İnsanların dünyası


İnsanların dünyası 

Tarihi araştırmak; bir bakıma bulmaca çözmeye de benzer. Ya da bir “yap-boz” oyunu. Doğru parçaları yerli yerine oturtamayınca, ortaya net bir manzara, doğru bir resim çıkarabilmenin olanağı yok... Ya da tarihi araştırırken, bir labirentte ilerleniyormuş gibi hissedilir. Bu upuzun ve karanlık bir tüneli andıran labirentten çikip da aydınlığa kavuşabilmek ve yol boyunca ilerlerken yolu iyi görebilmek için ışık sunacak bir meşaleye gereksinim duyulur. İşte bu meşale, o karanlık labirenti aydınlatıp da çikisa götürecek olan araç: bilimdir! Tarih ve bilim, bu bakımdan birbirinden ayrılmaz, bir bütünsellik içindedir. Açıkçası; tarih de bir bilimdir!..

Ne var ki; günümüzde bile hala tarihi bilimselliğin ötesinde algılayanlar var. Ortaçağın feodal kültürünün bir kalıntısı olan felsefeleri ve düşünce tarzlarını aşamayan ve bilimselliğe ulaşamayan pek çok zihniyet, bugün bile tarihi masal, efsane ve hurafelerle özdeslestirmis veya süsleyip püslemiş durumda. Onlara göre tarih; bir efsaneler toplamı. Veya masalsı bir anlatımı olan, mistik esintiler taşiyan ve bol hurafelerle de süslenen bir  “zaman edebiyatı”. Bu yüzden kendi tarihimizi araştırırken bile, “bilinmezliğin” getirdiği “gizem”, kimi araştırmacıları bu “gizem”in büyülü havasına sokup, mistisizmin sisli yoluna ya da mitolojinin masalsı dokusuna saptırıyor… 

Bilimi kılavuz edinip de, geçmişteki uygarlıklarla ilgili araştırmalar yapılırken, kimi zaman günümüzden geriye, başlangıca doğru bir zaman yolculuğu gerçekleştirilir. Bu rota kimi zaman da tam tersine, başlangıçtan günümüze doğru bir yol da izleyebiliyor. Kimi zamansa, çok somut bir belge veya olaydan yola çikilir. Bu belge veya olay, ortalarda bir yerdeyse, bazen bir ileri bir geri yöne doğru koşuşturup durur...

Bir geçmişi olmayan bir toplum, bir devlet düşünülemez. 
“Tarih, halkın ruhudur” der, bir Sovyet düşünür.
A. W. Gulyga’ya göre ise; “Tarih, insanlığın belleğidir.”  
Shakespeare’in deyişiyle de, “Bütün dünler, bugünleri aydınlatan fenerlerdir.”

Tarihi araştırmak ve aydınlatmak, insanlığın belleğini diri tutma amacına da hizmet ediyor.Aynı zamanda, dünyanın seyri içinde ve insanoğlunun yaşam kavgası süresince çesitli uygarlıklar kurmuş, ama tarihin akışı, çaglarin devinimi ve ivmesi düzleminde zamanla ortadan kalkmış ya da unutulmuş topluluk ve halkların ruhunu yaşatmak anlamını da taşıyor...

Prehistorik veya mitolojik çaglar da denilen tarih öncesi en eski çaglardan bu yana pek çok uygarlık gördü dünya. Pek çogu adını tarihe derince kazıdı. Çaglar açtı, çaglar kapattı... Akıp giden zamanın rüzgarıyla, bu uygarlıkların yüzbinlerce yıl sonraki kuşakları farklı kimlikler ve topluluklar olarak varlıklarını sürdürmeyi başarabildiler. Ama pek çok uygarlık, ad olarak da, varlık olarak da yeryüzünden silindi...    

İşte tarih sayesinde, onların yaşamları, uygarlıkları, felsefeleri, kültürleri ve kimlikleri hakkında “bilgi” sahibi olabiliyoruz. Ama doğru bir tarih anlayışıyla...

Kentleşme ve uygarlık

“Medine”, Arapça’da “kent” anlamına geliyor. Türkçesi “uygarlık” demek olan "medeniyet" de bu sözcükten türetilmiş. Yani; “uygarlık”, bir anlamda “kentleşme” demek...

İnsanoğlunun yeryüzündeki uygarlık süreci de “kentleşme” ile birlikte başlıyor. Önceleri klan ya da aile toplulukları halinde mağaralarda yaşayan insanoğlu, sonraları çogalip giderek genişleyince kabile oluşmuş. Bu dönemde sadece avcılık yaparak geçinemez olan insanoğlu, hayvanları eğiterek, hayvancılığı bir uğraş edinmiş, hayvancılık başlamış. Böylelikle de hayvanların beslenebilmesi sorunu ile birlikte, uygun doğa ve iklim koşulları arayışı içine giren insanoğlu için “göçebelik” başlamış... 

Bu tür göçebe topluluklara kimi uygarlıklara göre değişen farklı isimler veriliyor: kabile, boy, oymak, aşiretkavim vs. gibi... Daha da çogaltmak mümkün. Ama gerçek bir toplum ya da halk topluluğu haline geliş de, yerleşik yaşam ile birlikte başlıyor. Yerleşik hayata geçiş de, hayvancılıkla uğraşan insanoğlunun giderek büyüyen ve genişleyen nüfusu nedeniyle, artık sadece hayvancılıkla yetinememesi, sonraları toprağı da işlemeye başlaması, tarıma yönelmek zorunda kalmasıyla birlikte başlıyor. İnsanoğlunun “kentleşme” süreci de böyle, hayvancılıktan tarıma yönelişi ile gelişiyor. Ve böylelikle de; yerleşik yaşama geçiş sürecinin başlamasıyla birlikte de insanoğlunun karşisına bir “yurt edinme” gerçekliği gelip dayanıyor!...

Ancak burada “kentleşme”yi yalnızca yerleşik hayata geçiş anlamında kullanıyorum, bugünkü anlamda bir “uygarlaşma” anlamında özellikle kullanmıyorum. Nedeni ise; “uygarlık”kavramının çok daha geniş bir anlamı kapsadığı, çok daha derin bir anlayışı içerdiği gerçeği... Bugünkü anlamda “uygar insan” tanımı yaparken, nasıl bu tanımı hak edecek bazı temel kriterler ve değer yargıları ile ölçüm yapılıyorsa, toplum ve toplulukları da uygarlık düzeyleri ile aynı şekilde ölçüp elekten geçirebilmek gerekli... Uygar bir toplum veya halktan söz edebilmek için, onların kültürlerini, yaşayışlarını, çagi geliştirme veya yaşanılan çaga uygun olabilecek düzeyde yaptığı atılımları, barışçıl olup olmadıkları, insanı nasıl ele alıp değerlendirdikleri ve felsefeleri vs.nin iyi irdelenmesi gerekiyor. Yoksa yerleşik hayata geçiş ve kentleşmenin başlamasıyla hemen ve birdenbire uygar olunamıyor. Çünkü insanoğlu tarih boyunca, kendi neslinin varlığından itibaren hep daha uygar olabilmek, uygarlıklarını geliştirebilmek ve çagi değiştirebilmek davranışı veya arayışı içinde... Bu davranış biçimi kimi zaman barışçı, kimi zaman da barışçı olmayan yollar izlemiş. Savaş, bu nedenle ilk çaglardan bu yana insanoğlu ile birlikte anılan bir gerçeklik olmuş dünyada!...