Doğada yaratılan ekolojik bir yıkım varsa eğer, insanca yaşam hakkı da tehdit altına girer!

Doğada yaratılan “ekolojik bir yıkım” varsa eğer,
“insanca yaşam hakkı” da tehdit altına girer!

 
Küresel ısınmadaki artışın bir başka anlamı
Bugünkü uzay çağında başka gezegenleri keşfe çıkıp da buralarda yaşam var mı diye araya duralım, sonsuza kadar içinde yaşamak zorunda olduğumuz kendi gezegenimiz "Dünya"ya ise iyi baktığımız söylenemez. Atmosferik ve iklimsel özelliklerde görülen bozulmalar (küresel ısınma, iklimlerde normal olmayan değişim, ozon tabakasındaki delinmeler, buzullardaki erimeler vs. gibi etkenler) nedeniyle artık günümüzde “ekoloji” konusu önem kazanıyor. Dünyanın da aslında bir canlı olduğu bilinciyle soruna bakıldığında, küresel ısınmadaki sürekli artış, ateşi sürekli yükselen bir insan için tanımlandığı gibi, gezegenimizin hastalandığını anlatan bir ayrıntı olarak görülebilir. Dolayısıyla bu durum, dünya insanlığını günümüzde hiçbir zaman olmadığı kadar doğa ve ekolojik yaşam konusunda kafa yormaya, duyarlı olmaya, doğadaki ekolojik yaşamı sahiplenmeye yönelten nedenlerden biri.

Küresel krizin diğer sonuçları
Öte yandan sorunun diğer boyutu daha da çarpıcı. Küresel sermaye dünyayı tarihin en berbat bunalımına sürüklemiş, kapitalist sistem kendi yarattığı krizden artık çıkamayacak hale gelmiştir. Bu gelişme de, Türkiye gibi bir çok ülkede sermaye düzenini vahşi kapitalizm aşamasına getirirken, günümüzde artık sadece emek ve alın terinin, insanın ve halkın sömürüsü ile yetinemeyecek halde olan kapitalizm, - kendisi için yeni kaynaklar yaratabilmek adına - doğayı da kendi sermaye birikimine sokmayı hızlandırmış, doğal varlıkları metalaştırmaya başlamış, dolayısıyla doğaya yönelik sömürüsünü arttırmıştır.

“Küreselleşme” politikasının etkisi ile kendisini alternatifsiz tek düzenmiş gibi gören ve dayatan kapitalizm, bu şımarıklıkla kendisini doğanın da sahibi sanacak kadar başı dönmüş halde. Emperyalizmin dünyayı sadece kendi pazar alanı olarak görmesi gibi, doğayı bir meta olarak gören sermaye, bu nedenle doğayı da kendi çıkarı doğrultusunda özelleştirmeye yöneldi.

Bugün Türkiye’deki mevcut sistem; doğayı kendi çıkarı için özelleştirip, “çevre” dediğimiz, tüm canlılar ve insanların ortak yaşam alanlarına vahşice bir saldırganlıkla el uzatacak kadar gözü dönmüş bir sermaye düzenini temsil ediyor. Dereler ticarileştirilip, kamuya ait olan suyumuza el konuluyor, tüm su kaynakları, meralar, tarım alanları, ormanlar, sit alanları, hatta denizler bile sadece sermayenin çıkarı için kullanılmak adına tüm canlılar, insanlar ve halklar yok sayılırcasına talan ediliyor.
 
Ekolojik yaşam “rant kapısı” haline getirildi!
AKP hükümeti aracılığıyla enerji üretimi bahanesi ile dayatılmak istenen HES, RES, JES vb projeler, kendisini doğanın sahibi zannedecek kadar başı dönmüş kapitalist sistemin veya doğayı bir meta gibi algılayan gözü dönmüş sermayenin, doğadaki ekolojik yaşamı da sömürmeye yönelik geliştirdiği “doğayı sermayenin çıkarı doğrultusunda özelleştirme” tavrıdır da. Bu durumda doğadaki ekolojik yaşam bir rant kapısı haline getirilip, yolsuzluk ve rüşvet çarkı artık ekolojik yaşamı da kapsarken, doğa ve ekolojik yaşam korkunç bir tahribatla karşı karşıya kalıyor. Öte yandan halkın mülkü acele kamulaştırmalarla elinden alınıp sermaye guruplarına peşkeş çekilirken, en verimli tarım alanları sermayenin çıkarı için feda ediliyor, halkın elinden suyun kullanma hakkının bile alınmak istenmesine kadar gözü dönmüş bir saldırganlıkla gerçekleştirilen ekolojik tahribatlar ortaya çıkıyor.

Doğa-insan ilişkisi açısından soruna bakıldığında, insanın da doğanın bir parçası ama doğadaki en değerli canlı varlık olduğu göz önünde alındığında görülecektir ki; doğada yaratılan ekolojik bir yıkım varsa eğer, insanca yaşam hakkı da tehdit altında demektir. Önce Gezi Park, sonrasında Yırca köyü ve en son da Artvin Cerrattepe örnekleri bu gerçeği göstermiştir.

