70'lik bir delikanlı: Prof. Salih Özbaran

image name

Prof. Salih Özbaran

”Tarih, halkın ruhudur” demiş, bir Sovyet düşünür. A. W. Gulyga’ya göre ise “Tarih, insanlığın belleğidir.”

Tarihi yazmak, insanlığın belleğini diri tutma amacına da hizmet ediyor. Aynı zamanda dünyanın seyri, insanoğlunun yaşam kavgası sürecinde çeşitli uygarlıklar kurmuş, ama tarihin akışı, çağların devinimi ve ivmesi içinde zamanla ortadan kalkmış ya da unutulmuş topluluk, halk veya ulusların ruhunu yaşatmak anlamını da taşıyor.

İşte tarih sayesinde halkların ve insanların yaşamları, felsefeleri, kültürleri, kimlikleri hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Tabii doğru bir tarih anlayışı ile…

Tarihi araştırmak, bir bakıma bulmaca çözmeye de benzer. Ya da bir “yap-boz” oyunu. Doğru parçaları yerli yerine oturtamayınca, ortaya doğru bir resim çıkarabilmenin olanağı yok. Ya da tarihi araştırırken, bir labirentte ilerleniyormuş gibi hissedilir. Bu karanlık tüneli andıran labirentten çıkıp, aydınlığa kavuşabilmek, yol boyunca ilerlerken yolu iyi görebilmek için ışık sunacak bir meşaleye gereksinim duyulur. İşte bu meşale, bilimdir! Tarih ve bilim, bu bakımdan birbirinden ayrılmaz, bütünsellik içindedir. Açıkçası; tarih de bir bilimdir! Yani, doğru bir tarih anlayışı çok önemli. Ya da tarihin bir bilim olduğu gerçeğini bilmek çok önemli.

Ne var ki; günümüzde bile hala tarihi bilimselliğin ötesinde algılayanlar var. Ortaçağın feodal kültürünün bir kalıntısı olan felsefe ve düşünce tarzlarını aşamayan, bilimselliğe ulaşamayan pek çok zihniyet, bugün bile tarihi masal, efsane ve hurafelerle özdeşleştirmiş veya süsleyip püslemiş durumda. Onlara göre tarih; bir efsaneler toplamı. Veya masalsı bir anlatımı olan, mistik esintiler taşıyan ve bol hurafelerle de süslenen bir  “zaman edebiyatı”. Bu yüzden kendi tarihimizi araştırırken bile, bilinmezliğin getirdiği “gizem”, kimi araştırmacıları bu “gizem”in büyülü havasına sokup, ya mistisizmin sisli yoluna ya da mitolojinin masalsı dokusuna saptırıyor. Bu yüzden de bazen tarihi bir olayı okurken, size bu olayla ilgili gerçek mi, yoksa bir masal mı anlatılmaktadır, bunu ayırt edebilmekte zorlanırsınız. 

Liseli yıllarımda, profesör sıfatı taşıyan kimselerce yazılmış tarih kitaplarında masal anlatıldığına tanık oldum. Profesör ünvanlı biri tarafından İstanbul’un fethinin “Fatih Sultan Mehmet’in bir an atını kızgınlıkla denize sürüp dörtnala koştuğu, sonra da geriye dönüp bakınca atın ayaklarının hiç ıslanmadığı, böylece ilahi bir kudret nedeniyle atının denizin üzerinde hiç batmadan yürütüldüğü, işte bu nedenle İstanbul’un fethedilebileceğine herkesin çok inandığı” şeklinde anlatıldığını çok iyi hatırlarım. Hatta o zamanki tarih ve sosyoloji kitaplarında kurttan türediğimizin nasıl da ballandıra ballandıra anlatıldığını hiç unutmam…

Liseli yıllarımdan bugüne geçen bunca zaman sonra tarih anlayışında değişen bir şey oldu mu? Oldu tabii ki, ama daha da kötüye doğru ve zamanın ortamına uydurularak. Örneğin Çanakkale Şehitleri’ni Anma Haftası açılışları artık ilahiler ve dualarla yapılıyor! Sonra da Çanakkale zaferinin evliyaların yardımları ile kazanıldığı anlatılmaya başlanıyor. Yani, tarih gerçeklerden koparılıp soyutlanarak, içine masallar ve hurafeler doldurularak insanları bir amaç doğrultusunda aldatıp uyutmak için bir araç haline dönüştürülüyor yine.

