Gülen yüzlerde ağlayan gözler

Gülen yüzlerde, ağlayan gözler

Özgürlüğün bedeli hep bu mudur:
Acı, kan ve gözyaşı?
Bundan dolayı mıdır o yaman çelişki:
Gülen yüzlerde, ağlayan gözler?

Yangından ve ölümden kurtulmayı başararak şehir dışına kaçan pek çok Kasabalı, 5-6 Eylül’de göç için yollara düşmüştü...

“Tabakhanenin yanından, daha doğusundaki Hasan Çavus’un zeytinli bağında saklanarak, geceyi orada geçirdik. Sabah olup ortalık ağarınca, her asma ağacının altından bir insan başının çıktığını gördük. Bunlar, yaşlı kadın, kız ve erkek çocuklardı. Bütün gece, kısılmış ağlamalar, iniltiler duyuldu. Bunlar, akrep ve benzeri böceklerin soktuğu insanların ya da baskıya uğrayan kadın ve kızların feryat ve figanları idi. Nitekim bizim yanımızdaki gözleri görmeyen yaşlı Kezban bacı da akrepten payını almıştı..


Gün doğarken, herkesle beraber, kafile halinde “Kargılı Yol”un kuytusundan faydalanarak ovaya doğru yürümeye başladık. Anam hamileydi, 2 yaşındaki kardeşimi sırtlamak bana düştü. Demiryoluna geldiğimizde, bu yolun çekilen kılıç artıkları ile çapulcu Rum ve Ermenilerden oluşan kişilerle tıkandığını gördük. Bu tıkanıklığın, Batı Cephesi komutanlığımızın 4 Eylül 1922 Pazartesi günü saat 13.45’te verdiği emir dolayısıyla, ordumuzun 5 Eylül 1922 Salı günkü hedeflerini İngilizlerden öğrenen Hacı Anesti’nin, General Franko birliklerinin kalıntılarına, bütün kuvvetlerini Kasaba’ya çekmesi emrini vermiş ve bu emrin yerine getirilmiş olmasından kaynaklandığını sonradan öğrendik...


Bu durum karşısında, herkes gibi biz de çaresiz olarak demiryolunun altındaki köprünün dere yatağından yılanlar gibi sürünerek, yine kargılı yolun devamınca ovaya kaçtık. Bu yol bitince de, arada sırada da olsa, havada görülen düşman uçaklarından korunmak için, böğürtlen dikenleri ile örtülü hendeklerin içinden çakallar gibi sürünüp, babamın bulunduğu Yassıgeçit’teki bağımıza ulaşabildik. Bu defa 6 Eylül 1922 Çarşamba sabahı yollarını şaşırarak, tarlalar içinden dağınık ve başıbozuk bir halde kaçan karışık birliklerin saldırısına uğradık. Bunlar, 1. Süvari Tümeni’mize bağlı birliklerin saldırıları üzerine Sart-Bintepeler hattında tutunamayan topçu takviyeli düşmanın, Plastıras tümeninin efzonlarla karışık, kaçan gözü dönmüş canavarlarıydı. Hepimize saldırdılar, üzerimizde para, saat ve kadınlardaki mücevher gibi neler varsa hepsini aldılar. Saldırılar mala ve dipçiklemek de suretiyle cana yönelikti. Bu gurup ağabeyimi ve daha birkaç erkeği yanlarına alarak götürdüler. Fakat bu kılavuzlar da, bu güruhu ova içinde hedefsiz bir şekilde dolaştırdıklarından, bunların hepsi hiçbir silah kullanmadan, beş on saat sonra gelen birliklerimizce esir alındılar...”
(Opr. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy - Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatürk, Sf:352)


