Hurafeler ve bir kitabın eleştirisi

Hurafeler ve bir kitabın eleştirisi
Eksik bilgi: yanlış bilgidir

"Bilinmeyen"
"gizemli" tanımlaması ve yakıştırması yapmak, aslında psikolojik bir eğilimdir. Kavramlar ve olaylar üzerindeki “gizem”, ancak bilimsel ve titiz bir araştırma sonucu ortadan kalkar ve aydınlık ortaya çıkar. Gizemleri ve bilinmeyenleri aydınlatan da ancak “bilgi”dir."Bilinmeyen"e ait boşluk "bilgi" ile doldurulduğunda, tüm sisler ve kara bulutlar dağılır ve "aydınlık" ortaya çıkar.

“Eksik bilgi” ise daima “yanlış bilgi” anlamına gelir. Eksik bilgi, eğer tarihe ilişkin bir konu için söz konusuysa, bu eksiklik, çok büyük yanlış anlamalara ve yanılgılara da dönüşebilir. Bunun sonuçları da kimi zaman “asıl gerçek” olanın “çok şaşırtıcı” bir anlam kazanmasına da neden olur.

1922 yılında işgalci Yunanlı güçlerin kaçarken tüm kasabayı ateşe vermesi sonucu çıkan korkunç yangında, yanan binalarla birlikte, tüm el yazması ve basılı tarihi belgelerin de yok olması, ilçe tarihinin de o korkunç yangının külleri arasına karışması gibi bir dram yaratmış adeta. Turgutlu tarihinin pek fazla bilinmemesi ve var olan bilgilerin de çok yetersiz olması da, bu “gizem”in varlığı dolayısıyla bir takım “hurafe” ve “söylence”lere dayalı yakıştırmalar yapılmasına neden olmuş. 

Eksik bilginin nasıl da yanlış bilgi anlamına geldiğini, bu yanlışlığın nasıl ve ne kadar da büyük bir anlam taşıdığını bir kez daha örneklemek gerekirse, ilk olarak "hurafe" ile ilgili bazı konulara değineceğim. Bu konuda da Turgutlu hakında yazılmış bir kitabın özellikle eleştirisini yapmak zorunlu hale geldi. Çünkü uyduruk bir çok safsatalarla dolu bu kitap, bir dönemler bazı çevrelerce bir hayli reklamının yapılmasıyla ilçemizde popüler hale de getirilmek istenmişti. 

Kitabın ne anlama geldiğini bilen biri olarak, hiçbir zaman kitap satışlarının yüksek olmasına karşı durmadım. Ama ticari amaçlarla yazıldığı belli olan bu kitabın ilginç olduğu kadar, insanların kafasını bilgi yerine hurafelerle doldurması bakımından taşıdığı tehlike benim için anlam taşıyor. 

Hurafeler ve bir kitabın eleştirisi

Turgutlu 
ile ilgili hurafeler için verilecek en başlıca örnek, Manisa Fatih Anadolu Lisesi öğretmeni Hüseyin Akgül’ün yazmış olduğu “Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri” adlı kitaptır. Bilgi aktarmak ve insanları aydınlatmak amacıyla değil de, daha çok ticari amaçlar ya da"kitap sahibi olma" gibi bir "kariyer edinme çabası" gözetilerek yazılmış bir kitap olduğu da açık. Bunun dışında taşıdığı “gizli” bir amaç da varsa, buna ilişkin yeterli  mesaj da kitabın içeriğinde zaten görülebilir. 

Ne bilimsel, ne de tarihsel hiçbir anlam ve değer taşımayan kitabın, hiçbir bilimsel ya da tarihsel belge ve kanıtlara dayandırılmadan, sadece Turgutlu’da dar bir çevre içinde ağızdan ağıza sanki gerçekmiş gibi aktarılan hurafe ve söylencelerin derlenmesi niteliğinde olduğu da anlaşılıyor. Öte yandan, kitabın edebi bir değeri de yoktur. Çünkü destan ve efsane edebiyatın alanına girer, ama hurafe edebiyatın alanı değildir.

