Bir çöküş ve Osmanlı gerçeği

Bir çöküş ve Osmanlı gerçeği

Anadolu’daki Türk uygarlıkları içinde ilk kurulan uygarlık olan Selçuklular, öteden beri hep Osmanlılar’dan çok daha az tanınan bir uygarlık olarak kalmıştır. Oysa ortaçağın insan uygarlığı sürecinin politik, sosyo-ekonomik tavrı ve etnik gruplara karşi hoşgörülü yaklaşimı açısından bir değerlendirme yapıldığında, Anadolu Selçuklulularının vurduğu damga, Osmanlı Devleti’ne kıyasla daha hoşgörülü, kültürel olarak da çok daha görkemli olarak görülebilir.
 
Öncesi ve sonrasıyla ömrü yaklaşik 100 yıl süren, ama Haçlı Seferleri ile Moğol akınları arasında sıkışıp kalan Selçuklu uygarlığının bu izleri, özellikle de Anadolu Selçuklulularının lideri Alaeddin Keykubat’ın bilge ve hoşgörülü kişiliğinden kaynaklanır. Örneğin Oktay Ekinci, Anadolu Selçuklularını, “Anadolu’da ortaçağ aydınlığının mimarları” olarak değerlendirirken, bu aydınlığı da Alaeddin’in lambasından saçılan ışıltıyla açıklar. (Oktay Ekinci - Uygarlıkların İzinde- Cumhuriyet Gazetesi, 13 Aralık 2001, Sf: 13)
 
Selçuklu kültürü; dinsel kalıplara sığmayan bir kültürdür. Bu dönemde tüm inançlara uyumlu bir kültürel sentez yakalanabilmiştir.
 
Günümüzün özellikle “ırkçı” ve “dinci” zihniyetlerinin adeta tam bir uzlaşma içinde gizledikleri Selçuklu farkı, şöyle belgeleniyor: “Anadolu Selçuklu Devleti; görece kısa ömrüne karşin Orta Asya, İran, Arap, Bizans, Ermeni, Yahudi, Kürt ve Türkmen kültür ögelerini, Anadolu tarihinin en görkemli uygarlık sentezinde bir araya getirdi.” (Oktay Ekinci - Uygarlıkların İzinde- Cumhuriyet Gazetesi, 13 Aralık 2001, Sf: 13)
 
“Mengücük beyinin, şifahanesinin kapısına insan figürleri koydurmasının İslamdaki yasaya rağmen ne denli zor bir karar olduğunu anlamak için, Süleymaniye’de bu olasılığı düşünmek yeter. 16. yüzyılda Kanuni bile bunu yapamazdı… Selçuklu toplumunda hükümdarların dini kaidelere uyma baskısı hissetmedikleri bir gerçektir… İbni Bibi’nin Selçuknamesi’nde büyük yer tutan yoğun şarap içilen saray törenleri gibi…” (Doğan Kuban)
 
Tüm bunlarda kuşkusuz ki, Anadolu Selçukluluları’nın hükümdarı Alaeddin Keykubat’ın bilge kişiliği ve engin hoşgörüsü etkendir. Ama Selçuklulardaki bu “aydınlanma"nın gizi ise şöyle açıklanabilir: “Orta Asyalı ve İranlı’yı, Arabı, Kürdü, Gürcüyü, Ermeniyi ve Rumu Türkle birleştiren bir potaydı… Sanatçılar da oradan çikmistir. Ama Anadolu Selçuklu sanatında bir ayrıcalık varsa, İslamın bu yorumunu 400 yıldır İslami damgalarla sanat üreten Arap ve İranlı ustalar değil, Selçuklu sultanlarla Türkmen emirlerinin hoş-görüsüne sığınan Anadolulu ustalar yapmıştır. Bunlar; Anadolu yerlileri olan Hristiyanlarla kaynaşarak kentleşen Türklerdir…” (Doğan Kuban)  
 
Kültürel ve sanatsal alanda bu “aydınlık” ustaların, bu Türklerin ve hepsinin aydın sultanı olan Alaeddin Keykubat efsanesinin ne denli “gerçek” ve bugün için bile “yol gösterici” olduğuna bir örnek olacak biçimde küçük bir ayrıntı olarak kabul edilebilir. İlk gençlik yıllarını, Bizans’ın başkenti İstanbul’da (o zamanki adıylaKonstantinapolis“sürgün” olarak yaşayan Alaeddin Keykubat, sonrasında ise, Anadolu’daki Selçuklu’nun“aydınlık uygarlığı”nı doruğa çikarmistir… Bir aşiretten bir cihan imparatorluğuna uzanan bir çizgiye sahip olan Osmanlı Devleti’nin kurucusu olacak olan Kayı Aşiretinin Anadolu topraklarında yerleşimi sırasında da Keykubat’ın önemli bir rolü olmuş, bir anlamda, bu aşiretin yaşaması ve devamının sağlanmasında ön ayak da olmuştur.