Tüm bunlar, elbette ki o vahşet ortamından kaçmayı başaran ve sonrasında da canını kurtarabilenlerin, başlarından geçenlere ilişkin anlatımlarına bir örnek. Amaya kaçmayı başaramayanlar? Onların başlarına gelenleri de ancak başkalarından öğrenebiliyoruz.
İşte bunlara bazı örnekler:
— Yangından kurtulmayı başarabilenlerden Ayşe Hanım adındaki bir kadın iki kolu kesilmiş bir halde bulunmuştu. Yıkıntılar arasından çıkartılan 70-80 yaşlarında 40 kadar kadın-erkek yaşlı insan ağır yaralı bir halde kurtarılabilmişti...
— Giritli Hasan Efendi’nin eşi Pakize Hanım, kocasını kurtarabilmek ve namusunu koruyabilmek için Yunan askerlerine karşı eline geçirebildiği bir odunla savaşmaya çalışmış, sonrasında ise hayatını kaybetmişti. Kocası ise ağır yaralı olarak kurtulmayı başarabiliyordu...
— 4 oğlunu kurtarabilmek için boğaz boğaza savaşmak zorunda kalan 70 yaşlarında bir kadın ağır bir şekilde yaralı olarak bulundu...
— Göğüsleri parçalanmış kız ve kadınların sayısı çok büyük rakamlara ulaşmıştı... Bir çok kadın ve kız, sadece namuslarını korumak, tecavüzden korunabilmek için direnirken öldürülmüştü. — Buna karşın, düşman elinden canını kurtarmayı başarabilen, ama tecavüze uğramış 100 kadar kızın tespit edildiği de kaydedilmiştir. Yaralı olanların sayısı ise çok fazla...
— Ölenlerin tam sayısı kesin olarak saptanamamakla birlikte, sonraları ilçeye gelen Tahkik Komisyonu tarafından, 1200 olarak açıklanmıştı.
— Yangınla birlikte başlayan bu yağma, soygun, talan, tecavüz, işkence ve katliam olayları, Ulusal Kurtuluş Ordusu birlikleri Turgutlu’ya yetişinceye kadar da devam etmişti...

Turgutlu’daki yangının büyük bir alanda devam ettiği ve katliamla soygun olaylarının başladığı 5 Eylül 1922 Salı günü, Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun Turgutlu’ya doğru ilerleyişi ise çeşitli engellere rağmen devam etmekteydi...

Yunan kuvvetleriyle girdiği bir çok çatışmadan sonra 5 Eylül günü sabah saat 08.15’de Salihli’ye giren 11. Alay, kayıplara aldırmayarak sürdürdüğü sokak savaşı sonucunda istasyona kadar ilerlemeyi başarmıştı. Öğleye doğru Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun diğer birliklerinin ve Kolordu’nun yetişmesiyle de Salihli akşam saatlerinde düşman işgalinden tamamen kurtarılmıştı. 1. Ordu Komutanı Nurettin Paşa da, 6 Eylül gününün akşamı saat 20.00’de Salihli’ye yetiştiğinde, akşamı Salihli yöresinde geçiren 5. Süvari Kolordusu 6 Eylül günü için harekete geçmişti.

İlerleyişini İzmir hedefine göre sürdürmek üzere harekete geçen Kolordu’nun tümenleri ise şöyle yönlendirilmiş durumdaydı: “1. Süvari Tümeni Tatarocağı - Ahmetli istasyonunun 5 km kuzey doğrultusunda ilerleyişini sürdürecek, Gediz kuzeyinden Pazarköy’e ilerlemesi emri verilen 14. SüvariTümeni de 1. Süvari Tümeni’nin Ahmetli civarındaherhangi bir mukavemete uğraması durumunda yardımcıolmak üzere irtibat halinde olacaktı. Ayrıca Gölmarmara - Akhisar doğrultusunda da keşif yapacaktı. Gediz Nehri ile Bozdağ arası 1. Tümenin, Gediz Nehri kuzeyi de 14.Tümenin keşif bölgesi olacak, Kolordu komutanı da 1.Süvari Tümenini takip edecekti” (Teoman Ergül-Kurtuluş savaşında Manisa, Sf: 320).

