Blog

Bekleyişin ötesinde... 

Bekleyişin ötesinde...
Hırs, öfke ve kin kokuyor yaşamın ringi. 
Dövüşmenin kuralı yok! 
Herşey serbest! 
Yakın temas ya da uzaktan kroşe yumruk...
Zenci ya da beyaz, iki insan dövüşür. 
Ayakta kalansa: yaşam!
Ölümün adı: “şike” olsun!
 
Cani ruhlu, yakışıklı bir delikanlıdır hırs. 
Senaryolaştırılmış yaşamlar, ringin mavi köşesinde kan kusar kovalara. 
Tere boğulur hırs! 
Yorgunluğun hipotenüsü! 

O an anlarız: 
Hırsla ulaşılan zirvede, ancak ölümle biter mola!
Teslimiyetin soğuk nefesi
hep peşindedir onursuz yaşamın!
Zirveye ulaşmanın adı: “yaşamın bedeli” olsun!


Bekleyişin ötesinde...
Duvarlar kadar soğuk, gecekondular kadar yoksuldur gece. 
Umut derseniz, hep rötarlı tren seferleri... 
Özlem ise; yoksul mahallelerin umut çocuğu...
Bekleyişin adı: “umut” olsun! 
Barışın ikiz kardeşi!...  
 
Siyahtı-beyazdı derken, yaşamın griye dönüştüğü anda eleştiri süzgecinden geçer yaşam. 

Bilinmezliğin ötesinde çıkılan o yaşam ringinde bekleyen tek olgu ise: 
10’a kadar saymaktır sadece. 
Kurallar derseniz, vicdan tayin etsin. 
Kazananın adı: “insanlık” olsun!
 
Bekleyişin ötesinde... 
Yaşamın zirvesinde...
 


Bir üçlü saçayağı gibidir yaşam: 
İnanç, dürüstlük ve onur...
Ve ağır ağır çıkacaksınız onur merdivenlerinden. 
Dudaklarınızda masmavi bir ışık türküsüyle...

Sonrası?
Sonrası zirvenin adı: 
Meditasyon... Ermek... Ya da Nirvana!
Sonrası?
Sonrası, “insan olmanın adı” olsun!
Ölüm bile aciz kalsın yanında!
Çünkü, erdem olacaktır zirvedeki tek rüzgar!
Zayıfsan savurur, güçlüysen kucaklar!..

Doğadaki ekolojik yaşamın çığlığı: HAYIR!



Doğa dehşet içinde, elleriyle kapatmış gibi yüzünü! 

Ülkemizdeki çevresel sorunlara ve bu sorunları yaratan, neden olan etkenlere ilişkin söylenecek çok şey var kuşkusuz. Ancak yaşadığımız çevrenin hiçbir zaman son 10-15 yıllık dönemdeki kadar vahim tehditlerle karşılaşmadığını söyleyebiliriz. Bu durumun nedeni de AKP Hükümetinin izlediği politika, çıkardığı yasalar ve kararnamelerle ilişkilendiriliyor. Bir tarım cenneti olan ülkemizdeki verimli tarım toprakları, meralar ve sulak alanlar çarpık sanayileşme ve yerleşimin baskısı altında adeta yok olma tehdidi yaşarken, son 10-15 yıllık dönem içinde bu durumun çok daha vahim boyutlarda artarak, ekolojik yaşamı etkileyecek düzeyde insanların ortak yaşam alanlarına kadar dayandığı görülüyor.

