• Anasayfa
  • Favorilere Ekle
  • Site Haritası
  • https://www.facebook.com/metin.sert.583/
  • https://twitter.com/MetinSert25
  • https://www.youtube.com/user/mlatalm

Atatürk, Vahdettin'e Osman Bey'in rüyasını anlatıyor


Atatürk, Vahdettin'e Osman Bey'in rüyasını neden anlattı?


Metin Sert

Anadolu'nun işgal edilmeye, toprakların da itilaf devletlerince paylaşılmaya başlandığı günlerde, Bandırma Vapuru ile gizlice Samsun'a giden ve Anadolu'da bir ihtilal başlatma hazırlıkları içinde olan Mustafa Kemal, bu arada son Osmanlı Padişahıolarak tahtta oturan Vahdettin'e gönderdiği özel bir mesajda, ona, atası Osman Bey’in gördüğü bir başka düşü hatırlattı. 

Bu düşe göre; Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey, üç kıtaya gölge veren, yüz milyon müslümanı barındıran kutsal ağacın dallarının kesilmiş ve gövdesinin kalmış olduğunu görmüştü. Mustafa Kemal, padişaha gönderdiği mesajında, “İşte bu kutsal ağacın kökleri kalbimizde gömülüdür” diyordu.

Mustafa Kemalneden böyle bir hatırlatma yapma gereği duymuştu?
Onu bu hatırlatmaya iten gerçekler nelerdi? 
Kısaca anımsatalım...

Paris’te sürmekte olan Barış Konferansı görüşmelerine katılan Damat Ferit Paşa’nın buradaki görevi tam bir fiyaskoyla sonuçlandı. Konferansta, tam da kendisinin o zayıf ve silik kişiliğini öne çıkaracak türden tavır sergilemişti. Bir yandan olan işleri ülkesi adına haklı göstermeye çalışan, bir yandan kendini alçaltan, bir yandan da akıl almaz istekler öne süren uzun bir savunma yapan Damat Ferit Paşa, bu arada savaş süresince Osmanlı Devleti’nin “insanlık vicdanını dehşet içinde bırakan bir takım suçlar işlediğini” de kabul etti. İtilaf devletlerinden, son 40 yıl içinde kendiliğinden en aza inmiş Osmanlı İmparatorluğu sınırlarının olduğu gibi tutulmasını istedi.

Damat Ferit Paşa, İstanbul’a Paris’te de yenilmiş bir halde, eli boş döndü. Paris’teki görüşmelerdeki başarısızlık; bir anlamda sarayın ve devletin geleceğe dönük ne yapılacağına, nasıl bir tavır izleneceği ve Osmanlı Devleti’nin kaderine ilişkinortaya net ve kararlı bir politika koyamaması, geleceğinin tayinini himayesine sığındığı İtilaf devletlerinin lütfuna bırakmasının bir sonucu olarak teslimiyetçi bir politika içinde olunduğunun bir ifadesiydi. 

Sonuçta; hem sarayın üzerindeki baskısı, hem Paris’teki görüşmelerde aldığı yenilgi dolayısıyla, Damat Ferit PaşaAnadolu’da başlayan Mustafa Kemal önderliğindeki başkaldırı karşısında da İngilizlerin baskısına dayanamayacaktı. Üzerindeki bunca baskıyı kaldıramayan Damat Ferit Paşa, sonunda padişahın ısrarıyla istifasını verdi. Onun yerine Ali Rıza Paşa bir kabine kurarak göreve geldi.  Anadolu’daki direniş ilk zaferini, kukla sadrazamı düşürmüş olmakla elde etmişti. Bu arada İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon, Osmanlı Devleti için bir barış anlaşması taslağı hazırlamak zamanı geldiğine karar veriyor ve Anadolu’da kendilerinebağımlı bir Türkiye planını geliştirirken, Türkleri de “ellerine bohçalarını verip”Avrupa’dan tamamen atmayı tasarlıyordu.