6 Eylül günü Öğleye doğru, hala yangınlardan kalan dumanların tütmekte olduğu Salihli’den çıkarak Adala’ya doğru yürüyüşe geçen birlikler, düşmanın henüz tutunmakta olduğu Bintepeler’e doğru ilerleyişe geçmişti..Bu arada, Kolordu Komutanı, 2. Süvari Tümeni’nin gönderdiği bir rapor doğrultusunda, Batı Cephesi Komutanlığı’na şu bilgileri iletiyordu: “Bir iki gün önceki muharebede Yunanlılar çok kayıp verdi, Salihli’de 50 esirle 2 top alındı kendi yaralılarımızı köylere bıraktık, bunların bir an önce hastanelere sevki gerekmektedir, tümenlerimiz Gediz Nehri’nin iki tarafından Turgutlu’ya doğru ilerlemektedir...”

Türk askerinin Bintepeler Savaşı’nı kazandığı 6 Eylül günü, Turgutlu’da ise yangın devam ediyordu. Tabii katliamlar da. Turgutlu yangını 6 Eylül Çarşamba gününü akşamına kadar sürmüştü. 6 Eylül akşamında,Turgutlu’daki manzara kocaman kül yığınları ile artık tam anlamıyla harabeye dönüşmüş ve üzerinde hala dumanların tütmekte olduğu ölü bir kent görünümüydü. Ortalık cesetler ve yaralılar ile doluydu. Yanmış ve çökmüş evlerin yıkıntıları arasından da iniltiler duyulmaktaydı. Türk ordusunun gelişinden 19 gün sonra bile, kuyulardan ve yıkıntıların içinden cesetler çıkarılmaya devam edilecekti...

Ahmetli’nin yakılması ve kurtuluşu (7 Eylül 1922 Perşembe):

6 Eylül gecesini Sart-Bintepeler’de geçiren Türk birlikleri, 7 Eylül sabahı ise ilerleyişini İzmir istikametinde, Ahmetli’ye doğru sürdürüyordu. Rum nüfusun diğer bölgelere göre çok daha yoğun olduğu bir yerleşim olmasına rağmen, 7 Eylül sabahı Yunan askerleri Ahmetli’yi de ateşe vermişlerdi... Yunanlılar, Ahmetli’de Türkleri içine doldurdukları binaları ateşe vermiş, ayrıca halktan bir çok kişiyi de kloroform vererek uyutup, benzin içirerek ya da benzine bulayıp yakarak öldürmüşlerdi. Türk birliklerinin ilerleyişi üzerine, Ahmetli’yi yakan Yunan kuvvetleri buranın tamamen yanmasından sonra Turgutlu doğrultusunda çekildiler.

7 Eylül sabahı Milne hattında da tutunamayacaklarını anlayan Yunanlı kuvvetler, geri çekilmelerini sürdürürken, ilerleyişini sürdüren 1. Kolordu’ya bağlı tümenler de Tatarocağı-Ahmetli hattına kadar geldiler. Önce 6. Tümen Kele köyünden Yaraşlı yolu ile Ahmetli’ye ulaşmış, hemen ardından da 14. Tümen Ahmetli’ye girmişti. Ahmetli’ye girişte ve hiçbir düşman saldırısıyla karşılaşmayan Türk birlikleri bu nedenle askeri endişeler yaşamadıklarından sevinç duyuyorlardı, ama bu sevinç gözlerinin tanık olduğu manzarayla derin bir kederin de gölgesinde kalıyordu. Düşman Ahmetli’yi tamamen yaktığından, barınacak tek bir ev bile yoktu. Ahmetli yakılmış, kapkara bir harabeye dönmüştü. 6. Tümen ile 14.Tümen’in Ahmetli’ye girmesinin ardından, yine aynı gün (7 Eylül) 1.Ordu’nun 1. Kolordu karargahı Ahmetli istasyonunda, hastane ve bataryaları gibi ağırlıkları da Yaraşlı’da konaklamışlardı. 2. Kolordu’nun tümenleri ise demiryolu ile Bozdağ arasındaki sarp ve dar arazide aynı yönde, ilerleyişlerini Turgutlu’ya doğru sürdürmekteydiler...

