Eylül Anayasası'na “evet” demek zorunda kalan toplum, bu anayasayı bile mumla aratacak bir anayasaya sivil bir dönemde “hayır” diyemezse şaşırırım.

Toplumumuzun içine itildiği ikilemden kurtulabilmesinin bir yolu, AKP’nin anayasasına “hayır” demekten geçiyor bugün. Bunun için de, tüm toplumsal katmanlarda harekete geçecek bir sağduyu refleksi gerekiyor. Tabi darbelerle canından bezdirilmiş, soygunlarla perişan edilmiş bir toplumda eğer birazcık sağduyu kaldıysa.

Almanya da, demokrasi gelecek diye faşizmi seçmemiş miydi geçmişte?

5 Nisan 2010




0 Yorum - Yorum Yaz

Zaman yangın yeri, zaman dilsiz, zaman karanlık... Artık ağlamak değil, susmak daha beter... Gecenin sağırlığına isyan ediyor ışık... Demlenişi günlerin, sesin doğumunu bekler... Kapı aralığından süzülmeye başladı ışık... Fısıltı, dilsiz bir şair oldu karanlığa... Kör bir kemancı zaman, serenat okumakta güneşe... 
Sivas Katliamını unutmadık! Unutmayacağız!


şarabın gazabından kork
çünkü fena kırmızıdır
kan tutar / tutan ölür.
sokaklar kuşatılmış
karakollar taranır
yağmurda bir militan ölür.

an gelir şimşek yalar
masmavi dehşetiyle
siyaset meydanını
direkler çatırdar yalnızlıktan
sehpada Pir Sultan ölür.

görünmez bir mezarlıktır zaman
şairler dolaşır saf saf
tenhalarında şiirler söyleyerek
kim duysa, korkudan ölür.
saatli bir bombadır patlar
an gelir, şairler ölür.

 Madımak Oteli'nde yakılan 37 can Şiir dinletisi 
 Bir yanımız var ki, öldüremezsiniz! 2 Temmuz: Sivas acısı - A. Yavaşlı 
 Bir ben miyim unutmayan? Sivas, bir iç kanamadır - A. Yavaşlı 
 Sivas'ın külleri: Yeşil Amerikan tohumları 20. Yüzyıl: Devrimler çağı 
     
 

Geri Dön  

Ana Sayfa

 




0 Yorum - Yorum Yaz

'Yağma Yasası' ve Sardes şirketine karşı Çaldağı'ndan yükselen ses:

'Çaldağı'nı çaldırmayacağız, çevre ve insanlık düşmanı bir projeye izin vermeyeceğiz'

 

10 Temmuz 2010 Cumartesi günü saat 18.00'de Turgutlu'da çevre gönüllüleri ve yaşam savunucuları bir basın açıklaması yaparak, Türkiye'deki çevresel sorunlar ve AKP Hükümetinin çıkardığı Madencilik Yasası'na karşı tepkilerini dile getirdi. Toplumsal Dayanışma ve Kültür Merkezi tarafından düzenlenen basın açıklamasında Turgutlu'daki Çaldağı mücadelesine destek veren tüm sivil toplum örgütleri, bunların bileşiminden oluşan TURÇEP, TEMA Vakfı İzmir Temsilciliği, EGEÇEP, FOÇEP ve Green Peace gibi çevreci kuruluş temsilcileri ile Eğitim-Sen, Eğitim-İş, Emekli-Sen, Bedensel Engelliler Derneği, ADD, CHP ve BDP de yer aldı. Çevreci kuruluşlarca "vahşi madencilik", kimi kuruluşlarca "yağma yasası" olarak tanımlanan "Yeni Madencilik Yasası"nın protesto edildiği basın toplantısının öznesi ise İngiliz Sardes şirketi tarafından dünyada ilk defa Turgutlu'da uygulanacak olan "sülfürik asit liç yöntemiyle açık nikel işletmesi projesi" ve bu projenin uygulanacağı Çaldağı oldu.

Basın açıklamasının yanı sıra bazı ilginç görüntülerin yer aldığı etkinlikte, İzmir ve diğer yerlerden gelen çevreci kuruluşlardan başka, özellikle Çaldağı'ndaki maden işletmesinden en fazla etkilenecek Çampınar ve Sarıbey köyünden gelen kadınlar dikkat çektiler. Basın açıklamasının ardından yapılan bir etkinlik de etkinliği düzenleyenlerden Hayri Bökü'nün Çaldağı mücadelesi ve vahşi madenciliğe karşı mücadeledeki kararlılığı sembolize eden bir gömlek giymesi oldu. Etkinliğe katılanların yoğun alkışları altında gömleği giyen Hayri Bökü, daha sonra yaptığı konuşması sırasında Çaldağı ile ilgili tarihten bir anısını anlattı. 

Bu anıyı okumak için tıklayınız:  Hayri Bökü anlatıyor

   

Yandaki resimde: Çaldağı mücadelesinin ve vahşi madenciliğe karşı mücadelenin kararlı ve uzun soluklu bir mücadele olduğunu ve Çaldağı'nı kurtarana kadar da asla sona ermeyeceğini anlatan bir sembol olan gömleği giyen Hayri Bökü.

EGEÇEP ve TURÇEP Yürütme Kurulü üyesi olan Hayri Bökü, Turgutlu'daki günlük yaşamını işte ve alış verişte bundan sonra üzerinde "Çaldağı ağlıyor! Maden derhal kapatılsın" yazan bu gömlekle sürdürecek.

Yaklaşık 1 saat süren etkinlik, daha sonra göstericilerin davul-zurna eşliğindeki protestoları ile sona erdi. Etkinlik sırasında açılan pankartlar arasında en çok dikkati çekenler ise "Çanakkale'yi geçemeyenler Çaldağı'nı da geçemeyecek" yazılı pankart ile Bedensel Engelliler Derneği'nin açtığı "Doğanın da engelli olmasını istemiyoruz" yazılı pankarttı.

 
 
Yapılan basın açıklaması ise şöyle:

Yeni Madencilik Yasası ile tüm yeraltı zenginliklerimiz yağmalanmaya, doğal güzelliklerimiz yok edilmeye açılırken, çevreci mücadelemizde elde ettiğimiz hukuksal kazanımlarımız bile "yok" sayılırken, böyle bir madencilik yasası ile daha büyük çevre felaketlerinin önü açılırken, Çaldağı ağlıyorken... bizim susmamız mümkün değil! Ama bu basın açıklamasını yapmak zorunda olmamız, yalnızca bir suskunluğa son vermek ve bir ses çıkarmak için değil, yaşadığımız gerçeklerin bizlerin omuzlarına çok önemli ve anlamı büyük bir tarihi sorumluluk yüklediğinin de bilincinde olmamız nedeniyledir. Yaşadığımız gerçeklerin, Turgutlu’ya ve Turgutlulara nasıl bir tarihi görev yüklediğini sizlerle paylaşmak istiyoruz.

Öncelikle bilinmesini isteriz ki, bizler Türkiye’de madencilik yapılmasına karşı değiliz. Bizler; çevreye ve insana saygılı, doğal güzelliklerimiz ve zenginliğimizi koruyan madenciliğin yanındayız. Bizim karşı olduğumuz; “vahşi madencilik” olarak tanımladığımız bir madencilik anlayışı ve yaşanacak çevresel felaketler açısından “vahşi” tanımını bile zayıf bir hale getiren Yeni Madencilik Yasası’dır. Bizdeki madencilik yasası, ülkemizin yeraltı zenginliklerinin yabancı devletler ve emperyalist şirketler tarafından soyulup sömürülmesinin yasal bir hale getirilmesi için yapılmış bir düzenlemedir sadece. Önceki madencilik yasasını “soygun ve talan yasası” olarak tanımlıyorduk. Böyle bir madencilik anlayışı nedeniyle ülkemizde pek çok çevresel sorun yaşanmaktaydı. Ancak, “yeni madencilik yasası” ile bu talan ve soygun, artık yağmalamaya dönüştürülmek istenmekte ve “yeni madencilik yasası” adı altında bir “yağma yasası” çıkarılarak, yeraltı zenginliklerimizin daha kolay soyulması sağlanmak istenmektedir. Yeraltı zenginliklerimiz böyle bir yağmaya açılınca da gözlerini aşırı kar hırsı bürümüş maden şirketleri, daha fazla kar edebilmek için çok düşük yatırımlar yaparak, yaşadığımız çevreyi geri dönüşü olmayacak felaketlerle tanıştıracak, insan yaşamını hiçe sayan ucube projeler uygulamak istemektedir.

İşte Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen, tüm bilim çevreleri tarafından “insanlık ve çevre düşmanı bir proje” diye tanımlanan, açılımı “sülfürik asit liç yöntemi ile açık maden işletmesi” olan proje de bu anlayışın en somut ve en korkunç örneğidir. Bu proje ile yapılmak istenen şeyi tanımlamak için “vahşet” kelimesi bile çok zayıf kalmaktadır. Çünkü yapılmak istenen şey, tek kelimeyle bir canavarlıktır. Ve bu proje, dünyada ilk defa Turgutlu’da denenecektir. Bunun nedeni de bu projeye dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmemesi, hatta bu projeyi uygulamak isteyen İngiliz şirketinin çevreye verdiği zararlar nedeniyle bulunduğu ülkelerin bizzat hükümet yetkilileri tarafından ellerindeki ruhsatları da alınarak kovulmuş olması nedeniyledir.

Ne acıdır ki dünyada hiç bir ülkede izin verilmeyen bu projeye ve bulunduğu ülkelerden kovulan bir şirkete, sadece Türkiye'de ve AKP Hükümeti tarafından izin verilmiş, çevre ve insanlık düşmanı bir proje için Türkiye ve Turgutlu halkının kobay olarak kullanılmasına onay verilmiştir. Bu yöntem için 4 milyon ağacın yaşamakta olduğu Çaldağı’ndaki ormanlık alan gözden çıkarılarak, yok edilmesine izin verilmiştir.