Mustafa Kemal önderliğindeki Ulusal Bağımsızlık Hareketi ise, gerilla savaşına çoktan geçmişti bile. İlk önce Maraş’ta Fransız birliklerine karşı yapılan hareket, en sonunda Fransızların geri çekilmesiyle sonuçlanmış, ardından Kilikya, Urfa ve Antep’te de Fransız birlikleri büyük darbe almıştı. Tarsus, Adana ve Mersin’de de büyük başarılar elde edilince, Fransızlar sonunda ateşkes istemek zorunda kalıyor ve 1920 yılının Mayıs’ında Ankara’ya bir heyet gönderiyorlardı.

Mustafa Kemal’in elde ettiği bu başarılar, İngilizlerin öteden beri düşündükleri tasarılarını harekete geçirmeye yöneltti. O da; giderek büyümeye başlayan ulusal direniş hareketini tamamen ortadan kaldırmak... 16 Mart 1920 sabahı erken saatlerde, İngiliz savaş gemileri, karanlıktan da yararlanarak Galata Köprüsü'ne demir attılar ve İngiliz tankları İstanbul sokaklarında dolaşmaya başladı. İngiliz askerleri, karakolları, inzibat noktalarını ve başlıca resmi binaları işgal ettiler. 
Şimdi de, İstanbul açıktan açığa bir işgal altındaydı...
 
Gerilla savaşı veren direnişçilerin elde ettiği başarılar karşısında, Fransız ve İtalyan birlikleri başka harekata girişmemişlerdi, ama İtilaf devletlerinin temsilcisi konumundaki İngilizlerin İstanbul’u tamamen işgal ettikleri iyice anlaşıldıktan sonra, onlar da hemen harekete katıldılar. Bu arada İstanbul’daki meclis de basılıyor ve 85 kadar milletvekili tutuklanıyordu. Bunlardan biri de Rauf Bey’di. 
 
Bu gelişmeler, Mustafa Kemal için büyük bir siyasi prestij de kazandıracaktı. Hemen bir bildiri yayınlayan Mustafa Kemal, “İstanbul’un zorla işgali ile Osmanlı Devleti’nin yedi yüz yıllık hayat ve egemenliğine son verilmiş olduğunu” açıkladı. Halka hitaben yaptığı açıklamalarda ise; “Giriştiğimiz kutsal bağımsızlık ve kurtuluş savaşında Tanrı’nın yardımı bizimledir” diyordu. Bu sırada bulunduğu ve Anadolu’nun kalbi olarak gördüğü Ankara ise, Halide Edip (Adıvar)’in deyimiyle, “Milli Hareketin Kabesi” olmuştu. (Türkün Ateşle İmtihanı) 
Ama “Kabe"si olmasa bile, ulusal direniş hareketinin Meclis’i olacaktı.
 
İstanbul işgalci güçlerin çizmeleri altında çiğnenirken, Mustafa Kemal’in “Ya bağımsızlık, ya ölüm” sözünü şiar edinen yurtseverlerin işgal kuvvetlerine, padişaha ve saraya karşı geliştirdikleri ihtilalin bir alternatif kuruluşunu, ilk Büyük Millet Meclisi’ni törenle açtılar. Ve ulusal direniş hareketinin ya da Anadolu ihtilalinin lideri Mustafa Kemal de, bu ilk Meclis’in ilk başkanı olarak seçildi.
Takvimler, 23 Nisan 1920’yi gösteriyordu.

“Türk, budalalıklarının yükü altında ezilmiş, suçlarla lekelenmiş, kötü yönetim yüzünden çürümüş, savaşta yenilmiş, bitmez tükenmez felaketler, savaşlarla çökmüş, çevresinde İmparatorluğu paramparça olmuştu. Ama O, hala canlı idi. Göğsünde, dünyaya meydan okumuş ve yüzyıllar boyunca bütün istilacılara karşı başarıyla savaş vermiş bir ırkın kalbi çarpıyordu. Elinde yine modern bir ordunun donanımı ve başında, kendisi hakkında bildiğimiz kadarıyla, kıyametin dört ya da beş olağanüstü insanı ile ölçüşebilecek değerde bir Başbuğ vardı. Dünya yasasına düzen verecek adamlar, Paris’in duvarları kumaş kaplı, yaldızlı salonlarında toplanmışlardı. İstanbul’da müttefik filolarının topları arasında çalışan bir kukla hükümet bulunuyordu. Ancak türkün anayurdu Anadolu’nun sarp tepeleri üzerinde bir avuç insan, kaderlerinin bu şekilde tayin edilmesini kabul etmiyorlardı. Şu anda, bir açık ordugah ateşi önünde, bir mültecinin eski püskü elbiseleri altında oturan; yüce bir şövalyelik ruhu idi.”  