Örneğin HES, JES ve benzer projeler bu hükümet döneminde gündeme getirilen projeler. Sadece bu projeler akarsularımızı ve yer altı sularını yok edecek bir tehdit olarak görülürken, öte yandan bu uygulamaların dayandırıldığı 2010 yılında AKP Hükümetince çıkartılan yeni madencilik yasası da bilim ve hukuk çevrelerinde dünyanın en kötü örneklerinden biri olarak tanımlanıyor. Söz konusu olan yeraltı zenginliklerimizin yağmalanması da değil sadece. Çünkü bu yasayla birlikte sadece tarım alanları, meralar, ormanlık alanlar değil, sulak alanlar, hem tarihi hem de ekolojik sit alanları, hatta denizlerin bile maden ve benzer şirketlerin faaliyet kapsamına sokulduğu görülüyor. İnsanların ortak yaşam alanları bile buna dahil. Dolayısıyla yaşadığımız çevredeki ekolojik yaşam ve ekolojik dengenin geleceği konusunda çok vahim ve ciddi endişeler var.

Asli görevi çevre ve insan yaşamını sağlıklı şekilde korumak, kollamak ve güvende tutmak olması gerekirken, Çevre Bakanlığı’nın “ÇED davaları yatırım düşmanıdır” ve “Çevreyi put haline getirmişler, sermayenin önünü açacağım” gibi söylemler ve tutumlar içinde olması, çevre ve insan sağlığı konusundaki endişeleri daha da büyütüp, daha da vahim hale getiriyor. Kaldı ki ÇED raporlarının ülkemizde nasıl amacından saptırıldığı, hem ahlaka hem bilime hem de hukuka aykırı düzenlemeler içerdiğini kanıtlayan inanılmayacak kadar çok dava vardır.

Bütün bunlardan başka, ayrıca KHK olarak çıkartılan 80. madde ise bilim ve hukuk çevrelerini, tüm çevreci kuruluşları dehşete düşürdü. Çünkü bu maddenin “doğanın sermaye guruplarının çıkarı için özelleştirilmesi” gibi bir anlam taşıdığı belirtiliyor. Ayrıca bu madde ile ÇED raporu zorunluluğu ortadan kaldırıldığı gibi, her türlü yargı yolu da kapatılıyor!

ELBETTE Kİ HAYIR!

“Doğa” tüm canlıların ortak yaşam kaynağı, “çevre” de tüm canlıların ortak yaşam alanıdır. Dolayısıyla 80. madde gibi bir maddeyle çevrenin sadece parsel parsel satılacak mal olarak görülmesi, doğanın bir meta haline dönüştürülmesi gibi bir anlayışı insanların aklı almıyor. Biz doğanın sahibi değiliz ki, sadece onun bir parçasıyız. İnsanoğlu kendisini doğanın sahibi veya hakimi imiş gibi görmeye başlarsa, doğanın intikamı korkunç olur! Doğanın ve yaşadığımız çevrenin sermaye gruplarının çıkarı için özelleştirilmek istenmesine elbette ki HAYIR denilecektir ve denilmelidir.

AKP Hükümeti tarafından çıkartılan bu anayasaya referandumunda HAYIR denilmesi için pek çok sebep var kuşkusuz. Ama ekolojik denge ve yaşamı vahim derecede tehdit eden bir düzeye yükselen çevresel sorunlara, bu çevresel tehditleri insanların ortak yaşam alanlarına kadar getirip dayandıran çevre politikasına bakmak bile referandumda HAYIR denmesi için tek başına yeterli bir sebep. 80. madde gibi bir madde doğadaki ekolojik yaşamın tepesinde Demoklesin Kılıcı gibi sallanıp dururken, insanlar elbette ki vahim çevresel sorunlara neden olacak ekolojik yaşamın rant kapısı haline getirilip, doğanın talan edilmesine hayır diyecektir, doların yeşili için doğanın yeşilinin yok edilmesine hayır diyecektir ve demelidir. Çünkü doğa sanki dehşet içinde elleriyle kapatmış gibi yüzünü! 

Hayaline sahip çık, umudun için cesur ol!

Sonucu zaten önceden malum olan bir seçimin açıklanan sonucuna mı üzülüyorsunuz?
Bir Başbakanın, Başbakanken Cumhurbaşkanlığı seçimini kazanmasına mı şaşırıyorsunuz? 
Ben gülümsemeyi tercih edeceğim yine.