Osmanlı gerçeği

Anadolu’da tam 700 yıl hüküm süren Osmanlı uygarlığı döneminde ise, bazı iddiaların tersine, bu nitelikte bir hoşgörü ve aydınlanma izlerine rastlayabilme, Selçuklulara kıyasla, daha zayıf kalabilir… Bunun nedenlerini de şöyle sıralayabilmek mümkün: Anadolu’da 700 yıllık bir ömrü olan Osmanlıları, Osmanlılarla dostluk ilişkisi hiç kesilmeyen Alphonse de Lamartine şöyle tanımlar: “Yönetmekten çok, fethetmeye dönük bir tavırda olmuşlardır.”
 
Aydınlanma yanlısı bir cumhuriyetçi olan ve dostluk ilişkisi içinde bulunduğu Osmanlıları da bu bakış açısıyla irdeleyen Lamartine: “Bir bütün olarak gözler önüne serilen Osmanlı coğrafyası, şimdiye dek yeryüzünde görülmemiş genişlikte bir alanı kaplıyordu. Her biri tek başina bir krallık olabilecek bir güçte kırk beylerbeyliğine ayrılmıştı… Bu kırk beylerbeylikden Avrupa’da olanlar Macaristan, Bosna, Rumeli, Girit, Yunanistan, Ege Adaları, Makedonya, Trakya, Sırbistan, Bulgaristan’dı. Afrika’daki beylerbeylikler ise, bütün Küçük Asya’yı içine alan Anadolu, Karaman, Kıbrıs Krallığı, Suriye, Mezopotamya, Gürcistan, Kafkas ülkeleri, Bağdat, Fırat kıyıları, Trabzon Krallığı, Kudüs, Basra, Musul, Diyarbekir, Kızıl Deniz kıyısındaki iki Arabistan eyaleti, Aden ve Hint Denizi’nin bir bölümü idi… Bu eyaletlere ek olarak Babıali’nin, kendi yasalarına göre hükümdarlarını seçtiği, yarı bağımsız ülkeler olan Transilvanya, Boğdan, Eflak, Ragusa Cumhuriyeti ve bazen de Lehistan vardı. Eski dönemlerin, imparatorlukları İstanbul çevresinde öyle bir toplanmışlardı ki, Osmanlı İmparatorluğu’ nun yüzölçümü, iklim, nüfus ve zenginlik bakımından, Roma İmparatorluğu’nu çok çok aşiyordu…” değerlendirmesiyle Osmanlı coğrafyasının bir tablosunu çizer.(Alphonse de Lamartine - Osmanlı Tarihi, Cilt: 2)
 
Ama Lamartine, Osmanlı Devleti’nin 700 yıllık ömrü sürecinde yaşanan sürekli kargaşalar, yozlaşma ve yedi düveli dize getirmiş bu cihan imparatorluğunda ortaya çikan ve gerilemeye neden olan çürümeyi de, gerçekten bir aydın ve sosyolog gözüyle yaptığı şu saptama ile çok can alıcı bir şekilde ortaya koyar: “Osmanlı yönetmekten çok, fethetmeye dönük bir davranışa sahiptir…”             

Lamartine’e göre, Batı dünyası, fethetmek yerine, yönetmeyi ögrenmeye büyük çaba harcamıştır: 
“Avrupalılar arasında, iyi yönetimde, tarım ve sanayide, sanat ve bilimde, iş bölümünde, denizcilikte, yeni topraklar ve kıtaların keşfedilmesinde, orduların disiplini ve silahlandırılmasında, savaş tekniğinde sürekli rekabet vardı. Hıristiyan Batı, bu alanlarda güvenli adımlarla ilerlerken ülkelerinde de iç savaşlar bitmiş ve unutturulmuştu. Ortodoks mezhebi ile olan çatisma, artık bıkkınlık verdiğinden terk ediliyordu. İttifaklar sistemi ile Avrupa dengesi, büyük ve küçük devletlerle konfederasyon kurulmasını sağlayan, genel bir hukuk ve diplomasi yaratmıştı. Batıda’ki bu konfederasyon içinde, her ülke, ötekinin bağımsızlığına kefil oluyordu…” (Alphonse de Lamartine - Osmanlı Tarihi, Cilt: 2, Sf: 551)
 