Hüseyin Akgül
, daha önce okumuş olduğum Manisa Folklorü adlı kitabıyla kendine bir yazar olarak edindiği kariyerine, bu kitapla ise benim nazarımda gölge düşürmüştür.
“Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri” adlı kitabın değerlendirilmesine gelince... Asıl sorun, kitabın kaleme alınışı sırasındaki temel düşüncede başlıyor.

Hüseyin Akgül, softaların düşünce ekseninde kaleme aldığı kitabında, birkaç kişinin ağızdan ağıza aktardığı “hurafeler”i gerçek gibi gösterip, “evliya menkıbeleri” diye aktarırken,ne yapmaya çalıştığını, Turgutlu’ya ne gibi bir hizmette bulunmak istediğini ise doğrusu pek anlatamıyor. Ama Turgutlu’nun kuruluşuna ilişkin, Hacı Zeynel’in “manevi kurucu” olduğunu söylerken de, öte yandan “manevi kurtarıcısı” olduğunu da ilan eden bir mantık yürütmeye çalışıyor. İddialarına dayanarak Turgutlu’dan Halil Yıldız ve Lütfi Özerkan’ın sözlerini gösteriyor. Bu kişiler ilçede belli bir çevre içinde saygın kişiler olabilirler. Ama tarihçi, edebiyatçı, din veya bilim adamı gibi özellikleri ya da bu konularda “bilirkişi” olabilme yönünde nitelikleri yoktur.

Öte yandan, Akgül’ün kitabında, oğlu okul arkadaşım olan Lütfi Özerkan’ı da “evliya” mertebesine çıkarması, benim için bir başka şaşkınlık konusu. Ama bu şaşkınlığım Özerkan’ı lekelemek için değil. Daha çok, her sufiyi evliya yapma eğiliminde olan Akgül’ün, oturduğu Manisa’dan, yakın gelecekte de Turgutlu için ilan etmeyi düşündüğü başka evliya adaylarının da kafasında olup olmadığına ilişkin bir merak sadece...

Kitapta oldukça garip iddialar da yer alıyor.
Örneğin Hacı Zeynel’le ilgili “menkıbe” diye aktarılan hikaye. Açık kimliği ve nesebi hakkında hiçbir bilgi, belge veya kayıt bile olmayan Hacı Zeynel’in, sadece Horasan’dan geldiği ve Kadiri şeyhi olduğu yönünde bir iddia var. Bunun da, Hacı Zeynel Camii Koruma ve Yaşatma Derneği görevlilerinden Halil Yıldız ve Turgutlu Ticaret ve Sanayi Odası eski Başkanı olan oğlu Hüseyin Yıldız tarafından söylendiği belirtiliyor. Opr. Dr. M. Niyazi Dinçsoy ile tarih öğretmeni olan ve ilçemizde “Cinni Hoca” diye de bilinen babası İbn-i Cinni İsmail Hakkı Bey ise, bunun sadece bir söylentiden ibaret olduğunu savunurlar. (2) Buna göre; Hacı Zeynel’in “Turgutlu’nun manevi kurucusu” olduğu yönündeki iddia, Akgül’ün bilgisine başvurduğu kişilerin, büyüklerinden duydukları söylentilere dayalı olarak ve doğruluğunu yanlışlığını araştırmadan ileri sürdükleri yakıştırmalardan ibaret kalıyor.

Ama “garip” olan ise, Hacı Zeynel’e atfedilen “manevi kurtarıcılık” hikayesi. 
Akgül, bu hikayeyi kitabında şöyle anlatır: “İstiklal Savaşı’nda Yunan bozulup kaçarken Turgutlu’yu ateşe verdi. Bütün Turgutlu yandı. Ama Hacı Zeynel Dede’nin bulunduğu Albayrak mahallesi yanmadı. Yunanlılar bütün Turgutlu’yu kundaklayıp yakarken, bu mahallede ortaya çıkan Zeynel Efe adındaki karayağız delikanlı hem tutuşan yerleri tek başına söndürmüş, hem de Yunanlıları oraya sokmamış. Bu arada bütün aramalara rağmen Zeynel Efe bulunamayınca, onun Hacı Zeynel’in manevi şahsiyeti olduğu ve himmetiyle mahalleyi koruduğu anlaşılır.” (1)


