Vadedilmiş topraklara geliş

Vadedilmiş topraklara geliş


Alphonse de Lamartine'in, Osman Bey’in Şeyh Tur’ud’a verdiği sözle ilgili olarak “Ondan sonra gelen hükümdarlar, dedelerinin bu borçlarını, Saruhan Sancağı’ndan da yer vererek kat kat ödediler” (Alphonse de Lamartine - Osmanlı Tarihi, Cilt: 1, Sf: 38) şeklindeki anlatımı işte bu dönemdeki süreci tanımlamaktadır. Çünkü, 1390 yılında Saruhanoğullarından alınarak Osmanlıların ilk vilayeti olan ve sonrasında Saruhan Sancağı’na bağlı bir vilayet olarak yönetilmeye başlanan, şehzadelerin eğitimi ve yaşamına tahsis edilerek “Şehzadeler Kenti” diye tanımlanan Manisa ve yöresinde, bu bazı "ayrıcalıklı" yerleşimlerin Osmanlı Devleti için bir “öncelikli tercih” olarak görüldüğü de buraya kadarki gelişmelerden anlaşilmaktadır. 

Osmanlılar, bu yerleştirmelerde soyluluğa da önem vermişlerdir. (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi, Cilt: 1, Sf: 186) Bu bazı "ayrıcalıklı" yerleştirmeler sırasında,
2. Murat, dedesi Osman Bey’in vadettiği sözü de hatırlayarak, Şeyh Tur’ud’un aşiretinden o dönemki kuşaklarından bir bölümünün istekleri üzerine, Lamartine’in kitabında belirttiği gibi, “Saruhan Sancağı” olarak tanımladığı Manisa bölgesine, yani yöremize yerleştirir. Kronolojiye göre, bu dönemde aşiretin başinda büyük olasılıkla Şeyh Tur’ud’un torunlarından biri vardır. Ve 2. Murat, Tur’ud aşiretinin kalan kuşaklarının bir kısmının istekleri üzerine, resmi kayıtlara göre 1442 yılında, yöremize yerleşmelerini sağlar.  

Bu aşiretin yöremize geliş şekli ve yerleştirilmesindeki anlam ve yöntemin diğer yerleştirmelerden farklı olduğu görülüyor. Bu dönemki yerleştirmeler, genellikle “sürgün” anlamında ya da
Osmanlıların baskı ve zorlamasıyla gerçekleştiriliyordu. Anadolu’nun henüz tam anlamıyla Osmanlıların hakimiyeti altında olmadığı bu dönemde, Osmanlıyı tanımayan, vergi vermeyi reddederek bağımsız ve özgür yaşamı tercih edip, göçebe yaşamı terketmeyen Türkmen grupları, bu anlamda Osmanlıların en çok başinı ağrıtan sorunlardan birini oluşturuyordu. Osmanlıların bu asi Türkmen gruplarına karşi bu dönemde yürüttüğü politika da genellikle “göçebeyi yerleştirme” veya “sürgün” yoluyla  yerleşik yaşama zorlama şeklindeydi. Böylece toprağa bağımlı hale getirilerek üzerlerinde bir devlet hakimiyeti kuruluyor ve vergilendiriliyorlardı... Ama “Tur’ud aşireti”nin yöremize yerleştirilmesinin ise, bu politikanın tamamen dışında bir anlayışla, çok özel ve anlamlı bir şekilde gerçekleştiği görülüyor...

Bugünkü ilçenin kurucusu olacak olan bu aşiret, bir sürgün veya zorla yerleştirme değil, daha çok Osmanlı Devletinin kuruluşu öncesinden beri süregelen bir dostluk ve buna ilişkin bir minnet göstergesi olarak, anlamlı bir olaya dayalı verilmiş bir sözün yerine getirilmesi şeklinde “vadedilmiş topraklar”a yerleştirilmelerinin sağlanması biçiminde gerçekleştirilmiş...

Kısacası; bilinmesi gereken şudur:
Yöremize yerleşen ve adını veren aşiret, başında Turgut Bey'in bulunduğu ve tarihte "Turgutoğulları" veya "Turgutlular" olarak bilinen oymak ya da aile değildir. Yöremize yerleştirilen ve adını veren bu aşiret, hem batı tarihçilerinin hem de Osmanlı tarihçilerinin arşivlerde yer alan yazılarında olduğu gibi, Osman Bey ile Mal Hatun'un nikahını kıyan, Şeyh Edebali'nin müridlerinden, adının "Tur'ud" olduğu özellikle vurgulanan derviş ve aşiretidir... Ve yöremize yapılan bu yerleşim, diğerlerine yapıldığı gibi bir sürgün veya cezalandırma anlamında değil, vaadedilen bir sözün yerine getirilmesi (bir anlamda da ödüllendirme) gibi bir anlamı taşımaktadır.