Avrupa Parlamentosu’nun 5 Mayıs 2010 tarihinde almış olduğu bir kararla, madencilik sektöründe siyanür kullanılması 2011 yılından itibaren dünya genelinde yasaklanırken, Çaldağı’nda nikel madeni işletmek isteyen Sardes şirketi tarafından siyanürden daha zehirli ve tehlikeli bir kimyasal madde olan sülfürik asit kullanacaktır. Oysa Avrupa Parlamentosu’nun madencilikte son yıllarda çok yaygın bir yöntem olan siyanürü yasaklaması, sülfürik asitin de yasaklanması için bir emsal niteliğindedir. Zaten dünyanın hiçbir yerinde izin verilmemiş, bir anlamda zaten adı resmi olarak konulmadan yasaklanmış bir proje olan sülfürik asit yöntemi dünyada ilk defa Turgutlu’da uygulanmak istenmektedir. Bu projeyi dünyada uygulamak isteyen tek şirket de, Çaldağı’ndaki İngiliz Sardes şirketidir.

Tüm bilim insanlarının hazırladıkları bilimsel raporlar göstermektedir ki; bu projenin 15 yıl boyunca uygulanması durumunda bu şirket buradan çekip gittikten sonra, tüm Gediz vadisinde yaşam bitecektir. Dünyanın en verimli topraklarından geriye sadece çöle dönüşmüş, doğal yaşamı bitmiş ve yabancı bir maden şirketinin maden çöplüğü haline gelmiş çorak bir arazi kalacaktır.

Bu projenin uygulanması durumunda topraklarımızı büyük bir çevre felaketi, insanlarımızı da kanser tehdidi beklemektedir. İşte karşı karşıya olduğumuz diğer tehlikelerden bir kaçı:
- 15 yıl boyunca yağdırılacak tonlarca asit yüzünden dünyanın 1. sınıf tarım arazisi çöle dönecektir.
- Havaya dağılan asit sisi nedeniyle, Sardes şirketi buradan çekip gittikten çok sonra bile asit yağmurları oluşacak, tüm Gediz vadisine yayılarak dünyanın en büyük çevre felaketlerinden birine neden olacaktır.
- 15 yıl boyunca sürdürülecek bu proje sırasında toprağa, suya ve doğaya karışan nikel tozları nedeniyle insanlarımızı bekleyen kanser tehlikesi ile karşı karşıya kalınacaktır.

Yaşayacağımız felaketlerin sadece bir kaçını açıkladık. Ama bu projenin yaratacağı çevre felaketinin boyutlarının ne kadar korkunç olabileceğinin kesin olarak bilinememesi, endişeleri daha da büyütmektedir. Çünkü bu projenin uygulanmasına başka ülkelerde izin verilmediğinden herhangi bir kıyaslama yapma imkânı da bulunmamaktadır. Ancak tüm bilim insanlarının ortaya koyduğu araştırmalar göstermektedir ki, siyanürün etkisi bir süre sonra kaybolsa bile, sülfürik asitin zararlı etkileri yüzyıllarca devam etmektedir.

Yine bilimsel raporlar ortaya koymuştur ki; bu maden şirketinin ülkemize ve halkımıza hiçbir faydası da yoktur. Daha önce bulunduğu ülkelerden bu projeyle çevreye verdiği zararlar dolayısıyla kovulmuş olan bu şirket, ilçemizde tutunabilmek için halkımızı kandırmaya çalışmakta, yoksulluk ve işsizlik nedeniyle insanların çaresizliğini kullanarak, iş ve aş vaatleri ile aklını çelmeye çalışmaktadır. Bu maden şirketinin Çaldağı’nda olmasının nedeni, Çaldağı’nın dünyanın en zengin maden yatağı olması değildir. Tek neden, AKP Hükümeti’nin İngiliz şirketi, İngiliz büyükelçisi ve İngiliz hükümetinin baskılarına boyun eğmesidir. Öte yandan tüm Gediz Vadisi'ndeki yaşamı sona erdirecek böyle bir belanın Turgutlu Çaldağı’nın başına sarılmasında, ilçemizin yerel yöneticilerinin de seçim kazanabilmek uğruna önemli ihmali ve ciddi sorumluluğu vardır. Bu konunun da özellikle bilinmesi gerekmektedir.

İşte tüm bu manzara, yaşam savunucularına ve duyarlı çevre gönüllülerine tarihi bir sorumluluk ve görev yüklemiş durumdadır. Bizler ve ilçemizde bulunan tüm sivil toplum örgütleri, dernekler, esnaf odaları, sendikalar, ilçemizdeki tüm siyasi partilerin bileşiminden oluşan TURÇEP, TEMA Vakfı ve EGEÇEP, 3 yıldan fazla bir zamandır Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen bu projeye ve maden şirketine karşı büyük bir mücadele vermekteyiz. Bu mücadelemiz söz konusu projenin yasaklanmasına kadar da devam edecektir.

Sonuç olarak, yaşadığımız gerçeklerin bizlerin omuzlarına yüklemiş olduğu tarihi görevimizin bilincinde olarak, bir kez daha şu taleplerimizi yüksek sesle dile getirmek istiyoruz:

1- Avrupa Parlamentosu’nun 5 Mayıs 2010 tarihinde dünya genelinde uyulması istemiyle aldığı “madencilikte siyanürün yöntem olarak kullanılmasının yasaklanması kararı”nın, Türkiye’de de AB’ye uyum çerçevesinde değerlendirilmesi ve ülkemizde de madencilik sektöründe geçerli bir karar haline getirilmesi,

2- Dünyada sadece Türkiye’de ve Turgutlu’da uygulanması söz konusu olan, Avrupa Parlamentosu’nun yasakladığı siyanürden de daha tehlikeli olan sülfürik asit yönteminin de madencilik sektöründe yasaklanması,

3- Sadece maden şirketlerinin çıkarına olan ve maden şirketlerinin önlerindeki hukuksal engellerin kaldırılmasına yarayan “yeni maden yasası”ndan vaz geçilmesi,

4- Madencilikle ilgili yasaların, sadece maden şirketleri temsilcilerinin değil, çevreci kuruluş ve bilim insanlarının da görüş ve önerilerinin alınarak, “çevreye ve insana saygılı, doğal güzelliklerimiz ve tarihi zenginliğimizi koruyan bir madencilik” anlayışının geliştirilmesi şeklinde düzenlenmesi… ilk etapta saymak istediğimiz taleplerimizdir.

Çaldağı geleceğimizdir! Çaldağı'nı çaldırmayacağız, çevre ve insanlık düşmanı bir projenin uygulanmasına izin vermeyeceğiz.

 10 Temmuz 2010 Cumartesi, Saat 18.00 - Turgutlu

     
   
 

 
  
 

Gediz Vadisi'nin yok olmasına izin verme!

 
 

Geri dön

   
   



0 Yorum - Yorum Yaz

Cehalet kol geziyor!

 

“Hiçbir şey hareket haline geçen cehalet kadar korkunç değildir!”
Ünlü düşünür Goethe, yukarıdaki sözüyle sanki Türkiye’de bugünkü manzarayı tanımlıyor. Bir önsezi de var bu sözde. Gözümüzü açıp, karanlığa karşı aklımızı ve yüreğimizi harekete geçirip, var gücümüzle aydınlanmaya sarılmamız gerektiğini de vurguluyor.

Cehaletin ürünü olan bağnazlık, tarih boyunca tüm toplumların baş belası, uygarlıkların büyüyüp gelişmesinin önündeki en büyük engel olmuş… Batı dünyası;  bağnazlıkla mücadelede aklın yoluna, cehaletle savaşta bilimin ışığına sarılarak bu yolda başarılı oldu. Ortaçağda kiliselere başkaldırı ile başlayan ve yeniçağla birlikte günümüze kadar devam eden, tüm dünya kamuoyuna da yayılan bu atılımlar sonucu, insan aklı ve zekâsı her türlü gericiliğe karşı bir kalkan diye bilime sarıldı. Vardığı yer ise; gelişmiş uygarlık düzeyi…

Bugün, 21. yüzyıldayız. Ülkemizdeki manzara ise tarihin bu akışına bile ters. Batı dünyasının tersine, 21. yüzyılda ülkemiz ne yazık ki mücadele etmesi gereken bağnazlık ve gericiliğin kollarına düştü.

Bu manzaraya belki de şaşmamak gerek! Bunca olup biten karşısında toplumumuzun bu kadar duyarsız kalışına da şaşmamalı. “Bana dokunmayan yılan bin yaşasın”, “her koyun kendi bacağından asılır” ve “söz gümüşse sükût altındır” vs gibi cümleler üretip, bunları yerli yersiz kullanan, hatta atasözü haline dönüştüren, üstelik bir de bunu bir yaşam felsefesi edinmiş bir yapımız var…

Ufuksuz ve dar görüşlü liderlerin kısır politikaları, bir de toplumumuzun bu duyarsız ve cahil yapısıyla buluşunca, sonuçta ülkemiz manzarasında görünen şudur: Bağnazlık kol geziyor! Ülkenin en ücra köşesindeki bir dağ köyünden, Ankara’da TBMM’deki sandalyelere kadar… 

Ve cehalet; Türkiye’de artık sadece hareket halinde değil, tek başına iktidar olmuş haldedir! Yani bizdeki durum, Goethe’nin dikkat çektiği durumdan daha da vahim!

