Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ardındaki etkenler

Bir çöküşün anatomisi:
Osmanlı imparatorluğunun çöküşü ardındaki etkenler

Batı dünyası, daha 15. yüzyılda “Rönesans”ı yaşarken, dinci yobazlık ve bağnazlığın dar kalıplarını kırıp sıyrılarak, bilime ve sanata yönelirken, Osmanlı ise bu treni kaçırmıştır. Bir yandan hala fetihlerle uğraşan Osmanlı, öte yandan da 400 yıl sürecek bir zaman dilimi içinde Anadolu Birliği’ni sağlama mücadelesi veriyordu… 17. ve 18. yüzyıllar ise, Batı’da “aydınlanma devrimi” ve “sanayi devrimi”nin yaşandığı yüzyıllar olarak gelişirken, Osmanlı’da ise “duraklama-gerileme ve çöküs” dönemleri olarak yaşanmıştır… 
Bu çöküşün nedenleri şöyle analiz etmek mümkün:

Ekonomideki açmazlar

Osmanlılarda, yönetimde yaşanan bu zaafların yanı sıra, feodal devlet düzenindeki ekonomi alanında da aslında çok büyük gerilik yaşanıyordu. Halkın büyük kısmı tarım ve hayvancılıkla uğraşirken, ticaretle uğraşanlar ise hemen hemen yok denilecek kadar azdı. Ticaretle uğraşanlar; genellikle Rum, Yahudi vs. gibi“Gayrı Müslim” olarak adlandırılan kesim olarak göze çarparken, ticaret merkezleri de doğal olarak bu kesimin etkinliği altında bulunuyordu. Örnegin; ortaçağın en önemli ticaret merkezleri deniz ticareti yoluyla liman kentleri olurken, bu kentlerdeki ticaret eşrafı da hep “Gayrı Müslim”lerden oluşuyordu. Osmanlılarda bu yüzden sanayileşme de olmamıştır.
 
Bir süre sonra, yeni coğrafi keşifler dolayısıyla da ticaret  yollarının Akdeniz’den dış denizlere kayması,Osmanlı İmparatorluğu’nu ekonomik çikmaz içine sokan bir başka etken oluyordu. Genellikle her sorunu savaş yoluyla halletme gibi bir tavır içinde olan Osmanlılar, ekonomik sorunları da böylece askeri çözümlerle aşmaya çalismak zorunda kalınca, yeni fetihlere yönelmek, Osmanlı’nın bir bakıma tavrını da şekillendiriyordu.
 
Ama “Duraklama Devri”nde, artık askeri galibiyetler azalmaya ve Osmanlı orduları bazı cephelerde yenilgiler almaya başlayınca da, Osmanlıların büyük önem verdiği kapitülasyonlar, bu dönemden itibaren ekonominin tamamen yabancı devletlerin inisiyatifi, denetim ve kontrolü altına girmesi sonucunu da getiriyor, bu gelişme ile birlikte Osmanlı’da ekonomik gerileme ve nihayet “çöküş” de başlıyordu. Bunun ardından gelen de, halka ağır vergiler yüklemek oluyordu… 

Türkmen çatışmaları

Bu Osmanlı tablosu içinde, toplumsal yapı boyutunda bir takım kargaşa ve huzursuzlukların yaşanması, düzene ve yönetime karşi bazı memnuniyetsizlikler, zaman zaman çesitli gerekçe ve nedenlere dayalı olarak başkaldırı ve isyanlara dönüşmesi şeklinde de kendini gösteriyordu.
Bunun nedenleri arasında ise; Türkmen çatismalari da önemli yer tutar.
 
Anadolu’da 700 yıl ömür süren ve 400 yıl boyunca süren mücadelelerle de Anadolu Birliği’ni sağlayanOsmanlılar, 300 yılını da hep Türkmenlerle çatisma ve savaşlarla geçirmiştir. Doğan Avcıoğlu, Osmanlıyı bu Türkmen çatismalari ve başkaldırılarının da tükettiğini savunur. 