Kısaca; Turgutlu’nun “manevi kurucusu” sıfatı yakıştırılan Hacı Zeynel, bir de “manevi kurtarıcı” yapılır... Akgül, bu hikayeyi Lütfi Özerkan ile Halil Yıldız’ın sözlerine dayalı olarak bir "menkıbe" diye yazmış. 

Burada “manevi şahsiyet” diye belirtilen şey, “ruh”tur. Burada da, gerek Akgül’de, gerekse bu söylenceyi öğrendiği şahısların da “reankarnasyon” denilen bir inanış içinde oldukları görülüyor. Öldükten sonra yeniden birkaç defa dirilip başka yerlerde ve başka bedenlerde birden fazla yaşama inancı da demek olan, ama aslında bir boş inan olan reankarnasyona inanan bir insanın, bu tür hurafeler duyduğunda hemen inanması da gayet doğaldır.

Ama bu bizde 12. ve 13. yüzyıllarda “sufi”lerin (o da sadece bir kısmı) ortaya attığı bir inançtır. Bilime aykırı olduğu kadar, din bilginlerinin hemen hepsi de “reankarnasyon” diye bir şeyin İslamiyette yer almadığını savunur. Öte yandan, bu inanışı felsefi yönden irdelediğimizde de, “ruh göçü” (metempsychosis, tenasuh) denilen anlayışa girmektedir. Felsefi anlamı; ölen varlıklardan ayrılan ruhların başka varlıklara göçtüğü ve yaşamakta devam ettiği inancı olan “ruh göçü”, ilkel çağlardaki“totemcilik” devrinden kalma bir “ölümden sonra yeniden hayata dönerek başka bedenlerde yaşamını sürdürme” inancına dayanmaktadır. (8)

Bugün de metafizik dünya görüşünün dinci yaşama sahip insanlarda ve feodal kültürü aşamamış kitleler üzerinde daha etkin bir hale gelebilmek için yararlanmakta olduğu bir “boş inanç”tır. Ruh göçü inanışında çeşitli anlayışlar yer alır. Bazılarına göre ruh; insan, hayvan ve bitki varlıklarına da göçer. Kimileri ruh göçünün sürekliliğine, kimileri de aralıklı ruh göçlerine inanırlar...

Dolayısıyla bu olay ancak “hurafe” tanımı içinde yer alabilecek türdendir. Türkçe anlamı “boş inan” (5) olan hurafe; dine sonradan karışmış boş inanç, uydurma ve garip hikaye olarak tanımlanır. (7) Ve bu tür olayların “Güya...” şeklinde kelimelerle başlayan cümleler kurarak anlatılması söz konusudur ancak. Çünkü, hurafelerin bir özelliği,halk tarafından uydurulan, yakıştırılan ve gerçeğe aykırı olarak kendi imgeleminde (hayalinde) canlandırarak, (güya) gerçekmiş gibi anlatılarak ağızdan ağıza dolaşan olağandışı hikayeler niteliğinde olmasıdır. Ama Akgül’ün, hurafe ve söylenceleri “milli kültürümüzün bir parçası” sanma yanılgısı, ortaya bu tür bir kitap çıkmasına neden olmuş. Tanımından da anlaşıldığı gibi, hurafelerin ne dinle ne de kültürle bir ilgisi olabilir. Cehaletin, akıl almaz olaylara ilişkin getirdiği bir yorum ve algılama şeklidir sadece. 

Bu hurafeyle Hacı Zeynel’e “manevi kurtarıcı” sıfatı yakıştırılırken, iddiayı “garip” diye nitelemem, olaya ilişkin Opr. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoyun anlatımlarına da dayanıyor.Dinçsoy, “Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatürk” adlı eserinde, "Turgutlu yangını"nı anlatırken, Akgül’ün “evliya menkıbesi” diye aktardığı hikayede adı "Zeynel Efe" diye geçen şahısla olan karşılaşmalarını anlatır. 