Demokrasinin, hep ertenen bir umut olmasına da şaşmamalıyız. Cehaletin en çok korktuğu değerdir demokrasi. Başbakan Erdoğan’ın “demokrasi bir amaç olamaz, sadece bir araçtır” demesi de boşuna değil. Acı olan ise, bu karakterin Türkiye’de demokrasi adına başbakan olmasıdır…

Bu durumda demokrasinin gerçekleşebilmesi, bizde biraz da bireylerin gelişimine bağlı görünüyor. Belirli bir eğitim düzeyinden geçmiş, bir kültür düzeyine ulaşmış, yurttaş olabilme bilincine erişmiş sorumlu bireylerin akılcı seçmenliği ve seçtiğinden hesap sorabilen seçmen kimliğiyle sahneye çıkabilmeleri gerekiyor. Hepsinden önemlisi, özgür düşünebilen, duyarlı yurttaşlar olabilme onuruna ulaşılmalı…

Yani; ağzı olan konuşuyor da, aklı olan neden düşünmüyor?

28 Mayıs 2008

 



0 Yorum - Yorum Yaz

Kaynaklara göre M. Ö. 10. yüzyılda yaşayan Seba Melikesi Belkıs, bir gün Pagos Dağı’nda kurulan Kadife Kale’deki sarayından, İzmir Körfezi’nin doyulmaz, eşsiz güzelliğini seyre dalmışken, bir ara gözü bugünkü Bornova’da denize dökülen, Yunanlıların Hermos, Perslerin Serabad adını verdikleri, günümüzde ise doğduğu yere göre adlandırılarak Gediz adını alan nehirin altın renkli sularına ve bu nehiri kolları arasında kucaklamış gibi görünen etrafındaki zümrüt yeşilliğe takılır. Daha fazla dayanamaz ve atına atladığı gibi Gediz Vadisi'ne varır...

“Tanrıların Dağı” denilen Spil Dağı'nda, başı önüne eğik bir halde oturup ağlaya ağlaya taşa kesilen Niobe’nin gözyaşlarının aka aka ırmaklaşarak, yöreye yayılıp suladığı asmaların koruluğuna dalar. Gördüğü eşsiz manzara karşisında duyduğu zevkle kendinden geçer. Manzaranın eşşiz güzelliğinden büyülenmişçesine kendisinden öyle geçmiştir ki, bu arada, boynundaki inci gerdanlık buradaki dallara takılır ve kopar. İnci gerdanlığın taneleri de dört bir tarafa saçılıp dağılır. Ama Seba Melikesi Belkıs, farkında değildir... Belkıs, ancak sarayına döndükten sonra gerdanlığının boynunda olmadığını farkeder.
 
Hemen adamlarını çağirir ve öfkeyle şöyle der:
— Çabuk hemen gidin, arayın! Gerdanlığımı bulun! Yoksa her yeri kurutur, ovayı çöle çeviririm!... 
 
Melikenin adamları derhal atlarına atlayıp Gediz Ovası’na giderler. Tüm bir ovaya dağılıp her yeri karış karış ararlar. Ama gördükleri çok şaşirtıcı ve büyüleyicidir. Belkıs’ın gerdanlığındaki inci tanelerinin düştüğü her yerde, bu tanelerin yerinde birbirinden güzel bağlar ve her biri birer kehribar renginde, mis kokulu tanelerden oluşan üzüm salkımları oluşmuştur...



Belkıs’ın adamlarının hepsi de gördüklerinden şaşkın ve adeta büyülenmiş bir halde saraya dönerler. Gördüklerini aynen Melike’ye anlatırlar. Seba Melikesi Belkıs anlatılanlara inanmaz ve eşi Sultan Süleyman’la birlikte atlarına atlayıp, herşeyi bir de kendi gözleriyle görmek için, yeniden gerdanlığının kopup düştüğü Gediz Ovası’na giderler. Adamlarının anlattıkları tıpa tıp doğrudur... 

Melike ve Sultan, gördükleri karşisında dayanamaz ve asmaların dallarında oluşmuş sapsarı, kehribar renkli, mis kokulu ve baldan tatlı üzümlerin çekiciligine kendilerini kaptırırlar. Bu üzümlerden doyasıya yerler. Hem üzümlerin tadının gürlüğü, hem de sıcağın etkisiyle susayınca da, biraz serinlemek ve dinlenmek için bir yer ararlar. Ovadaki ulu çinarlarin, salkım söğütlerin gölgelendirdiği, müthiş güzellikte serin suların çagladigi bir pınara varırlar. Pınarın hayat veren sularından içerler. Bir yandan da birbirinden güzel ezgiler şakıyan bülbüllerin seslerini dinleyerek kendilerinden geçerler... Bu sırada Sultan Süleyman, üzüm tanelerini dizerek bir gerdanlık yapar ve bu gerdanlığı Belkıs’ın boynuna takar...
 
Bir süre sonra, Kadife Kale’deki saraylarına dönmek üzere kalkıp giderlerken, bir de görürler ki; bütün asma dallarında altın yeşili yapraklarla bezenmiş, gerdanlık biçimli, kehribar renkli, güzel kokulu, milyonlarca üzüm salkımları oluşmuştur...

Efsanenin yorumu:  Belkıs'ın gerdanlığı efsanesinin yorumu
 
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz

Çaldağı sit alanı olmalıdır

Turgutlu'nun 12 km kuzeyinde "Aysekiz Tepesi", halk arasında da kimi zaman "Ayşekızı Tepesi" de denilen Çaldağı, 1034 m yüksekliğindedir. Çaldağı kütlesi tektonik hareketlerden etkilenmiş, güney ve doğusundaki fay diklikleriyle ova tabanına inmektedir. Çaldağı'ndaki tektonik depresyonların tabanı alüvyal ovalar şeklinde gelişme göstermiştir. 

Bu ovaların güney kenarları boyunca yer alan koni ve yelpazelerin üzerinde büyük yerleşim alanları kurulmuş, Irlamaz deresinin oluşturduğu yelpaze üzerinde de Turgutlu kurulmuştur. 

Geçmiş antik dönemde Lidya uygarlığının da sınırları içinde bulunan Çal Dağı ve çevresi, ayrıca Pers uygarlığı, Helenistik, Erken ve Geç Bizans dönemlerinin de izlerini taşıyan bir çok antik yerleşime sahne olmuş, tarih boyunca pek çok uygarlığı bağrında taşımıştır.

Vahşi madenciliğe hayır!

Çal Dağı, bugünse bağrında taşıdığı nikel madeni nedeniyle bir başka şeye sahne olmaya başladı. 2002 yılında maden işletme hakkını alan İngiliz maden şirketi tarafından, nikel madeninin çıkarılması için "dünyada ilk kez" kullanılacak olan sülfürik asit liç yöntemi nedeniyle, tüm Gediz Vadisi'ndeki yaşamı yok edecek bir çevre felaketinin odağı olabilir! İlk tehdit, bu çevre felaketine açılacak bir kapı olan, üzerinde barındırdığı kızılçam ormanının yok edilmesiyle başlayacak!



Açılımı "sülfürik asit liç yöntemi ile açık maden işletmesi" olan bu projenin dünyada ilk kez Turgutlu'da uygulanacak olmasının nedeni ise, bu projeye dünyanın hiç bir ülkesinde izin verilmemesi, dahası Çal Dağı'nda maden işletme izni alan Sardes şirketinin bağlı olduğu, projenin sahibi İngiliz European Nickel PLC şirketinin daha deneme çalışmaları sırasında çevreye verdiği zararlar nedeniyle bizzat bulunduğu ülkelerin hükümet yetkilileri tarafından ellerindeki işletme izni ve ruhsatları da iptal edilerek kovulması nedeniyledir. Sülfürik asit liç yöntemiyle nikel madeni ayrıştırma projesini dünyada uygulamak isteyen tek şirket bu şirkettir.

Ne acıdır ki; dünyada hiç bir ülkede izin verilmeyen bu projeye ve bulunduğu ülkelerden kovulan bu şirkete, Türkiye'de ve AKP Hükümeti tarafından izin verilmiş, çevre ve insanlık düşmanı bir proje için Türkiye ve Turgutlu halkının kobay olarak kullanılmasına onay verilmiştir.

Bu vahşi madencilik projesinin uygulanması durumunda ise: TOPRAKLARIMIZI ÇEVRE FELÂKETİ, İNSANLARIMIZI KANSER TEHDİDİ BEKLİYOR!

Çaldağı sit alanı olmalıdır

Çal Dağı’ndaki vahşi madencilik, tarihi de talan ediyor! Yöremiz geçmiş tarihine ışık olacak ve arkeoloji bakımından çok önemli bir zengin antik tarihi dönemi de yok edecek bir talan söz konusu!

Çal Dağı’nda nikel madeni çıkarmak için gelen İngiliz şirketinin yapacağı maden arama çalışmaları gerçek anlamda bir “talan” anlamına geliyor. Sardes şirketinin maden arama çalışmalarıyla nasıl bir talan yaratacağının bir başka boyutu daha ortaya çıktı. Zengin bir tarihsel dönem de yok edilircesine talan edilecek! Çaldağı’nda İngiliz Sardes Şirketi tarafından yapılacak nikel madeni çıkarma çalışmaları ve kullanılacak olan sülfürik asit liç yönteminin yaratacağı çevre felaketinin boyutlarının ne denli korkunç ve büyük olacağı kesin olarak henüz saptanamamışken,“madencilik felaketi” diye tanımlanabilecek bu “ucube proje”nin sadece insan ve çevre sağlığına yönelik bir talan değil, bir zengin tarihi de yok edecek bir “talan” olayı olduğu ortaya çıktı! 


Prof. Dr. Hasan Malay ve Doç. Dr. Cumhur Tanrıver’in araştırmaları bir başka gerçeği daha ortaya çıkardı: Rapora göre; Çaldağı’ndaki maden şirketi tarihi bir zenginliği de yok ediyor! İşte o rapordaki son sözler: “Çal Dağı’nın güney kısmının, özellikle nikel maden şirketi işletmesine ait fabrika alanının kuzeydoğusunda yer alan arazinin, zengin antik kalıntılar içerdiği ve bu nedenle bu alanda detaylı bir arkeolojik inceleme yapılmasının zorunlu olduğu görülmüştür. Bu alandaki çeşitli yol inşa çalışmalarının antik kalıntılara zarar verdiği yeterince açıktır. Bu nedenle, bu alandaki maden çalışmaları derhal durdurulmalı ve Çaldağı’ndaki önemli arkeolojik kalıntıların koruma altına alınması sağlanmalıdır.” 