Öyle ki, Çelebi Mehmet (Yıldırım Beyazıt’ın oğlu) zamanında en sıkıntılı ve zayıf olunduğu anlarda bile hep Türkmenlere yüklenilmiştir. Osmanlıların Türkmenlere karşi en sert tavrı ise, 16. yüzyılda Yavuz Sultan Selimdöneminden itibaren başlamış, bu dönemden itibaren, asi Türkmen gruplarına “kızılbaş” sıfatı yakıştırılmaya başlanmıştır. Yavuz döneminde “kızılbaş” ile “Türkmen” deyimleri hemen hemen eş anlam kazanır. (Doğan Avcıoğlu - TürklerinTarihi - Cilt: 1,Sf: 191)
 
Halifeliği Osmanlılara getiren Yavuz, Anadolu’da yaptığı Türkmen kıyımı konusunda da bazı tarihçiler tarafından en çok eleştirilen Osmanlı hükümdarlarındandır. Babası 2. Beyazıt (Fatih’in oğlu) gibi aşirı dindar olarak da nitelendirilen Yavuz Sultan Selim“kızılbaş” sıfatı yakıştırılan Türkmen gruplarına karşi bir kamuoyu yaratmak için, Osmanlı ulemasını bir “karşi propaganda” yapmakla da görevlendirir. Öyle ki; bu dönemde başlatılan bu “karalama kampanyası”nın izleri, bugün bile toplumumuzda görülen, zaman zaman çesitli mezhep çatismalarina dönüşen, sıkıntılar yaşatan derin çeliskilerin oluşmasına neden olacak izler niteliğindedir.
 
Pir Sultan Abdal, Türkmen’in uğradığı bu zulmü o dönemlerde çarpici biçimde şu dizelerle belirtir:
Hünkar sağır olmuş ünümüz duymaz
Masumlar boğdurur padişahım var                        
 
Ve şu dizelerde ise Türkmenin dramını yansıtır:              
Türkmen kalkıp yaylasına yürümez
Yıkılmış aşiret il bozuk bozuk
 
Türkmen başkaldırılarının ardında yatan bir başka gerçeklik de; feodal düzenle olan çatismaya dayanır. Feodalizme dayalı Osmanlı düzeninde, sınıfsal ayrım; “vergi ödeyen-vergiden bağışık” biçiminde şekillendiğinden, Türkmen kitlesi, tarıma yerleşik reayadan farklı durumda bulunmakla birlikte, “iğreti topluluk”halindeydi de. Ve Osmanlı düzeninde “iğreti bir topluluk” halinde kalmaları dolayısıyla da, ardı arkası kesilmeyen Anadolu isyanlarında hep ön planda rol oynamışlardır. (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi - Cilt: 1,Sf: 191)      

Kültürel “kayboluş”

Öte yandan, günümüze kadar derin iz bırakan bir başka gerçeklik de, özellikle katı şeriat hükümlerinin uygulanmaya başlamasıyla birlikte, Osmanlı’nın Arap kültürüne yönelmesi olmuş ve bu da İslamiyetin Arap kültürünün mübarek sayılması gibi bir anlayış temelinde uygulanmaya çalisilmasi sonucunu doğurmuştur.. Bu durumu da aslında bir tür “kültürel kayboluş” olarak tanımlamak en doğru değerlendirme olabilir.
 
Hem Türkmenlerle olan sürekli çatismasi ve hem de Arap kültürünün “mübarek” sanılarak Arap kültürüne yönelinmesi dolayısıyla, Osmanlının, özellikle aşirı dindarlığıyla bilinen 2. Beyazıt’tan itibaren Türklere bakışı, genellikle “küçümseyici” ve “aşağılayıcı” da olmuştur. Bu dönemden itibaren Türklüklerinden söz etmeyi pek içine sindiremeyen Osmanlı, Türk olmayı adeta aşağılayıcı bir anlam görmüş ve “idraksız Türk”, “algılamasız Türk”, “bilisiz Türk” gibi Türklüğü aşağılayıcı ve küçümseyici ifadeler kullanmıştır. Bunun nedeni Türkmenlerle olan sürekli çatismalar da olabilir.
 