Atlı takip müfrezesi, saat 18.00 sularında Akçapınar köyü dolayında ovaya inerek, o civara gelmiş bulunan 5. Süvari Kolordusu’nun 1. Tümeni ile irtibat kurdu. Bütün bu atlı takip müfrezesi, ilerledikleri bütün yol boyunca bir tek Yunalı askere rastlamadan Derbent köyüne kadar gelebilmişti. Yol boyunca rastladıkları tek şey, kaçan Yunanlı askerlerin arkalarında bıraktıkları toplar, arabalar, cephane gibi bazı donanım ve gereçlerdi. Hatta, düşmanı İzmir’e kadar kovalayarak geldikleri gibi göndermek ve işgal ettikleri tüm bölgelerden silip süpürmek amacıyla oluşturulan bu atlı takip müfrezesi, 7 Eylül günü Turgutlu’ya girinceye kadar düşmanın izine rastlamamıştı. Ya da en azından, Türk birlikleri Salihli’de olduğu gibi Turgutlu’ya herhangi bir çatışma ve çarpışma yaparak girmek zorunda kalmamıştı.

Bunun nedeni ise, Salihli’nin düşman işgalinden kurtarılmasının ardından, burada ve Bintepeler’deki yenilginin ardından da Sart civarındave dolayısıyla Milne hattında tutunamayacağını anlayan General Franko’nun kalan birliklerinin şuursuzca bir kaçış içinde bulundukları yerleri hızla terk etmeye yönelmesiydi. Sonuçta 5 Eylül günü Turgutlu ve civarı, kaçak Yunan askerleriyle kaynıyordu. Bu durum 4 Eylül akşamı başlatılan, 5 ve 6 Eylül günleri de devam eden yangın süresince Turgutlu’daki halkın büyük bir zulüm, talan ve katliam yaşamasının da bir nedeni olmuştu.

Eğilmez başın gibi: Efelerin rolü

Ancak Türk askerinin Turgutlu’ya girdiği 7 Eylül günü şehirde ve yakınlarında herhangi önemli bir düşman direnişiyle karşılaşmaması ve herhangi bir çatışmaya girmemiş olmasının nedeni ise, efelerin düşman kuvvetleri üzerine yapmış olduğu baskınlar dolayısıyladır. Araştırmalarım sırasında, Ege’deki kurtuluş mücadelesinin kazanılması sürecinde büyük yeri ve önemi olan efelerin, Turgutlu’da çok yoğun faaliyetleri olduğu ve düşman birliklerine sık sık baskınlar yaptığını vurgulayan örneklere de rastladım. Hatta efelerin bu anlamda son ana kadar Turgutlu civarından hiç ayrılmadıkları örnekleri de vardır.


Bunda da Turgutlu’da Kuvvayı Milliye adına istihbarat görevi yapan, ayrıca Gökçen Efe ve Yörük Ali Efe ile de bu doğrultuda ilişkileri olan İbn-i Cinni İsmail Hakkı Bey’in (Cinni Hoca) önemli rolü vardı. (Tıklayınız: İsmail Hakkı Bey kimdir?) Örneğin; bir iddiaya göre, Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun 30 Ağustos’ta “Başkomutanlık Meydan Savaşı”nda kazandığı büyük zaferin ardından, Başkomutan Mustafa Kemal’in Dumlupınar’da tüm ordulara “İlk hedefiniz Akdenizdir, ileri” emrini verdiği 1 Eylül günü, Bozdağ’dan inen bir efe çetesinin Turgutlu’ya bir baskın yaparak girdiği, Hükümet Konağını basıp buradaki Yunan bayrağını indirerek, Türk bayrağı astıkları ve böylece Turgutlu halkına artık düşmanın ve işgal günlerinin sonunun geldiği mesajının verildiği de belirtilir.