Oysa Mustafa Kemal şöyle der: “Tarihi yazanlar gerçekler konusunda tarihi yapanlar kadar dürüst, samimi ve titiz davranmazlarsa, asıl gerçek anlaşılmaz bir hal alabilir.”



Peki bizde tarih anlayışı neden böyle? İşte bunun cevabını Prof. Salih Özbaran’ın “Güdümlü Tarih” adlı kitabında bulabilirsiniz. Tarih güdümlü bir şekilde yazılıp anlatılıyor. Amaç, asıl gerçeği gözlerden ırak tutmak, insanların dikkatinden kaçırmak çünkü. Bu yüzden tarih bizde zamanın içindeki hakim olan iktidarların topluma dayatmaya çalıştıkları kendi öğretileri doğrultusundaki yönlendirmelerine göre bir uslüp, amaç ve anlatım tarzına bürünüp, o iktidarın niyetine göre bir araç haline getiriliyor.

Bizde tarih nasıl bu hale getirilmiş? İşte bunun da cevabını Prof. Salih Özbaran’ın“Geçmişi Güncelleştirmek” adlı bir diğer kitabında bulabilirsiniz. Bizde tarih bu şekilde, değişen iktidarların zihniyetine, emellerine ve hedeflerine uygun bir şekilde değişik kalıplara büründürülüp zamanın koşullarına uydurularak anlatılır. İşte bunu “geçmişi güncelleştirmek” diye açıklıyor Prof. Özbaran. Örneğin Çanakkale Savaşı, geçmişimizde yer alan, insanlığın ve tüm dünyanın hala unutamadığı destanlaşan bir zaferdir. Ama Türkiye’nin içinde yaşadığı bugünkü siyasi atmosferi içinde nasıl anlatılıyor? İlahiler ve mevlit eşliğinde açılıp, evliyaların yardımı ve desteğiyle kazanıldığı anlatılıyor. Çünkü zamanın efendilerini ancak bu anlatım tarzı ve üslup memnun ediyor…

Böylelikle asıl gerçek gözlerden saklanıyor. Önce bilimden koparılıp, bir başka anlayışın etkisine sokuluyor. “İnsan aklı”, “özgürlük ruhu” ve “insanlık onuru” gibi yaşamda insanlık için en önemli değerler ortadan kaldırılıp, tarihi gerçekler yerine masallar anlatılmaya başlanıyor. Yani Prof. Özbaran’a göre, geçmişimiz zamanın siyasal atmosferine uydurulacak şekilde güncellenmektedir. Gulyga’nın tanımıyla, “Tarih, insanlığın belleği” ise eğer, demek ki birileri sizin belleğinizle oynuyor. Ya da “Tarih, halkların ruhu” ise eğer, demek ki birileri atalarınızın ruhu ile de oynamaya çalışıyor…

Bunları bize bir tarih profesörü anlatıyorsa eğer, bilin ki durum çok vahim o zaman! Yani, bize gerçek tarih anlatılmıyor ya da doğru anlatılmıyor. Sadece birilerinin istediği şeyler, birilerinin istediği şekilde anlatılıyor. Prof. Özbaran’ın bu kitaplarını okurken, bir Kızılderili atasözünü hatırladım. “Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar, kitaplar sadece avcıyı över” der, bir Kızılderili atasözü. Prof. Özbaran’ın “güdümlü tarih” ifadesini ne kadar da güzel anlatan bir söz…

Tarihi yapanların hep krallar, padişahlar olduğu anlatılır. Oysa gerçek bu değil. Ya da iyi niyetli bir tarihçi çıkıp size “tarihi yapan halktır” der. Bu tanım gerçeğe daha yakın olduğu için yürekten benimseniverir. Ama yeterli mi? Eğer tarih, “halkların ruhu ve belleği”demek ise, o zaman bu tanımın eksik olduğunu düşünmek gerek. Prof. Özbaran’ı okuduğunuzda, bu eksiğin ne olduğunu fark edersiniz: Tarihi yaptıran nedir? Uygarlık tarihi boyunca halklara tarih yaptıran şey, “insanlık onuru”dur. Öyleyse, tarihi yaptıran eğerinsanlık onuru ise, tarihi yazdıran da “insanlık bilinci ve akıl” olmalıdır. Ancak o zaman insanlığa gerçeği söylemiş olursunuz…