Bu nedenle Çaldağı’ndaki maden arama çalışmaları derhal durdurulmalı, maden şirketi de kapatılmalıdır! Çaldağı’ndaki vahşi madenciliğe hayır! Çal Dağı sit alanı olmalıdır!

Turgutlu'
daki çevreciler ve yaşam savunucuları, pek çok sivil toplum kuruluşu ve TEMA Turgutlu Temsilciliği ile bileşenlerinden oluşan TURÇEP (Turgutlu Çevre Platformu) tarafından, TEMA Vakfı ve EGEÇEP'in destek ve katkıları ile Çaldağı'nda İngiliz Sardes şirketi tarafından uygulanmak istenen bu projeye ve Türkiye'deki 'vahşi madencilik' anlayışına karşı 3 yılı aşkın zamandır büyük bir mücadele yürütülüyor. TEMA Vakfı tarafından da "Yeni Madencilik Yasası"na karşı başlatılan kampanya için ilk meşale Turgutlu Çaldağı'nda yakıldı.


Prof. Dr. Hasan Malay ve Doç. Dr. Cumhur Tanrıver’in bu raporunun kısa bir özetini okumak için tıklayınız: Çaldağı'ndaki Arkeolojik Yerleşimler
Yeni madencilik yasasına karşı mücadelenin ilk meşalesi Çaldağı'nda yakıldı

  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  




 

 

 

Şair ve yazar Aydoğan Yavaşlı, 1955 yılında Manisa'nın  Muradiye beldesinde dünyaya geldi. Gökçeada Öğretmen Okulu’nu bitirdikten sonra yurdun değişik yerlerinde  ve Almanya’da eğitmen olarak görev yaptı. 

Bazı özel televizyon kanallarında kültür ve sanat programları yapıp sundu. Kültür Bakanlığı 75. Yıl, MEB Yunus Emre, Damar Edebiyat, Ömer Seyfettin ve 9 Eylül Çocuk Öyküleri yarışmalarında dereceler aldı. Evli ve iki çocuk babası olan şair-yazar  Aydoğan Yavaşlı İzmir’de yaşamaktadır.

2 Temmuz 1993
'te Sivas Katliamı'
nda şans eseri kurtulabildi. Sivas katliamı sırasında Madımak Oteli'nde bulunduğundan adı (TRT'de dahi) eşiyle beraber ölenler listesinde geçmişti.

 
Aydogan Yavasli
ayavasli@gmail.com
Yaşar Aksoy anlatıyor: Öldükten sonra dirilen yazar

Şiir kitaplarından bazıları:

 

Adını Gül Koymalı, Ağrılı, Arka Bağçe, Devingen, Eski Bir Anı, Göçebeler, Günbatımı, Kırgın ve Atak, Mağara, Molla Üvez, Son Replik, Sonsuz, Yitik Kavim Ağıdı, Zamana Düşer

 

  Bazı şiirlerinden seçmeler

 
 

Hikâye kitaplarından bazıları:

 
Arka Bağçe, Arkadaş Hikayeleri, Atatürk'ün Yurttaşlık Bilgileri, Ben Hasan Tahsin, Ben Mustafa Kemal, Ben Öğretmen Kubilay, Bir Kuşun Kanadında, Bir Küçük Deniz, Bir Küçük Deniz (El Yazısı), Bir Sokağın Hikâyesi, Bir Yürekte Bin Özlem, Deniz Hasta Oldu (El Yazısı), Deniz Piknikte, Deniz Piknikte (El Yazısı), Deniz Yollarda, Deniz Yollarda (El Yazısı), Deniz'in Köpeği Linda, Deniz'in Köpeği Linda (El Yazısı), Ercan İle Dodo Serüvenden Serüvene, Ercan İle Dodo'nun Serüvenleri, Eşekler Karaborsa, Gece Defteri, Gençlik Başımda Duman, Her İnsan Bir Mağaradır, Herıld Yani, Işık Hızıyla Mars'a Yolculuk, Kırık Melek Heykelleri, Kolej Günlüğü, Linda: Ailesi Kemikleri Ve Düşleri, Maceralar Beklemez, Sevgi Hikâyeleri, Sıkıyönetim İneği, Sitedeki Labirent, Talan Yorgunları, Tatil Günlüğü, Tatiller Çabuk Biter, Yazlar Da Geçer 
  Bazı kitapları hakkında kısa bilgiler 
 

Sitemizdeki bazı yazıları:

 

  Sivas bir iç kanamadır

  Turgutlu'ya güzelleme

  2 Temmuz Sivas acısı  Erdal Öz ve diğerleri
  Sizin hiç babanız öldü mü?  Öncü bir yazar: Yusuf Atılgan 
  Sürü geriye döndü mü il başa kalırmış  Şu okumak yazmak meselesi var ya
 



0 Yorum - Yorum Yaz

Teşekkürler, annem olduğun için


sirinyer
















Diyorlar ki; bu pazar senin gününmüş!  
Ne çok yanılıyorlar! Seni hiç tanımadılar ki!

Yine nutuklarla, cilalı laflarla seni ve seni nasıl sevmemiz gerektiğini anlatacaklar bize! Seni hiç de tanımadan hem de! Alış veriş merkezlerinin adreslerini, telefon numaralarını sıralayıp, sana ne almam gerektiğinden söz etmeye başladılar bile gazetelerde.

Bunun adı, vahşi kapitalizm işte. Doğadaki en temiz sevgiyi bile, alınır satılır hale getirebileceğini düşünür bu felsefe! Bu yüzden, hiç bir hediyeyi sana lâyık göremeyeceğimi asla bilemeyecek, anlayamayacaklar...

Bu pazar sana hediye almayacağım, unutma! 
Varlığına bir kez daha sarılacağım yalnızca. Seninle övüneceğim. 
Ve dünyaya seni armağan ettiği için, doğaya teşekkür edeceğim...

Yeryüzüne gelmiş en büyük armağanın sen olduğunu kime, nasıl söylesem? Bu gerçeği bilmeyenlerle paylaştığın şu dünyaya, senin kendinden neler verdiğini nasıl anlatabilsem?

Sana ne zaman bir hediye almaya kalksam, sana yaraşır, sana layık, seni anlatan, özveriyi ve sevgiyi tanımlayan... yüreğimizi kuşatan sevgilerin de bu ülkede satışa çıkarılabileceğini düşünürler, bunun için pazarlar bile kurarlar. Senin bana armağan ettiğin onur ve gururun, bana öğrettiğin dürüstlüğün de yaka-paça satılabildiğini düşünürler. Asla satın alınamayacağını bilemezler bile!

Ve korkarlar! Benden önce, senden korkarlar. Onca büyüklüğüne rağmen, yine de tüm sevgini sığdıramadığın o esşiz yüreğinden korkarlar! Nice kahırları potasında eritmiş, onca dayanılmaz acıya direnmiş, o kocaman ana yüreğinden... Ezilir, un-ufak olurlar yüreğindeki sevginin büyüklüğü karşısında. 

Ağızlarına ne zaman onur sözcüğü takılsa, dudaklarına ne zaman sevgi sözcüğü yapışsa, zamanın bile asla eskitemediği şekliyle senin yüzün gelir hep gözlerinin önüne. Korku basar küçücük yüreklerini, titremeler alır kire bulaşmış ellerini. Seni bir de tanısalar, büyüklüğün karşısında korkup sinerler...

Bilirsin ya, dökülen her damla gözyaşında varsın sen! Dudaklarımdaki “merhaba” kadar içten ve sıcak, içtiğim su kadar kutsal, yüreğimdeki sevgi kadar ölümsüzsün sen!

İkimiz de biliriz ya, senin yerinde olmak memleketimde öyle zor ki! İkimiz de, yaşamın senin için hep bir acı ve hüzün çemberi içinde döndüğünü, deneylerimizle çok iyi öğrendik.  

Acılara direnmenin onurunu, birlikte ben taşıdım seninle. En ulu ağaca senin öğrettiğin gururu ben yazdım. Demir parmaklıklarıma sarılan ellerini ben öptüm, üstümüze kapanırken koca kapılar... Hiç sesin çıkmadığı halde, o acı çığlığını ben duydum senin, etrafımı çevreleyen o kalın duvarların ardından.

Biliyor musun, bu yıl yine yılın annesini seçecekler! Hem de seni hiç tanımadan. Senin,bütün zamanların annesi olduğunu belki de hiç bilemeyecekler. Nereden bilsinler? Onlar sana ilişkin en kutsal sevgiyi bile alış veriş pazarlarına dökerler. Bunun adı, vahşi kapitalizm!

Bu pazar sana hediye almayacağım!
Kısacası; sana diyeceğim şu anne:
“Teşekkür ederim, annem olduğun için...”




0 Yorum - Yorum Yaz

          

 

Bazı sözler vardır; doğru ve yerinde kullanıldıkları zaman çok büyük ve derin anlamlar taşırlar. Bir de bazı insanlar vardır; sözcükler onların ağzından çıktıkları zaman anlamları daha da büyür ve daha derin anlamlar taşırlar. Bu iki olguyu bir arada taşıyabilen bir insan olabilmek zordur. Sözcükleri doğru ve de yerinde kullanabilme, genellikle bir sanat adamı kişiliği gerektirir. Diğerinde ise; bir inanç insanı olma, bir dava adamı ve önder kişilik özelliği vardır...