“1 Eylül 1922 Cuma günü Çerkez eyerli, rahvan atlara binmiş, başlarındaki feslerede poşular sarmış, göğüslerinde çapraz cephaneli ve mavzerli, zeybek giysili 20-30 kadar atlı Konakönü meydanındaki Hükümet Konağı’nı bastılar. Bunlardan bir kaçı gönderdeki Yunan bayrağını indirip, beraberlerinde getirdikleri Türk bayrağını onun yerine astılar. Kalanları, Yunan erlerini esir ederek binanın alt katındaki bir odaya tıktılar. Civardaki kahvede oturan bir kaç kişi, sevinç gözyaşlarıyla atlıların çizmelerini ayaklarını öptüler. O gün öğle üzeri bir yandan Kasaba’daki minarelere bayrağımız çekilirken selalar verildi, ayrıca buralardan seslenilerek Türk milis kuvvetlerinin Kasaba’yı kurtardıkları ilan edildi...


Ben o zaman ilkokula giden bir çocuktum ve Konak meydanının güney kenarında yoğurt satıyordum. Bir ara ortalık karıştı. Bu olaylarda yoğurt üskürelerim kırıldı. Çok korktum ve bakır sinimi alarak oradan Çukurbahçe’nin kuzeyinde, Dutluçarşi’daki evimize kaçtım... Bu olaylarla sevinçten şaşırarak sokaklara dökülenler, sonradan Yunan askerlerinin saldırısına uğradı. Yakalananlardan öldürülenlerin, süngülenerek yaralananların, sokaklardaki kuyulara atılanların, bilinmeyen yerlere götürülenlerin, türlü hakaretlere uğrayanların da olduğu kulaktan kulağa söylendi duyuldu...”
(Op. Dr. M. N. Dinçsoy (A.g.e.) Sf: 346)


Aynı şekilde bir baskın da Turgutlu’daki yangın son günü olan 6 Eylül günü halktan yangından ve katliamdan kurtulmayı başaranlar ovaya kaçarken, bir kısmı da daha güvenli olduğunu düşündüğü dağlara kaçmaya çalışmıştı. Bu nedenle tüm bu gelişmelerden haberdar olan bir kaç efe grubu, 6 Eylül gecesi, ya da büyük olasılıkla 7 Eylül günü sabah erken saatlerde Turgutlu’da bulunan dağınık ve kaçkın Yunan askerlerine yönelik baskın yapmışlardı. 
Bu olayı da 5. Süvari Kolordusu, ulaşmış olduğu Sinirli köyünden Batı Cephesi Komutanlığı’na gönderdiği bir raporla; “7 Eylül’de Bozdağı’ndan inen zeybeklerin, Ahmetli’den Turgutlu’ya çekilen Yunanlılara ateş baskınları yaptıklarını ve fazlasıyla kayıplar verdirdikleri” şeklinde bildirmiştir. (Teoman Ergül-Kurtuluş savaşında Manisa, Sf: 328)

Gülen yüzlerde ağlayan gözler




Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun öncü birlikleri Turgutlu’ya girdiğinde ise, yangın sona ermiş, ama koca kasabadan geriye sadece bir harabe kalmış durumdaydı. Bir harabe ya da moloz yığını halinde yere çökmüş bir çok bina kalıntısından ise hala dumanlar tüttüğü görülüyordu...


7 Eylül Perşembe günü
sabahında Turgutlu’da görülen manzara, gerçekten de insanı ürperten görüntülerle doluydu. Koca şehirden geriye adeta bir kül yığını kalmış gibiydi. Sokak aralarında öldürülmüş insanlar bir yere savrulmuş gibi yatıyor, kimi bina yıkıntıların altından da iniltiler duyuluyordu. Kasaba bomboş gibiydi sanki. Bu haliyle bir hayalet kenti andırıyordu.

Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun öncü birliğinden Kasaba’ya giren Atlı Takip Müfrezesi, bir süre şehir içinde temkinli bir şekilde, ama etraflarını kollayarak atlarından inmeksizin yavaş bir sürüşle keşif yapmaya başladılar.