Güneş tutulmasının yaşanacağı günlere doğru bir yolculuk bu. 
Ama zaten, yaşanacak daha uzun ve daha kara geceler için ampul çoktan güneşin yerini almıştı daha yıllar öncesinden. Değerlerimizde yaşanan yaprak dökümleri yüzünden. Gazellenmiş cumhuriyet yaprakları bile, yüreklerimizde romantizmin nostaljik kırıntıları gibi kalmadı mı? Hep tutsak edilmiş hayallerimiz ve sürgün edilmiş umutlarımız da tanıktır buna.

Yüreklerimizde bir haykırış biriktirdik sadece.
Acı bir gerçeği haykırma özlemi ve cesareti:
"Güneş imdat istiyor!"

Ben gülümsemeyi tercih edeceğim yine de. Karanlığın hükmü giderek daha da artarken, gecelerin ömrü daha da uzarken, ben yine de gülümsemeyi seçeceğim.

Çünkü biliyorum... 
Her sabah gülümseyen yüzüyle yeryüzünü selamlarken, kendisi söylüyor bunu: 
Güneş doğduğu için batmaz, sadece yeniden doğmak için batar... 
Ben sadece güneşin yalancısıyım.

Bu yüzden, ben gülümsemeyi tercih edeceğim yine de.
Çünkü biliyorum... 
Karanlığın en koyu olduğu saatler, sadece şafağın mutlaka doğacağını söyler... 
Tek bilemediğimiz; o an ne kadar uzak, ne kadar yakın... 
Kimbilir, belki yarın, belki yarından da yakın...

Ben gülümsemeyi tercih edeceğim yine...
Çünkü biliyorum: 
Bu kez öyle bir havada, öyle bir anda gelecek ki...
Vaz geçmek bir daha asla mümkün olmayacak!

Ama şimdi... Güneş bizden imdat istiyor...
Yani... Hayallerimize sahip çıkıp, umudumuz için cesur olmak zamanı... 

Bazı sözler vardır ve bazı insanlar... 

Bazı Sözler vardır; doğru ve yerinde kullanıldıkları zaman çok büyük ve derin anlamlar taşırlar. Bir de bazı insanlar vardır; sözcükler onların ağzından çıktıkları zaman anlamları daha da büyür ve daha derin anlamlar taşırlar.  
 
Bu iki olguyu bir arada taşıyabilen bir insan olabilmek zordur. Sözcükleri doğru ve yerli yerinde kullanabilme, genellikle bir sanat adamı kişiliği gerektirir. 

Diğerinde ise; bir inanç insanı ve bir dava adamı olma ve tam bir önder kişilik özelliği vardır. 

Mustafa Kemal Atatürk, tüm bu özelliklerin hepsini de üzerinde taşıyabilen dünyanın çok ender gördüğü liderlerden biriydi. 


"Tarih mi kahramanları yaratır, yoksa kahramanlar mı tarihi" şeklinde bir soru vardır. Buna benim yanıtım, her zaman "tarih kahramanlar yaratır, kahramanlar da tarihe yeni bir sayfa ilave eder" şeklindedir.

Ama söz konusu Mustafa Kemal Atatürk olunca, bundan çok daha fazla şeyler söylemek gerekiyor. Çünkü O, sadece tarihin yarattığı bir kahraman değil, aynı zamanda bir "dahi" ve yeryüzünün ender gördüğü liderlerdendi. Tarihe yeni bir sayfa ilave etmekle yetinmedi, yeni bir tarihin de sayfasını açtı, yepyeni bir tarih başlatma çabasında oldu. 

O'
nun hakkında dünyanın heryerinde çok şeyler yazıldı. Daha bir o kadar da yazılabilir, yazılacaktır. Ama kelimelerin bazen çok kifayetsiz olduğu gerçeği, sıra Mustafa Kemal'i anlatmaya geldiğinde daha da belirgin şekilde kendini hissettiriyor. O'nu yeterince anlatabilmek için hiç bir kelimenin gücü yetmiyor bazen...