Vadedilmiş topraklara geliş ve yaşam

Yöremize gelen aşiretin de bir “göçebe” değil, yerleşik yaşam sürdüren bir “yerleşik” (sart) aşiret olduğunu da önceki bölümlerden anlıyoruz. Dolayısıyla, 1442 yılında yöremize gelen bu Türkmen aşiretinin yerleşimi, bir sürgün veya zorlama şeklinde değil, Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in verilmiş olan sözü üzerine Şeyh Tur’ud aşiretinin “vadedilmiş topraklar”a yerleştirilmesi şeklinde ve bir ödüllendirme anlamında yapılmış. Bu vadedilmiş toprakların, yani yöremiz topraklarının verimi ve bereketi de göz önünde bulundurulduğunda, bu ödülün ne denli büyük bir anlam taşidığını anlayabiliyoruz.

Öyle ki, yöremiz toprağının bereketi efsanelere bile konu olmuştur. Yüzyıllar öncesinde, ilçemizin kurucusu olan ilk Türkmen aşiretinin bu yöreye gelip yerleşmelerinin ardındaki bir başka gerçek de, işte burada, yani yöremiz toprağının bereketinde gizlidir... Bilindiği gibi, göçebe yaşamdan yerleşik yaşama doğru bir yol izlenen süreçte, yerleşik yaşam için kabile veya oymakların, aşiretlerin aradığı başlıca özellikler; toprağın sulak ve yeşil bir alan oluşu, dolayısıyla bereketli ve tarım ile hayvancılığa da elverişli olması özellikleridir.

Tur’ud Aşireti’nin yöremizde gerçekleştirdiği ilk yerleşim de, Gediz Nehri’ne yakın, Gürköy-Gencerpınarı tımarıdır. Bazı tarihçilerin Gediz havzası olarak vurguladığı bu yöreyi Opr. Dr. M. Niyazi Dinçsoy, “Belkıs Efsanesi”nde geçen ve Belkıs ile Sultan Süleyman’ın susuzluklarını giderdikleri pınardan yola çikarak, burasının Turgutlu Ovası ve Tur’ud aşiretinin ilk yerleşim yerleri olan Gencerpınarı tımarı olduğunu ileri sürer. (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 213 )

Osmanlı Devletinin kurucusu Osman Bey’in Mal Hatunla nikahını kıyan ve Edebalinin arkadaşi olan Şeyh Tur’ud’un torunları,  Osmanlı Devleti’nin başinda bulunan Sultan 2. Murat’ın, dedesinin sözünü hatırlayarak 1442 yılında kendilerini yöremize yerleştirmeleri üzerine, böylece bereketli topraklar üzerinde yeni bir yaşam sürmeye başlarlar...
 
Evliya Çelebi'nin Seyahatname’si ile Şemsettin Saminin Kamus-ül Alam adlı eserinde yer alan bilgilere dayanarak, aşiretin bir bölümünün yöremizdeki yerleşimlerini Gediz vadisinde, nehir kenarına yakın yerlere göçerek gerçekleştirdiği ve ilk yerleşim yerlerinin Gençerpınarı-Gürköy mevkii olduğu anlaşilıyor.

Evliya Çelebi,
Seyahatname’sinde, Tur’ud aşiretinin yerleştiği yöreye 230 yıl sonra (1671 yılı Temmuz ayı ortaları) gerçekleştirdiği gezisiyle ilgili izlenimlerini aktarmıştır. Evliya Çelebi'nin kendi el yazmasıyla bu geziyi şöyle aktarıyor: “Ulu bir yaylanın eteğinde, bağlı, bahçeli, ab-ı hayatlı, camii ve hamamı olan, Temmuz ayı ortalarında halkın çiktigi “Yayla” köyüne ulaşiyor. Yöredeki yerleşimin de, bundan 1 saat uzaklıkta, batıda, düz bir ovanın ortasında ve Gediz Nehri’ne yakın olduğunu yer olarak belirtiyor.” (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 175) Öte yandan, Hacı Zeynel Camii Koruma ve Yaşatma Derneği’nin arşivinde de, o dönemki yerleşimin, şimdiki şehrin kuzeyinden geçen demiryolunun 500 metre daha kuzeyinde yer aldığı yazmaktadır. 