Bir zamanlar şen ve mağrur Kasaba’nın, şimdi hayalet kenti andıran sokaklarında atların nal seslerinden başka ses duyulmuyordu. Bu sinir bozucu durum öncü keşif birliğini hem bir hayli tedirgin etmiş, gözlerinin tanık oldukları karşısında ise şaşırmak mı, dehşete kapılmak mı gerektiğine sanki karar veremez gibi bir halde kasabadan birilerine, dost birine belki rastlayabiliriz umuduyla sokaklardaki keşiflerini başları dik ve tetikte, gözleri dört bir yanı kolaçan ederek ve silahları her an ateş etmeye hazır bir şekilde sürdürüyorlardı...

Sonra...
Nihayet...

Türk askerinin Kasaba’ya girdiği ve şehrin artık işgalden ve Yunan askerinden tamamen kurtulduğu haberi kısa bir zaman içinde hemen yayıldı. Canlarını kurtarmak için bir yerlere saklanmış veya sığınmış insanlar, yavaş yavaş ve ürkek bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. İnsanların yüzünde hala tamamen kurtulduklarına ve o dehşet anlarının bir daha geri gelmemek üzere yok olduğuna inanamayan ve güvensiz bir ifade okunuyordu...

Bu şaşkın, ürkek ve korku dolu insanlara yaklaşma konusunda ilk adımı atan, Atlı Takip Müfrezesi’yle birlikte Kasaba’ya giren, giysileri diğer askerlerden farklı, göğsünde çapraz fişeklikli, başında yıldızı parıldayan şayak kalpak bulunan, üstü uzun yol boyunca at sürmesi dolayısıyla tozlanmış bir Kuvvayı Milliyeci oldu.


Atından inerek bir sokakta rastladığı üç-beş kişilik kalabalığa yaklaşan bu orta yaşlı, şakakları hafif ağarmış Kuvvayı Milliyeci, yıkık ve yanmış bir duvar dibinde, kendisine şaşkın bir ifadeyle, ürkek gözlerle bakan bu kalabalıktan yaşı 70 civarında gösteren yaşlı Kasabalı’ya yaklaştı. Ve onların korkusunu da, güvensizliğini de silip süpürecek, onlara adeta özgürlüklerini armağan edercesine yeniden geri getirdiklerini muştulayan o sihirli sözcüğü söyleyip selamını verdi:

— Geçmiş olsun!...

* * *

7 Eylül günü, öğleden sonra ise, Kasaba’da hayat yeniden canlanmaya başlamış gibiydi. Türk askerinin şehirlerine girdiğini duyan herkes, birbirlerine kısa zamanda haber uçurmuş, kurtarıcılarını görmek için birbirleriyle yarışırcasına Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun şehre giren askerlerine koşuyordu...

Buluşma anını anlatabilmek ya da o anda yaşananları sözcüklere dökebilmek mümkün olabilse de, kurulabilecek her türlü cümle bu olağanüstü anı, o anki duyguları tanımlayabilmekte yine de yetersiz ve aciz kalır sanırım.

Doğadaki en değerli varlık olan insanoğlu,düşünme yeteneğini aynı zamanda söze de dökebilen, duygu ve düşüncelerini sesli olarak da dile getirebilen bir başka eşsiz bir yeteneğe de sahiptir. Söz, kutsaldır da aynı zamanda. Çünkü,Tanrı’nın insana bir armağanı olarak da kabul edilir. Eski Yunan uygarlığında, “söz” bir tek anlamı karşılamaz, üç büyük anlamda kullanılırdı: Mitos, Logos ve Epos. Özellikle epos; Şiirsel söylem ve anlatımı olan sözdür ve günümüzde “epik” veya “epope” diye de bilinen “şiir” karşılığı yerini almış olan sözdür. Ve “Tanrı armağanı” anlamına gelir. Ne var ki; Eski Yunan uygarlığında, “söz”e böylesi kutsal ve güzel anlamlar yükleyenlerin, beyinleri ve ruhları ırkçılık mikrobuyla zehirlenmiş, gözlerini kan bürümüş 20. Yüzyıl başlarındaki kuşakları ise, işgal günlerinde “söz”e uygarlık tarihindeki en “aşağılık” ve “iğrenç” anlamları da katmışlardı...