   

  Mustafa Kemal, bu her iki olguyu birarada taşıyan dünyanın ender gördüğü liderlerden biriydi.
"Tarih mi kahramanları yaratır, yoksa kahramanlar mı tarihi" şeklinde bir soru vardır. Buna benim yanıtım, her zaman "tarih kahramanlar yaratır, kahramanlar da tarihe yeni bir sayfa ilave eder" şeklindedir.
Ama konu Mustafa Kemal Atatürk olunca, çok daha fazla şeyler söylemek gerekiyor. O, sadece tarihin yarattığı bir kahraman değil, aynı zamanda bir dahi ve yeryüzünün ender gördüğü liderlerden biriydi. Çünkü tarihe sadece yeni bir sayfa ilave etmekle yetinmedi. Yeni bir tarihin de sayfasını açtı, yepyeni bir tarih başlatma çabasında oldu. 
O'nun hakkında dünyanın her yerinde çok şeyler yazıldı. Daha bir o kadar da yazılabilir ve yazılacaktır da. Ama kelimelerin bazen çok kifayetsiz olduğu gerçeği, sıra Mustafa Kemal'i anlatmaya geldiğinde daha belirgin şekilde kendini hissettiriyor. O'nu yeterince anlatabilmeye hiç bir kelimenin gücü yetmiyor...

 
Atatürk hakkında yazılar   l   Atatürk hakkında videolar



0 Yorum - Yorum Yaz

Dünyanın en kadersiz ulusu
    Tarihleri
    Yaşamları
    Seattle'in mektubu
    Onların ağzından
    Efsaneleri
    Gerenimo


   

"Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını  tutunca ellerini kestiler... Bu insanlar ne herhangi bir mezhebe bağlılar, ne de puta tapıyorlar. Kötülüğü tanımıyorlar, birbirlerini öldürmüyorlar. Hiç silahları yok... Son derece sade, dürüst, eli açık insanlar. Herhangi birinden sahip olduğu herhangi bir şey istenince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar. Dünyada onlar kadar tatlı dilli insanlar  hiç yoktur. Her zaman da gülüyorlar..." (Kristoph Kolomb'un günlüğünden)

   

"Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir...

"

Herşey 1492'de Cenovalı kaşif ve denizci Kristof Kolomb'un Hindistan'a gitmek için yola çıkıp da, daha önce bilinmeyen bir yeni kıtaya, Amerika'ya yanlışlıkla gitmesiyle başladı. Evet, Kolomb, Amerika'ya yanlışlıkla gitmişti. Burada karaya ilk çıktığında, yeni bir kıtanın toprağına ayak bastığının farkında değildi. Kendisinin o anda Hindistan'da olduğunu sanmıştı. Bu yüzden burada karşılaştığı ve sonradan, tenlerinin rengi dolayısıyla "kızılderililer" olarak adlandırılan yerlileri karşısında gördüğünde onları da hintli olarak düşünmüş, ilk karşılaştığında bu kimselere bu yüzden "hintliler" diye hitap etmişti. İşte bugün Amerika'da halen "yerli" sözcüğü karşılığında "indian" sözcüğünün kullanılması ve Amerikan sözlüğünde bu şekilde yer alması da bu nedenden dolayıdır.

Ancak Kristof Kolomb'un sonraki gezilerinde yanında bulunan İtalyan tüccar ve haritacı Americo Vespuci'nin burasının yeni bir kıta olduğunu fark etmesinden sonra, bu yeni kıtaya onun ismi verilmiş ve bundan sonra buraya "America" denmeye başlanmıştır.

Başlangıçta ilginçliği nedeniyle tekrarlanan bu uzun yolculuklar, burasının keşfedilen yeni bir kıta olduğunun anlaşılmasından sonra ise daha başka bir anlam kazanmış, her defasında akın akın buraya yeni kimselerin gelmesine ve her yeni yolculuğun da bir başka ad altında yapılmasına yol açmıştır. Sonraları ise bu yeni kıtaya yapılan ve asıl amacı buranın fethedilmesi ve ele geçirilmesi olan yeni yolculuklar, buranın yerli halkının kendilerine karşı çıkışını engelleyebilmek için "Tanrı adına" diye adlandırılmaya başlanmıştır.

Ama ne acı ki, önce yanlışlıkla gidilen ve sonra da "Tanrı adına" diye çıkılan bu yol, bu kıtanın yerli halkının, kızılderililerin, bir ulusun yok edilmesine kadar gidiyordu. Evet Kızılderililer! Kolomb'un günlüğünde söylediklerinin tersine, hani şu kovboy filmlerinde insan öldüren, kafa derisi yüzen çocukluğumuzun "vahşi" Kızılderililer'i.

Ne var ki, bütün bu ziyaretlerin sonucu, onları "dünyanın en kadersiz ulusu" haline getirdi!

 

   

 

Bu sitedeki Kızılderililer bölümünde bazı sayfalarda bulunan kimi bilgiler Ece Soydam'ın Kızılderililer ile ilgili hazırladığı ve TRT'nin internet sitesinde de yayınlanan bazı bilgilerden ve Ece Soydam'a ait geocities.com/kizilderililer sitesi ve kullanılan bazı fotoğraflar da Edward Sheriff Curtis’in www.edwardscurtis.com adlı kişisel sitesinden alınmıştır...

 
 Devamını oku: Dünyanın en kadersiz ulusu: Kızılderililer



0 Yorum - Yorum Yaz
   
   
Geçmişi olmayan bir toplum veya bir devlet düşünülemez. Ünlü İngiliz yazar William Shakespeare’in bir deyişiyle, “Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.” A. W. Gulyga’ya göre ise; “Tarih, insanlığın belleğidir.” Bir Sovyet düşünür de "Tarih, halkın ruhudur” der.

Tarihi araştırıp aydınlatmak, insanlığın belleğini diri tutma amacına da hizmet eder. Aynı zamanda, dünyanın seyri ve insanoğlunun yaşam kavgası süresince çesitli uygarlıklar kurmuş, ama tarihin akışı, çağların devinimi ve ivmesi içinde zamanla ortadan kalkmış ya da unutulmuş topluluk ve halkların ruhunu yaşatmak anlamını da taşıyor. Tarih sayesinde onların yaşamları, uygarlıkları, felsefeleri, kültürleri ve kimlikleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Ama doğru bir tarih anlayışı sayesinde...


Adını 'Gülsün' koyalım
Akıncı torunu Mustafa
Ali İhsan Paşa
Alphonse de Lamartine
Amazonlar efsane mi, gerçek mi?
Anadolu adının kökeni
Atatürk'ün ağzından "kurtulan bayrak"
Atatürk'ün soyağacı
Atatürk ve Nazım Hikmet
Belkıs'ın gerdanlığı efsanesi
Belkıs'ın gerdanlığı efsanesinin yorumu
Bir aşk ve bir şehrin hikâyesi
Bir çöküşün anatomisi
Bir çöküş: Kaos ve Osmanlı gerçeği
Bir nikah ve bir söz
Bizans ve Anadolu
Celali isyanları
Cinnîler
Cinnî Hoca: Bilge mi, evliya mı?
Çakıcı Mehmet Efe ve Kız Okulu hikayesi
Çakıcı Mehmet Efe ve Sabancı Çeşmesi
Çember ihanetle daha da daralıyor
Dans et şampiyon!
Devrimler çağı 21. yüzyıl
Deyimden gerçeğe: Trampete gitmek
Dünya hali
Dünyanın en kadersiz ulusu: Kızılderililer
Efes antik kentinin kundaklanması
Ekmek ve tuz
Eminenin şehadeti - Halide Edip Adıvar
Geronimo: Son Apaçi
Gladyatörler arenası Kolezyum hakkında
Göbeklitepe: İnsanlığın en eski tapınağı
Göbeklitepe: Tarihin sıfır noktası
Güdümlü tarih
Gülen yüzlerde ağlayan gözler
Haziranda ölmek zor
Hurafeler ve bir kitabın eleştirisi
İliada destanı
İliada destanı hakkında
İlk kavga ve savaş
İnsanların dünyası
İsyan ve direnişin kasabalaştırdığı yer
Kasaba adının tarih içindeki anlamı
Kasaba harabelerinde - Falih Rıfkı Atay
Kentleşme ve uygarlık
Kırmızı Hafızlar sülalesi
Kız çocuğu - Falih Rıfkı Atay
Kızılderililerin tarihi
Kurtuluşa doğru
Kurtuluş günü ve "kurtulan bayrak" olayı
Lidya'nın dramı ve Krezüs
Melez bir toplum: Rumlar
Mimoza çiçeği ve bir hikâyesi
Nasrettin Hoca: Dünyayı güldüren adam
Odessia destanı
Osman Bey'in vaadinin anlamı nedir?
Osmanlı devletinin çöküş nedenleri
Özgürlüğe veda
Perrül Dede uydurmacası
Reis Seattle'in ABD Başkanına mektubu
Sancaklı aşireti
Savaşa hayır!
Savaşlar: Yıkım ve perişanlık
Savaş değil, barış daha fazla cesaret ister
Sessiz gazi
Sivri dede
Şeyh Bedrettin
Şeyh Turud kimdir?
Şiiri zirvede, mezarı sürgünde bir şair
Tarih nedir, ne değildir?
Tarihin bir uygarlık merkezi: Mezopotamya
Tarihte Turgutlu'nun yakılması olayı
Toprak uyanıyor
Truva Savaşı efsanesi
Truva ve Truvalılar
Turgutlu'nun kurtuluş günü
Uygarlıkların anası Ege
Uygarlıkların beşiği ve mezarı: Anadolu
Vaadedilmiş topraklarda aşkın tohumları
Vaadedilmiş topraklarda azap tohumları
Vaadedilmiş topraklara geliş
Vikingler aslında kimdi?
Yeşilin atası: Manisa Tarzanı
Yetmişlik bir delikanlı: Profesör Özbaran
Yürüyen adamlar
26 Ocak'ın yerel kutlama günü oluşu

"Medine" Arapça'da "kent" demektir. Türkçesi "uygarlık" anlamına gelen Arapçadaki medeniyet sözcüğü de buradan geliyor. İnsanlık tarihinin yeryüzündeki uygarlık süreci “kentleşme” ile birlikte başlıyor. Ancak “kentleşme”yi yalnızca yerleşik hayata geçiş anlamında kullanıyorum, bugünkü anlamda bir “uygarlaşma” anlamında değil. Nedeni ise; “uygarlık” kavramının daha geniş bir anlamı kapsaması, daha derin bir anlayışı içermesi. Bugünkü anlamda “uygar insan” tanımı yaparken, nasıl bu tanımı hak edecek bazı temel kriterler ve değer yargıları ile ölçüm yapılıyorsa, toplum ve toplulukları da uygarlık düzeyleri ile aynı şekilde ölçüp elekten geçirebilmek gerekli. Bu da Mehmet Akif'in "medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar" sözüne bir çağrışım olabilir.