Opr. Dr. Dinçsoy, Evliya Çelebi'nin “Gediz’e yakın, düz bir ovanın ortasında” olarak betimlediği bu yerleşimin Gürköy-Gencerpınarı ile yöredeki tımarlarda olduğunu savunuyor. (Opr. Dr. M. N. Dinçsoy - A.g.e., Sf: 168, 175, 194, 213, 216)

Hüseyin Akgül
’ün kitabında da, Halil Yıldız’ın anlatımlarına dayanılarak, yöremizdeki bu ilk Türk yerleşiminin Gencerpınarı, Ova Yolu, Gürköy tımarlarında ve bugünkü şehrin 3 kilometre kadar uzaklarında kurulduğu ileri sürülüyor. (Hüseyin Akgül - Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri, Sf: 23) Bazı yerel ve resmi kaynaklarda da yöremizdeki ilk Türk yerleşimi olarak Bozdağ eteklerindeki Dalbahçe köyü yakınları gösterilir.

Sonuçta; gerek “göçebelikten yerleşik yaşama geçiş” özellikleri, gerek üretim ilişkilerinin çagin koşullarına uygun görece olarak geliştiği “hayvancılıktan tarıma yöneliş” gerçeği ve gerekse de Osmanlı Devletinin Türkmen gruplarını yerleşik yaşama geçirip, “toprağa bağımlı kılma ve ardından da vergiye tabi tutma” politikası doğrultusunda... yöremize gelen ilk Türkmen grubunun gerçekleştirdiği bu yerleşimin Gencerpınarı tımarı olduğunu savunmak, daha akla yatkın, mantıklı ve gerçeklere uygun görünmektedir... İlerleyen yıllarda da bu aşiretin bir kısmının ovaya yayıldığı, bugünkü Dalbahçe köyü ile Derbent dolaylarında da yerleşimler gerçekleştirdiği de anlaşilıyor... 

Öte yandan, bazı başka gerçekler de, Osmanlı Devletinin o dönemki Türkmene yönelik politikası nedeniyle, çok sonraları yöremize yeni göçlerin de olduğunu gösteriyor... Göçebelikten yerleşik yaşama geçişin bir başka yansıması da; boy ve oymak dayanışmasının yok olması sonucunu getirirken, arazi komşuluğuna dayalı yeni dayanışmaları meydana getirir. Bu da böylece “kentleşme” ve kentleşme ile birlikte de “halklaşma” sürecinde hızla yol alınmasında etkin bir yöntem olmuştur. 
 
İslamlaşan Rum ve İslamlaşma öncesinde de dildeki “Türkçeleşme” dolayısıyla ortak dili Türkçe olan Rum vb. ile Türkmen karışımı olan “Anadolu köylüsü” de bu süreç içinde gelişir. Bu süreçte; önce dildeki Türkçeleşme ile birlikte Türkleşme başlamış; dağlar, ovalar, nehirler ve köylerin Türkçe adları yerleşmeye başlamıştır. Türkmen aşiretlerinin adını taşiyan köylerinin oluşumu, Anadolu’da Türk yerleşiminin kanıtları olarak da görülür...

Yöremize gelen ilk Türkmen aşireti olan Tur’ud aşireti’nin yöremizde gerçekleştirdiği ve zamanla giderek köyden bucağa, bucaktan kasabaya ve günümüzde de Ege Bölgesi’nin en büyük ilçesi konumuna gelen yerleşim de, aşiretin Osmanlılar öncesindeki ilk şeyhi olan Tur’ud’un kalan aşiret kuşaklarına da adını vermiş olması ve bu aşiretin yöremizdeki “ilk Türk yerleşimi”ni gerçekleştirmiş olması dolayısıyla “Tur’udlu” diye anılmaya başlar. Evliya Çelebi’nin kendi el yazmalarında yöredeki yerleşimden “Turud” veya “Durud” diye söz ettiğini daha önce de özellikle vurgulamıştık. 
 