Kentlerdeki Türk ileri gelenleri, kentleşmiş olduklarından kendilerini Türk saymazlar, “Türklükten çikmis”görürlerdi ve bu yüzden de kendilerini “kentsoylu” anlamında bir sınıf içinde değerlendirerek, kendilerini“Rumi” sayarlardı. Mevlana’nın da kendisine “Rumi” lakabını alması, bu anlamda kendisinin “kentsoylu” biri olarak anılmasını istediğini ve “Türk” kavramından hoşlanmadığını yansıtır bir bakıma.
 
“Türk” ve “Türkmen” deyimleri ancak feodal devlete bağımlılığı reddeden ve anarşi unsuru olarak görülen göçebe toplulukları için bir aşağılama anlamında kullanılır, kent halkına ise yalnızca “İslamlar” denirdi. Söz konusu olan, göçebe yaşam biçiminin kınanmasıydı. (Doğan Avcıoğlu - Türklerin Tarihi - Cilt: 1,, Cilt: 1, Sf: 156, 157)
 
Ama Mevlana da, bazı iddialara göre, Türklerle ilgili “yıkıcı” anlamında bir takım betimlemeler yapmıştır. İlginç olan; Selçuklu egemen sınıfı ile bütünleşen Mevleviler’in bu yolda en ileri gelenler arasında yer almasıdır. Genellikle kent soylu sınıfıyla ilişkileri tercih eden Mevlana Celaleddin Rumi, Konya’da Hristiyan-İslam yakınlaşmasını sağlamıştır. Hatta cenazesine katılan kilise ve manastır ileri gelenleri, onu “çağın İsa’sı ve Musa’sı” gibi gördüklerini belirtirler. 

Ama Mevlana, bir duvar yapımı sırasında Türkmen işçi kullanılmasına, Eflaki’ye göre, şöyle karşi çikmistir: 
“Yapım için Grek işçileri, yıkım için ise aksine Türk işçileri almak gerekir. Zira dünyanın yapımı Greklere özgüdür. Yıkım ise Türklere ayrılmıştır. Tanrı evreni ilk kez yaratınca ilkin tasasız kafirlere can verdi… Onlar taşların zirvelerinde, tepeler üzerinde bir çok kent ve kaleler yükselttiler… Ama Tanrı işleri öyle düzenledi ki, yavaş yavaş bu yapılar yıkılmaya yüz tuttular. O zaman Tanrı, gördükleri bütün yapıları, saygı duymadan, acımasız yıksınlar diye Türkleri yarattı. Türkler yıktılar ve hala yıkıyorlar. Kıyamet gününe kadar bunu yapacaklar. Sonunda Konya’nın yıkılması, acımasız ve adaletsiz Türklerin elinden olacak…
 
Cimri olayı ise, kimilerine göre, bu kehanetin gerçekleşmesi diye görülür. Ama Mevlana, gerçekten böyle bir şey söylememiş olsa bile, bu sözler, kent ileri gelenlerinin göçebe Türkmenler hakkındaki düşüncelerini yansıtmak bakımından bir anlam taşimaktadır. Öte yandan, Mevlana’nın niçin kendisine “Rumi” lakabını aldığının da bir anlamda bir açıklamasını yapar ve anlamlı hale getirebilir…       
 
Selçuklular’ın Anadolu’daki parlak döneminin ardından gelen Türkmen fetihleri yıkıcı olur. Ama bu karışıklık dönemi, aynı zamanda Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşmasının tamamlandığı bir dönem de olur… Fetihlere katılan ya da Batı bölgelerine akan dervişler, yoğun propagandalar yoluyla, Hristiyanları kitle halinde İslam yaparlar. Türkmen boyları ile sıkı ilişkili olan  Bektaşilik kırsal bölgeleri, Ahiler kanalıyla kent eşraf ve ileri gelenleriyle bağlantı kuran Mevlevilik ise kentleri İslamlaştırmada ön planda rol oynamıştır… 
 
Ne var ki, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşmasında hayati bir rol oynayan, Selçuklu ve Osmanlıdevletlerinin kurulmasının bu anlamda bir alt yapısını oluşturan Türkmenler, bu devirlerde de, devlet feodal otoritesi ile olan çatismalari nedeniyle, Anadolu’da kendi devletleri olmayan ya da kendilerinin olmayan devlet kurmuş “iğreti topluluk” olarak kalmışlardır.
 