Uygar bir toplum veya halktan söz edebilmek için, onların kültürlerini, yaşayışlarını, çağı geliştirme veya yaşanılan çağa uygun olabilecek düzeyde yaptığı atılımları, barışçıl olup olmadıkları, insanı nasıl ele alıp değerlendirdikleri ve felsefelerinin iyi irdelenmesi gerek. Yerleşik hayata geçiş ve kentleşmenin başlamasıyla hemen ve birdenbire uygar olunamıyor. Çünkü insanoğlu tarih boyunca, kendi neslinin varlığından itibaren hep daha uygar olabilmek, uygarlıklarını geliştirebilme, çaği değiştirebilme davranışı içinde. Bu davranış kimi zaman barışçı, kimi zaman da barışçı olmayan yollar izlemiş. Savaş, bu nedenle ilk çağlardan beri insanoğlu ile birlikte anılan bir gerçeklik olmuş!     Devam et

Önceleri klan ya da aile toplulukları halinde mağaralarda yaşayan insanoğlu, sonraları çoğalıp, giderek genişleyince kabile oluşmuş. Bu dönemde sadece avcılık yaparak geçinemez olan insanoğlu, hayvanları eğiterek, hayvancılığı uğraş edinmeye başlamış. Böylelikle de hayvanların beslenebilmesi sorunu ile birlikte, uygun doğa ve iklim koşulları arayışı içine giren insanoğlu için “göçebelik” başlamış... 

Yerleşik hayata geçiş, hayvancılıkla uğraşan insanoğlunun giderek büyüyen ve genişleyen nüfusu nedeniyle, artık sadece hayvancılıkla yetinememesi, sonraları toprağı da işlemeye başlaması, tarıma yönelmek zorunda kalmasıyla birlikte başlıyor. İnsanoğlunun “kentleşme” süreci de böyle gelişiyor. Ve böylelikle de karşısına bir “yurt edinme” gerçekliği gelip dayanıyor! İşte bu gerçeklik yeryüzünü çağlardır kana bulayan pek çok savaşın ardında yatan nedenlerin başında geliyor, belki de temel neden!     Devam et




0 Yorum - Yorum Yaz
   
   
   

Bu hayatta hepimiz de gelip geçen bir yolcu gibiyiz. Her insanın bu hayatta bir hikâyesi var. Umutlarımıza ve hayallerimize tutunup da sürdürdüğümüz bu yürüyüş, bizim hayatın içindeki serüvenimizdir. Her insanın kendi serüveni, akıp giden hayat karşısında sergilediği kendi duruşunu anlatır... Hayata tutunmak kadar, hayata dokunabilmek de gerekli. İçimizdeki yaşam sevinci ile tutunur ve ürettiklerimizle dokunabiliriz hayata. Hayatın içinde nasıl bir duruş sergilediğimiz kadar, geleceğe dönük ne ürettiğimiz de önemli. Bu ürettiklerimiz ise; hayata nasıl tutunup, nasıl dokunduğumuzu anlatır...

   
       

Adını Gülsün koyalım
Ak TL karagün içindir
Akşamın yorgun saatlerinde
Bayramı karşılarken
Bezgin bakkal
Bir ağaç ve yüzyılın bestekarı
Bir ben miyim unutmayan?
Boyacı çocuk
Demli bir temmuz akşamı
Dilsiz sokaklar
Fabrika kızları
Gece, şehir ve düşler
Gece, şehir ve gölge
Geceydi ve yağmur çiseliyordu
Göçmen kuşlara inat
Gökyüzü herkesindir
Güne başlarken
Güneş imdat istiyor
Güneşin ilk ışıkları
Güvercinler eksilirken
Hayatın hareleri
Kapılar
Kasabada "trampete gitmek" deyimi
Katil kim?
Koyun muhabbeti
Leylek Çayı
Leylekler
Leylekler giderken
Mavi bir sabah
Memleket nasıl kurtulur?
Nim niz beguzered
Papatya
Seni gidi dut ağacı
Sessiz gazi
Simitçi çocuk
Sivri dede
Sokak lambaları
Şarkılar öksüz kaldı
Şehir güzellemesi
Turgutlu'ya güzelleme
Umuda açılan pencereler
Umut sokağı
Unutulmuş düşler
Vadedilmiş topraklarda aşkın tohumları
Vakit gecikmiş güz
Yalnız değiliz
Yaşamın ikilemi
Yılkı atları
Yitik bir zamanı kovalamak


     

 

 

O sözler ki; acıdır
Mapusane avlularında
Demirli kırbaçlar gibi şaklar
O sözler ki; sırasında
Çiçek açmış bir nar ağacıdır
Dağ ufkuna vuran deniz aydınlığı
Sırasında gizemli bıçaklar
O sözler ki; İmgelem sonsuzluğunun
Ateşten gülüdürler
Kelebek çarpıntılarıyla doğarlar, ölürler
O sözler ki; kalbimizin üstünde
Dolu bir tabanca gibi
Ölüp ölesiye taşırız
O sözler ki;
Bir kere çıkmıştır ağzımızdan
Uğrunda asılırız!

 

 

 

 

 

Attila İlhan

 

 

 




0 Yorum - Yorum Yaz
harika akerdeon menu
    Devam
     

 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 

 

 

 


img211/5738/g1lhr0.gifimg211/5738/g1lhr0.gif

www.metinsert.com

 

 


      
   
merhaba
yeni doğan güne
merhaba
benim yitik hasretim
dün gözlerimi
senin için yumdum
yeni günün müjdesi
merhaba
  

 

     
Metin Sert

 


 
      
   
ben insanoğluyum
sonsuzluktur benim çizgim
umut ve özgürlük ateşi
benimleyken
oysa ölümlüyüm!
kendi düşsel dünyamda
havalandığımda
ışık demetleriyle
Tanrı katının da
bekçisiyim
ve düşleriyle
Tanrıları bile çıldırtan
bir divaneyim!
ben kendimi yalnızca
düşlerle veririm ele!
düşlerim, büyüklüğüdür
asıl gerçeği içinde taşıyan
tarihimin...
 
   

 

www.metinsert.com

 

 

 


      
   
kaba
ve çirkin derisine
karanlığın
sürte sürte
sivrilttim kalemimi.
çünkü ben,
yalnızca ışık için
yazıyorum şiirimi.
sen sevin ayışığı!
 
   

 


Metin Sert

 

 

 


      
   
dirilişin adıdır,
ışığın eşliğinde
eriyen karanlık.
her şafakta sessizce
kıpkızıl bir tanık olur
aydınlığa
bir başka gökyüzü
ve ışığın
yollardaki volta saatinde
gün ağarır
sevgilimin yeşil gözlerinde.
güneştir söyleyen türkümüzü.
 

 


    
   
Metin Sert

 

 


      
www.metinsert.com

 

 

 


      
   
Beyaz bir güvercin havalandı
seslendi, daha gidemeden
güneşin doğduğu yere:
“Mutlaka söyleyeceğiz bir gün
zafer şarkılarımızı.
Şimdi gidişim biraz üzgün.
Ama ne yapalım?
Bırakıp geride anılarımızı
"merhaba" bile diyemeden
"elveda" dedik bir kere!”
 
      
   

 

 

 

 

www.metinsert.com

 

 

 


   
Masmavi düşlerin
uykulara inme saatinde
küçük bir teknedeyiz.
Derinliği bilinmez
bir acılar denizinde,
demir almışız bir rıhtımdan
uzak diyarlara biz.
Denizin bile bilmediği
bir korkunç heyecan içinde,
vururuz bir başka kıyıya
dalgalarla.
Ve yollayıp sözümüzü
rüzgarlarla,
sesleniriz:
“Gecenin hala neresindeyiz?
Saatler daha kaç var
şafağa?”
 
   

 


 
Metin Sert

 

 


 
   
İşler yine tıkırında!
Bir bayram kokusu havada!
Düğün dernek kurulmuş,
Oyunlar oynanıyor:
"Şen ola düğün "şen ola”
Duymuyor musunuz?
 
Kapılar tutulmuş,
Kazanlar kaynatılıyor
İşte yine akşam olmuş!
Bilirim,
bu hain el kimindir?
İlahlar büyüyor bir yerlerde
Görmüyor musunuz?
 