Tez, anti-tez ve sentez



Düşünce bilimi de demek olan felsefede “sentez” diye bir kavram var. Felsefeye göre, düşüncede bir “tez” ve bir de “anti-tez” vardır. Yapıları gereği ikisi de sürekli olarak birbiri ile çatışma halinde. Ama felsefeye göre, bu çatışma sonucunda mutlaka bir “sentez” doğar. Doğmalıdır.

Bu sentez; hem tez hem de anti-tez içinde yer alan, ama birbiriyle çatışmayıp uzlaşan, birbirini yok etmeyip besleyen ve güçlendiren özellikleri alarak, olumsuz etkenleri yok edecek nitelikte birbiriyle buluşturarak “çözüme varılmış bir düşünce aşaması” olarak da tanımlanabilir. Yani yapılmış bir sentezin içinde farklı düşüncelerin birbirini itmeyip çeken, birbiriyle bu nedenle bütünleşen olumlu taraflarının bulunduğunu söyleyebilmek mümkün.

Kültürel özelliklerimiz nedeniyle toplumsal yapımızda bir sentez oluşturmak, bir senteze varmak gibi bir davranış olduğunu pek söyleyemeyiz. Biz hep bir tek şey yaşarız: Sadece tez ve anti-tez çatışması. Yaşadığımız pek çok şeyin anlamı bu. Çünkü kendi tezimizi ortaya koyuş tarzımız bile bazen saldırgandır. Tezimizi ortaya koyarken bunu karşı tarafa adeta dayatarak yaparız. Bunun sonucunda da bizde bu tez ve anti-tez çatışması hep bir uzlaşmaz çatışma gibi devam edip durur. Bu nedenle de bir türlü sentez oluşturamayan, senteze varamayan bir toplum yapısına sahibiz. Oysa bu, “düşünce bilimi” denilen felsefenin bile yapısına aykırı. Çünkü felsefeye göre, bir düşüncede bir gelişme veya aşama yaşanabilmesi için bu çatışmadan mutlaka bir sentezin ortaya çıkması gerekir. Yoksa bu tez ve anti-tez çatışması ne kadar uzar gider bilinemez.

Sonuçta; demek ki egolarımızı eğitebilirsek eğer ve önyargılarımızı da aşabilirsek, o zaman bir sentez yapabilmeyi da başarabiliriz…

Ortak akıl

Peki bir senteze varmak, senteze ulaşmak neden bu kadar önemli? Çünkü sentezin taşıdığı anlam, "ortak akıl"ın bulunması, "ortak akıl"a ulaşılabilmesi anlamını taşıyor. Buna ulaşılabildiği ve yaşama ortak akıl egemen olabildiği durumlarda da hayatın veya tarihin akışına yön vermek mümkün olabiliyor. Çünkü bütün evrendeki en üstün akıl, ortak akıldır...

Yeter ki kararmasın!



Yalnızlık çöküyor üstümüze bazen yoğun bir şekilde. Taşıyamaz hale geliyoruz. Gece gibi, yoğun bir kasvetle çöküverir insanın içine yalnızlık. Paylaşılmadıkça da kolay kolay kaybolmaz kendiliğinden. Yalnızlık duygusu, sığınmacı da yapar insanı. Çoğunlukla da bilinmezliğe doğru bir savruluşla.

Yalnızlıkla baş edebilmenin bir yolu da, yalnızlığıyla iyi geçinebilmesidir insanın. Ama yine de iyi geçineyim derken, insanın en sadık dostu olmamalı yalnızlık. En doğru yol; paylaşmak! Yalnızlık paylaşıldıkça azalır. Sevgi ise paylaşıldıkça çoğalır...

Kuşkusuz ki her insan zaman zaman kendisini yalnız hissetmiş, yalnızlık duygusunun pençesine düşmüştür. Aslında her insan kendi içinde bir parça yalnızdır... İşte bu noktada, yüreklerimizin yarattığı bir başka mucize var: O da dostluk! Geleceğin peşinden soluk soluğa koşan zaman, alaca karanlıkta bir dost bulur da getirir mutlaka, pırıl pırıl bir buluşmaya, yalnızlığı yok etmeye.