Yıllar sonra, İngiltere Başbakanı olacak olan Winston Churchill
o günlerde “Dünya Krizi” adlı bir makalesinde, Mustafa Kemal için bunları yazmıştı.  

Son padişaha Osman Bey'in rüyasını anlattı

Kafasında “cumhuriyet” düşüncesi olan Mustafa Kemal, saltanatı da ortadan kaldıracaktı. Ama bunun için hem henüz çok erkendi, hem de halkın padişah ve halifeye olan körü körüne bağlılığı göz önünde tutulursa, bu konuda bir girişimde bulunmak sakıncalıydı da. Böylece, padişaha gönderdiği özel bir mesajda, ona, atası Osman Bey’in görmüş olduğu bir düşü hatırlattı. Bu düşe göre; Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey, üç kıtaya gölge veren, yüz milyon müslümanı barındıran kutsal ağacın dallarının kesilmiş, gövdesinin kalmış olduğunu görmüştü. Mustafa Kemal, gönderdiği özel mesajda, padişaha, “İşte bu kutsal ağacın kökleri kalbimizde gömülüdür” diyordu.  

Bu yolla da, Osmanlı Devleti’nin kurucusu olarak bir aşiretten koca bir cihan imparatorluğuna kadar varan yolda daima büyük bir manevi değeri ve yeri olan Osman Bey’in düşünü anımsatıp, önce himayesine sığındığı, sonra da İstanbul’u işgal eden İngilizlerin insiyatifine padişahın boyun eğmemesini, kim olduğunu ve kimin mirası üzerinde oturduğunu da anımsatma çabasındaydı. Ama içine düştüğü gaflet, delalet ve hıyanet, padişahı o denli kör etmişti ki, Mustafa Kemal’in önderliğindeki ihtilalciler, amacı tüm direnişçi ve yurtseverlerin yok edilmesi olan ve “Hilafet Ordusu”diye gönderilen ordu ile de çarpışmak zorunda kalacaklardı. 

Anadolu’da direnişçilerin başlattıkları başkaldırı, böylelikle Türkün Türkle çatıştığı bir “iç savaş” gerçeğini de yaşayacağı için, gerçek anlamda “Anadolu İhtilali” boyutuna atlayacaktı. Başlangıçta yabancılara karşı bir bağımsızlık mücadelesi olarak başlayanKurtuluş Savaşı, şimdi bir yandan bir iç savaş biçiminde de gelişmeye başlamıştı. Padişah, başkaldıran bağımsızlık taraftarı yurtseverlere karşı düşmanlığını açıkça ortaya koymuş, Şeyhülislam da “Padişaha karşı ayaklanma” başlıklı bir fetva ile de onları“asi” ilan etmişti. 

Bu fetva bir soru-cevap şeklinde, şöyle sona eriyordu: “Bu asileri öldürmek caiz midir? El cevap: Bunların katli vaciptir.” Bu fetva yurdun her yerine dağıtılmıştı. Padişah, Sadrazam ve Damat Ferit, asilerin Ankara’da kurdukları meclisi de karalayıp, “Onlar milletin sahte temsilcileridir” diyorlardı.

Ama bir bahar gününde güneşin tutulmasıyla uyutulan Anadolu toprağı, şimdi bir isyanın aleviyle uyanıyordu. Karadeniz kıyısında, Havza’da, bir romantik İsveç şarkısıeşliğinde çakılan isyan kıvılcımı, Anadolu’nun kalbi Ankara’da ihtilal ateşine dönüşmüştü bile. Bir orman yangını gibi büyüyüp, Ulusal Kurtuluş Savaşı'na da dönüşerek, birbirinden ayrı bölgeleri de apansız tutuşturarak her yana yayılmaya başlamıştı...

"Dağ başını duman almış, gümüş dere durmaz akar.
Güneş ufuktan şimdi doğar, yürüyelim arkadaşlar..."

Tıklayınız:  Osman Bey'in rüyası ve Şeyh Edebali'nin yorumu


Yorumlar - Yorum Yaz