   


 

Metin Sert

 

 

 

Artık ağlamak değil,
susmak daha beter.
Zaman yangın yeri
Zaman dilsiz,
Zaman karanlık.
Demlenişi günlerin,
sesin doğumunu bekler.
Gecenin sağırlığına
süzülmeye başladı ışık.
Fısıltı, dilsiz bir şair oldu
aydınlığa,
kör bir kemancı zaman
serenat okumakta güneşe
 

 

 


Metin Sert 

 
 
 
 
 
Analar büyük ölür
Aşk ve acı ile sınandık
Barışa adanmış şiir
Başın eğilmesin Çaldağı
Berkin Elvan için
Berkin Elvan'a ağit
Bir gün mutlaka
Bir şiir dinletisi
Can dostlar ardından
Cebimde ümitlerim
Cumhuriyet rapsodisi
Eylül
Gecenin hala neresindeyiz?
Gidenin ardından
Gözlerin
İşler tıkırında
Karanlığın utancı
Özgürlük emzir bana
Prometheuslar için
Saklımızda ölümsüz bir bayrak
Savaşlar aldatıyor bizi
Sekizinci gün
Sessiz tanık
Seven olur
Sonbahar
Şafak özlemi
Unutulan şarkı (ya da Güneşe ağıt)
Veda
 

bir çift
güzel söz varken
bir tek
çirkin söz
diyemem sana.
sevdadır bu gülüm
kırılırsın da
sararıp solarsın sonra.
Yakamoz
Yalnızca ışık için
Yıldızlara bak



0 Yorum - Yorum Yaz
   
   
   

"Bilinmeyen"e “gizemli” tanımlaması yapmak psikolojik bir eğilimdir. Olaylar ve kavramlar üzerindeki gizem, ancak bilimsel bir araştırma sonucu ortadan kalkar ve aydınlık ortaya çıkar. Bu tür gizemleri aydınlatacak olan ancak “bilgi”dir. Bilgi, öylesine kutsal bir değer ki;  ulaşılmasının çok güç olduğu ortamlarda son derece kıymetli bir hazine gibidir. Gizemli  bir dünyada yolumuzu aydınlatacak, bilgi ile tanıştıracak en önemli kılavuz, bilimdir! Eksik bilgi, her zaman "yanlış bilgi"dir. Uğur Mumcu'nun dediği gibi, "bir konu hakkında fikir sahibi olmadan önce, o konu hakkında bilgi sahibi olmak gerekir". Çünkü; bölük pörçük bilgilerle, ortalıkta fikir sahibi imiş gibi dolaşmak kadar insanı daha gülünç hale düşüren bir şey yok...

   
       
Ağaçlar birbirleriyle gizlice konuşuyor
Akıncı torunu Mustafa
Ali İhsan Paşa
Amazonlar gerçek mi, efsane mi?
Antik çağda iklim değişikliği
Alphonse De Lamartine
AP: Siyanürlü madenciliğe geçit verilmesin
Asıl ikilem: Cüzdan mı, vicdan mı?
Atatürk ve Nazım Hikmet
Balya ilçesi neden 100 yıldır ağlıyor?
Bir aşk ve bir şehrin hikayesi
Bir efsanenin hatırlattıkları
Bir nikah ve bir söz
Bir senaryonun şifreleri
Bizans ve Anadolu
Bor madenlerimiz de peşkeş mi çekildi?
Bu madene her yönüyle karşı çıkılmalı
Celali isyanları
Centaurlar efsanesi
Cin nedir, böyle bir şey var mı?
Cinnîler
Çakıcı Mehmet Efe ve kız okulu hikayesi
Çakıcı Mehmet Efe ve Sabancı çeşmesi
Cinnî Hoca: bilge mi, evliya mı?
Çılgın Gediz'den can çekişen Gediz'e
Çok derin bir strateji
Deyimden gerçeğe: Trampete gitmek deyimi
Doğa-insan ilişkisi üzerine
Doğadaki ekolojik yıkımın bedeli
Doğanın mı batağındayız, kendimizin mi?
4. soruya neden cevap verilemiyor?
Dünya vahşi madenciliğe direniyor
Dünyanın en kadersiz ulusu: Kızılderililer
Dünyayı güldüren adam: Nasrettin Hoca
Efsaneden gerçeğe: Belkıs efsanesi
Ekoloi raporu: Doğa biziz!
Esrarengiz mektup
Evet, kovuldunuz!
Evliyalık var mı, anlamı nedir?
Filipinlerde neler oluyor?
Gediz ölmesin, öldürmesin
Genel ekoloji raporu
Göbeklitepe: Tarihin sıfır noktası 
Hangisi doğru, hangisi yalan söylüyor?
Hasankeyf tarihle vedalaşırken
Hayat yutan çukurlar
Hewsel Bahçeleri'nde neler oluyor?
Hurafeler ve bir kitabın eleştirisi
Ilımlı islamcı bir lider yaratmak
Irlamaz ve Nif çayları
İklim krizinin neresindeyiz?
İnsanlığın en eski tapınağı: Göbeklitepe
İsyan ve direnişin kasabalaştırdığı yer
"Kasaba" adının tarih içindeki anlamları
Kırmızı Hafızlar sülalesi
Kim doğruyu söylüyor?
Manisa ve Gediz havzası ekoloji raporu
Mezopotamya: Yazı ve tekerleğin icadı
Melez bir toplum: Rumlar
Mimoza çiçeği ve bir hikâyesi
Mustafa Kemal'in soyağacı
Nasıl bir çevre felaketi bizi bekliyor?
Nikel bileşimlerinin kanserojen etkisi
Nikeli kimler ve neden istiyor?
Nikel madenciliğine Avrupa geçit vermiyor
Opr. Dr. M. N. Dinçsoy hakkında yazılanlar
Perrül Dede uydurmacası
Sancaklı aşireti
Sihirbaz doktor: Opr. Dr. M. N. Dinçsoy
Sivil diktatörlük anayasası
Sülfürik asit liç yöntemi ve tehlikeleri
Şirketin kuruluşu ve Turgutlu'ya gelişi
Tarım dışı toprak kullanımları
Tehdit altında bir dost
Toprak talanları
Toprak yutan canavarlar
Toprak uyanıyor
Türkiye bir laboratuar mı?
Uygarlıkların beşiği ve mezarı Anadolu
Vadedilmiş topraklara geliş
Vadedilmiş topraklarda aşkın tohumları
Vadedilmiş topraklarda azap tohumları
Yirminci yüzyıl: Devrimler çağı
21. yüzyılda su savaşlarına doğru
Yoksa 1 milyona kadar sayamıyor musunuz?
Yürüyen adamlar



0 Yorum - Yorum Yaz
         kelebek                                    kelebek                      kelebek

Ağaç katliamının boyutu korkunç olabilir
Ağaçlar birbirleriyle gizlice konuşuyor
Antik çağda iklim değişikliği ve kuraklık
AP: Siyanürlü madenciliğe geçit verilmesin
Asıl 'beka' sorunu ekosistemin bekasıdır
Avrupa'da kuraklık: 'Açlık taşları' ortaya çıktı
Bir ağaç öldü, bir halk ayaklandı
Bir ağaç ve yüzyılın bestekarı
Bir efsanenin hatırlattıkları
Bu toprağın nabzı
Canım kardeşim / Şevval Sam
Çılgın Gediz'den can çekişen Gediz'e
Çözüm: Tarım ve ekoloji
Denizler maden çöplüğü yapılamaz
Doğa-insan ilişkisi üzerine
Doğadaki ekolojik yıkımın bedeli
Doğanın mı batağındayız, kendimizin mi?
Doların yeşili için doğanın yeşili katlediliyor
Ekoloji raporu: Doğa biziz!
Gediz Nehri
Gediz ölmesin, öldürmesin
Gediz'in kıyameti / Özer Akdemir
Genel ekoloji raporu
Göçmen kuşlara inat
Güvercinler eksilirken
Hasankeyf tarihle vedalaşırken
Hayat yutan çukurlar
Hewsel Bahçeleri'nde neler oluyor?
Irlamaz ve Nif çayları
İklim krizinin neresindeyiz?
İyi ki doğdun Doğa
İyi ki doğdun Dünya
Kirlilik yüzünden Gediz Havzası ölüyor
Leylekler
Leylek Çayı
Leylekler giderken
Manisa ve Gediz havzası ekoloji raporu
Mimoza çiçeği ve bir hikâyesi
Nasıl bir madencilik: Doğa bize söylüyor
Papatya
Reis Seattle'in ABD Başkanına mektubu
Seni gidi dut ağacı
Son kuşlar
Su çürüyünce toprak da küser
Su savaşları
Su yaşamdır, yaşamın bir döngüsü
Şarkılar öksüz kaldı
Tarım dışı toprak kullanımları
Toprak talanları
Toprak yutan canavarlar
Turgutlu'da biyogaz tesisinden çevre katliamı
Vadedilmiş topraklarda aşkın tohumları
Vahşi madenciliğe hayır!
Yeşilin Atası: Manisa Tarzanı
Yoksa 1 milyona kadar sayamıyor musunuz?
Yüzyılın dalgası: Ekoloji mücadelesi
 Ekoloji ile ilgili diğer yazılar için tıklayınız Yeşil cennette büyük tehdit!
  
 

 
 Gediz Vadisi'nin yok edilmesine izin vermeyin!  





0 Yorum - Yorum Yaz
   
   
   

İnsan olgusundan iyice kopan ülkemizdeki siyaset, varlığını bir de anti-demokratik yasalara dayalı ve 'dokunulmazlık zırhı' ile sarılı bir şekilde sürdürünce, kendisini bile yutan bu girdap içinde adeta boğulma tehlikesiyle yüzyüze. Bozuk düzenin ve sistemin yarattığı bu siyaset anlayışında insan olgusu ise politikacı için sadece bir oy makinesi anlamında. İnsan olgusunu unutan, halkçı çizgiden kopan bu anlayış, günümüzde daha da kirlenen siyaseti artık bir de tıkanma noktasına getirdi. Ama kalitesiz ve seviyesiz siyaset, bu ülkenin kaderi değil. “Temiz toplum, temiz siyaset” söylemlerinin yeniden doruğa yükseldiği bugünlerde, siyasetin bu ülkede yeniden keşfedilmesi gerektiğine inanıyorum...