Çoğunlukla sakıncalı bir dost olan yalnızlık, paylaşıldıkça görülecektir ki, kimi zaman daha doğru ve daha yeni dostluk kapılarını da açan bir anahtar gibidir. Geceleri karanlık gökyüzünde parıldayan yıldızlar ve gülümseyen ay gibi. Ya da koca bir dağın ardından, bulutların arasından sıyrılıp da sizi selamlayan güneş gibi... Ve birdenbire tüm kara bulutları dağıtabileceğini ayrımsar insan o anda...

Yeter ki, içimizdeki ışık kararmasın...  

Hayata dair...

Makale türünden eleştirel yazılarımda olsun, gerekse edebi nitelikteki yazılarımda olsun, temel dayanağım ve hareket noktam ile vermeye çalıştığım mesaj, daima genel doğrular ve evrensel değerler oluyor.

Genel doğrular çerçevesinde bir yaklaşım ortaya konulduğunda ve makale eleştiri çerçevesinde anlam taşıdığında, alınan tepkiler daima değişir. Evrensel değerleri kılavuz alıp, herhangi bir durum ya da olgu üzerinde genel doğruları ortaya koyarak yazarsanız, mutlaka birileri kalkıp üstüne alınabilir. Söyleyebileceğim tek şey; genel doğru veya yaşamda var olması gereken değer diye ortaya koyduğum tezlerin yanlış olup olmadığı yönünde bir tartışma yapılabileceği.

Düşünce özgürlüğünü savunan biriyim ve herkesin aynı şekilde düşünmek zorunda olmadığını, yaşamda herkesin farklı değerlerle bir arada yaşadığını da biliyorum.

Benim tezim yanında anti-tezi de bilmek isterim. Bir konu hakkında ancak tez ve anti-tez buluşmasıyla senteze varılabileceğine inanıyorum. Senteze varılmasını engelleyen tek olgunun ise, sadece ön yargılar olduğunu savunuyorum. Toplumun bu denli paramparça oluşu, bir konu etrafında tek bir yumruk gibi birleşememesi, farklı değerlere sahip oluşu ve farklı değer yargılarına sahip kitlelerin aynı topraklar üzerinde birbirleriyle ölümüne varan çatışma içine girmesini de işte bu önyargılara dayandırıyorum.

Bana göre, yaşamdaki herşey sadece bir değerler çatışmasıdır özünde...

Benim öğretmenim de hayat oldu. Yaşamınızı yeryüzünün en büyük kitaplığında da geçirseniz, dünyanın bütün kitaplarını da okusanız, yine de öğrenmeniz gereken hala pek çok şey olduğunu görürsünüz. Hayat durağan değildir çünkü. Bu nedenle diyebilirim ki; en iyi öğretmen, hayatın kendisidir. Ama hayatın iyi bir öğrencisi olmak da önemli...

İnsanı iyi anlamak ve tanıyabilmek gerekir. Hiç kimse, "herşeyin en iyisini ve en doğrusunu bir tek ben bilirim" gibi hastalıklı bir kibirin pençesine düşmemeli. Her insanda mutlaka öğrenilecek bir şey bulunur. Unutmamalı ki; kitaplar yazan da, hayatı ve tarihi değiştirip şekillendiren de yine insanın kendisidir. Akıl akıldan her zaman üstündür. Bu nedenle hiç kimse kendisini dünyanın en akıllısı zannedecek bir zayıflık içine düşmemeli...

Hacı Bektaş Veli'nin dediği gibi, benim için de "hayatta okuduğum en büyük kitap, insanın kendisi" oluyor diyebilirim. Bu kitapların en son sayfasında ise, kimi zaman sesli, kimi zaman sessiz, en son söz mutlaka şöyle der: "HAYAT, DERS ALMAK İÇİNDİR!"

Hayatı okuyabilmek...