Kitabının “Kasaba’yı yakma hazırlığı” adlı bölümünde, 4 Eylül 1922 Pazartesi günü "Turgutlu yangını"nın başladığını ve işgalcilerin katliama başladıkları haberini duyduktan sonra, ovaya doğru kaçışlarından söz eder. Dinçsoy, ağabeyinin kılavuzluğunda, annesi, ninesi, yengesi, diğer kardeşleri ve Kezban adlı gözleri görmeyen yaşlı bir kadınla birlikte ovaya kaçarken, mahalle komşuları olan ve Akgül’ün kitabında "Zeynel Efe" diye geçen “Arnavut” lakaplı Zeynel adlı delikanlı ile karşılaşmalarına değinir. Elinde bir silah olan, yanında da biri baltalı, diğeri kürekli iki arkadaşı bulunan Arnavut Zeynel’le bu sırada aralarında bir diyalog geçer:

“Zeynel ağabey, bizim nereye ve nasıl kaçmamız gerektiğini anlattı. Sonra da durumu açıkladı. ‘Yangın başlayınca, evimde ne yapacağımı düşünüyordum. Komşumuz kadının kulaklarımı yırtan bir haykırışla imdat diye bağırdığını duydum. Baltamı kaparak oraya koştum. Yangın postasının bu evi yakmak için geldiğini, içlerinden birinin kadının güzelliğini görerek ona tecavüze yeltendiğini... gördüm. Kan beynime dolmuştu. Baltamı adamın kafasına indirdim, parçaladım. Ötekiler malzemelerini bırakıp kaçtılar. Bu silah onundur’ dedi.” (3)

Dinçsoy, “Gözlerimden silinmeyen muhteşem tablo” adlı bölümde de, 7 Eylül 1922’de, Turgutlu’nun kurtuluş günü saklandıkları yerden çıkarak, tekrar Turgutlu’ya dönüşlerini anlatırken, “... Tabakhaneler arasındaki yola gelince, yolun sol kenarındaki dut ağacının gölgesinde iki ceset duruyordu. Bunlardan birisi bizim Arnavut Zeynel’di ve alnının ortasından kurşunlanmıştı. Sırtüstü yatıyor, gözleri açık, sanki bakıyordu... Buna hala bütünüyle görür gibi olur, bu sahneyi canlılığıyla hatırlarım...” der. Ve şöyle devam eder: “Sokağımıza geldiğimizde evimizin tamamen yanmadığını gördük. Ateş, Dutlu çarsıyı tamamen yakmış, evimizle bu Çarsı arasındaki meydan nedeniyle binamıza ve bizimkinden sonraki evlere ulaşamamıştı. Bunun nedenlerinden biri de, semti yakmak için görevlendirilen ekiplerin Arnavut Zeynel ve arkadaşları tarafından öldürülmeleri ve kovalanmaları idi.” (4)

Dinçsoy, bu olayın üzerinden geçen 77 yıl sonra ise, Turgutlu Belediyesi tarafından düzenlenen 4-5 Eylül 1995 tarihindeki bir sempozyumda, Hüseyin Akgül tarafından Hacı Zeynel adına yakıştırılarak “evliya menkıbesi” diye gösterilmek istenmesine karşı da: “Bu tümüyle, hem de çok yanlıştır” der. (6)

Bu olayı bir “evliya menkıbesi” diye göstermeye çalışan ve halk söylencelerine pek düşkün olduğu anlaşılan H. Akgül’e bir başka halk deyişini hatırlatmak gerekirse, en uygunu “gördüğün her sakallıyı deden sanma” deyişi olur sanırım.