Doğanın tüm enerji kaynakları ve zenginliğini sadece kendi sermaye birikimine sokarak doğayı da sömürüye yönelen küresel sermayenin dayattığı böyle bir politika doğrultusunda, ayrıca yeraltı zenginliklerinin talan ve yağmalanmasına da yönelindi. Mevcut madencilik yasası, bu nedenle yeraltı zenginliklerimizin yağmalanıp soyulmasını yasal hale getirmek için yapılmış bir düzenlemedir.

“Yağma yasası” diye de tanımlanacak böyle bir yasa olunca, çeşitli sermaye grupları tarafından “madencilik” adı altında korkunç çevre katliamlarına neden olacak ucube projeler uygulanmak isteniyor, vahşi madencilik projeleri ile çevre ve insan sağlığı hiçe sayılıyor. Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmak istenen madencilik projesi ise “vahşi madencilik” deyiminin türetilmesine en somut örnek olurken, Turgutlu halkının yıllardır süren onurlu yaşam savaşımına da neden olmuştur.
 
Çevre Bakanlarının sözleri bir suçun itirafıdır!
Şimdiki Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki'nin "Çevreyi put yapmışlar, sermayenin önünü açacağım" şeklindeki sözleri, önceki Çevre Bakanı Fatma Güldemet Sarı’nın “ÇED Davaları yatırım düşmanıdır” sözü ile daha önceki Çevre Bakanı İdris Güllüce’nin “Çevre, helal maldır” sözleri ürkütücüdür. Bir Çevre Bakanı, “çevre”ye tüm canlıların ortak yaşam alanı olarak değil de “mal” gözüyle bakabilir mi? Önceki ve şimdiki Bakanların sözleri aslında ülkemizdeki sermayenin doğaya meta gözüyle baktığını, doğanın tüm yaşam kaynaklarını sadece kendi çıkarı için sömürmeye yöneldiğini ve neden çevreye karşı saldırgan bir politika izlendiğini açıklamaktadır. Bakanların sözleri aslında bir suçun da itirafıdır..

Tıpkı daha önceki Çevre Bakanlarının sözleri gibi: 17 Aralık’ta başlayan yolsuzluk ve rüşvet operasyonu sonucu istifa etmek zorunda kalan önceki Çevre Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın “Ben ne yaptıysam Başbakan Erdoğan’ın bilgisi dahilinde ve isteği üzerine yaptım…” sözleri ve ondan önce bu bakanlık koltuğunda oturan Veysel Eroğlu’nun Turgutlu Çaldağı’ndaki madencilik için verdiği izni “Ne yapayım İngilizler çok baskı yaptı o yüzden istedikleri izni vermek zorunda kaldım…” şeklinde açıklayan sözleri, ondan önce bu makam koltuğunda oturan AKP Hükümeti’’nin ilk çevre bakanı Osman Pepe’nin “Çevreye ve insana saygılı olmadıkları için ben Çaldağı’ndaki bu madenciliğe izin vermedim…” şeklindeki sözleri de itiraf değil midir?

İşte bu yüzden, bugün doğayı kendi hükümetine karşı koruyan bir toplum haline geldik…

Doların yeşili için doğanın yeşili katlediliyor!
İzlenen yanlış ekonomi, tarım ve çevre politikalarının yarattığı bir başka sonuç; Çevre Bakanlarının sözleriyle ifade ettiği gibi sermayenin çevreyi meta olarak gördüğü bir sistemde, ekolojik yaşam da “rant kapısı” haline getirilmiştir. Doların yeşili için doğanın yeşili katledilmektedir. Bu kâr hırsının yarattığı bir sonuç; insanların ortak yaşam alanlarına kadar dayanan sermayenin çevreye karşı saldırganlığı ile ekolojik yaşam ve insanca yaşam hakkı tehdit altına girmiştir.

Dünyanın en güzel coğrafyasında yer alan Türkiye, vicdanların cüzdanların gölgesinde kaldığı bir yer olmamalı. Hukuk biterse insanlık biter, insan hakları kaybolursa toplumsal barış da kaybolur.

Günümüzde insanların ortak yaşam alanlarına kadar gelip dayanan sermaye düzeninin gözü dönmüş korkunç saldırganlığına karşı her alanda çevreci direniş hayati bir zorunluluk olarak doğup, şekillenip, büyümeye başladı. Ekoloji mücadelesi, toplumsal hedefleri olanların mücadelelerini besleyecekleri bir atar damar halini almıştır bugün. Bu nedenle yaşadığımız yüzyıla damgasını vuracak en önemli gelişmelerden biri de "ekoloji mücadelesi" olarak ortaya çıkmıştır…
Ayrıca okumak için tıklayınız:   Manisa ve Gediz Havzası Ekoloji Raporu

Yorumlar - Yorum Yaz