Devlet tarafından hep dışlanmış olan Türkmenlerin, iğreti topluluk halinde kalmasına “göçebe yaşamı tercih etmeleri” de neden gösterilmektedir. Ama “göçebe”liği tercih etmeleri de, bazı iddialara göre,“dışlanmışlıkları”na da bağlanır.  Yine de hangisi doğru olursa olsun, bu gerçeklik Osmanlı’nın 700 yıllık ömrünce “en büyük başağrısı” olmuştur…
 
Op. Dr. M. N. Dinçsoy, Osmanlı Devleti’nin yaşadığı krizlerin nedenleri şöyle sıralıyor: “Osmanlı Devleti’nin politik yapılanmasını hep “Enderunlu” adlı kadro kendi çikarina geliştirmiş, devletin yönetiminide kendi elinde tutmayı, Türk halkına benimsetmiş olan Hristiyan kökenli ve Osmanlı ocaklarında yetiştirilmiş dönmelere karşi da “ulusalcı” bir hayalin güdücülüğü hiç bir zaman söz konusu olmamış. Ordunun zaman zaman kanun-nizam tanımaz bir hale gelmesi, ordu mensuplarının esnaflık, ticaret vs. gibi işlerle uğraşması, sipahilerle yeniçerilerin çatismalari, yeniçerilerin sık sık hükümet devirmeleri, idarecilerin işledikleri yolsuzluklar, rüşvet, halk tabakası üzerinde uygulanan ağır vergiler ve zulüm…”
 
Tüm bunlar, Osmanlı tebasında bir kargaşa ortamının süreklilik kazanmasında yer alan diğer etkenler olarak da sayılabilir… 

Devlette çürüme

Duraklama Devrinde, en çok göze batan temel neden; Osmanlının devlet yapısı ve yönetimi içinde ortaya çikan “yozlaşma” ve “çürüme”dir. Bunun en önemli nedeni de, idare mekanizmasındaki bozukluktur. Örneğin; “Lale Devri” olarak  adlandırılan dönemde, bir yandan halk için ağır vergiler uygulamaya koyulurken, halka tamamen sırtını dönecek denli, saray erkanının zevk ve sefa sürmeye dalması, çesitli saray eğlencelerinin düzenlenmesi… öte yandan sarayın bu tavrına karşi eleştirilerin bile yasaklanması… devlet kadrolarında ise, bu “çürüme”nin bir başka sonucu olarak yolsuzluk ve rüşvetin artması… toplumsal çürüme ile birlikte kargaşa ve kaos ortamını doğuran en önemli etkenlerdendir.
 
Halkla devlet arasındaki ilişkiler bu dönemde yok denecek kadar azalmıştır. Bir süre sonra ise; devlet düzeyinde yolsuzluk ve rüşvet olayları o denli yaygın bir hale gelmiştir ki; örnegin Sultan Abdülmecit 11 Aralık 1849’da, Babıali’de yapılan bir toplantıda, “rüşvetle mücadele” konusunda yemin etmiştir.
 