"Zeynel" adlarını birbiriyle özdeşleştirip de böyle bir menkıbe yakıştıranlar, bugün de hala Turgutlu’da dolaşan yüzlerce Zeynel adını taşıyan vatandaşlara baktıklarında, onların da her birinde Hacı Zeynel’in manevi şahsiyetini mi görüyorlar? Merak ettiğim; o kanı beynine sıçrayıp da, tecavüz edilmek istenen komşusunu kurtaran delikanlının adı “Zeynel” değil de, Örneğin “Ökkeş” olsaydı, böyle bir hurafe yine de ortaya çıkar mıydı acaba? Ya da bu hurafenin ortaya çıkış nedeni; o günkü psikolojik ortam içinde, bir cesaret ve kahramanca davranış karşısında duyulan hayranlığın ve buna yönelik bir övgü ve yüceltme duygusunun cahilce ve hurafeye dayalı olarak bir ifade ediliş tarzı olmasın? İşgalciler tarafından silahsızlandırılarak tüm savunma olanakları da ortadan kaldırılan ve büyük de zulüm gören Turgutluluların yaşadığı o acılı ortamda, aralarında başkasının namusu ve canı için kendi canını feda edecek kadar bir kahramanlık ve fedakarlık gösteren birini yüceltmeleri elbette ki doğaldır. 

Öte yandan da, bu hikayeyi uyduranlar, ölümünden 500-600 yıl sonra dirilip de başka insan suretinde ortaya çıkarak “kurtarıcılık” rolü oynama gibi, peygamberlerin bile sahip olamadıkları keramete sahip gösterdikleri Hacı Zeynel’in manevi şahsiyetinin gücünün, Turgutlu’nun bir mahallesinin ancak yarısını kurtarmaya yetmesiyle avunurken, Mustafa Kemal’in manevi şahsiyetinin gücünün ise koca bir ulusu ve tüm bir ülkeyi kurtardığından söz etmeyi akıl edemeyişleri de bir başka talihsiz noktadır.

Eğer Akgül, kitabına “Evliya Menkıbeleri” gibi bir ad yerine “Turgutlu hurafeleri” adını vermiş olsaydı, o zaman bazı şeyler yerli yerine oturabilir ve Turgutlu’ya da bir iyiliği ve hizmeti dokunmuş olurdu. Ama hurafelere rağbet gösterip bunları da evliya menkıbesi gibi göstermeye kalkışınca, bize de eleştiri yapmak düşüyor elbette. Çünkü, cehalete karşı tavır alması gereken öğretmenlik gibi bir meslekten gelen birinin, bu kitapla cehaleti adeta bir erdem haline getirişi şaşırtıcı olduğu kadar, üzücü de. Ama kitabı yazmaktaki amaç, insanlara bilgi ve aydınlanma sunma değil de, ticari amaçlarsa, ortaya bunun gibi pek çok kitap çıkabiliyor doğal olarak.

Ne var ki; 21. yüzyıla adım attığımız şu günlerde, bu kitap ilçemizde çağdışı kalmış düşünce ve inançların yayılmasına da destek olup, bazı çevrelerin Turgutlu’ya olduğundan farklı biçimde kazandırmak istedikleri, çağın koşullarına göre “geri” bir yapıya sahip olmasına ve tarikatçı zihniyetlere bir yatırım niteliğinde hizmette bulunurken, Turgutlu adına çağdaşlık arayışına gölge düşürme ve set oluşturma anlamında da bir “talihsizlik” olmuş...

Buraya kadar bilinmesi gereken gerçek şudur:
"Manevi kurucu" bile olmadığı halde, adına yaptırılan camiinin Koruma ve Yaşatma Derneği Başkanı tarafından, bir boşluk Hacı Zeynel'in Turgutlu'nun "manevi kurucu" ilan ediliverilmesiyle doldurulmaya çalışılmış, kendisine yakın çevrelerce de Hacı Zeynel hemen bir şekilde bir de "manevi kurtarıcı" gibi gösterilmek istenmiş, Hüseyin Akgül de, belki de sipariş üzerine, bundan kendine bir yarar veya kariyer sağlayabilme umuduyla, oturup bu konuda kitap yazmak istemiştir. 