   
       
Adını koyalım artık
Ak TL kara gün içindir
Akıncı torunu Mustafa
Alkış ve övgünün dayanılmaz hafifliği
Asıl 'beka' sorunu ekosistemin bekası
Ata'ya 3. mektup
Beyin yıkama ve bellek kaybı üzerine
Bir ağaç öldü, bir halk ayaklandı
Bir ressamın hikayesi
Bir ülke nasıl çökertilir?
Bir ülke nasıl satılır?
Bir ülke, iki model
Biz daha ölmedik - Neriman Yıldırım
Bizim memlekette hiç eşek yok mu?
1. Ege Çevre Kurultayı ardından
Bor madenlerimiz de peşkeş mi çekildi?
Cehalet kol geziyor
"Daha", "en" ve "sadaka" kültürü
Davos'un bedeli
Demokrasicilik oyunu
Dindar emperyalizm
Doların yeşili için doğanın yeşili katlediliyor
Dünya hali
Dünyayı verelim çocuklara
Düşünüyorum da... Düşünemiyorum!
Efendilik savaşı
Efsaneler asla ölmez, şekil değiştirir
Ekoloji raporu: Doğa biziz!
Elbette ki HAYIR!
En kıymetli hazine bilgidir
Eyvah, efsane geri mi dönüyor?
Ezilen ve horlanan hayatlar
Genel ekoloji raporu
Güdümlü tarih
Günahları artınca
Gündem ve insan
Hak edilen ve edilmeyen yaşamlar
Hangisi doğru
Hep o aynı film
Hevsel Bahçeleri'nde neler oluyor?
İşte o fıkra
İyi uykular!
İyi ki doğdun Dünya
Kadın, nedir senin adın?
Karanlık cehaletle birlikte büyür
Kukla iktidarlar ve Mehmetçik
Küreselleşme, modern kölelik, yeni Türkiye
Madenlerimiz üzerindeki kara bulutlar
Memleket nasıl kurtulur?
Modern kölelik çağı mı geliyor?
"Muhterem"in muhteşem dönüşü
Nasrettin Hoca: Dünyayı güldüren adam
Nasrettin Hoca: Bir halk filozofu
Nasrettin Hoca: Tarih boyu inleyen halk
Nasrettin Hoca ve Timur
Nasrettin Hoca yaşıyor
Nazım Hikmet ve Atatürk
Nazım Hikmet 100 yaşında!
Nikeli kim ve neden istiyor?
Önce ekmek, önce iş
Pinokyolar diyarı
Pranga mahkumu bir dost
Savaş değiş barış daha fazla cesaret ister
Seni gidi dut ağacı!
Seçim ve ikilem
Sermaye ve cehalete karşı mücadele
Sevgisizlik ve sonrası
Sivil diktatörlük anayasası
Sivas'ın külleri ve yeşil Amerikan tohumları
Siyaset ve insan
Şarkılar bizi söyler, biz de şarkıları
Şarkıların dilinden
Şiiri zirvede, mezarı sürgünde bir şair
Şimdi yaşam hakkını savunma zamanı
Takvimlerin dilinden
Tehdit altında bir dost
Yalanın saltanatı
20. Yüzyıl: Devrimler çağı
70'lik bir delikanlı: Prof. Salih Özbaran
Yüzyılın dalgası: Ekoloji mücadelesi



0 Yorum - Yorum Yaz

YAZMAK: KUTSAL BİR EYLEM


yazmak

Tanıdıklarım öteden beri hep sorar: 
“Hep yazmak zor olmuyor mu? 

Aslında demek istedikleri: "Bu kadar çok laf nasıl bulunur” şeklindedir, ama kibarca böyle sorulur.

Yazmak kolay mıdır, yoksa zor mudur bilmem ama, tehlikeli iş. Hele de bizim memlekette. Çünkü her yazıda birilerini kızdırabilirsiniz. 

Bazen çok genel bir şey söylersiniz, birileri kalkıp üstüne alınabilir. Çok alıngan bir yapımız vardır ne de olsa (!)


En tehlikeli kısmı da politikacıları kızdırmak. Bugünkü atmosferimiz içinde ortalık yanlıştan geçilmezken, yazdıklarınızla artık ne kadar yönetici, onların çanta taşıyıcısı ve yağdanlığı varsa, hepsini de kızdırabilirsiniz. Bu yüzden yanlış gördüğünüz şeyleri söylemeye devam ettiğiniz sürece düşman sayınız artar. Eleştirilerde iyi niyetli olmanız da bir şeyi değiştirmez. Çünkü genelde eleştirilmeye tahammülümüz yoktur, eleştirilmeyi pek sevmeyiz. 

Eğer bir holding gazetesinde köşe yazarlığı yapıyorsanız, gazete patronunun yönetici çevrelere uzaklığı veya yakınlığı sizin yazılarınızın da niteliğini belirleyebilecek bir içerik oluşturur. Patron hükümete yakınsa, hükümeti eleştirmenize sıcak bakmaz. Uzaksa, sizden yapabileceğinizden hep daha fazla iktidara yüklenmenizi ister. 

Hadi bütün bunları atlattınız diyelim. Sırada bir de Genel Yayın Müdürünün bazı yakınmaları vardır. "Bu kadar uzun yazma yahu! Herkesin işi gücü var. Millet senin yazılarını okumak için bir de parayla adam mı tutacak" diye köpürürler.

Gazetede size sunulmuş olan o köşe, aslında size ait değil gibidir. O köşe, gazete patronunun bir lütfu veya iyi niyeti ile size armağan edilmiştir sanki. Hiç bir zaman tamemen özgür değilsiniz yani. Sansür veya oto sansür denilen illet, hep tepenizde Demokles'in kılıcı gibi sallanıp durmaktadır. Bu duyguyu hep yaşamak zorunda kalırsınız. Ünlü gazeteci Emin Çölaşan'ın, sonradan da üstat Bekir Coşkun'un ve de Vatan Gazetesi yazarı Necati Doğru'nun başına gelenleri açıklıyor bu. Örnekleri çoğaltmak mümkün tabii ülkemizde...

İşte bu noktada bir parantez açmak gerekiyor. Son zamanlarda bu yazmak işine bir başka sorun daha eklendi. “Güdümlü basın” anlayışının yaratılması ile gelişen bir sorun. Yargı, yasama ve yürütmeden sonra, "dördüncü kuvvet" olarak tanımlanan basının da “satılık değerler" arasında katılmasıyla başlayan bu yozlaşma, kimi basın organlarını ve buralarda kalem oynatan kimi yazarları önce kendi değerlerine, sonra halkına ihanete kadar “yalakalık” çizgisine sürükledi. Kimler iktidarsa ve güçlüyse, onların yağdanlığı olmak veya iktidarın papağanlığını yapmak, günümüzde bir moda ve yarış haline geldi basında.

Ama bu işi onurlu bir şekilde yürütüp, asla satın alınamayan kalemler de var. Bu kalemler, genelde sözünü pek esirgemez ve ille de birilerinin gözüne girmek ve bu çevreler tarafından beğenilme güdüsüyle yazmazlar. 

Bu siteyi açma fikri işte biraz da böyle doğdu. Özgürce yazmak! Duygu ve düşünceleri tüm içtenliğiyle dile getirip yazıya dökebilmek, inanın en dürüst ve onurlu olanı.        
 
Öte yandan; ne yazdığınız kadar, nasıl yazdığınız da önemlidir. Hele okurlar. Biri yazınız için  “öldüm...bayıldım...” derken, diğeri “ne gerek var böyle yazılara kardeşim...” diye dudak büker. Biri “gülmeye de ihtiyacımız var, biraz mizah da yapın, hep gerilip duruyoruz” derken, öbürü “bırakın gırgırı yahu, memleket elden gidiyor, sizin işiniz gücünüz dalga...” diye burnundan solur...

Asıl zor olan taraf da burası. Yazmanın da ötesinde şeyler var yani. Herkesi eşit derecede memnun etmek zor. Kaldı ki; illa birilerini memnun etmek diye de bir koşul yoktur. Olmamalıdır da....

Son zamanlarda bu yazma işinin ve gazeteciliğin bir başka zorluğu daha varmış. İşin bu yanı beni pek ilgilendirmiyor, ama yazayım yine de. Basın dünyasındaki bazı dostlarımdan duyduğum kadarıyla, "gazeteciyim" diyene pek kız vermiyorlarmış artık(!) Neyse ki ben o vartayı atlattım! Birincisi; zamanında akıllılık edip başımı bağlatmışım. İkincisi de; ekmeğimi bu işten yemiyorum. Ben asıl bazı acar muhabirlerin yazı ve haberlerine neden her zaman en yakışıklı fotoğraflarını koyduklarını merak ediyorum. Durumlarının ne kadar vahim olduğunun farkındalar mı yoksa? 

Kısacası; yazmak öteden beridir "bela bir iş" bizim memleketimizde. “Yazmak” denilen bu kötü alışkanlık insanın kanına bir kez girdi mi, yazmadan durmak da zor. Hele de yazmak, sizin için okumak kadar büyük bir tutku olmuşsa, işiniz daha zor demektir. 

Ama ne olursa olsun yine de güzel ve saygın bir iştir yazmak. 
Yani; adam gibi yazmak...
Size de tavsiye ederim.



  Silginiz kaleminizden önce bitiyorsa, çok fazla yanlışınız var demektir!
.

 

    Edebi Yazılar 
Siyasi YazılarŞiirler
 Tarihten SayfalarBir Şehrin HikayesiKasaba Ezgileri
 Manisa TarzanıTurgutlu TarihindenSihirbaz Doktor
 Ekoloji
Çaldağı SorunuMaden Dosyası
Gediz NehriYeşil YazılarAraştırmalar
M. Kemal AtatürkChe GuevaraNazım Hikmet
KızılderililerAmazonlarMitoloji
Nasrettin Hoca
MadımakAydoğan Yavaşlı
İz BırakanlarUğur MumcuNot Defteri
      



0 Yorum - Yorum Yaz