Cumhuriyetçi Lamartine’in, Doğu olarak nitelendirdiği Osmanlı ile ilgili yaptığı Batı’yla kıyaslama saptaması ise şöyle: “Bu koca imparatorluk şöyle yönetilirdi: Sanki asker bir valiye, sıkı yönetim altında bir ülke teslim edilmişti. Bu yetkilerin, hükümdarın denetim ve gözetiminden uzakta, tevekkülden başka sığınacak yeri olmayan halkı, tamamen keyfi olarak yönetmesindeki sakıncalar, rahatlıkla kavranabilir. İmparatorluk, sürekli fetihlerle merkezden uzaklaştıkça; yasalar, edebiyat, sanat, görkemli yaşantı, şan ve politika alanları da gelişiyor, buna karşilık yönetim sistemi o derece yozlaşiyordu… Sürekli fatih ve bağımsız aşiretler olarak yaşamaları yüzünden, Osmanlı ırkının yönetim alanındaki en büyük kusuru da ortaya çikmisti. Örnegin İçişleri Bakanlığı yoktu. Yani milli yaşamın hıyerarşik ve düzenli çalismasini sağlayacak, binlerce çark olmasına karşilık, büyük bir yay yoktu. Yönetim alanında ilerlemek ve yenilikleri uygulamak, hemen hemen olası değildi. Yönetim biçimi, tamamen yöneticilerin kişiliğine bağlıydı…

İşte Osmanlı İmparatorluğu, ordu ve başkent olarak, en yüksek noktasına erişirken; eyaletlerinde, millet olarak nüfusu azalıyor, verimsizleşiyor, fakirleşiyor ve gerilemeye başlıyordu. Bu toplumda din, adalet, hukuk, savaş yeteneği gelişirken, Batılı milletlerin özelligi olan düzen, birlik, hıyerarşik sorumluluk, yazgısını günümüze kadar etkiliyordu; elinde çok büyük toprak, sayısız insan ve yeraltı zenginlikleri toplanıyor, ama bütün bunlardan yeterince yararlanamıyordu…”
 (Alphonse de Lamartine - Osmanlı Tarihi,Cilt: 1, Sf: 475)
 
Aydınlanma yanlısı bir cumhuriyetçi gözlemiyle, Lamartine’in yaptığı bu Doğu-Batı kıyaslaması, kuşkusuz ilginç bir kıyaslama. Bu ilginçliğin bir diğer yanı da şu ki; Gerileme Devri’nde, hangi fikirden olursa olsun, Osmanlı aydınlarının bir çogu da, hep “Batılılaşma” üzerinde kafa yormuş ve “Batıya benzemek” düşüncesi o denli egemen olmuştu. Hatta bugün, 21. yüzyılda bile, Türkiye Cumhuriyeti, hala “Batılılaşma” anlamında Avrupa Birliği normlarına uyma, kriterlerini yerine getirme ve uyum sağlama sürecini yaşamaktadır.
 
Tanzimat Hareketi, bir anlamda Osmanlıyı “Asyagil” kimliğinden sıyrılıp, Anadolu kültürünü özümseyip, Batılı normlarla “evrenselliği yakalamaya” zorladıysa da, “evrenseli yakalayamadığından ötürü” de çöken Osmanlı’nın ardından doğan yeni Türk Devleti de, bu gerekliliği, Atatürk’ün “ulusçuluk”, “laiklik”, “cumhuriyetçilik”, “halkçılık” ve “devrimcilik” ilkeleri ile Türkiye’yi çagdas uygarlıklar düzeyine taşiyacak bir“itenek” olan ”Atatürk devrimleri”ne havale etmiş durumdadır.  
 
Öte yandan, Lamartine’in Osmanlı’nın çürüyüp yozlaşma ve nihayet gerileme ve başarısızlığına temel neden olarak gösterdiği nitelikler, günümüzde Osmanlı hayranı ve fetih tutkunu bazı tarihçilerimiz açısından, (özellikle resmi tarihçiler) “Osmanlının hoşgörüsü” olarak da değerlendirilir. Hatta bu hoşgörü sayesinde Osmanlı Devleti’nin 700 yıllık bir ömür sahibi olduğu da savunulur.     
 
Ne var ki; Batı dünyası, daha 15. yüzyılda “Rönesans”ı yaşarken, dinci yobazlık ve bağnazlığın dar kalıplarını kırıp sıyrılarak, bilime ve sanata yönelirken, Osmanlı ise bu treni kaçırmıştır. Bir yandan hala fetihlerle uğraşan Osmanlı, öte yandan da 400 yıl sürecek bir zaman dilimi içinde Anadolu Birliği’ni sağlama mücadelesi veriyordu… 17. ve 18. yüzyıllar ise, Batı’da “aydınlanma devrimi” ve “sanayi devrimi”nin yaşandığı yüzyıllar olarak gelişirken, Osmanlı’da ise “duraklama-gerileme ve çöküs” dönemleri olarak yaşanmıştır…