Ama bir noktada Hüseyin Akgül’e kendi açımdan bir teşekkür borcum olduğunu da söylemeliyim. Çünkü yazmış olduğu bu “garip kitap”, beni de yapmış olduğum araştırmamı yayımlama kararı almaya itti.

Bu kitabın eleştirisini bu kadar uzun tutmamı ve önemsememi ise şu şekilde açıklayabilirim: 
• Her zaman bilimin önderliğine inanılması gerektiği mesajını vermek... 
• Cehalete karşı bir tavır... 
• Çağdaş kültürle donanımlı bir toplum özlemi... 
Bunun özellikle böyle bilinmesini isterim...


“Hayattaki en gerçek yol gösterici bilimdir” diyen Mustafa Kemal gibi bir öndere sahip olan bu toplumun, buna rağmen yaşamında bu denli bilimden uzak duruşu, hayat felsefesinde bilimselliği bu denli dışlaması, bana en büyük acı veren gerçeklerimizden biri. 21. Yüzyılda hala hurafelere inanmaların, batıl inançların kör edici tutsağı haline gelmenin ardında, bilimin yaşamdan dışlanması yatmaktadır.

"Gelenek ve göreneklere sıkı sıkıya bağlı kalmak, insanlığı en ilkel durumdan bir adım ileriye götüremeyecek kadar tehlikeli bir kuramdır. Hiçbir uygar ulus, böyle bir inanış yöresinde kalmamış ve yaşamın gereklerine ayak uydurarak zaman zaman da kendisini bağlayan gelenekleri yıkmaktan geri kalmamıştır. Gerçekler karşısında atadan ve dededen kalma inanışlara ille de bağlı kalmak, akıl ve zeka gereklerinden değildir. Değişmemek dinler için bir zorunluluktur. Bu nedenle dinlerin yalnız bir vicdan işi olarak kalması, Çağdaş uygarlığın temellerinden biridir. Köklerini dinlerden alan yasalar, uygulandıkları toplumu gökten indikleri ilkel çağlara bağlarlar ve de ilerlemeleri engelleyici belli başlı nedenler ve etkenler arasında bulunurlar."(Cumhuriyet Devrimleri sürecinde Medeni Kanun’u hazırlayıp kabul ettiren ve Atatürk’ün yakın arkadaşi olan, Adalet Bakanı Prof. Mahmut Esat Bozkurt’un 1 Mart 1934 tarihinde üniversite öğrencilerine yaptığı konuşmadan bir bölüm)

Acı olan; ülkemizdeki insan topluluklarının bilimsel gerçeklere değil de, Akgül’ün anlattığı türden hurafelere “gerçek” diye “inanmaya hazır” bir halde oluşları ne yazık ki... Ve bu insanların sayısı da “korkunç” diye tanımlanacak kadar çok...

Burada sıraladığım endişelerimde de haklıyım sanırım. Bazı zihniyetlerin “kendilerine göre bir Turgutlu” imajı yaratılmasına katkı niteliği taşıyan daha başka örnekler de var. 

Yararlanılan kaynak isimleri

1-Hüseyin Akgül - Turgutlu Evliya ve Menkıbeleri, Sf: 26

2-M. Niyazi Dinçsoy - Töremiz tarihinde Turgutlu'nun dramı Sf: 195

3-M. Niyazi Dinçsoy - Töremiz tarihinde Turgutlu'nun dramı Sf: 351-52

4-M. Niyazi Dinçsoy - Töremiz tarihinde Turgutlu'nun dramı Sf: 363

5-Türkçe Sözlük (TDK Yayınları, 1981) Sf: 386

6-M. Niyazi Dinçsoy - Aynı eser Sf: 363

7-Meydan Larousse, Cilt: 6, Sf: 20

8-Orhan Hançerlioğlu - Felsefe Sözlüğü, Sf: 271

İşte hurafelere ilginç bir başka örnek:  Perrül Dede türbesi uydurmacası

Mayıs 2002


Yorumlar - Yorum Yaz