Prof. Salih Özbaran, 27 Mayıs 2011’deki Turgutlu Çevre Platformu (TURÇEP) bürosu açılış töreninde
Güdümlü Tarih ve Geçmişi Güncelleştirmek adlı kitaplarını okuyup bitirdikten sonra,Prof. Salih Özbaran’ı getirdim gözlerimin önüne. Dudaklarımda beliren hafif bir tebessümle, “Ben size boş yere ‘delikanlı’ diye hitap etmedim sevgili hocam” diye düşündüm. Mecazi olarak ‘delikanlı’ tanımını hangi anlamda kullandığım anlaşılmıştır. Dürüst, mert, karakteri ve kişiliğiyle dimdik bir duruş sergileyen kişi. Düşünce tarzı boyutunda ise, aydınlık düşünceleri nedeniyle dinamik bir üretkenliğe, cesur bir tavır ve anlayışa sahip bir karakter. Çünkü hiçbir kralın veya diktatörün öldürmeyi başaramadığı insanlık onuru ile özgürlük ruhunun varlığını gür bir ozan sesiyle bağıran bir tarihçidir Prof. Özbaran. Delikanlı bir tarihçi ya da…

Bu yüzden, Çaldağı mücadelesinde de bir bilim insanının onurlu duruşunu sergileyerek dimdik saf tutmuştur Prof. Salih Özbaran. Bu yüzden, Çaldağı mücadelesinde bir bilim insanının verebileceği en önemli katkıyı yazdığı makaleleri ve "Çaldağı Benimdir" adlı kitabıyla sunmuştur. Bu yüzden eğer Salih Özbaran “Çaldağı benimdir, bizimdir” diyorsa, bilin ki bu doğrudur. Çünkü delikanlı bir tarihçi söylüyor bunu.  

Yaşı 70 civarında. Ama ben ona “delikanlı” diyorum. Boş yere değil. Nice tarih profesörleri o tiz ve cılız sesleri ile tarihi gerçekleri nasıl saptırırız diye masallar üretip, tarihi olayları hurafelere bezeyerek anlatmaya çalışırken, Prof. Salih Özbaran yazdığı nice kitabı ve makaleleri ile “masal anlatmayın!” diye gür bir ozan sesiyle seslenmiştir. Nice genç insandan çok daha diri ve dimdik şekilde Çaldağı mücadelesinde saf tutmuştur.

Bu yüzden, yazıya konu edindiğim 2 kitabını bitirdikten sonra, içimden geçen duygular 2 kelime ile ifade buldu, tarihin ne olduğunu bize bir tarihçi olarak anlattığı ve bir tarihçi olarak, “Çaldağı benimdir, bizimdir” dediği için:  “Teşekkürler delikanlı!”

 Bir kitap: Çaldağı Benimdir!

Aslen Turgutlulu olan emekli tarih profesörü Salih Özbaran, Çaldağı konusunda bilim insanının sergilediği duruşla özel bir yer edindi. Çeşitli makeleleri yanı sıra, 2011 yılında yazdığı kitapçık ile de katkılarını daha yukarılara taşıdı.

Kitabının önsözünde şöyle diyor: "Çaldağı sorununa bu denli kayıtsız yaşamış olmanın ezikliğini duyumsadım, okumuş, mürekkep yalamış hemşehrilerimin vurdumduymazlığına tanık oldum. Şimdi de kentimi kuşatmış sermayenin gelecekte yaratabileceği korkunç doğa tahribatının ürküntüsünü yaşamaktayım. Ancak Turgutlu'nun Çaldağı, bilginlerin uyarıları paniğe sevkediyor beni..."

  Okumak için tıklayınız




0 Yorum - Yorum Yaz