Önceden de vurguladığımız ve bazı başka kaynaklardan da örneklerini aktardığımız gibi, bugünkü kent merkezine yakın bölgelerde ise bir Rum yerleşiminin olduğu da anlaşilmaktadır. Zamanla giderek büyüyen ve nüfus olarak da genişleyen Turud köyü halkı, bu yüzden ovaya da inmek zorunda kalır, kurmuş oldukları köycükten bugünkü şehir merkezine doğru yayılıp kaymaya başlar. Ve yöredeki Rum yerleşimi ile de bir kaynaşma gelişir. Bu kaynaşma, zamanla sadece kültürel boyutta bir alış-veriş içinde kalmaktan çikar, arazi komşuluğunun da zorlaması ve yerleşimin genişlemesinin etkisiyle, üretim ilişkisi içinde bir alış-verişe de dönüşür... Örneğin; bazı kaynaklarda, bir Rum Beyine ait olan bugünkü şehir merkezinden arazi satın alınarak, eski Tabakhane yöresine de yerleşilmeye başlandığı (Turgutlu Belediyesi - Çagdas Turgutlu Dergisi, Sayı: 1, Sf: 2) ve “Baltacı” adlı bir Rum’dan da toprak satın alındığı (Hüseyin Akgül - Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri, Sf: 23) gibi benzer ve birbiriyle örtüsen çesitli iddialar da yer almaktadır...

Burasının bir Rum yerleşimi olduğuna ilişkin günümüze kalan izleri çarsi içindeki bazı binaların mimari tarzıdır. Rumlardan sonra, Yahudi topluluğunun bir kolunun da yerleştiği görülen Turgutlu’nun, muhtemelen İspanya’nın Cizvit papazlarının zulmünden kaçan Musevilere kucak açmış olduğu da düşünülebilir.   

İşgalci Yunanlıların Kurtuluş Savaşi sırasında kasabayı terkederken çikarttiklari yangınla, bir mahalle dışında hemen hemen tüm kasabanın kül olması dolayısıyla bu döneme ve yerleşime ait mimari eserler de yok olmuştur. Örneğin; Karpuzkaldıran Parkı’nın karşisında olduğu ileri sürülen Büyük Kilise bile işgalciler tarafından yakılmıştır. Ama yine de yakın geçmişe kadar bu döneme ilişkin bazı yapılar varlığını koruyabilmiştir. Eski Belediye Binası ve yanıda bir zamanlar Zabıta Müdürlüğü olarak kullanılan kısın ile eskiden Hilal İlkokulu’nun bulunduğu yer de geçmişte birer kiliseydiler. Bu kiliselerden en büyüğü de Hükümet Binası’nın olduğu yerdi. 1937’de yıkılan büyük kilisenin taşlarıyla Hükümet Binası yapıldı. 

Bu 3 kilisenin 2’si Rumlara, 1’i de Ermenilere aitti. Dikişyurdu Sokak’ta Musevilerce kullanılan bir de havra vardı. İsrail devletinin kurulmasından sonra İstiklal Mahallesi’nde oturan Museviler de Kudüs’e gittiler. (Turgutlu Çevre İncelemesi - Çevre İnceleme Komitesi - 1965, Sf: 17)  Yakın tarihe kadar Rum ve Musevi topluluğundan bazılarının varlığı hala hatırlanır. Örnegin ilk akla gelenler; çirçir fabrikası olan Yako Benciya, bir dönem kumarhane olarak kullanılan ve “İbro’nun kulesi” diye adlandırılan bina da kasabadaki Rum vb. yerleşiminin kanıtlarıdır... 

Yöremizin yörükleri, göçebeleri ve muhacirleriyle 600 yıllık süreç içinde bir etnik ve kültür mozayiği oluşturduğu, farklı etnik ve dini gruplara da hoşgörü ile bakıldığı da anlaşilıyor. Bereketli topraklara sahip olunması dolayısıyla, Kurtuluş Savaşi’ndan sonra da bu kez yöreye yoğun bir göçmen akını başlamıştı. Arnavut, Boşnak, Filipeli, Makedonyalı, Sırbiyalı ve hatta Tatarlar da kasabanın yerli nüfusuna karıştılar. Bu muhacir  kesime karşi önceleri olumsuz bir tepkinin geliştiği söylense de, zamanla bir arada yaşamak iyice benimsenmiş ve ilişkiler kız alıp vermelere kadar gelişmiştir.

Yöremizin etnik renkleri arasında ayrıca zencilere de rastlanmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde, saraydan getirilen bazı zencilerin Manisa ve yöresinde yer aldığı görülür. 

İlçede son 35-40 yıl içinde ise, sanayiinin de gelişimine paralel olarak, yurdun değişik bölgelerinden, Karadeniz ve Doğu ile Güneydoğu bölgelerinden de göçenler olmuş, 16. yüzyılda nüfusunun 1200 olduğu bilinen bu yerleşim, bugün itibarıyla 100 bini aşan bir nüfusa ulaşmıştır...