Şiir, tarih boyunca insan için hep bir “karagün dostu” olmuştur da aynı zamanda. En çaresiz anlarda hep şiire sığınmış insanoğlu. Bu yüzden de, hep bir çare gibi görünmesine karşın, bir çaresizlik gibi yaşanır şiir. Genelde pek konuşkan bir insan bile olunsa, evrendeki en güçlü duygular olan “aşk” ve “ölüm”karşısında, insanın adeta dili tutulur. İşte o anda da, hemen “şiir”e gereksinim duyulur. Karagün dostu şiire...

Tıpkı, Kasaba insanlarının duygularını dile getirip, sese döktüğü o ünlü “Kasaba Ağıdı”nda olduğu gibi:

Yandı bizim cangahımız
Çıktı semaya ahımız
Sendin bizim penahımız
Ah Kasaba, ah Kasaba
Sen kül oldun baştan başa

Ey gülistan, bülbül sefa
Dağ taşı altın ova
Sen ne oldun güzel yuva
Ah Kasaba, ah Kasaba
Sen kül oldun baştan başa

Altın oluk, gümüş suyun
Nur idi hep camilerin
Çağlayan su gözyaşı mı
Ah Kasaba, ah Kasaba
Sen kül oldun baştan başa

Ey nuru gözü milletin
Yandı gönül senin için
İşte çıplak öksüzlerin
Ah Kasaba, ah Kasaba
Sen kül oldun baştan başa

* * *

Ünlü İngiliz gazeteci ve yazar Lord Kinross, işgalci Yunan ordusunun yaptığı vahşete, kaçarken ardında bıraktığı izlere, şöyle bir yorum getirir: “Yakma, yıkma, yağma, ırza geçme, ne varsa hepsini yaptılar, katliama kadar. Rumbold, İzmir Konsolosu’ndan aldığı bir rapora dayanarak, Lord Curzon’a, ‘Yunanlılar birbirlerini bile parçalayacaklar’ diye yazdı. Bu, ‘insanı tiksindiren bir kabalık ve canavarlık rekoru’ idi. Hani Türklere barbar denirdi? Yunanlılar bütün barbarlık ölçülerini aşmışlardı. Yunan ordusunu kovalayan Türklerin geçtikleri her vadinin havası, yanıp kavrulmuş insan ve hayvan leşleriyle, açıktaki ölülerden yükselen kokularla insana öğürtü veriyordu...” (Lord Kinross-Atatürk, Bir Milletin Yeniden Uyanışı, Sf: 488)

Bu yüzden, 7 Eylül 1922 günü öğleden sonra Turgutlu’ya giren Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun diğer birlikleri de halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılanırken, bu coşku anındaki en büyük ayrıntı, hem Kasaba halkının, hem de askerlerin yüzlerinde okunuyordu: Gülen yüzlerde ağlayan gözler...

Kasaba halkı, özgürlüğün ve kurtuluşun mutluluğuyla heyecanlarını ve coşkularını gülerek yansıtıyor, ama aynı anda gözlerinden yaşlar boşanmasını da engelleyemiyordu hiç biri. Yüzleri gülerken, ağlıyordu gözleri.


Ne yaman bir çelişki?

İşgal günleri boyunca neler görmüş, nelere tanık olmuştu o gözler... O gözler ki; sevinç ışığıyla da parlarken, bu yüzden en mutlu anında bile parıldayan yaşlarla ıslatır gülen yüzleri.
Özgürlüğün bedeli hep bu mudur:
Acı, kan ve gözyaşı?
Bundan dolayı mıdır o yaman çelişki:
Gülen yüzlerde, ağlayan gözler?

Tıklayınız: Turgutlu'nun kurtuluşu

Yorumlar - Yorum Yaz