Hepimiz de hayata sadece tek bir pencereden, ya da sadece kendi gözlerimizle bakarız. Biraz da önyargılarımız nedeniyle, bir başka pencereden ya da birbirimizin gözüyle bakamayız, bakmak istemeyiz. Bunu gerekli görmez ya da yapmayı beceremeyiz.

Böyle olunca da, çoğu zaman hayatı sanki bir “yap-boz oyunu” gibi algılama durumunda kalıyoruz. “Yap-boz oyunu” nedir bilirsiniz; elinizdeki değişik parçaları doğru bir şekilde yerli yerine koyduğunuzda, ortaya net bir resim, net bir manzara çıkartabiliriz.

Toplumsal hareketlerin gelişim sürecinde, tarihe yön veren başlıca iki olgu var: Öngörü ve sağduyu.

Öngörü, aslında hayatı okuyabilmek ile ilgilidir. Geniş ufuklu bakabilmek, çok yönlü düşünebilmek ve dolayısıyla bir ileri görüşlülük ya da geleceği görebilmek anlamlarını içerir.

Hayatı okuyabilmek; Yaşam kendi seyri içinde akıp giderken, insanlara mutlaka bu anlamda bazı sinyaller ve işaretler gönderir. Önemli olan bu işaretleri fark edip algılayabilmek, her birini doğru yorumlayabilmek, bir sonraki adımı bu doğrultuda atabilmek. Bu anlamda hayatı okuyabilenler, öngörü sahibidirler ve geleceği daha iyi görebilirler.

Sağduyu, insanın kendi derinliğinde var olan bir dikkat, gözlem, titizlik ve insani değerleri bu anlamda dengede tutan bir terazi anlamındadır da. Mantık, bilinçaltı ve ruhsal derinliğe hitap eden bir tavrı vardır. Buna da, genelde hem hayatı, hem de insanları okumayı başarabilenler sahip olabilir.

İnsanları okuyabilmek; "ben adamın gözüne bir kez baktım mı onun ciğerini okurum" gibi, hastalıklı bir kibir ve bir anlayış değildir. İnsanları okuyabilmek; genel olarak insanları dinlemekten ve anlayabilmekten geçer. İşte biraz da bu nedenle; demokrasi, sağduyuyu da temsil ediyor.

Bugüne dek, tarihin akışına yön veren toplumsal hareketlerde "öngörü" ve "sağduyu"nun galip geldiği zamanlarda zaferle tanışılmış, bu zaferin mimarı olan kimseler de, hayatı okuyabildikleri durumlarda, “doğru bir zamanlama” ile attıkları adım sayesinde tarihi başarılara imza atabilmişlerdir...

Hayata dokunmak...



Hepimizin de bir parçası olduğumuz doğada, asıl kutsal olan yaşamdır. Doğanın kendisi de yaşamla özdeştir zaten. Adına bazen "hayat" da dediğimiz o kavram derinliği de bundan dolayı. Bu nedenle asıl sonsuz olan, doğanın yaşamı olmalı...

Bu hayatta her birimiz de gelip geçen bir yolcu gibiyiz.
Her insanın mutlaka bir hikayesi var. Hayaller ve umutlar peşinden koşup, hayallerimize ve umutlarımıza tutunup da sürdürdüğümüz hayatın içindeki bu yürüyüş, bizim bir serüvenimizdir de. Her insanın yaşamdaki serüveni de, akıp giden hayat karşısında sergilediği duruşu anlatıyor...

Hayata tutunmak kadar, hayata dokunabilmek da gerekli. İçimizdeki yaşam sevinci ile tutunur ve ürettiklerimiz ile dokunuruz hayata. Hayatın içinde nasıl bir duruş sergilediğimiz kadar, gelecek için ne ürettiğimiz de önemli. Bu üretkenlik ise, bizim hayata nasıl dokunabildiğimizi anlatır.

İşte Not Defterim... Ben hayata böyle dokunuyorum.
Açın sayfalarını, hayata başka nasıl dokunulabildiğini okuyun...