Bu sırada “Tanzimat Fermanı”nın yaratıcısı olan Mustafa Reşit Paşa, ikinci kez sadrazamlık makamında bulunuyordu ve reform çalismalarini sürdürmekteydi. Bu çalismalarda, Osmanlı devlet işlerinde çok yaygın bir hale gelen “rüşvet” konusunu da ele almış ve “Meclis-i Vala”da bir mücadele tasarısı hazırlatmıştı. Buna  bağlı olarak , devletin en yüksek makamlarından en küçüklerine değin, herkes rüşvet almamak için Kuran’a el basıp yemin edecekti. İlk yemini de “Meclis-i Vala”da padişah Abdülmecit Kuran’a el basarak yapmıştı…  

Orduda bozulma

Başlıca özelliklerinden biri de, o tarihe kadar bir aşiretten koskoca bir cihan imparatorluğuna kadar yükselen ve “yeryüzünde görülmemiş genişlikte bir coğrafyaya yayılmış bir imparatorluk” olan Osmanlı İmparatorluğu, 17. yüzyıla doğru, orduda disiplini sağlayamaması ve yeni savaş tekniği ve yöntemlerine uyum sağlama anlamında askeri yapıda bazı yeniliklere gidememesi sonucunda, artık bazı cephelerde peşpeşe yenilgiler de almaya başlamıştı.
 
Bu durum, Osmanlıyı askeri yapıda bazı reformlara yönelmeye zorladıysa da, “geç kalan” bu çaba, bir süre sonra sipahi kesiminin, diğer zamanlarda da yeniçeri ocağının sık sık başkaldırılarına neden olmuştu. Hatta öyle ki, yeniçeriler bazen padişah devirmiş, hatta öldürmüs (Örnegin bu ayaklanmalardan birinde Genç Osman öldürülüyordu), hükümetler değiştirmişti.   
 
Artık peşpeşe gelen yenilgiler dolayısıyla, “savaş ganimetleri”nin de sona ermesinden başka, deniz ticaret yollarının coğrafi keşiflerle Akdeniz’den dış denizlere geçmesi, gelen ticaret mallarına altın ve gümüş paranın akıp gitmesi, fazla ham maddenin dışarıya gönderilmesi de Osmanlı İmparatorluğunun ekonomik durumunu bir hayli kötüleştirirken, bunun da bir doğal sonucu olan askeri bazı kısıtlamalar, ordu yapısını da zayıflatıyor,“dirliklerin kapıkullarına verilmesi” gibi bazı uygulamalar ise sipahi sisteminin çökmesi ile sipahilerin, sonrasında da yeniçerilerin ayaklanmalarına neden oluyordu.    
 
Özetle: Otoritesi de iyice zayıflamış olan devletin yönetim aksaklıkları ile idari mekanizmasının bozukluğunun orduya da sıçraması ve “sipahi sisteminin çöküsü”, sipahi ve yeniçeri ayaklanmalarının da nedenini oluşturmuştur…
 
İşte Osmanlı İmparatorluğu’nun içine düştüğü ya da düşürüldüğü bu durum, görülen bu manzara, bütün“Osmanlı tebası” içinde yer alan yapı içinde, genel bir hoşnutsuzluk ve tepkileri de yaratıyordu. Bu hoşnutsuzluk ve tepkiler de, genelde kendisini başkaldırı ve isyanlar olarak gösterecek bir başka boyuta taşinacağı “kaos” ve “kargaşa”nın patlamasını da ateşleyen birer “kıvılcım”a dönüşüyordu.
 
Bu kargaşa ve kaos ortamında kimi zaman bazı din bezirganları “Mehdilik” iddiasıyla ortaya çikip, adaleti sağlama amacıyla başkaldırı gerçekleştirebilecek örgütlenme ve propaganda olanaklarını halkın memnuniyetsizliği atmosferi içinde çok rahat bulabiliyorlardı.
 
Ama “dinsel kökenli” bu isyan ve ayaklanmalar, çok fazla derin izler bırakmamışlardır. Asıl iz bırakan başkaldırılar genellikle dinsel kökenli olmayanlardı ki, bunun nedeni ise; bu isyanların “sınıfsal” nitelik taşiması, feodal devlet düzeni ve bunun bir yansıması olan derebeylik sistemine karşi başkaldırı ve devlet zulmü ile ağır vergilere karşi bir tavır anlamına gelmesidir.

Yorumlar - Yorum Yaz