![]() |
![]() | |||
29 Mayıs günü sabahı kara günlerin başlangıcıydı Kasaba için. Tam 3 yıl boyunca, daha önce hiç yaşamadığı kadar büyük ve derin acılara, zulüm ve işkencelere tanık olan ‘vadedilmiş topraklar’da, artık acı, gözyaşi ve kederin yeşereceği“azap tohumları” ekilmeye başlamıştı. Ve azap tohumunun çiçekleri, ‘vadedilmiş topraklar’da açtığında, sadece vahşet ve korkunç bir yangındı yaşanan... Kasaba’nın işgal yıllarıydı o 3 koca yıl... O işgal yıllarında, ‘vadedilmiş topraklar’da yaşanan zulüm, vahşet ve acıyı anlatabilmek için kelimeler yetersiz kalabilir... Binlerce insanın kadın, çocuk, yaşlı, genç demeden katledildiği, yuvalarının korkunç bir yangının aleviyle küle dönüştürüldüğü o zulüm ve vahşet günlerinde yaşananlar, kuşkusuz tüm insanlığın ders alması, utanç duyarak kendisini sorgulaması anlamında belleklerde hep tutulması gereken örneklerle dolu. Kuşkusuz, her ölüm acı verir insana. Ama böylesi savaş ve işgal ortamında ise, sadece bir yaşamın sönmesi değil söz konusu olan. O yaşama son verilme ve ocakların söndürülüş biçimi!, insanın ne denli gözü dönmüş şekilde bir ‘zalim’e dönüşebileceğini, doğanın ‘en vahşi yaratığı’ olabileceğini anlatır bir bakıma... Bütün gece sabaha kadar yolun gürültüsünü dinledim. Otomobiller, atlar, arabalar coşkun bir sel uğultusuyla geçiyordu. Şafakla beraber penceremin aralığından baktığım zaman tozdan dumandan başka birşey göremedim. Bu toplaşma bütün gün akşama kadar devam etti. Yoldan taşan kalabalığın bir kısmı yaya olarak küme küme bizim bağın içinden geçiyordu. Bunların çogu toza bulanmış, silahlarını taşimaktan bıkmış bozgun Yunan askerleriydi. Birbirlerini çagirarak ve karmakarışık olarak yürüyorlardı... İşte Kasaba’yı o günün akşamı ateşe vermişler. Ben uzaktan yangının aksini gece yarısına doğru iyice görmeye başladım. Gökyüzünün doğu tarafı öyle bir kızıllık içindeydi ki, birdenbire gündüz oluverdi sandım. Bu esnada yolun üzerindeki kalabalık biraz azalmıştı... Pencereyi açtım. Bir de ne göreyim? Tam bizim kulenin dibinde beş on kişi bağ kütüklerini siper almış, sinmiş, oturuyordu ve yavaş yavaş konuşuyorlardı. Türkçe konuşuyorlardı. Bizim Kasaba’dandılar, tanır gibi oldum. Fakat etraf ne kadar da olsa karanlıktı. İyi seçemiyordum ve fısıltılarını da pek iyi işitemiyordum. Yalnız bir kaç defa kulağıma “Şevki Efendi’nin kulesi”diye bir takım sözler geldi. Mutlaka, “Açık olsaydı, girip saklansaydık!” diyorlardı. Ah ne sersemlik! Ne sersemlik! Belki kapımı bütün kaçanlara açmış olsaydım, hepsi ile beraber o çocuk da kurtulacaktı... Yavrucağın ne incecik bir sesi vardı! Ne kadar zayıftı! Aman Yarabbi, ne kadar zayıftı! Omuz başları... Vicdan azabı içindeyim. Yanıyorum! Aklım hep o çocukta. Hep o çocukta... Bir büyük adamın ölümüyle küçük çocugun ölümü arasında ne fark vardır? Kır sakallı ihtiyarı gözümün önünde yere yatırıp koyun gibi bağırta bağırta boğazlamadılar mı? Üç yerinden süngüleyip yere serdikleri delikanlının başinı taşla ezmediler mi? Ama bunlardan hiç biri o çocugun ölümü kadar müthiş ve heyecanlı değildi. Yavrucak, “Teslim, teslim!” diye de bağırdıydı. Hiç “teslim” diyen adam öldürülür mü? Ben ilkin o fısıltıları işitir işitmez, yavaşça penceremi kapadım. Yolun üstündeki gürültüler, haykırışmalar yeniden çogalmaya başlamıştı. Kadın ve erkek sesleri, Türkçe, Rumca birbirine karışıyordu. En çok şu sözleri işitiyordum: “Dur! Yürü! Çikar! Haydi, haydi! Çabuk! Gamo! Vire isteliyo! Elado, erihte! Aman Allahım, al, al!... Ayağını öpeyim, canımı bağışla...” Ve penceremin demir kanatları arkasında tir tir titriyordum... Sabaha karşi bir de baktım ki, bu sesler ve bu sözler gibi karışık bir halk yolun üstünden akıp akıp gidiyor. Süngülü Yunan askerleri arasında başi açık kadınlar, sarıkları boyunlarına dolanmış adamlar, yalınayak çocuklar bir kasırganın yaptığı anaforlar halinde tozu dumana katarak koşuyorlardı. Bu kalabalığın arasında bazen yere düşenler oluyordu. O zaman süngülü askerlerden biri geriye kalıyor, bu düşeni tekmeleyerek, tüfeğinin dipçiği ile vurarak kaldırmaya çalisiyordu. Bazıları kalkamıyordu ve “Gamato Turkos!” azarlamalarıyla beş on yerinden süngülenip kalıyordu... Ben çiktiktan sonra, yolun üstünde böyle kaç tanesine rastladım. Bir çocuk gibi büzülmüş yatan saçları kınalı nineler ve eli yarasının üstüne yapışıp kalmış, gözleri açık yiğit delikanlılar gördüm. Ama bunlar arasında en acıklısı, o “Teslim, teslim!” diye bağıran kız çocugunun cesediydi... Birdenbire nereden çiktilar, bilmiyorum. Dağ tarafından geldiler sanırım. Bizim kulenin arkasından çiktilar. Anası elinden tutmuş koşuyorlardı. Tam bağın ortasına geldikleri zaman Yunan askerlerini gördüler ve geriye dönüp geldikleri tarafa doğru koşmaya başladılar. O zaman yoldaki kalabalıktan süngülü bir gavur ayrıldı, bağın içine atladı ve Türkçe“Dur! Dur!” diye bağırarak arkalarına düştü. Hemen kulenin arka tarafındaki pencereye seğirttim. Baktım ki, anası elinden tutmuş sürüklüyor. Bağ kütüklerinin arasında düşe kalka, düşe kalka gidiyorlar. Ama nereye? İşte arkalarından koşan yetişiyor! İşte yetişti! Elini uzatsa, yavrucağın armut sapı kadar ince boynundan yakalayacak. Ama, buna hacet kalmadı... Çocuk, anasının elini bıraktı, döndü, kollarını havaya kaldırdı. “Teslim! Teslim!” diye bağırdı. Sekiz dokuz yaşlarında ya var ya yoktu. | |||
(*) Yakup Kadri Karaosmanoğlu'nun “Teslim, Teslim” adlı öyküsü olarak da yer alan bu gerçek hikâyeyi ayrıca Falih Rıfkı Atay'ın İzmir’den Bursa’ya adlı kitabında da bulabilirsiniz. | |||
![]() |