Güneş imdat istiyor!

Bugün yeni bir güne için daha "merhaba" dedik günün ilk ışıklarıyla birlikte... Takvimlerden bir yaprak daha kopardık böylece.

Yeni bir ayın da başlangıcı bugün. Böylece bir ay daha eksildi hayatımızdan. Ve saatlerimizi de yeni yılı karşılamaya ayarladık...

Gündüzler giderek küçülecek bundan böyle. Makasla kesilmiş gibi kısalıp cüceleşecekler. Gece, hep sanki bir adımda varılacak kadar yakın olacak hayatımıza.

Ya hayatımızdaki geceler? 
Bunda ne saatlerin, ne de günlerin bir suçu var. 
Hele güneşi sorumlu tutabilir miyiz? 
Hele de güneş bunca uzaklaştırılırken günümüzden? 
Biliyoruz; 
güneş şimdi “imdat” istiyor. 

Kalın bir sis perdesi yavaş yavaş veinceden incedene ağını örmekte yurdum üstüne.
Yaşanacak daha uzun ve daha kara geceler için, ampuller nöbeti devralıyor güneşten... 
Doğada sonbahar egemenliğini ilan ederken, yaprak dökümü sanki hayatımızda da yaşanır. 
Yarım asırdır gazellenmiş cumhuriyet yaprakları,  yüreklerde romantizm nostaljik kırıntıları...

“Güneş imdat istiyor”...
Yaşadığımız günler
, biricik tanığımız.
Bir de, geçmişin yitirilmiş fırsatları... 
Yüreklerde esen fırtınanın eşliğinde, tutsak edilmiş düşler ve sürgün edilmiş umutlar... 
Ve hayallerin umuda dönüşmek istediği o günlerimiz...

Gecenin iz nöbetçisi şiirler okuyup, şarkılar söylerken karanlıklar üstüne, sessiz bir çığlık olur da çalar yürek kapımızı sürgüne gönderilmiş umut, yaşamın değişik bir boyutunda, bir postacı gibi, elinde bir zarfla.
Ve içinde tek satırlık bir mektup:
“Güneş imdat istiyor...”

Güneşin en kaprisli mevsimidir şimdi. 
Uzun ve uygun adım yürüyüşlerle, gecenin kahreden sessizliği ile aynı ritimde, meydanlara ulaşmaya başladı bile karanlık... Işık, her seher vakti olduğu gibi selamlamaya hazırlanırken hayatı, sadece sisli sabahlar karşılayacak artık günlerimizi. 

Uzun, en uzun gecelerin hüküm süreceği yeni mevsime doğru, daha da ürkek doğacak güneş. 

Sanki tutsak ve sürgün edilmiş...
Güneş imdat istiyor...

Ama biliriz, şimdiki günler daha çok aydınlığı yeğliyor, düşlerde bile. 
Ve tıpkı bizim gibi, günler de kendi hayallerine tutunarak ilerliyor. 
Patlamaya hazır, bir kıvılcım bekleyen sessiz bir çığlık gibi giderek büyüyen özlemleriyle birlikte...
Biliyoruz, düşecek ışık damlaları bir gün o sevdanın.
Ve bekliyoruz, taşı da çatlatan bir sabırla.
 
Havada şimdi bir mevsim dönümü yaşanıyor.

Güneş “imdat” istiyor.
Gelecek; uzun gecelere gebe.

Ama biliriz yine de;
Güneş doğduğu için batmaz, yeniden doğmak için batar.
Ve bu kez öyle bir havada gelecek ki...

Vaz geçmek bir daha asla mümkün olmayacak...  
Ve şimdi, güneş “imdat” istiyor.

Sevgili Not Defterim!

Sevgili Not Defterim,
Yine çöktüm başına, bugün de kahrımı çekeceksin. Silgim de yok yanımda! Bir ben, bir de kalemim, seninleyim.

Yine de pek yıpranmayacak ama sayfaların. Hiç değişmeyen yıldızlar gibi olacak sözlerim.

Sevgili Not Defterim,
Kusura kalma, acılı sözcükler damlatırsa sayfalarına kalemim.

Çağlardır kanayan bir acının yarasına yine dokunabilirim.
Ama yazmasam olmaz... Yazmalıyım... Yazabilirim..

Sevgili Not Defterim,
Biliyorum, bazen kederli yolculara, derin acılara dair cümlelerim.
Ama yalanlara kanmayıp, nereye bakacağını bildiğinden gözlerim.
Bu yüzden, bir yarayı hep sızlatıyor bazı sözcüklerim!
Halkım acılar içindeyken, ben mutluluk şarkıları nasıl söylerim?

Karanlıkta ıslık çalma, aydınlık için birşey yap!

Karanlıkta ıslık çalarak yaşanmaz. Islık çalarak, belki karanlık korkusundan kurtulunabilir.

Ama asıl tehlike işte ondan sonra başlar. Karanlık korkusundan bir kez kurtulunca, o zaman karanlıkla birlikte yaşamaya da alışılmış olur.

Peki nasıl bir hayat istiyoruz? Karanlıkta mı, yoksa aydınlıkta bir yaşam mı?

Seçimimiz aydınlık bir yaşam ise, o zaman karanlıkta ıslık çalınmaz! Asıl yapılması gereken şey; bir mum yakmak sadece.

Bazen zifiri karanlıkta, küçük bir mum ışığı bile pek çok şeyi aydınlatmaya yeter!

Karanlıkta ıslık çalmayın! Aydınlık için siz de bir şey yapın! Bir mum da siz yakın!.

Hayalsiz de, umutsuz da kalmayın!

İnsanlar yaşamları boyunca hep umutlarının ve hayallerinin peşinden koşarlar. Benim de yaşamımda hayaller hiç eksik olmadı. Hayalsiz yaşanmaz çünkü. Ama hiçbir zaman da hayaller peşinden koşmadım. Hayal ile gerçek arasındaki çizgiyi şaşırmadım. Tavrım; gerçeklere ulaşmak, gerçeğin peşinden koşmak oldu. Bir kısım hayallerimi gerçekleştirdim. Bir kısmı da gerçekleşmedi. Yıkılıp giden, kaybolan hayallerim de oldu. Ama hayal kırıklıklarım için oturup da ağlamadım. Gerçekleştirmek istediğim hayallerimi bir çeşit ideal gibi gördüm. Bu ideallere ulaşmak için çabalarım oldu. Bu nedenle de ideal ve hayal kimi zaman birbirine karıştı. Gerçekleşmeyen bazı ideallerim için "hayalmiş" deyip geçiştirmek, gerçekleşen hayallerime de “benim idealimdi” demek beni rahatlatan bir davranış oldu. Bu site de bir hayalin gerçeğe dönüşümünün öyküsü belki...

İyi ki doğdun!



Bu site 2 Temmuz 2010’da doğdu. Ve "İyi ki doğdun" diye de kutladık birbirimizi. 2 Temmuz benim doğum günüm çünkü. Mütevazi sitemi ziyaret edenlerin ilk fark edecekleri şey, tamamen özgün bir site olduğu yönündeki izlenimleri olacaktır. Sitenin niteliği ve içerik hakkında fikir sahibi olmaları için de Ana Sayfa'da sunum olarak minik ipuçları bulabileceklerdir.
   

Bu site henüz çocukluk çağında. Bu çocuğu birlikte yürütür, büyütür ve yaşatırız umarım. İdealleri ve hayalleri olan bir çocuk bu. Yani dev yürekli bir çocuk. Hayatımızı her gün giderek daha da fazla kuşatan, mahkum edilmeye çalışıldığımız şu kör karanlığa başkaldıran bir çocuk. Karanlıkta mum gibi ışık saçıp, umut ateşi ile yüreklerde de bir aydınlık yaratmak isteyen dev yumruklu çocuk...